27 Şubat 2015 Cuma

"MUSTAFA" DA BİR " MC DÜNDAR " BELGESELİ YAPSA...





 "MUSTAFA" DA BİR "MC DUNDAR" BELGESELİ YAPSA...



Yazar Ali Tartanoğlu  
29 11 2008

Üç yıl boyunca annesini görememiş… Doğup büyüdüğü kente hasret ölmüş… Selanik’in düştüğünü öğrendiği an, elbette göz yaşları içerisinde “Selanik’i nasıl bırakırsınız!...” diye canciğer silah arkadaşlarının yakasına sarılmış (Çünkü o sırada kendisi başka bir cephede savaşmakta)… Dolmabahçe Sarayı’nın duvarına adeta kazınmış sözlerinde ifade ettiği üzere çok sevdiği İstanbul’dan, yabancılar Ankara’yı başkent olarak kabul edinceye kadar “kendisini mahrum bırakmış!..”

Annesini yitirdiğini düşünde görmüş, haberin bulunduğu telgrafı sunan emir erinin, (evet emir erinin!..) boynuna sarılarak elbette “ağlamış!!!...”

Hayatının kesintisiz en az on yılı, rütbesiz er koşullarında cephelerde, doğru dürüst banyoya, sıcak, rahat ve temiz bir yatağa, dumanı üstünde bir tas çorbaya hasret, ölümle burun buruna geçmiş…

Hastalığının son aşamasında bile, bütün unvanlarından, rütbelerinden sıyrılıp filinta tüfek bir çete reisi olarak Hatay’ı Fransız işgalinden kurtarmayı düşünebilmiş, başında bulunduğu devlete önerebilmiş…

Çocukları da, kadınları da, insanları da, hatta hayvanları da çok sevmiş…

Elbette çok kızıp öfkelenmiş de… Kendisine İskenderun’unu İngilizlere bırakması emredilince, Harbiye Nazır’ı Enver Paşayı kastederek “ahmak” dediği resmi yazılar yazabilmiş; ama bundan çok daha önemlisi “ben böyle bir emri yerine getirmem. Kim getirecekse gönderin, görevimi kendisine teslim edeyim” diyebilmiş… Hepsinden önce de, bu üst emre rağmen birliklerine “karaya çıkmaya kalkan olursa vurun” diyip, İstanbul’a da “ben böyle bir emir verdim. Bilginize…” tavrını koyabilmiş…

Ve sonuç… Emperyalist düşmandan özgürlüğünü almış, bağımsız, laik, modern bir ülke… Kendine güvenen, başkalarının, hatta eski düşmanların ceket iliklediği bir Cumhuriyet…

Şimdi siz, böyle bir önderi, bir komutanı, bir devrimciyi, imparatorluk yıkan bir devlet kurucusunu bu niteliklerinden tamamen sıyırıp, “canım işte o da hepimiz gibi gaz sancısı çekiyormuş, hepimiz gibi boğazını temizliyormuş, pisuarın önünde ayakta işiyormuş. Bizden hiç farkı yokmuş” diye, inatla, ısrarla ve sadece, insan olarak her birimizde ortak olan özelliklerle dayatıp durmaya kalkarsanız projektörler size de istemediğiniz şekilde, yani alıştığınız üzere sizi parlatmak için değil, loş yanlarınızı da sergilemek için dönecektir, döner. Eleştirilere derhal “anti demokratlık” damgası vurmak, demokratlık değil, şımarıklıktır..

Birilerinin, böyle sözüm ona bir “yorumsal” film yapma hakkı vardır. Ne yapalım! Devir “demirgrasi” devri!.. Ama bu hak, kaçınılmaz olarak başkalarının da yorumsalı eleştirme hakkını doğurur. Ne yapalım devir, “demokrasi” devri!!!...

Yorumsalın gerçekte kuşkusuz bu kadar önemsenecek bir yanı yok. Ama önemsenmesi için “hökümat” bile seferber oldu. Devletin en görkemli mekanları tahsis edildi; en ekabirler galaları teşrif buyurdukları gibi, bir de okullara talimat gönderdiler; öğretmenleri komutasında sürü sepet sabi sübyan sinema salonlarını doldurdu. Büyükler de “n’oluyo!..” diye, en azından merak ettiler.

Önemli olduğundan değil. Dünya reklam dünyası… İsterlerse serçeyi bülbül diye satarlar. Nitekim sattılar!..

Deniyor ki bu muhteşem yorumsal(!) için; “Böyle bir belgesel hiç yapılmamıştı, ilkti. Verdiği somut bilgiler ilk kez yayınlananlardı.”

Hayır!. Bir kere bu bir belgesel değil, bir “yorumsal!..” Yorumsalcı da kabul ediyor.

İkincisi yayınlanan somut bilgilerin hiçbiri, insani boyutta olsun veya olmasın, “ilk” değil.

İçki içtiği, sigara içtiği, bu toplumun bildiği, yazılıp çizilmiş bilgiler. Kaynak Yayınlarının, 25’inci cilde doğru ilerlemekte olduğunu sandığım “Atatürk’ün Bütün Eserleri” dizisinde, “Yahu, hesabımızı kitabımızı bilmiyoruz. Amma harcamışız!..” mealindeki notları, Madam Corin’e mektupları dahil, “ilk kez ben yayınlıyorum” denilen bilgilerin hepsi var.

Şimdi yorumsalcıya desek ki, niye taktın kafayı “insan Atatürk”e de, yatıyor kalkıyor habire insan Atatürk belgeseli yapıyorsun? Niye toplumsal kahraman, toplumsal kurucu önder, toplumsal Atatürk’ten böyle bucak bucak kaçıyorsun? Bir kere de böyle bir Atatürk belgeseli yapsaydın da “insan Atatürk” yorumsalına hak kazansaydın…

Eminiz o da diyecektir ki, efendim sizin dediğiniz Atatürk kitaplarda çok var… Ama senin dediğin Atatürk de çok var kitaplarda. Ortaya ilk sen atmıyorsun.

Yani çoluğa çocuğa “aaa Atatürk de bizim gibi bir insanmış” dedirtince ne olacak?!!..

Çevirdiğin bütün Atatürk filmleri “Atatürk de bizim gibi bir insandı” inadının, saplantısının bir ürünü… Hiç kahraman, devrimci, kurtarıcı, kurucu Atatürk filmi yapmayıp ille de “insan Atatürk”te ısrar edişinin nedeni, “boş verin kahramanlığını, devrimciliğini, kurtarıcılığını, kuruculuğunu… İşte… O da bizim gibi bir insan nihayet. Büyütmeyin” mesajı vermek değilse ne?

Yurttaşlarının gözünün içine baka baka konuşmaktan, onları gözlerinin ta içine baka baka dinlemekten hiçbir zaman kaçınmamış Atatürk’ün yüzünü, gözlerini niye sakladın seyirciden? Kendin bakamadığın, bakmak istemediğin için değilse neden? Mustafa Altıoklar’ın dediği gibi niçin hep arkasından konuştun?

Hadi sağ olsaydı yapabilir miydin böyle bir şey demeyelim. Ama Recep Tayip Erdoğan sağ; yapabilir misin “Mustafa” gibi bir “TAYYİP”?... Hazırladığını öğrendiğimiz Fetullah Belgeselinde, onu da bütün insani zaaflarıyla, cinsel yaşamıyla, loş bir odada arkası dönük otururken omuzu üzerinden ne idüğü belirsiz bir varlık olarak mı vereceksin? Yoksa Diyanet işlerinin 1959’da açtığı vaizlik sınavında “ayetikerime bilgisi”nden ancak (5) alabilmiş ilkokul mezunu bir garibanın nasıl olup da, hem de din-iman palavrasıyla, Türkiye ve Dünya sahnelerinin önemli bir aktörü haline gelebildiğinin gerçek perde arkasını mı anlatacaksın?

Buyur! Dolmabahçeler, Devlet Opera ve Balesi salonları, sinema salonları, kameralar ve ilkokul çocukları emrinde!..

Yorumsalda verilen sözüm ona “insan Atatürk”ü en çok kim sevdi biliyor musunuz? “Kurtuluş”tan, “istiklal”den, “bağımsızlık”tan, hatta bizatihi bu sözcüklerden hoşlanmayanlar… Lozan’ın masasından bile hoşlanmayanlar…

Şimdi yorumsalcıdan üç şey istenmeli:

1 – Önce otur belgeselci gibi, doğru dürüst bir kahraman, kurucu, önder, devrimci Atatürk, tarihi ve toplumsal kişiliğiyle bir Atatürk filmi yap.

2 – Görüntü sıkıntısı, kaynak sıkıntısı çekmezsin. Otur bir de “İNSAN RECEP TAYYİP” belgeseli yap!..

Ama işin kolayına, “yorumsal”a kaytarmadan… Dört dörtlük belgesel yap. Çünkü sen belgesel diye yine “yorumsal” yaparsan, bu defa da ortaya bir MUHTEŞEM RECEP TAYYİP SULTAN çıkar!..

“Yorumsal” değil, “belgesel!...” Çünkü yorumsalcı adını belgesel koyup, uygun gördüklerine “o da kim ki…” muamelesi yapıyor; sıkışınca da “canım bu benim yorumum” diyip çıkıyor. Demek istediğini de uçurabilir. Bu nedenle, asıl dikkatle izlenmesi gereken, zat-ı devletlilerinin FETULLAH belgeselidir.

Uygun görür veya görmezken ölçüt ne? Gazetecilik, belgeselcilik mi?.. Yoksa “bunların hangisi beni parlatır, bana para kazandırır; önce günün modasına göre çalışayım, Atatürk’ü küçülteyim, moda akımların aferinini alıp daha çok parlayayım; gün olur devran döner moda değişir, ‘harp olur darb olur’sa o zaman da ‘ama bakın ben kaç tane Atatürk belgeseli çektim. Hatta ‘başka Uğur Mumcu belgeseli yapacak adam mı kalmadı’ diye ayağa kalkan bir dinozor halk kitlesi ve bir iflah olmaz dinozor olmasaydı bir Uğur Mumcu Belgeseli de yapacaktım” mıdır ölçüt?..

