7 Aralık 2014 Pazar

Kurtuluş Savaşı ve Cumhuriyet döneminde Atatürk ve Kürtler - 2





Kurtuluş Savaşı ve Cumhuriyet döneminde
Atatürk ve Kürtler - 2



Yunanlar Bursa’ya
Kürtler Sivas’a saldırıyor

Ankara Hükümeti, Batıda Yunanların Bursa’yı ele geçirmesine rağmen Kürtlere karşı geri adım atmaz. Merkez Ordusu Komutanı Nurettin Paşa isyanı bastırmak için bir plan hazırlar. Topal Osman komutasındaki Giresun alayı da Nurettin Paşa’nın emrine verilir.
Türk Ordusu 11 Nisan 1921 günü Kürtlerin üzerine yürüyüş başlatır. 45 bin kişilik Kürt milisleri ile çapışmalar 3 ay sürer. 17 Haziran 1921 günü isyancılar teslim alınır.
Koçgiri isyanının bastırılmasından sonra BMM’deki Kürt milletvekilleri Ordu Komutanı Nurettin Paşa’nın halka zulmettiği, gereksiz yere kan döktüğü gerekçesiyle olağanüstü ve gizli bir oturum talep ederler. Kürtler isyanı bastıran Nurettin Paşa’nın kellesini istemektedir.
Mustafa Kemal daha sonra Nutuk’ta şu şekilde anlatır:
“Nurettin Paşa merkez bölgesinde bir yıla yakın bu görevi yaptı ama yetkisi dışında kimi yurttaşların haklarına el uzatıyar diye milletvetkillerinin yakınmaları ve İçişleri Bakanlığı’na soru yöneltmeleri, Bakanlığın da yakınmaları yerinde görmesi üzerine Meclis’in isteğiyle Kasım 1921 başlarında görevden çıkarıldı. Meclis Nuettin Paşa’nın yargılanmasına da karar verdi. Bu iş, benimle Bakanlar Kurulu arasında bir sorun çıkmasına da yol açtı. Ben, Nurettin Paşa’ya uygulanmak istenen işlemi kabul etmedim. Fevzi Paşa Hazretleri de benim görüşüme katıldı. İkimizle, Batkanlar Kurulu arasında çıkan anlaşmazlık Meclisçe bir çözüme bağlandı. Meclis’te Nurettin Paşa’yı savundum, kendisini ağır bir işleme uğramaktan kurtardım.”
Görüldüğü gibi Mustafa Kemal Paşa, sadece Kürt isyanını bastırmakla kalmamış, isyanı bastıran komutanı da sonuna kadar savunmuştur. Mustafa Kemal’in, Meclis’te tek kalması ise son derece öğreticidir. Gerçekten de Birinci Meclis’te, Mustafa Kemal Paşa, Şeriatçılara ve Kürtçülere karşı tek başına kalmaktadır. Ama tek kalmak pahasına kendi komutanını savunmuştur!
Görüldüğü üzere, daha Sivas Kongresi’nin toplanma hazırlıklarından başlanarak Kürtler, Kurtuluş Savaşı için çalışmamış, tam tersine hep Kurtuluş Savaşı’na karşı savaşmışlardır. Koçgiri ayaklanması bunun en büyük kanıtıdır.
Genel Kurmay Başkanlığı da bu isyanı şu şekilde değerlendirmektedir:
“Siyasi bakımdan büyük bir önem taşıyan bu harekat dolayısıyla, Kürt bağımsızlık davasının ilk basamağının Koçgiri olayları ile kurulmak istendiği, bu dış etkilerin en açık ve kesin delilidir.”
Bu değerlendirmeden de anlaşılacağı gibi, olay münferit bir isyan değil, bir davanın ilk adımıdır! Ardından gelecek olan Kürt isyanları da bunu kanıtlayacaktır. Nitekim isyanın liderleri de olayı böyle değerlenodirmektedir:
“Koçgiri, Kürt İstiklal Savaşı’nın bir merhalesidir, onunla bir meydan muharebesi kaybettik, fakat harp bitmedi. Biz son zaferi kazanacağız.”

Kürtlere özerklik Mustafa Kemal’in değil Damat Ferit’in programı

Kürtler’in Kurtuluş Savaşı’na ne şekilde katıldıkları yalanını gördükten sonra şimdi de Mustafa Kemal’in Kürtlere özerklik vereceği yalanının nasıl uydurulduğuna geçebiliriz.
12 Eylül 1919’da İstanbul Hükümeti ile İngiltere arasında gizli bir antlaşma imzalanır. Sekiz maddelik anlaşma maddelerinden üçüncüsü şöyledir:
-Türkiye bağımsız bir Kürdistan kurulmasına karşı çıkmayacaktır.
Anlaşmanın altında Damat Ferit’in imzası vardır.
Anlaşma’nın esas önemi Damat Ferit’in Mustafa Kemal hareketine, yani Türk milli hareketine karşı Kürt ayrılıkçılarıyla uzlaşması ve Kürtleri Mustafa Kemal’e karşı kullanmasını saptamasıdır. Yukarıda bu kullanmanın ne şekilde hayata geçirildiğini görmüştük.
İstanbul Hükümeti’nin bu tür bir yola girmesi aslında Damat Ferit Hükümeti’nin sonunu getirir. Kabine değişikliği olur ve Ali Rıza Paşa Hükümeti kurulur. Bu değişiklik son derece önemlidir çünkü Kürt milliyetçiliğinin ve ayrılıkçılığının önü kesilecektir.
Amasya Görüşmeleri bunun ilk safhasıdır. Kürtlere özerkliğin ilk belgesi imiş gibi sunulan Amasya Görüşmelerinde şu karar alınmıştır:
“Beyannamenin 1. maddesinde Osmanlı Devleti’nin düşünülen ve kabul edilen sınırı Türk ve Kürtlerin oturduğu araziyi kapsadığı ve Kürtlerin Osmanlı topluluğundan ayrılması imkansızlığı izah edildikten sonra, bu sınırın asgari bir istek olmaz üzere elde edilmesinin temininin lüzumumüştereken kabul edildi. Bununla beraber, yabancılar tarafından görünüşte Kürtlerin bağımsızlığı maksadı altında yapılmakta olan tezvirlerinönüne geçmek için de bu hususun şimdiden Kürtlerce bilinmesi uygun görüldü.”
Tutanaktan da anlaşılacağı üzere Ankara ile İstanbul’un yeni hükümeti, Kürt ayrılıkçılığına karşı ortak bir karar almışlar ve kurulacak ya da kurtarılacak devletin sınırlarının Kürtlerin oturduğu arazıyi de kapsadığını belirtmişlerdir. Bu tutanaktan çıkacak biricik sonuç, Kürtlerin oturduğu arazide ayrı bir devlet ve özerklik hakkının bu tutanakla reddedildiğidir. Ama ne hikmetse gördüğü her Kürt kelimesini özerkliğe yoran tarih heveslisi bir kısım hukuk asistanı bunu tam tersine yormaktadır.
Amasya görüşmesinin teyidi ise Misak-ı Milli’dir. Misak-ı Milli ise, özerklik değil ulusal bir devlet programıdır. Kuvayı Milliye’nin bu ilk belgesi, aynı zamanda İstanbul Meclisi’nin son kararında özerklik yoktur! Dahası Misak-ı Milli için çalışan bir harekete katılan herkes de ulusal devleti kabul etmiş demektir.
Milli Mücadele’nin Kürtlere özerklik vereceğini söyleyenlerin iddiası aynı zamanda son derece de komiktir. Kürtler bağımsızlık ve özerkliği zaten Sevr ile kazanmışlardı. Sevr’e karşı çıkan bir hareketin Sevr’de dayatılan bir maddeyi savunması olacak şey değildir!
Kaldı ki ne Erzurum, ne Sivas Kongrelerinde de bu yönde alınmış bir karar yoktur. BMM’nin bu yönde aldığı bir karar da yoktur. Özerkliği savunan bir hareketin bunu bir karar olarak duyurması gerekmez miydi? Komik olmayı bırakın: Mustafa Kemal sizin gibi gizli bir Kürtçü değildi! Sizin gibi hem tek bayrak, hem de Kürtler kendi kendini yönetsin diyecek kadar hain değildi...