3 – Bir “İNSAN YORUMSALCI” belgeseli gereksiz. Ama yorumsalcı, bir gece bir rüya görse; Mustafa Kemal Anıtkabir’den doğrulup kamera arkasına geçmiş olsa… Bir “GAZETECİ McDUNDAR” belgeseli yapsa!.. Hatta sadece Çağdaş Gazeteciler Derneği Onur Kurulu’nun 2003 tarihli raporunun ilgili bölümlerini belgesel yapsa!.. Uzman tanık da Çağdaş Gazeteciler derneğinin o dönemdeki Onur Kurulu Başkanı Rahmi Yıldırım olsa…

“O kadarı çok olur. Etmeyin, kıymayın…” denecekse, sadece TRT arşivlerindeki birçok master bandın bir gece ansızın nasıl kendiliklerinden mevzi ve mevki değiştirdiklerini belgeselleştirse, uzman tanık olarak da TRT genel müdür eski yardımcılarından Şener Tokcan’ı konuştursa. Ya da sadece Türkan Sultan belgeselinin öyküsünü belgeselleştirse; Seçil Büker’i veya Yargıtay Hukuk Genel Kurulu üyelerini uzman tanık olarak konuştursa. Yahut sadece, kendi yaveri Salih Bozok’un “HEP ATATÜRK’ÜN YANINDA” başlıklı anılarının nasıl alt üst edilerek “YAVERİ ATATÜRK’Ü ANLATIYOR”a dönüştüğünün öyküsünü belgeselleştirse, buna da bendenizi uzman tanık olarak çağırsa. Filmin adını da, yine Rahmi Yıldırım’ın tanımından hareketle, “ROMANTİK İNTİHALCİ MCDUNDAR” koysa…

Çatılmış kaşlarıyla yorumsalcıya “belgesel böyle yapılır!.. Türkiye’ye ve bana hep bir yabancı gibi bakıyorsun, ama sen galiba işine de yabancısın…” dese!.. Bizi de “Ben çıkıp gelmesem, böyle yüksek ve kıymetli bir şahsiyetin belgeselini çekmek için ölmesini mi bekleyecektiniz!.. Ayıp ayıp!.. Bakın ne kadar bol malzeme de varmış!..” diye azarlasa…

Haklı. Çünkü McDundar da, sadece topluma değil, artık neredeyse tarihe mal oluyor. Bir “ROMANTİK İNTİHALCİ MCDUNDAR” belgeseli O hayattayken yapılmalı bu belgesel. Ama yine işin kolayına kaçmadan… Öyle yorumsal filan değil; adam gibi BEL-GE-SEL!.. O zaman hiç kuşku duymayalım samimiyetinden!


http://www.vatanpostasi.org/index.php?option=com_content&task=view&id=817&Itemid=45

.

TARİHİNİ BİLMEYEN, BAŞKALARININ YALAN VE PROPAGANDALARINA GERÇEKMİŞ GİBİ İNANIR




TARİHİNİ BİLMEYEN, BAŞKALARININ YALAN VE PROPAGANDALARINA GERÇEKMİŞ GİBİ İNANIR




 (Ali TARTANOĞLU)
«Hain’in dili, dini, cinsi, milliyeti olmaz; Kürt’ün de haini vardır, Türk’ün de…»(Uğur Mumcu)
Tarih 10 Kasım 2009. Meclis'te «Kürt'e Türk Satışı» müzakere ediliyor. Tam 10 Kasım'da... «Oh olmuş... İyi ki ölmüş!..» dercesine...
Bunu örtbas etmek için de iktidar mebuslarında bir Atatürk yalakalığı bir Atatürk yalakalığı... Kendimizden kuşkulanacağız neredeyse.

Diyorlar ki: «Atatürkçülük işte tam da budur.»

CHP Bursa milletvekili Onur Öymen kürsüye çıkınca patlıyor:
«Ne Atatürkçülüğü!.. Atatürkçülük, şehit kanı akmasın, analar ağlamasın diye teröristle, asiyle müzakere etmek midir? Çanakkale'de, Kurtuluş Savaşında, Şeyh Sait İsyanında, Dersim İsyanında analar ağlamadı mı? Analar ağladı, ağlayacak diye Atatürk asilerle, düşmanla müzakereye, uzlaşmaya mı girişti!..»
Kıyamet koptu. 1938'de Munzur Çayı kandan kıpkızıl olmuş... Bugün de mi öyle Saddam'lık(!)yapılsaymış... Öymen bugüne de aynı şeyi önererek ırkçılık, faşistlik yapıyormuş...Küreselleşmenin postmodernlik çağındayız ya; gerçeklik sen nasıl algılıyorsan öyle imiş, sen beyazı siyah algılıyorsan, gerçek de oymuş ya... Atarsın, belki yiyen bulunur!..

Bakalım, atılanlar yenir mi!?..

Birincisi: Ordu Munzur dağlarındaki eşkıya inlerini durup dururken mi bombalamış? Hırsızın hiç mi günahı yokmuş!..

Kimsenin suç işleyene, isyan edene verilen cezayı suçlamaması şartıyla, suç işleyeni, isyan edeni, kendi payımıza, suçlamayız. Bedelini öder, istediğini yapar!..

Dersim'i daha sonra anlatmak üzere, önce biraz ormanın bütününe bakalım.

Anzavur İsyanı (Bolu-Düzce), Yozgat, Çapanoğlu İsyanları, Hilafet Ordusu, Birinci ve İkinci Konya (Bozkır ve Delibaş) İsyanları, Ali Galip Olayı...

«Hain'in dili, dini, cinsi, milliyeti olmaz; Kürt'ün de haini vardır, Türk'ün de» derdi Uğur Mumcu. Bu isyanların büyük kısmı doğrudan «Türklerin» çıkardığı isyanlar. Sertlik dozu, isyanın çapına göre değişmiş ve bu isyanların da hepsi bastırılmış. Kimse «bunlar Türk'tür, varsın isyan etsinler» dememiş.

Ortaokulu ve liseyi okuduğumuz Konya'da Delibaş İsyanının öykülerini dinlerdim sık sık. İsyan sırasındaki baskın ve çatışmalarda ölenlerin sayısı bir yerlerde mutlaka kayıtlıdır. Ama Konyalıların dilinde «her gün 11 kişi asılırdı» sözü vardı.

Ali Galip kim? Kayserili bir Türk. Atatürk'le aynı sıralardan yetişip Harbiyeyi bitirmiş, Osmanlı ordusunda yarbaylığa kadar yükselmiş. 1911'de ordudan ayrılıp 1919'a, Mondros Mütarekesi dönemine kadar, kendi ifadesiyle, ziraat ve ticaretle uğraşmış. Tam Erzurum Kongresi sonrası, Sivas Kongresi arifesinde İngiliz işgalcilerin telkiniyle Damat Ferit Hükümeti tarafından Elazığ valiliğine atanmış. Niye? Azılı bir İttihat-Terakki ve Mustafa Kemal düşmanı olduğu için. İngilizler ve işbirlikçi Damat Ferit, Milli Mücadeleyi önlemek için ülke yönetiminde etkin noktalarda bulunan millicileri tasfiye etmek, yerlerine de adeta kuyudan adam çıkartırcasına memuriyetten ayrılalı sekiz sene olmuş Ali Galip gibileri getiriyor. Çünkü önce Amasya Tamimi, arkasından Erzurum Kongresi, şimdi de Sivas Kongresi derken, İngilizleri ve işbirlikçisi Osmanlı yönetimini bir telaşın aldığı açık.

Plan İstanbul'da Damat Ferit ve onun Bakanları ile İngiliz yüksek komiseri de Robeck tarafından İstanbul'daki Kürtçülerle birlikte hazırlanmış. Sivas Kongresinin toplanmasına kesinlikle mani olunacak; Kongre basılacak Atatürk ve Rauf Bey ile diğer ileri gelenler «ölü veya diri» ele geçirilecek... İngiliz Casusu Yüzbaşı Noel o zaman zaten bölgede. Bölgeden ayrıca Kürt Bedirhanlı aşiretinden Celadet ve Kamuran Ali ile Diyarbakırlı Cemil Paşazade Ekrem silahlı Kürtlerle onun emrine girecek. Malatya Mutasarrıfı Halil Rami de Kürt ve onlarla birlikte. Bunların başında da Vali Ali Galip.

İstanbul'un derdi Milli Mücadeleyi önlemek. İngilizler de elbette bunu istiyor ama, bu arada hazır Osmanlı çökerken Kürtlere de kendi güdümlerinde bir sözde bağımsız toprak sağlamak.. Ali Galip ahmağı ise bunlardan habersiz, sadece iki rütbe alıp general olmak ve İttihatçılara olan kinini kusmak istiyor. Çünkü Meşrutiyetin ilanından sonra İttihatçı hükümetler döneminde hiç terfi edememiş ve bu yüzden kızıp, küsüp emekliye ayrılmış.
Osmanlı hükümeti Türk, Sadrazam Ferit Türk, Ali Galip Türk...

Dedik ya, hainin Kürdü Türkü olmaz!
****

Dersim'e gelmeden önce bir de şu Kürt isyanlarına daha geniş bakalım.

Efendim baskılar varmış da, ezilmişler de dillerini konuşamamışlar da... Onun için bilmem şu kadar isyan çıkmış.

Osmanlı ne yaptıydı da taaa 1850'lerde Bedirhanlılar, 1870'lerde Şeyh Ubeydullah isyan ettiydi?..

Osmanlı dönemindeki bu isyanların, Tanzimat reformları çerçevesinde yapılmak istenen kıyafet filan gibi basit yeniliklere tepkilerden, daha sonraları da Osmanlı'nın bölgede Ermenilere bağımsızlık vereceği, Kürtlerin de Ermeni hakimiyetinde kalacağı söylentilerinden başka hangi gerekçeleri vardı?..

Başımıza, bugün de devam eden Ermeni sorununu açan olayların başlangıcı Türk-Ermeni çatışması mıydı, yoksa Kürt-Ermeni çatışması mıydı? Osmanlı bu çatışmalarda Kürtleri kayırdığı gerekçesiyle İngiliz, Fransız ve Ruslar tarafından az mı baskı gördü?..

Yunan Bursa'yı ele geçirip, Anadolu içine doğru ilerlerken, ortada ne Cumhuriyet, ne Tunceli Kanunu, ne İskan Kanunu ve hiçbir baskı yokken Kocgiri isyanı niye çıktıydı peki?