İngilizlerin Kürtlere özerklik uydurması

Mustafa Kemal’in Kürtlere özerklik vereceği uydurmasının kaynağı ise doğrudan İngilizlerdir!
Yukarıda bahsettiğimiz gibi Koçgiri isyanının bastırılmasından sonra Meclis’te Kürt milletvekilleri isyancılara destek çıkarlar. Uzun süren tartışmalardan sonra Mustafa Kemal’in isyanın bastırılmasını savunan konuşması üzerine tartışma kapanır.
Ancak İngiliz raporlarına göre bu görüşmeler sırasında Kürtlere özerklik verilen bir karar alınır. Maddeler şunlardır:
1-Uygarlığın gereklerine uygun olarak Türk milletinin ilerlemesini sağlamayı hedefleyen BMM, ulusal gelenekleriyle uyum içinde, Kürt milletinin özerk yönetimini kurmayı üzerine alır.
2-Çoğunluğunu Kürtlerin oluşturduğu bu topraklar için Kürt ileri gelenleri tarafından bir genel vali, vali yardımcısı ve bir müfettiş seçilebilir. ...
3-Kürt ulusal meclisi doğu vilayetlerinde kurulacak ve 3 yıl için oluşturulacaktır.
4-Özerk yönetim Van, Bitlis, Diyarbakır vilayetleri, Dersim sancağı, bazı nahiye ve kazaları içine alacaktır.
Toplam 9 maddelik kanun tasarısı İngilizlere göre kabul edilmiştir!
Ancak İngiliz raporlarının gösterdiği 10 Şubat 1922 tarihinde anılan gizli oturum yoktur! TBMM Gizli Celse Zabıtları yayınlanmıştır ve orada böyle bir gün yoktur! Olması da son derece saçma olurdu. Çünkü anılan 9 maddenin Sevr’den bir farkı yoktur. Kaldı ki Koçgiri isyanını bastıran bir Meclis’in bu kararları alması da mantıksızdır. Çünkü bu kararları alacak Meclis, mantıken isyancılarla anlaşır ve istenilen bu hakları verirdi.

İngilizler yetmedi bir de Perinçek...