Hem isyan edeceksin, en kritik günlerde beni bir anlamda arkadan vuracaksın; hem başaramayacaksın; hem de niye cezalandırıldım diye bağırıp duracaksın. Seksen yıl sonra bile...

Yok öyle şey!.. Sen kazansaydın maaşa bağlayıp, konak verip oturtacak mıydın Mustafa Kemal'i? Hatta, kazansalardı Anadolu'da Türk bırakacaklar mıydı? İngiltere Başbakanı Gladstone'un ağzından «Asya'dan gelmişlerdir, defolup gitsinler Asya'ya!!..» diye bağırıp durmuyorlar mıydı 1850'den beri?

Gelelim Dersim İsyanı'na... Dersim İsyanı, Tunceli Kanununun uygulanmaya başlaması üzerine çıkmış. Kanun 1935 Aralığında kabul edilip 1936 Ocağında yürürlüğe girmiş.

Dersim ilginç bir yer. Halkı Alevi-Bektaşi. Ama nasıl olmuşsa olmuş, çok eski tarihlerde, belki yüzyıllar önce, hatta belki Türklerin Anadolu'ya gelişini takiben, Bilal Şimşir'in tabiriyle «bir Sünni denizinin ortasında bir ada gibi» kalmış. Yüzyıllarca, kendilerini kuşatan Sünnilerin aşağılamalarına, itip kakmalarına, baskılara maruz kalmışlar. Dağlara sığınmış ve tepki olarak kendilerini Kürt saymaya başlamışlar.

Yani, en başta, Dersim sorununun temelinde bir Sünni şeriatçılığı bulunduğunu çok rahat söylemek gerekir. Alevilerin laik Cumhuriyeti çok kolay benimsemelerinin altındaki gerçek de bu.

Bölge, iklim ve coğrafya itibariyle tarıma elverişsiz. Geçim kaynakları son derece sınırlı. Halk son derece yoksul. Hele o tarihlerde yol, iz de yok. Buna karşılık bolca ağa, şeyh, seyit, mir var. Geçim bunlar açısından da zor. Çareyi eşkıyalıkta, yakın çevredeki, ovalardaki köyleri, kasabaları basıp, hayvanına hasadına el koymakta bulmuş; bunu yaparken kendilerinden de beter durumdaki köylüleri kullanmışlar. Ele geçenlerin ölmeyecek kadarını da bunlara bırakmışlar.

Sık sık olaylar, isyanlar çıkmış; sık sık polisiye, askeri tedbirler uygulanmış. Bu yüzden sükunet de ancak bir süre hakim olmuş; sonra yine eski duruma dönülmüş. 1937'ye gelinceye kadar 1876'dan bu yana 11 kez askeri tedbirlere başvurmayı gerektiren olaylar çıkmış bölgede. Osmanlı Dersim'i bu asayiş boyutu dışında adeta yok saymış. O kadar ki, Tanzimat'tan sonra idare yeniden düzenlenip iller, valilikler kurulurken Dersim yine yok sayılmış.

Bu durum, işte Tunceli Kanununun çıktığı 1935'e kadar aynen devam etmiş. Cumhuriyet hükumeti o sırada zaten idareye yeni bir düzen vermekte, yeni iller ilçeler kurmakta. Dersim de özellikle bu asayiş sorunu dikkate alınarak, ama bu defa öyle gelip geçici nitelikte değil, kalıcı bir düzen sağlanması amacıyla daha ziyade bir ıslahat programı çerçevesinde ele alınmış. Tunceli Kanunu, işte bu ıslahat programının adı.

Yani konunun üzerine sadece askeri yöntemlerle gidilmeyecek. Aynı zamanda Yöre, baştan ayağa medenileştirilecek: okuluyla, yoluyla, suyuyla, hastanesiyle, köprüsüyle.

Tunceli Kanunuyla birlikte kurulan Dördüncü Umumi Müfettişliğe getirilen Korgeneral Abdullah Alpdoğan, önce aşiret reislerini bir araya getirip ıslahat programını anlatmış. Reis efendiler orada seslerini çıkarmamış; hatta memnun görünmüşler. Ama dönerken yolları üzerindeki bütün köprüleri havaya uçurmuşlar.

Aslında bu alt yapı yeniliklerinin ağaların, şeyhlerin, seyitlerin hoşuna gitmeyeceği biliniyor. Çünkü bu yenilikler sosyal yapıyı da değiştireceği için eski nüfuzlarını, çıkar olanaklarını kaybedecekler.

Yani, Tunceli Kanunu, ortada bir isyan bulunduğu için, bu isyanı bastırmak için çıkarılmış değil. Yöreyi medenileştirelim, insanlara aş iş sağlayalım, böylece asayişsizlik ve isyan potansiyelini en aza indirelim denmiş.

Ama tahmin edilenler de gerçekleşmiş. Köprüler, yollar, okullar yapılmaya başlanır başlanmaz, homurdanmalar da başlamış. Homurtular giderek eyleme dönüşmüş ve 21 Mart 1937 gecesinden itibaren askeri karakollar basılmaya başlanmış. Askeri birlik karargahlarına aynı anda baskınlar düzenlenmiş. Telefon telleri kesilmiş. Ama en ilginci köprüler yakılıp yıkılmış.

Ayaklanmanın elebaşı Seyit Rıza. Onun çağrısıyla Yusufanlı, Kureyşanlı, Abbasuşağı, Bahtiyar, Haydaran aşiretleri katılmış ayaklanmaya. Asi aşiret reisleri bir ltimatom göndermiş hükümete. İstekleri şunlar:
Jandarma dersimden çekilsin. Yeni köprüler yapılmasın. Yeni idari yapı oluşturulmasın. Silahlarına el konulmasın. Vergiler, hükümetle aralarında paylaşılsın.
Bunun üzerine hava kuvvetleri desteğindeki kara birlikleri dört bir yandan asileri kuşatmış. Sarp kayalık dağlardaki mağaralarına doğru sıkıştırmış. Asiler paniğe kapılmış. Ayaklanmanın elebaşlarından Demenanlı Cebrail, Seyit Rıza'ya «teslim olalım» demiş, ama ikna edememiş.

Mayıs'ta başlayan ayaklanma Eylül'de tamamen bastırılmış. Elebaşlarından Roznaklı Kamer, Demenanlı Cebrail, Yusufhanlı Ağdatlı Kamer, Kureyşanlı Hasso Seydo, Bahtiyar Aşiretinden Şahin sağ olarak yakalanıp mahkemeye sevk edilmiş. Seyit Rıza'nın bir oğlu ağır yaralanmış, diğer oğlu teslim olmaya karar vererek babasından ayrılmış. Seyit Rıza'nın sağ kolu Koçgirili Alişir, Bahtiyarlı Şahin'in amcası Alişan öldürülmüş. Seyit Rıza önce dağlardaki mağaralara saklanmış, 12 Eylül 1937 günü de iki adamıyla birlikte teslim olmuş.

Yargılanan 58 isyancıdan 11'i idam'a, 33'ü ağır hapse mahkum edilmiş, 14'ü beraat etmiş. İdam'a mahkum edilenlerden dördü çok yaşlı olduğu için cezaları 30'ar yıl hapse çevrilmiş; dolayısıyla sadece 7'si idam edilmiş.

Türkiye'deki ABD Büyükelçisi ayaklanmayı kendi başkentine şöyle anlatmış:
«Dağlık olan coğrafi yapısından dolayı, bölgenin erişilmesi güç bir durumda bulunması, bölge halkının geri kalmışlığı, sorunun temelini oluşturmakta. Sert iklim şartları, toprağın işlenmesinde önemli güçlükler yaratıyor. Hırsızlık ve eşkıyalık yörede oldukça yaygın ve yalnız yöre insanları değil, komşu vilayetlerin insanlarını da etkileniyor. Toplumun sosyal yapısı tipik feodal özellikler taşıyor; geniş halk yığınlarının hükümetle olan tek irtibatını aşiret reisleri sağlıyor. Türk hükümeti ekonomik açıdan sorunu çözmeye çalışıyorsa da, yöre insanları yollar, okullar, köprüler vs., yapılmasına karşı koyuyor. Son ayaklanma, hükümetin, bölgenin sosyal ve ekonomik şartlarını ıslah etmek üzere geliştirdiği reform programını, daha önce elde ettikleri haklara tecavüz olarak gören aşiret reisleri tarafından başlatıldı.»

Başbakan İsmet İnönü, 14 Haziran 1937 günü Türkiye Büyük Millet Meclisinde konu hakkında bilgi verirken; böyle bir direnişin beklendiğine işaret ettikten sonra,

«Şimdiye kadar olan Dersim tecrübeleri, orada hükümetin bir emrine karşı muhalefet olunca, mühim bir kuvvet toplayarak o mıntıkada ciddi tedibat yapmak ve bırakmak... Biz buna «sel seferleri» dedik. Memleketin bir tarafında bir hadise çıkınca onu kuvvetli bir surette ve sel halinde gelip geçmekten bir fayda hasıl olmayacağı kanaatinde bulunduk. Biz muhalefet edenlerin mukavemetlerini bertaraf ettikten sonra kendi programımızın hiçbir şey olmamış gibi takip olunmasını esaslı vazifemizden saydık. ... Yol yapıyoruz, mektep yapıyoruz, karakol yapıyoruz. ... Cumhuriyet Hükümeti oraya ıslahat programını süs olarak, heves olarak götürmedi. Ne kadar müşkülata uğrarsa, ne kadar çok sene sürerse (sürsün) yaz ve kış bu programı biz orada tatbik edeceğiz» demiş.

İngiltere Büyükelçiliğinin 1937 tarihli Türkiye raporunda da şu bilgiler var:
«Dersim bölgesinde iki yıl önce başlatılan özel reform programına tepki olarak ayaklanma çıktı ve bastırıldı. Bastırmak için asker ve uçaklar kullanıldı. Hükümet kuvvetlerinin zayiatı: 1 subay (teğmen) ile 28 asker şehit; 3 subay ile 46 asker yaralı. Asilerin zayiatı: 265 ölü, 20 yaralı, 27 yakalanan, 849 teslim olan. ... Aralarında Seyit Rıza'nın da bulunduğu 7 kişi idam edildi. Hükümet asilere karşı nispeten yumuşak ve merhametli davrandı. Geçmişte jandarmanın sert davranması ters tepmiş.» (Bilal N. Şimşir, Kürtçülük-II, s. 374-416, Bilgi Yayınevi, 2009, Ankara.)
Demek ki hadisenin Kürtleri yok etmekle, hele hele Alevilerle hiçbir alakası yok.

Asilerin kuvvetinin (İngiliz raporlarında) 1500-2000 bin kişi olduğu belirtiliyor; bu sayıyı üç-beş bine kadar çıkaranlar da var. Arazi takibe son derece elverişsiz. Asiler tıpkı bugünkü PKK gibi dağların zirvelerindeki mağaralara saklanabiliyor. Hava kuvvetlerinin kullanılması bu nedenle zorunlu olmuş.

İsyanın, hükümet baskısıyla, adaletsizlikle, dil konuşturmamakla ve saire ile de hiçbir alakası yok. Devlet, güvenliğin hiç bulunmadığı bir yerde güvenliği tesis edebilmek için alt yapı hizmeti götürüyor. Yörenin, çıkarları zedelenen veya zedelenecek olan güç sahipleri düpedüz «yol istemezük, köprü istemezük...» diye ayaklanıyor. Askeri birlik karargahı, askeri karakol basıyor, subay şehit ediyor, asker şehit ediyor. Köprü uçuruyor.

Evet. Tunceli kanunu, yeni kurulacak ile atanacak ve askeri yetkilerini de taşımaya devam edecek olan general rütbesindeki valiye neredeyse bir bakanınki kadar geniş yetkiler vermiş. Yargılamalarda sert düzenlemeler yapmış. Yasa bu haliyle bir olağanüstü hal, hatta sıkıyönetim yasasına benzetilebilir.

Ama ayaklanma yasanın bu özelliklerine tepki olarak çıkmamış. Çünkü bu hükümlerin uygulamalarına başlama fırsatı bile henüz doğmamışken isyan çıkmış. Yani tıpkı Patrona Halil isyanı gibi bir tür «medeniyet istemezük» hadisesi.

İsyan eden, ancak kazanırsa haklıdır, başarılıdır. Kazanamazsa veya kazanıncaya kadar başına gelene katlanır.

Sonra... Yukarıda değindik. Türk'ün de haini var. Asi Türkler de var.

Niye bir Allah'ın kulu Delibaş isyanında asılanlardan, çatışmalarda ölen asilerden «insan hakları» adına söz etmez!..

Kürtlere sevdanın yolları, Türkler niyazi mi?!..

Amerika taa 10 bin kilometre öteden kalkıp gelip Irak'ta asi Saddam cezalandırıyor, onu alkışlıyorsunuz!..

Mustafa Kemal de Osmanlı için asi değil miydi? Başaramasaydı asılmayacak mıydı? Hakkında zaten idam cezası verilmemiş miydi?

Veee... Kim vermişti idam cezasını?

KÜRT (namı diğer: Nemrut) Mustafa Paşa!!!!..

Mustafa Kemal kazandı; haklı oldu.

Öyle Sam Amca'nın şapkasına saklanmak, Mitterrand Yenge'nin eteğinin altına, İmam Recep'in oy sandığına gizlenip el şeyiyle gerdeğe girmek yooook!!..

İsyan eden, isyan etmek derken, silah çekip asker, subay öldüren Türk kayrılmış mı?!..

Bir Türk olan «Damat Ferit» adı, günümüz siyasi literatüründe hala «hain» e karşılık gelmiyor mu?

Osmanlı Atatürk ve arkadaşları hakkında idam kararı verirken onların Türklüğünü dikkate almış mıydı?

Buna karşılık, Atatürk ve yakın arkadaşları dışında, başka pek çokları yanında Boğazlıyan Kaymakamı Kemal Bey için de verdiği idam kararını, daha önceki her türlü bozma ve hatta beraat kararına rağmen uygulatma fırsatı bulan KÜRT (Nemrut) Mustafa Paşa, bu insanlar Türk olmasaydı, hele Kürt olsaydı aynı idam kararını verir miydi?

Siz Türklere «salak» mı demek istiyorsunuz?!..
* * *
Atatürk Hakkındaki İdam Fermanı...
Dosya Tasnifi
Harbiye-Divan-ı Harp
DOSYA No : 70

Harbiye Nezareti
Adliye-i Askeriye Dairesi
Şube :
Adet : 705

PADİŞAH BUYRUĞU

Mehmet Vahidüddin
(ONAY)

«Kuvayı Milliye adı altında çıkardıkları fitne ve fesatla, anayasaya aykırı olarak halktan zorla para toplamak, asker almak, bunun aksine hareket edenlere işkence ve eziyet ederek şehirleri yakıp yıkmaya kalkışmak suretiyle iç güvenliği bozanların tertipçisi oldukları iddiasıyla haklarında dava açılan,

Üçüncü Ordu Müfettişliğinden alınarak askerlik mesleğinden çıkartılmış bulunan Selanikli Mustafa Kemal Efendi, eski yirmi yedinci fırka kumandanı miralaylıktan emekli İstanbullu Kara Vasıf Bey, Eski yirminci kolordu kumandanı Mirliva Salacaklı Fuat Paşa (Ali Fuat Cebesoy) ile Eski Vaşington elçisi ve Ankara milletvekili Midillili Alfred Rüstem ve sıhhiye eski müdürü İstanbullu Doktor Adnan Bey (Adıvar) ile Üniversite Batı Edebiyatı eski öğretmeni Halide Edip Hanımın, ayrıntıları 11 Mayıs 1336 (1920) tarihli ve 20 numaralı karar tutanağında yazılı olduğu üzre, Mülkiye Ceza Kanunu'nun kırk beşinci maddesinin birinci fıkrası delaletiyle elli beşinci maddesinin dördüncü fıkrası ve elli altıncı maddesi uyarınca, sahip oldukları askeri ve mülki rütbe ve nişanlarla, her türlü resmi ünvanlarının kaldırılmasına ve idamlarına, halen firarda bulunmaları dolayısıyla kanun hükümleri gereğince mallarının haczedilerek, usulüne göre idare ettirilmesine dair İstanbul bir numaralı sıkıyönetim mahkemesi tarafından gıyaben verilen hüküm ve karar, ele geçirildiklerinde tekrar yargılanmak üzere tasdik edilmiştir.»

Bu Padişah Buyruğu'nu yürütmeye Harbiye Nazırı görevlidir.

24 Mayıs 1336 (1920)

Sadrazam ve Harbiye Nazırı Vekili

DAMAT FERİD
        (NOT: Söz konusu İstanbul 1 Numaralı Sıkıyönetim Mahkemesi, başkanlığını Kürt Nemrut Mustafa Paşa'nın         yaptığı mahkemedir A:T)

 Ali TARTANOĞLU

http://www.hadd.nl/lees_nieuws/58/emperyalist_yalanlarin_arkasindaki_dersim_ayaklanmasi_gercegi

.
 

Hoşgeldin Türk Baharı! ( Veya Zavallı Türkiye'm…)



Hoşgeldin Türk Baharı! ( Veya Zavallı Türkiye'm…)




Ali TARTANOĞLU




Hoşgeldin Türk Baharı! (Veya Zavallı Türkiye'm…)

Ancak bu defa iş o kadar basit değil. Küpleri göğe kadar üst üste dizdiler, en alttakini de çektiler...
Aslında çok önce hazırlanmış ve adım adım uygulanan bir planın en kritik aşaması bu. Ama bu kez en başta Başbakanda şafak atmış görünüyor. Hemen «Yargıtay aşaması...» diyiverdi. Bülent Arınç da... Hatta iki oda bir salon bahçeli Devlet de geriye doğru şafak saymaya başlamış. Necdet Özel de...

Beklendik beklenmedik bir sürü tepki olacak... Kolay değil hepsini göğüslemek.

Çünkü bu bir adil yargılama asla değildi, kararlar, mahkumiyetler de değil. Bu bir vahşi saldırı... Kafası kızan padişahın «alın kellesini» demesinden farkı yok. Mahkeme, savcı sadece suç iddia ve isnat etti. Bırakın dört başı mamur, şüpheye yer bırakmayacak şekilde ispat etmeyi, hiç ispat etmedi. Tersine ispattan alabildiğine kaçtı. Sadece kendi tanıklarını, sadece kendi delillerini esas aldı, bunlar da zaten hep sanıkların lehine idi. Sanık lehine deliller dosyalardan çıkarıldı, saklandı, yok edildi. Sanıklara hem «ben iddiamı, suç isnadımı ispat etmeyeceğim, sen masumiyetini ispat edeceksin» dedi; hem buna izin vermedi. Sanıkların tanıklarını dinlemedi. Bilirkişilerini dinlemedi, sanık delillerini dinlemedi, giderek konuşturmadı.

«Vurun kellesini» dedi bitirdi. Bunun için niye bu kadar bekledi mahkeme, bir tek bunu anlamadım. Üç ayda, hadi bir sende de açıklayabilirdi kararını. Çünkü karar daha ilk tutuklamalardan önce verilmişti. Bu yüzden çok eleştiri aldı. Uzun tutukluluk, diye... Hükümetten emir alıyorsunuz, diye... Sonunda güvendiği hükümet kendilerini sap gibi ortada bıraktı. En başta kendi itibarları adına mahkumiyet vermek zorunda idiler; yoksa bu kadar uzun tutukluluğu da açıklayamayacaktı.

Ordu-kuvvet komutanı orgeneralinden, oramiralinden teğmenine kadar bir kalemde 330 subay ispatlanmamış suçtan hem de en az on altı sene olmak üzere mahkumiyet aldı. Bu çok ağır bir durum... 12 Eylül generallerine doğru dürüst soru bile sorulmayan göstermelik bir dava açıyorsun, deniz feneri davasını «hokus pokus... bir varmış bir yokmuş...» yapıyorsun... MİT müsteşarını dolayısıyla başbakanı kurtarmak için kanun bile değiştiriyorsun; kendi uydurduğun delillerle bile suçluluğunu ispatlayamadığın 330 subayı ise en az 16 yıla mahkum etmekte sakınca görmüyorsun. Bu, taşınacak yük değil. Ne başbakan, ne cumhurbaşkanı, ne AKP, ne MHP, ne CHP, hatta ne BDP, ne meclis, ne kararı veren mahkeme, ne iddianameyi yazan savcılar, ne ne tipi olursa olsun uyduruk cdleri hazırlayan, imzasız mektupları, e-postaları gönderen polis-asker, ne HSYK, ne Necdet Özel, ne Ordu'nun bütünü, ne de bu ülke, bu millet taşıyabilir bu yükü... Hatta ne Fethullah, ne de Amerika... Olmaz böyle şey...