Atatürk’ün Kürtlere özerklik vereceğine ilişkin ikinci bir iddia ise İngilizlerden sonra Perinçek’ten gelmektedir. Atatürk 16/17 Ocak 1922 tarihinde çıktığı İzmit seyahatinde gazetecilerin sorularını yanıtlar. Vakit gazetesi başyazarı Ahmet Emin Yalman’ın “Kürtlük Sorunu nedir? Bir iç sorun olarak değinmeniz iyi olur” sorusuna şu yanıtı verir:
“Kürt sorunu, bizim, yani Türklerin çıkarı için kesinlikle sözkonusu olamaz. Çünkü, bizim ulusal sınırlarımız içinde Kürt öğeleri öylesine yerleşmişlerdir ki, pek sınırlı yerlerde yoğun olarak yaşarlar. Bu yoğunluklarını da kaybede ede ve Türklerin içine gire gire öyle bir sınır oluşmuştur ki, Kürtlük adına bir sınır çizmek istesek, Türkiye’yi mahvetmek gerekir.
Mustafa Kemal’in İzmit basın toplantısıyla ilgili 21 Ocak 1923 tarihli Hâkimiyet-i Milliye gazetesi
Mustafa Kemal’in İzmit basın toplantısıyla ilgili 21 Ocak 1923 tarihli Hâkimiyet-i Milliye gazetesi
....
“Bu nedenle başlıbaşına bir Kürtlük düşünmekten çok Anayasamız gereğince zaten bir çieşit özerklik oluşacaktır. O halde hangi bölgenin halkı Kürt ise kendi kendilerini özerk olarak idare edeceklerdir...”
Perinçek ve Apo, Atatürk’ün bu demecini Atatürk’ün özerkliği savunduğunun kanıtı olarak verirler. Oysa Uğur Mumcu’nun da belirttiği gibi Mustafa Kemal özerklikten değil bir çeşit özerklikten bahsetmektedir. Bu ise, 1921 Anayasasına göre illerin manevi kişiliğe ve özerkliğe sahip olmaları maddesiyle uyum içindedir.
1921 Anayasasının 21. maddesi şöyledir:
“İl yönetimi yerel işlerde manevi kişilik sahibidir ve özerktir”
Buradan da anlaşılacağı üzere Atatürk, Kürtlerin kendi kendilerini yönetmesinden değil illerin kendilerini yönetmesinden bahsetmektedir. Zaten Kürtlerin yoğunluğundan bahsetmesi de bu nedenledir.
Aslında Atatürk’ün bu açıklamasının özerklik için değil tam tersine Kürt sorununun kabul edilmemesi için bir dayanak olarak gösterilmesi gerekmektedir. Gerçekten de bu açıklamasında Atatürk, Kürtlüğü reddetmekte, dahası Kürt sorununu kabul etmemektedir!
Dahası açıklamaların devamında Lozan’da tartışılan Musul meselesi ele alınmakta ve şu ifade edilmektedir:
“İngilizler orada bir Kürt hükümeti kurmak istiyorlar. Bunu yaparlarsa, bu düşünce bizim sınırlarımız içindeki Kürtlere de yayılır. Bune engel olmak için sınır güneyden geçirmek gerekir.”
Yani Atatürk bizim sınırlarımı içindeki Kürtlerin olası bir talebine karşı olduğunu çok açık bir şekilde ifade etmekte bu nedenle de Musul’u vermemeyi savunmaktadır! Nitekim Lozan’da Türkiye, Kürt meselesinin konuşulmasını dahi kabul etmemiştir! Çünkü Türkiye için artık böyle bir mesele yoktur!





Kurtuluş Savaşı ve Cumhuriyet döneminde Atatürk ve Kürtler - 1





Kurtuluş Savaşı ve Cumhuriyet döneminde

Atatürk ve Kürtler - 1




Heyet-i Temsiliye’deki o Kürt!