Geride daha bir sürü dava var... Ergenekon, OdaTV, Poyraz, Kafes, Andıç ve saire... N'olacak şimdi? Bunu da bir Türkiye Baharı mı sayıyorsunuz? Daha arkası var mı?..

Perinçek'e dava sonuna kadar, Balbay ve Özkan'a 16 duruşma (dört ay) yasak getirdiniz. Yani, en azından Ergenekon, en azından 4 ay daha devam mı edecek? Eninde sonunda karar günü gelecek. Sanıklardan önemli bir kısmı ağırlaştırılmış müebbet hapisle yargılandı. Onlara da 20'şer sene mi verilecek?

Diğer davalar?... İlker Başbuğ da mı?.. Hocalar, milletvekilleri, gazeteciler, siyasetçiler de mi?..Hiçbirinin suçunu ispat edemediniz. Savunma yaptırmıyorsunuz. Onlar için de mi «vurun kellesini» diyeceksiniz? Korkmuyor musunuz? Hele çok inanır göründüğünüz Allah'tan?.. Bu kadar can yakmaya, bu kadar ah almaya değecek neyin peşindesiniz?

Peki niye? İşte ülkenin, devletin neredeyse tamamını ele geçirdiniz. Karşınızda artık «esas duruşta topuk selamı veren» bir ordu var. Meclis sizin, hükümet sizin, sağlık, eğitim, işadamı, basın, yargı, üniversite sizin. Cumhuriyeti kör topal ettiniz, Atatürk'ün büstlerini kırardınız eskiden, şimdi elektrik direğine astınız, kitaplardan, kanunlardan, yönetmeliklerden çıkardınız. Yüzde elli oyla gubur gubur gubarıyorsunuz. Daha ne?!.. Allah'tan değil ama kullarından mı korkuyorsunuz?

Kararın açıklandığı 21 Eylül akşamı bir kanalda konuşan Kanaltürk'ün Ankara temsilcisi olduğu altta yazılı zıpır çocuk ağzından kaçırdı galiba. «Canım bir genel af çıkarılır, yaralar sarılır, temiz bir sayfa açılır...»

Yani bütün davaları mahkumiyetle bitirip sonra Öcalan dahil genel af mı çıkaracaksınız? Bu arada PKK vurmaya devam edecek, siz de «bakın olmuyor. Şu anayasa işini halledelim. Bunlara özerklik verelim, ülkeyi de İslam cumhuriyeti yapıverelim olsun bitsin... Biz de salim kafayla 2023'e ulaşalım» mı diyorsunuz?

Öyleyse niye betiniz benziniz attı? Niye hemen Yargıtay'dan, daha adil kararlardan söz ediverdiniz? (Bu bile temyizdi Yargıtay'dı derken aylar, belki yıllarca sürebilir.) Demek bu kararlar adil değil öyle mi Recep'im?

Yok Abdullah'ım, Recep'im, Devlet'im, Necdet'im, Fethullah'ım, Obama'm, bu defa attığınız taşın altında kendiniz kaldınız. Zaten Esad taşının altında eziliyordunuz. Irak'ta, Afganistan'da, Pakistan'da bile zaten çuvallamıştınız. Tunus, Libya, Mısır sizi fazla heveslendirmişti ama burası Türkiye... Öyle sizin keyfinize göre bahar mahar anlamaz.

Zaten 70 yaşındaki adamları, 15-20 sene daha içeride tutacaksınız; oradan cenazeleri çıkacak, siz de rahat rahat yerel seçim, genel seçim, cumhurbaşkanlığı, 2023 planları yapacaksınız öyle mi?

Yapmayın, bi» sakinleşin, hırsınıza bi» dur diyin; yaptıklarınızın hiç birisi olmazsa olmaz değil. Bu ise, boyunuzdan çok büyük iş... Akrep gibi kendi kendinizi de sokarsınız, dünyayı da yakarsınız. Vazgeçin şu bütün dünyayı, bu arada Türkiye'yi döve döve demokratlaştırmaktan.

Dövmekle demokrasi bir araya gelir mi beyler!.. Ya demokrasi lafını etmeyin, ya dövmeyin. Neron Roma'yı yakmıştı, ama kendisi içinde değildi, karşıya geçip seyretmişti. Suç ve ceza şahsidir. Siz darbecileri tasfiye filan etmiyorsunuz; siz sadece bütün bir orduyu tasfiye ediyorsunuz, sözüm ona bir şüphe uğruna. Aslında siz, kendinizin de içinde bulunduğunuz gemiyi yakıyorsunuz. Yani bütün ülkeyi, hatta Obama dendikte, Suriye dendikte bütün dünyayı...

Ali TARTANOĞLU - 27 Eylül 2012

http://www.heddam.com/

CUMHURBAŞKANI SEÇİMİ VE GENÇ NESİL SİYASETÇİLER..,


CUMHURBAŞKANI SEÇİMİ VE GENÇ NESİL SİYASETÇİLER..,



31 Ocak 2000 Pazartesi 

Cumhurbaşkanımız büyük devlet adamı Süleyman DEMİREL bugün tam 76 yaşındadır. Mayıs ayında yasal süresi dolmaktadır. Bu tarihte yeni Cumhurbaşkanı için seçim yapılacaktır.

Allah sağlıklı ve uzun ömürler versin. Sayın Demirel; 38 yaşında genç bir bürokrat iken yeni kurulan Adalet Partisi'ne girdi. 1964 yılında 40 yaşında iken partinin başına geçti. Siyaset alanında çok yeni ve tecrübesiz olmasına rağmen 41 yaşında ve fevkalade kritik günlerde başbakanlık koltuğuna oturdu.

1965-1971 yıllarında bu genç ve tecrübesiz politikacının önderliğinde ülkemiz; çok istikrarlı ve daima yükselen bir kalkınma hamlesi sergiledi. Demirel ; başbakan olduğunda öğrenci idim. Gençliğim, orta yaşım ve emekliliğim SÜLEYMAN DEMİREL'in iktidar, muhalefet ve Cumhurbaşkanlığı ile geçti. Gözümüzü açtık O'nu gördük. Büyüdük ve hala O'nunla yaşıyoruz. Görünen manzara odur ki daha birkaç yıl yine O'nunla yaşayacağız. Bizim neslimizin değişmez kaderi ve yazısı bu.

Sayın Demirel'in bilgisine, görgüsüne, devlet tecrübesine erişmek ve bu konuda olumsuz bir söz söylemek mümkün değil. Bu bakımdan herkezden tam puan alır. Fakat kendisine tam puan veremediğimiz hususlarda mevcuttur. Tam puan vermediğimiz hususlar bu yetenekleri ile ilgili değildir. Neden hala bu memlekette kendisine ihtiyaç duyulmasıdır. Sayın DEMİREL; kırk yaşında partisini iktidara taşımış, başbakan olmuş, bu görevide büyük bir başarıyla yerine getirmiş bir devlet adamı olarak kendisinden sonra gelen gençlere neden fırsat tanımamıştır. Daima en iyi kendisinin bu ülkeye hizmet edebileceğini göstererek yükselme yolundakilerin önünü tıkamıştır. Nerededir 2000'li yılların dünyasına yön vereceği varsayılan Türkiye Cumhuriyetinin Cumhurbaşkanı, başbakan, bakan ve üst düzey yönetici adayları.?

Demokrasi ve buna dayanan Cumhuriyet rejimleri şahıslarla kaim değildir. Sistemler ve kurallar rejimidir. Şahısların hakimiyeti kırallık ve dikta rejimlerinde görülür. Demokrasileri belirli şahıslarla yürütmeye çalışmak gerçekçi değildir ve sistemin tabiatına aykırıdır. Bugün burada hala ayni şahısların vazgeçilmezliği tartışılıyorsa sistemde önemli arızaların olduğunu varsaymak gerekir.

Evet, bugün yürürlükte bulunan anayasamıza göre cumhurbaşkanları yedi yıllık süre ile ancak bir kere seçilebiliyorlar. Sayın Demirel'in bir kere daha seçilebilmesi için anayasanın değişmesi gerekir. Bunun için T.B.M.M. üye tamsayısının üçte ikisinin evet oyu gerekiyor.

Şimdi; sayın Cumhurbaşkanımızın çağdaşı olan ve 1957 yılında CHP milletvekili olarak başladığı siyasi hayatına bugün başbakan olarak devam eden ve yıllarca en büyük muhalifi olduğunu bildiğimiz Sayın Bülent ECEVİT'in önderliğinde " Sayın Demirel'i Yeniden Cumhurbaşkanı Seçme" kampanyası başlatıldı.
"Bu ülkeyi ancak Demirel yönetebilir. Başkasının seçilmesi ülkemiz için felaket olur." gibi ifadeler basınımızda sık sık görülmeye başlandı.

Sayın Başbakanımız haklıdır. Söyledikleri doğrudur. Bugün sadece ülkemizde değil, dünyada sayın Demirel'den daha tecrübeli ve yetenekli bir politikacı yoktur. Fakat bize göre artık bu bilgi ve tecrübesini yönetimde kullanmasının değil, yeni nesillere aktarmasının zamanı gelmiştir. Arkadan gelecek gençler nasıl yetişecekler.? Başbakan ve Cumhurbaşkanı olmak için 30-40 yıl bekleyecekler mi? Sayın Demirel 41 yaşında başbakan olduğu zaman bugün kendisinin oturduğu makamlar kendi önünü açmasalardı ve kendisine bu şansı vermeselerdi bugünkü tecrübesine erişebilir miydi.?