Yıllardır Atatürk’ü Batıcı bir devlet adamı gibi gösteren sağcı güçlerin yarattığı tahrifat, tam tersi kutupta başka bir tahrifata daha yol açtı. Sağcıların Atatürk’ü Batıcı gibi göstermesi gibi kimi sözde solcu ve Kürtçü akımlar da Atatürk’ü “Kürtçü” göstermeye başladılar.
Bu zevata bakılırsa Atatürk, aslında Kürtlere özerklik verecekti. Perinçek’ten Apo’ya kadar Kürtçü akım bu tez üzerinde durarak, Atatürkçülere ve milliyetçilere, Kürtçülük aşılamaktadır. İşin garibi bu tezlerin hiçbir gerçek yanı yoktur ama tarih bilgisinden yoksun “şu cahil Türklerimiz” Kürtçülerin bu oyununa gelmektedir. Bu yazımızda Kürtçülerin Kurtuluş Savaşımız, Cumhuruyetimiz ve Atatürk üzerinde yarattığı tahrifata karşı gerçekleri ortaya koymaya çalışacağız.
Kürtçülerin en önemli tezi Kurtuluş Savaşı’nı Türklerle Kürtlerin birlikte verdikleridir. Öyle bir tarih uydurulmuştur ki, Kurtuluş Savaşı’nı Atatürk Kürt ağalarla birlikte vermiştir. Kürtlerin Kurtuluş Savaşımıza katıldıkları ise en büyük uydurmaların başında gelir.
O halde Kurtuluş Savaşımız boyunca Kürtlerin gerçekte ne yaptığını ortaya koyalım.
Kurtuluş Savaşımızın başlangıcında, Milli Güçleri idare etmek üzere Erzurum’da bir Heyet-i Temsiliye oluşturulur. 24 Ağustos 1919’da oluşturulan Heyet-i Temsiliye Mustafa Kemal Paşa başkanlığında 9 kişiden oluşur. Diğer temsilciler, eski Bahriye Nazırı Rauf Bey, eski Trabzon milletvekili İzzet Bey, eski Erzurum milletvekili Raif Efendi, eski Trabzon milletvekili Servet Bey, Erzincan’da Nakşi Şeyhi Fevzi Efendi, eski Beyrut valisi Bekir Sami Bey, eski Bitlis milletvekili Sadullah Efendi ve Mutki aşireti lideri Hacı Musa Beydir.
Kurtuluş Savaşımızın bu ilk önder kadrosundan sadece Rauf ve Bekir Sami Beyler Kurtuluş Savaşı’nın sonuna kadar yola devam etmişlerdir. Yani denildiği gibi Kurtuluş Savaşımız ağaların ve şeyhlerin desteğiyle verilmemiştir.
Ama burada çok daha önemli bir gerçeği de ortaya koymamız gerekmektedir. Mutki Aşireti reisi Hacı Musa Bey sözde Kurtuluş Savaşımızın ilk önderlerindendir. Belgeleri inceleyenler bunun böyle olduğunu kabul etmek zorunda kalırlar. Ancak gerçek bambaşkadır.
Hacı Musa Bey, 1923 yılı Mayıs ayında Erzurum’da kurulan Kürt Azadi Cemiyeti’nin de lideridir. Azadi Cemiyeti’nin üyelerinden biri de Şeyh Sait’tir. Azadi Cemiyeti İngilizlerle, Fransızlarla ve Sovyetler Birliği ile temas kurarak Bağımsız Kürdistan için destek aramıştır. Daha sonra bu örgüt İngiliz desteği ile başlayan Nasturi Ayaklanması’na katılır. Nasturi Ayaklanması’nın bastırılmasından sonra ise İran’a kaçarlar.


Mustafa Kemal ve Diyap Ağa
Mustafa Kemal ve Diyap Ağa








PKK’nın gazetesi Özgür Gündem’de “Kurtuluş?Savaşı’nda Türk-Kürt ittifakı” propagandası ve ardından varılan sonuç:?Cumhuriyet Kürtlere ihanet etti.

PKK’nın gazetesi Özgür Gündem’de
“Kurtuluş Savaşı’nda Türk-Kürt ittifakı” propagandası
ve ardından varılan sonuç:
Cumhuriyet Kürtlere ihanet etti.




















Mustafa Kemal de Nutuk’ta bu konuya şöyle değinir:
“Baylar, tarih, söz götürmez bir biçimde ortaya koymuştur ki, büyük işlerde başarı için yeteneği ve gücü sarsılmaz bir başkanın varlığı çok gereklidir. Bütün devlet büyüklerinin umutsuzluk ve güçsüzlük içinde, bütün ulusun başsız olarak karanlıklar içinde kaldığı bir sırada ‘yurtseverim’ diyen bin bir çeşit kişinin, binbir türlü davranış ve inanç gösterdiği kargaşalı bir zamanda danışmalarla, birçok saygın ve erkli kişilerin sözlerine uyma zorunluluğuna inanmakla; sağlam, esaslı ve özellikle sert yürünebilir mi? Tarihte buna ulaşmış bir topluluk gösterilebilir mi? İkincisi baylar, ulus, ülke, siyasa ve ordu yöneticiliğinde hiç bulunmamış ve bu alanda değeri belirmemiş ve denenmemiş gelişigüzel kişilerden, örneğin Erzincanlıbir Nakşi Şeyhi ve Mutki’li gibi zavallılardan da kurulabilecek herhangi bir temsilciler kuruluna, söz konusu durum ve görev bırakılabilir miydi?”