1965'lerin Genç ve tecrübesiz Başbakanı Süleyman Demirel ilk beş yılında adeta yönetim harikası gerçekleştirmişti. Atatürk 39 yaşında T.M.M.M. Başkanı, 40 yaşında Başkomutan, 42 yaşında Cumhurbaşkanı olmuştu.

- Bu ülkede yeni Demireller artık yetişmiyormu ?
- Bu ülkenin okullarından artık adam çıkmıyormu ?
- Yoksa yetişiyorda kendilerine imkan mı verilmiyor.? 


Eğer yoksa ve yetişemiyorsa sistemde arıza var demektir. Eğer sistem iyi çalışıyorsa , bu ülkenin yetişmiş genç beyinleri neredeler ? Göreve talip değiller mi ? Yoksa görev verildide görevdenmi kaçtılar ? Gençlerin önü ne zaman ve nasıl açılacaktır.? Gençlere ne zaman güvenilecektir.?

Kanaatimce; millete güvenmek ve bu milletin içinde var olduğu bilinen değerleri destekleyerek , önemli görevleri üstlenmesinden korkmamak gerekir. Bu milletin içinden daha nice Demirel'ler, Ecevit'ler çıkacaktır. Ülkemizde nice yetişmiş beyin, kendilerine fırsat tanınmasını bekliyor.

Korkmayın verin fırsatı. Allah hepinize uzun ömürler versin. Ama bilinki; bu gençler yine sizi sayarlar ve engin tecrübenizden yararlanmak için sizi baştacı ederler.

Eğer kendinizi vazgeçilmez kabul edip yerinizi liyakatlı gençlere bırakmazsanız; ve yönetici olmakta israr ederseniz; engin tecrübelerinizi sizden sonra gelen nesillere anlatacak ve bilgi birikiminizi kağıda döküp gelecek kuşaklara aktaracak zamanı bulamayabilirsiniz. Sizin bilgi ve tecrübenize bu ülke insanının ihtiyacı vardır. Bunu kendinizle beraber götürmek lüksüne sahip değilsiniz. Günlük yoğun çalışma şartları içinde bunu yapabilmeniz ise imkansızdır. Bunun için;

- LÜTFEN ARTIK ÇEKİLİN VE GENÇLERİN ÖNÜNÜ AÇIN...


Koltuğa bu kadar yapışmanızın ve vazgeçilmez olduğunuzu düşünmenizin millete hizmet aşkından kaynaklandığını hepimiz biliyoruz.

- Sizler büyüksünüz. Büyüklüğünüzü sıranın artık başkalarında olduğunu görerek daha iyi sergileyebilirsiniz.

- Bu ülkenin siz olmadanda büyüyecek ve güçlenecek bir olgunluğa eriştiğini lütfen kabul edin ve gereğini yapın.

- Bunu yapınki, bu millet vatanın her köşesine birer heykelinizi dikerek sizi ölümsüzleştirsin ve tarihteki şanlı yerinize oturtsun.

Dr. Tahir Tamer Kumkale
31 Ocak 2000 Pazartesi


http://www.kumkale.net/yazi.asp?id=11

..

DR. OKTAR BABUNA OLAYI




DR.  OKTAR  BABUNA OLAYI.,2



O hayatını yaşıyor hastalar ölüyor

İlik bankalarının yetersiz oluşu, Lösemi hastalarını ölüme sürüklüyor. 
Olay, Oktar Babuna skandalına dayanıyor. 

6 yıl önce Babuna için toplanan 160 bin ilik örneğinden 120 bini kayıp. Peki ne olacak? 

Babuna hayatta kaldı ama hastalar tek tek ölüyor 

Dr. Oktar Babuna için başlayan kampanya pek çok soru işaretiyle gölgelendi. Bu yüzden ilik bankası hala işlemiyor ve pek çok hasta ölüyor.

Altı yıl önce küçük bir gazete ilanı Türkiye'yi ayağa kaldırmaya yetti. İlana bakılırsa Dr. Oktar Babuna kan kanseriydi, sayılı günü kalmıştı. 
Uygun bir ilik bulunması gerekiyordu ve 10 milyar lira ödül verilecekti. Haber gazetelerde yayınlanınca onbinlerce kişi kan vermek için sıraya girdi. 
Genelkurmay Başkanlığı'ndan üniversitelere kadar hemen herkes genç doktorun hayatını kurtarmak için seferber oldu. Toplanan kanlar Türkiye'deki
kapasite yetmediği için dünyanın dört bir yanındaki laboratuvarlara gönderildi. Kampanya bütün hızıyla sürerken itirazlar yükselmeye başladı. 

Uzmanlar bu işin "ödül karşılığı" yapılmasının ahlaka uygun olmadığını söylüyordu. Bir kemik iliği bankasının böyle alelacele kurulması doğru 
değildi. Bazı uzmanlar da Richter türü kanserde ilik nakli değil, yoğun kemoterapi yapılması gerektiğini söylüyordu. Ancak bu itirazlar cılız bir 
ses bile olamadı. Dönemin Sağlık Bakanı Osman Durmuş kampanyayla ilgili şüphelerini yüksek sesle dile getirdi. Durmuş öncelikle dünya üzerinde "ücretsiz" doku analizi yapan laboratuarlar varken, milyon dolarlık laboratuvar faturalarına itiraz ediyordu. Ayrıca kanların "stratejik" olarak başka işlerde kullanılabileceğini söylüyordu. Ve en son bomba da Dr. Oktar Babuna'nın "Adnan Hocacılar" olarak adlandırılan gruptan bir isim olmasıydı. Bu grup gizli çekimlerle şantajdan, "montaj" fotoğrflarla karalamaya kadar bir dizi suçlamaya karışmıştı ve "organize suç çetesi" olarak yargılanıyordu. Oktar Babuna Adnan Hoca'nın müridi olduğunu gizliyor, soruları "Herkes yardım ediyor" diye geçiştirmeyi tercih ediyordu. 

Oysa kampanyanın merkezinde "Adnan Hocacılar" vardı, işin mali yanının bir bölümü ise İstanbul Tıp Fakültesi Vakfı tarafından üstlenilmiş, vakıf yöneticileri sonradan bu ilişkiden de pişman olmuştu. Bu iddialar ve "Bağışlar Adnan Hoca'ya" gidiyor endişesi kampanyanın hız kesmesine yol açtı.

Temmuz ayına gelindiğinde kampanyalar Sağlık Bakanlığı tarafından durduruldu. Toplanan "Etik Kurul" da Babuna'nın hastalığı için "kemik iliği nakline gerek olmadığı" kararına vardı.

KANLAR REHİN KALDI 




https://www.izlesene.com/video/dr-oktar-babuna-dr-cihat-gundogdu-akin-gozukan-serdar-arslan-ve-onur-yildizin-harunyahyatvde/8825229

Kan vermek için sıraya giren kalabalık ve heyecan dinince fatura da ortaya çıktı. Kampanya boyunca 160 bin kişiden kan alınmıştı. Bunlardan 40 bini Türkiye'de, Mahmut Çarin'in yönetimindeki ilik bankasını oluşturdu. Geriye kalan 120 bin örnek ise yurtdışındaki laboratuvarlarda "rehin" kaldı.

Kampanya'da yaklaşık 5 milyon dolar toplanmış, paranın büyük bölümü Çapa'daki ilik bankası için cihaz alımına harcanmıştı. Ancak borçlar dikkat 
çekiciydi. Sadece ABD'deki bir laboratuar 95 bin örneğin sonuçlarını vermek için 3.4 milyon dolarlık bir fatura çıkardı. Sağlık Bakanlığı faturayı ödemeyi reddetti. Bu kan örneklerinin sonucu bu güne kadar Türkiye'ye getirilemedi.

FATURA AĞIR 

Her yıl 2 bin 500 kişinin lösemiye yakalandığı tahmin edilen Türkiye'de bir "kemik iliği" bankası pek çok hayat kurtarabilirdi. Aslında mevcut üç 
ayrı kemik iliği bankası vardı. Ancak ellerindeki doku örnekleri yetersizdi. İstanbul Tıp Fakültesi, Tıbbi Biyoloji Anabilim Dalı'nda Mahmut Çarin'in 
yönetimindeki "İlik Bankası"nda değişen açıklamalara göre 40 bin ile 60 bin arasında örneğe ulaşıldı. Fakat Adnan Hocacı'ların yürüttüğü kampanya nın faturası zamana yayılıyordu ve ağırdı. Öncelikle lösemi hastaları ve yakınları "ilik naklinin" hayat kurtardığına inanmış, diğer  tedavileri reddetmeye başlamıştı. Bunun dışında organ bağışı ve doku örneği konusunda bir tıkanma ortaya çıktı. Hızla ve alelacele yürütülen kampanyanın yarattığı şaibeler yüzünden "İlik Bankası" kurumlaşamadı. Sadece son birkaç yılda ilik nakli için sırada bekleyen bin 300 civarındaki hastadan 400'ü öldü! İlik Bankası'nın kurumlaşamamasında "Babuna Kampanyası"na büyük destek veren resmi ve sivil kuruluşların yaşadığı hayal kırıklığının rolü tartışılmazdı. Kampanyadan sonra bazı gazete haberlerinde "Tüyler ürperten iddilar" da ortaya çıktı. "Babuna Kampanyası"na katılan emekli öğretmen Güler Ergin daha sonra telefonla arandığını ve "İlik için dokularınız uymadı ama böbrek verebilirsiniz" diye "baba"  Cevat Babuna tarafından arandığını söylüyordu. Benzer biçimde kampanyaya katılan Mahir Yavaş da "Amerika'ya Götürülme" teklifi aldığını, ancak  uyarılar üzerine vazgeçtiğini gazetecilere anlatıyordu. Kampanyaya katılan iki ayrı kişinin "Araması" güvenlik için soru işaretlerini de ortaya çıkardı.

BANA GURUR VERİR! 

Oktar Babuna ise olup bitenlerden pek de rahatsızlık duymuyor. Geçmişte "onlar da yardım etti" diye geçiştirdiği soruyu bugün "Adnan Hoca'nın arkadaşı olmak bana gurur verir" diyecek kadar rahat biçimde cevaplıyor. Kampanyanın yol açtığı hayal kırıklığını ise kabullenmiyor. 
Babuna Kampanyası'ndan altı yıl sonra manzara özetle şu; Oktar Babuna hayatını sürdürüyor, hastalar ise ölüyor.... kırıklığına dönüştü. 

Yaratılan Güvensizlik Organ Nakli ve "İlik Bankası'na Darbe İndirdi.

http://arsiv.sabah.com.tr/2005/04/24/cpsabah/gnc109-20050417-102.html



HABER 2

Adnan Hoca 5 çocuğumu birer robot haline getirdi

16 Ekim 2006 Pazartesi - 16:31

Doktor Oğlunun ‘organ kaçakçısı’ dediği Prof. Dr. Cevat Babuna, 

Adnan Oktar’ı Suçladı: “Çocuklarımın beynini yıkadı. Onun yüzünden mutlu ailemiz dağıldı ''


Adnan Hoca olarak tanınan Adnan Oktar’la ilgili ana davanın zamanaşımı ile ortadan kaldırılmasından sonra, dosyası ayrılan 6 sanık geçen cuma hakim karşısına çıkmış, duruşmanın ardından, Dr. Oktar Babuna’nın, ailesiyle ilgili sözleri şok etkisi yaratmıştı. Öz oğlunun “organ kaçakçılığı” ile suçladığı Prof. Dr. Cevat Babuna ile “cinsel taciz” suçlamasına maruz kalan anne Lütfiye Semin Babuna, bu olayın kendilerini çok perişan ettiğini söyledi. 

TORUNLARIM DA ONUNLA

Yıllar önce Adnan Oktar’a yakınlığıyla bilinen Bilim ve Araştırma Vakfı’nın konferanslarında konuşma yapan Cevat Babuna, çocukları Tuğba, Ceydan, Eda, Hüma, Oktar ve 2 torununun Adnan Hoca grubuna mensup olduğunu söyledi. Aynı binada oturdukları oğulları Oktar’a duruşma günü sabahı hepatit aşısını yaptığını belirten Cevat Babuna “Annesinin nerede olduğunu sordu, bir arkadaşına gittiğini söyledim. Mahkemeden sonra hiç gelmedi” dedi. Baba Babuna, Adnan Oktar yüzünden hayatlarının alt üst olduğunu ifade ederek şöyle konuştu: “Kendisi bilmediğimiz bir usulle bu çocukların beyinlerini hakimiyeti altına alıyor. Onları robotlaştırıyor. Gazetede oğlumun resmini gördüm, robot olmuş. Bakışları bile donuklaşmış. Ben hem onun babası, hem de hocasıyım. Oğlum yıllar önce kansere yakalanmıştı. Hepimiz seferber olduk ve şükürler olsun daha sonra iyileşti. Ancak bu sefer de sosyal kansere yakalandı. 

SANKİ ÖLÜ BİR İNSAN

Yüzü, mezardan çıkmış insanın yüzü gibi. Konuştukları insanın hafızasını almayan şeyler. Bana organ mafyası diyor, annesine ağzına alınmayacak şeyler söylüyor. Manen ve madden akla, hayale sığmayacak bir şey bu. Bir insana oğlu bunu nasıl yapar? Demek ki yaptırıyor. Bu yalnız Babuna ailesinin bir problemi değil. Etkisi altına aldığı çocukların hepsi seçkin ailelere mensup. Kendi oğlumuz tarafından elimiz kolumuz bağlı. Bir anne baba için ağır bir olay. Hiç kimsenin yaşamasını istemem. Ne diyeceksiniz ki oğlunuza! Dava mı açacaksınız! Hapse mi girsin! Susmayı tercih ediyoruz. Adnan Oktar, aileleleri perişan eden bir adam. Düşünün, bir beyin cerrahını ne hale getirdi! Şu an hastayım. 2 aydır kaslarım zayıfladı ve bu yüzden duruşmaya gidemedim. Eşimin tanık olacağı son anda öğrenildi. Tanıklık yapmasına birlikte karar verdik.” Anne Lütfiye Semin Babuna ise, duruşma çıkışı oğlunun söyledikleri yüzünden büyük bir çöküntü yaşadığını söyledi: “Şahit olduğumu görünce oğlum neye uğradığını şaşırdı, donuklaştı. Ardından da duruşma çıkışında, bir anneye söylenmeyecek şeyler söyledi. Kızım Hüma da oradaydı, sadece uzaktan selamlaştık.”

’Çocuklarım mallarını ona verdi’
Cevat Babuna, çocuklarının bazı gayrimenkulleri Adnan Oktar’ın üzerine geçirdiklerini öne sürdü: “5 çocuğum da üniversite mezunu. Terbiyeleri mükemmel. Çocuklarım ve 2 torunum o grupla birlikte. Adama hayranlar. Kızım Ceydan, rahmetli eşinden kalan evi ve yazlık çiftliği ona bıraktı. Çocuklarıma bıraktığım Merter’deki han da Adnan Hoca’ya verilmiş.” 

Oğul Babuna ne demişti?

Yıllar önce kansere yakalandığında tüm Türkiye’nin seferber olduğu Dr. Oktar Babuna duruşma çıkışı annesinin önüne atlayıp şunları söylemişti: “Babam Prof. Dr. Cevat Babuna bir organ kaçakçısıdır. Annemin gayri ahlaki ilişkileri var. Kanser tedavim sırasında maddi desteklerini kestiler. 6 yıl süren tedavim sırasında annem bir kez dahi Amerika’ya gelmedi. Mecburen mallarımı satarak hastane masraflarımı karşıladım. Adnan Oktar’a para verdiğim iddiaları buradan kaynaklanıyor. Babam organ ticareti yapıyor. Bizim bu insanlardan (Adnan Oktar grubunu kastediyor) en ufak bir mağduriyetimiz yok. Annemin ahlak dışı cinsel tacizlerini yakaladık. Bizim bahçemizde çalışan bahçıvanın zeka özürlü bir oğlu var. O çocuğa cinsel tacizlerine şahit olduk. Ailemin ahlaki bozukluklarından faydalanarak bizi bu davanın içine çekiyorlar.”


http://www.gazetevatan.com/adnan-hoca-5-cocugumu--birer-robot-haline-getirdi-90247-gundem/


HABER 3


Sabetayist Babuna Ailesi - Oktar Babuna'nın itirafları

Daha dün denilebilecek tarihte kendi ailesinin Sabetayist oluşunu itiraf eden ve babasının Mason olmasına çok içerlenen Oktar Babuna, bu gün logosu bile masonik anlamlar ifade eden A9 TV'de türlü masonlarla yayına çıkarak güç gösterisi yapıyor. Kripto Yahudiler, zafere ulaşmak için ailelerini bile bir kalemde harcamayı  da mübah mı görüyorlar? Ya da Oktar Babuna şu koskoca Türk milletini ahmak mı zan ediyor?

Aşağıda okuyacağınız yazı, dönemin sağlık bakanının, kendisi hakkında “Yalancı” dediği Oktar Babuna’ya ait. 1999’da Adnan oktar’a ve çetesine T.C. tarihinin en büyük polisiye terör operasyonu yapıldıktan sonra kendi evi de saatlerce didik didik aranan ve tam bu aşamada gazetecilerin sorusuna “Benim Adnan Oktar cemaati ile hiçbir alakam yok” diyen ama bu gün cemaatin/çetenin en ileri gelenlerinden olan Oktar Babuna’nın yazısını okurken, satır aralarını da okumalısınız. Bol bol “Acaba?” ve “Neden?” sorularını sormalısınız. İşte o yazı;

***

Babamla ilgili belirtilmesi gereken bir gerçek de onun viski alışkanlığıdır. Babam, içkiye, özellikle de viskiye olan düşkünlüğü ile tanınmaktadır. Her yurtdışına çıktığında mutlaka yanında içki de getirir. Likör, viski, rakı, şampanya gibi çeşitli içkilerden oluşan bir içki dolabı vardır. Her gelen arkadaşına zorla ikramda bulunur. Zaten babama sorsanız, bu düşkünlüğünü kendisi de inkar etmeyecektir. Fakat Ehl-i Sünnete titizliği ile bilinen Harun Yahya (Adnan Oktar)’ya da Ehl-i Sünnet hakkında içkili kafayla fetva vermekten geri kalmıyor.

SABETAY SEVİ KİMDİR SABETAYCILAR KİMLERDİR?

Ailemin ve diğer Yahudi dönmelerinin Peygamber kabul ettikleri Sabetay Sevi 1600′lerde İzmir’de yaşamış bir hahamdır. Yahudilerin mistik kitabı Kabala’yı kendisine göre yorumlayıp sinagoglarda vaazlar vererek çevresine kalabalık bir Yahudi cemaati toplamıştır. Bu cemaatin sayısı artıp önemli bir güç olunca yabancı devletler tarafından manipüle edilmeye başlamış, zamanla devleti bölmeye yönelik kanunsuz hareketlerin odağı haline gelmiştir. Bu yasadışı faaliyetleri nedeniyle Osmanlı Devleti’nin takibatına maruz kalınca Sabetay Sevi stratejisini tamamen değiştirmiştir. Müslüman olduğunu iddia etmiş, Müslüman ismi almış, Müslümanlar gibi giyinmiş ve Müslümanlar gibi davranmıştır. Onun cemaatindeki herkes de onun gibi isimlerini değiştirerek görünüşte Müslüman bir yaşam sürmeye başlamışlardır. Ama sıkı sıkıya bağlı oldukları Yahudi inancını ve geleneklerini hiç terketmemişlerdir.

AİLEMDEKİ SABETAYCILAR

Benim ailem de Sabetay Sevi’nin izinde Yahudi inancını yaşayan ailelerden biridir. Annem ve babamın her ikisi de üç büyük dönme cemaatinden biri olan “Karakaşiler” kolundan gelmektedirler.
Annem Semin (Ataman) Babuna’nın ailesi olan Atamanlar, Karakaşiler’in en popüler ailelerinden biridir. Selahattin Galip’in “Dönmeler ve Dönmelik” isimli eserinin 372. sayfasında Ataman ailesinin dönme olduğu açıkça zikredilmektedir.
Baba tarafım ise Selanik ve Köprülü (Üsküp) dönmelerindendir. Babam Cevat Babuna’nın annesi Nazire Hanım Selanik dönmesidir.