Mustafa Kemal’e idam kararı veren de Kürttü!


Kürtlerin ağaları bunu yaparken milletvekilleri de boş durmaz. Bitlisli Kürt milletvekili Yusuf Ziya Bey de Azadi örgütünün içindedir. Yusuf Ziya Bey aynı zamanda İngiliz ajanıdır. Mustafa Kemal Paşa, Yusuf Ziya Bey’den kuşkulanmakta ve onu takip ettirmektedir. Gerçekten de Mustafa Kemal’in kuşkuları gerçek olur ve Yusuf Ziya Bey Nasturi İsyanı’na katılır.
İşin daha da vahimi Yusuf Ziya Bey’in askeriye içinde de adamları vardır. Nasturi İsyanı’nı bastırmakla görevli birlikten, Fırka komutanı İhsan Nuri, Vanlı Rasim, Tevfik Cemal ve Teğmen Ali Rıza da Kürt örgütünün üyesidir ve isyan sırasında 270 askerle birlikte karşı tarafa geçerler!
Görüldügü gibi Kurtuluş Savaşımıza katılan ve Türklerle savaşan Kürtlerle değil, Kurtuluş Savaşı’nın içine sızan, ancak kendi Kürt örgütlenmesini devam ettiren, İngiliz, Fransız işgalcilerle işbirliği yapan ve en sonunda da Türk askerine karşı cephe açan Kürtleri görüyoruz. Bu örgütün İngiliz desteğini sağlamak için Nasturi isyanından üç yıl önce 1920 yılında yine Hakkari’de başka bir isyan çıkarttığını da kaydedelim.
Peki Kürtlerin Kurtuluş Savaşımız sırasındaki tek ihanetleri bu mudur?
Aslında Kurtuluş Savaşı’nın başından itibaren Mustafa Kemal’in karşısındadır Kürtler. Mustafa Kemal’in idam emrini veren Kürt Mustafa Paşa’dır!.
Aynı Kürt Mustafa Paşa’nın eniştesi ise Kürt İzzet Bay’dir ve İstanbul Hükümeti’nin İçişleri Bakanıdır. Kürt İzzet Bey de İngiliz ajanıdır. Kürt İzet Bey’in bir de yeğeni vardır Şerif Paşa, o da Kürdistan Teali Cemiyeti’nin Paris temsilcisidir.
İstanbul Hükümeti’nin ve İngilizler’in Mustafa Kemal hareketini engellemek için kullanmayı düşündükleri kütle ise Kürtlerdir. Damat Ferit, Kürdistan Teali Cemiyeti ile görüşerek onlara özerklik karşılığında Mustafa Kemal’e karşı savaşmayı teklif eder. Damat Ferit Yüksek Komiser De Robeck ile görüşerek Sevr koşulları gereğince 15 bin kişilik bir Kürt ordusu kurulmasını ve Kürtleri Mustafa Kemal’e saldırtmayı teklif eder.
Bu yönde en önemli girişim Ali Galip olayıdır. İngiliz ajanı Binbaşı Noel, Ali Galip ve Kürdistan Teali Cemiyeti liderleri Malatya’ya geçerler. Burada bir Kürt birliği kurarak Sivas yolunda Mustafa Kemal’i öldürecekler ve Kongre’nin toplanmasına engel olacaklardır.
Ancak Mustafa Kemal girişimi haber alır ve tedbir alır. Malatya’da Türk birlikler İngiliz ajanı, Ali Galip ve Kürdistan Teali Cemiyeti liderlerini kıstırırlar. Tutuklama emri vardır. Noel, İngilizlerden yardım ister. Saraya baskı yapılır fakat sonuç varmez. En sonunda kaçmak zorunda kalırlar.
Görüldüğü üzere daha Sivas Kongresi öncesinde bile Kürtler İngilizlerle, İstanbul Hükümeti ile birlikte Mustafa Kemal’e kaşıdır.
İngiliz gizli belgeleri de bunu doğrulamaktadır.
28 Kasım 1919’da Mr. Kindson’un Londra’ya gönderdiği raporda şöyle yazılıdır:
“Kürtlere her ne kadar inanmasak da onları kullanmamız çıkarlarımız gereğidir.
9 Aralık 1919 tarihli Yüksek Komiser Robeck’in Lord Curson’a raporunda ise şunlar yazılıdır:
“Kürtler bütün ümitlerini İngiliz hükümetine bağlamış durumdalar. Bu ara Mustafa Kemal gittikçe tehlikeli olmaya başlıyor. Kuvvetler, Kürtleri Mustafa Kemal Paşa’ya karşı kullanmak için para ödemeye hazırdırlar”