BABAM SABETAYCI CEVAT BABUNA


Sabetaycılar için gerçek dinlerini gizlemek en önemli ibadettir. Sevi’nin protokollerinin 16. maddesi “Müslüman Türklerin adetlerine onların gözlerini örtmek için riayet edilsin, Ramazan orucu ve kurban için sıkıntı gösterilmesin, zahiri olan her ibadet uygulansın” der. Bu amaçla Sabetaycılar Mevlevi, Bektaşi, Melami tarikatlarına gerçek kimliklerini saklayarak girmişler, mutasavvıf Müslüman görünümüyle kendilerini başarıyla gizlemişlerdir.

Bugün de birçok Yahudi dönmesi göstermelik olarak namaz kılıyor, oruç tutuyor, zekat veriyor, hatta hacı oluyor. Bunların yanında namaz-oruç gibi İslami ibadetleri (göstermelik olarak dahi olsa) uygulamayanlar da vardır ki benim ailem de bunlardan biridir.

Babam kendisini namaz kılarak değil de muhafazakar TV kanallarına çıkıp dindar bir Müslüman gibi konuşarak kamufle etmektedir. Kendisinin Müslüman profesör zannedilmesi hoşuna gidince bu rolünü pekiştirmek amacıyla “Bilimden İmana” isimli bir kitap yayınlamıştır. Tabii birçok yerini Sayın Adnan Oktar’ın kitaplarından kelimesi kelimesine kopyalayarak. Babamın kitabındaki intihallerin bir dökümüne buradan ulaşabilirsiniz.

Babamın gerçek yüzü ise evde ortaya çıkar. Babam, her gece yatmadan önce Tevrat’ın Mezmurlar bölümünü mum ışığında ayakta sağa sola sallanarak İbranice olarak gözyaşları içinde okur. Günde 3 vakit Tefila’yı (dönmelerin ibadeti), haftasonları Sidur Duası’nı hiç aksatmaz. Annem de en az babam kadar Tevrat bilir, her ikisi de birçok bölümünü ezbere okurlar. Meyve Bayramını, Ağaç Bayramını ve Kuzu Bayramını düzenli kutlarlar. Babam bu bayramlara beni ve kardeşlerimi götürmez “bunları ileride öğreneceksiniz” derdi.

Bunlardan her yıl 22 Martta kutlanan ve sadece evli olanların katıldığı Kuzu Bayramı’nda akıl durdurucu rezillikler yaşanırdı. Şu kadarını söyleyeyim ki 22 Mart Kuzu Bayramı gecelerindeki Cevat Babuna, TGRT ekranlarından büyük müçtehit edasıyla ahkam belirleyen Cevat Babuna’dan çok farklıdır. Babamın gerçek halini gösteren bir fotoğrafına buradan ulaşabilirsiniz. Annemin de babamın da normal yaşantıları bu fotoğraftakinden 1000 kat daha dejeneredir.

Benim ailemin sebataycı kökenlerinin, kan kampanyasının büyümesinde ve sonra aniden durmasında büyük etkisi olmuştur. Başta “Oktar Babuna Sabetayist aileden geliyormuş” diye kampanyaya destek veren dönmeler, benim göstermelik değil samimi Müslüman olduğumu öğrendiklerinde kampanyayı durdurmuşlar, beni de ölüme terk etmişlerdir.

Babam, Chicago’da ilk işe başladığında işten atılmıştı. İngilizcesi yetersizdi. Fakat sonra Chicago’da mason olmuş ve ardından gazetelerde “Uçan Türk” diye haber olmuştur. Sonra kendisine tüm yollar açılmıştır.

Babam Chicago mason locasında, locaya kayıtlı bir masondur. Beyaz mason eldivenlerini hatıra olarak getirmiştir ve bunları kütüphanesinde

SABETAYCI BASIN ÇILDIRDI

Sabetaycılar konusundaki gerçeklerin gündeme getirilmesi Sabetaycı basını paniğe sürükledi. Bu nedenle Sabetaycı şeyhlerinden biri ayağa kalktı ve bu yönlendirmeyle tüm basın çıldırmış bir şekilde hareket ediyor. “Nasıl olur da bir çocuk Sabetaycı babasını, ailesini ele verir, Sabetaycıların karanlık gizli yönlerini halka açıklar” diye panik haldeler. Diğer Sabetaycı aileler de deşifre olma korkusu ile büyük bir dehşet yaşıyorlar ve bu nedenle ölüm tehditlerinde bulunuyorlar. Sabetaycılar klasik “medyada tekel ve kartel kurma” yöntemlerinden yararlanarak, dindar Müslümanlara düşmanlık ediyorlar.



http://sabetaysevi.blogspot.com.tr/2013/08/sabetayist-babuna-ailesi-oktar-babunann.html
..

Milli Güvenlik Kurulu ve Milli Güvenlik Kurulu Genel Sekreterliği



Milli Güvenlik Kurulu  ve  Milli Güvenlik Kurulu Genel Sekreterliği



27 Ocak 2000 Perşembe 

Her ayın son haftasına girildiğinde kendisine gündem oluşturmakla görevli sayan basınımızın bulduğu değişmez konu Milli Güvenlik Kurulu'nun aylık mutat toplantılarıdır. Başlıklar genellikle aynı temayı işlerler. Asker kanat şu konularda hükümeti şıkıştıracak ve hesap soracak. Siviller şunları söyleyecekler. v.s.....

Bilmediklerinden değil; bilerek ve isteyerek bu yüce kurulu iki başlı gösterme gayreti içindedirler. Adeta bu kurulda görev yapan asker ve sivil üyeler birbirinin açıklarını arayan ve birbirleri ile mücadele eden birimler gibi gösterilerek kamuoyunda fevkalade yanlış izlenimler ve algılamalar yaratılmaktadır. Yanlış yorumlamaları önlemek açısından konuyu biraz açalım.

Bilindiği gibi Milli Güvenlik Kurulu; vatandaşlarımızın %92 nin oyu ile kabul edilen 1982 Anayasasının temel kurumlarından biridir. Anayasanın 118 nci maddesinde kurulması istenilen bu kurul 9 kasım 1983 te 2945 sayılı kanunla fiilen çalışmaya başlamıştır. Bu kurul; Cumhurbaşkanının başkanlığında, Başbakan, Genelkurmay Başkanı, Milli Savunma, İçişleri, Dışişleri bakanları ile Kara, Deniz, Hava Kuvvetleri Komutanları ve Jandarma Genel Komutanından oluşur. Gündemi Cumhurbaşkanı tarafından düzenlenir ve gündem hazırlanırken Başbakan ile Genelkurmay Başkanının önerileri dikkate alınır. Ayda bir defa olağan olarak Cumhurbakanı başkanlığında toplanır. Kurul üyesi bakanlar ile diğer bakanların gündeme girmesini istedikleri konular, Başbakanın da görüşünü alarak Milli Güvenlik Kurulu Genel Sekreteri vasıtasıyla Cumhurbaşkanına iletilir. Kurul kararlarını çoğunlukla alır. Kurul kararları; Genel Sekreterlikçe Cumhurbaşkanına ve Bakanlar Kurulunda görüşülmek üzere Başbakanlığa gönderilir. Kararlar; Başbakan tarafından Bakanlar Kurulu gündemine öncelikle alınmak suretiyle görüşülür ve gerekli kararlar alınır .Alınıan kararlara ait uygulamalar Milli Güvenlik Kurulu Genel Sekreterliği tarafından takip edilerek sonuçları hakkında Başbakana, Cumhurbaşkanına ve Milli Güvenlik Kuruluna bilgi verilir.

Milli Güvenlik Kurulu, devletin milli güvenliğinin yani; anayasal düzeninin, milli varlığının, bütünlüğünün, uluslararası alandaki milli menfaatlerinin ve hukukunun her türlü iç ve dış tehditlere karşı korunması ve kollanması gibi hayati bir görevi üstlenmiştir. Kurul bu görevi liyakatla yerine getirebilecek tecrübeli ve en üst düzeydaki bürokratlardan oluşmaktadır. Böyle bir kurulun varlığı Türkiye Cumhuriyeti Devletinin bekasının yegane teminatıdır. Uyum içinde son derece başarılı hizmetler yapması ülkemiz üzerinde milli menfaati olan ve güçlü Türkiyey i kendisine tehdit olarak gören dış mihraklar ile onların içimizdeki şer ortaklarını memnun etmemektedir. Bu yüce müessesenin yıpratılması için her türlü çareye başvurulmaktadır. Bu şer odaklarının temsilcilerine göre ; Milli Güvenlik Kurulu askerlerin siyasete doğrudan müdahale etmeleri için teşkil edilmiştir. Burada askerler çoğunluktadır ve sivillere istediklerini yaptırmaktadırlar.

Biraz akıl , biraz izan ve biraz terbiye.beyler.... Lütfen kulaktan dolma bilgilerle gazete köşelerini doldurmayın. O kadar zor değil bu..... Lütfen kanunu açın ve okuyun. Yetki ve sorumluluklarını öğrenin. Bakın o zaman yine bu kurul kapatılsın demek cesaretini bulabilecekmisiniz?. Bu kurulun ülke menfaatine attığı her adımı karalama alışkanlığınızı devam ettirebilecekmisiniz ? Sağduyu sahibi iseniz ( ben sizin böyle olduğunuza inanıyorum ) doğru yolu bulacağınızdan eminim. Ama bir takım karanlık mihrakların paralı adamı olarak görevlendirildi iseniz , biz her ayın son haftasında girdiğimizde sizlerin şom ağızlarınızdan çıkan karalamaları dinlemeğe devam edeceğiz demektir. Fakat artık sizleri dinlemeyeceğiz.Sizlerle her alanda mücadeleye başlayacağız.

Sonuç olarak her sistemde ve canlı organizmada olduğu gibi Türkiye Cumhuriyeti Devletide kendi güvenliğini sağlayacak, şehit kanıyla sulanmış bu kutsal toprakları koruyacak sistemlerini oluşturmuştur. Milli Güvenlik Kurulu bu sistemlerin beynidir. Birdir. Bütündür .Cumhuriyetimizin , milletimizin bekasının, birlik ve beraberliğimizin teminatıdır ve böyle kalmayada devam edecektir.

Dr. Tahir Tamer Kumkale
27 Ocak 2000 Perşembe


http://www.kumkale.net/yazi.asp?id=9


..