Yunan ordusundaki Kürtler

Ama Kürtler bununla da yetinmemektedir. İngiliz Gizli Belgeleri’nin verdiği bilgiye göre Kürtler aynı zamanda Yunanlılarla da temas halindedir. Amasya’da Yunan temsilcisi ile görüşün Kürtler, Yunanlılara Türk ordusunda ele geçcirilen Kürt esirlere iyi davranılmasını ve bu esirlerin Türk ordusuna karşı kullanılmasını önerir. Teklif kabul edilir ve esir Kürtler Yunan ordusunun hizmetine girerler.
Kürt-Yunan işbirliğinin en büyük sonucu ise Koçgiri İsyanı’dır. Yunan ordusu büyük ilerleyişe geçmeden hemen önce Kürtler isyan eder. Yunan ordusu Bursa’ya doğru ilerlerken Kürtler Sivas’a doğru yürümeye başlar.
Amerikan Askeri Ateşesi durumu şöyle rapor eder:
“... Yunanlılar önemli bir zafer kazanırlarsa Kürt isyanı Türkiye’nin arkasını ciddi bir şekilde tehdit edebilir. Ancak Batıdaki savaş Türklerin lehine gelişirse, Türkler, ellerindeki yarım düzine yetenekli liderden biriyle Kürt sorununa son verebilir. İngilizler kuşkusuz bu durumu bilmektedirler. Gene de Kürt sorunu ile meşgul olduğu sürece Mustafa Kemal’in Musul’a el koyamayacağını düşünmektedirler. Dolayısıyla Kürt akımına yardımcı olmaktadırlar.”
Koçgiri İsyanı’nın başlangıç tarihi sadece Yunan ilerleyişine değil aynı zamanda Londra ve San Remo Konferansları’na da denk gelir. Ankara Hükümeti böylece sıkıştırılmaktadır.
Damat Ferit Paşa ve Ali Rıza Paşa
Damat Ferit Paşa, Mustafa Kemal hareketine, yani Türk milli hareketine karşı Kürt ayrılıkçılarıyla uzlaşır ve Kürtleri Mustafa Kemal'e karşı kullanır. İstanbul Hükümeti'nin bu tür bir yola girmesi aslında Damat Ferit Hükümeti'nin sonunu getirir.
Kabine değişikliği olur ve Ali Rıza Paşa Hükümeti kurulur. Bu değişiklik son derece önemlidir çünkü Kürt milliyetçiliğinin ve ayrılıkçılığının önü kesilecektir
.
Koçgiri İsyanı’nın liderlerinden Baytar Nuri isyan programını şu şekilde açıklar:
“İlk önce Dersim’de Kürt istiklali ilan edilecek, Hozat’a Kürdistan bayrağı çekilecek, Kürt milli kuvveti Erzincan, Elazığ ve Malatya istikametlerinden Sivas’a doğru hareket ederek Ankara Hükümeti’nden Kürdistan istiklalinin tanınmasını isteyecekti. Türkler bu isteği kabul edeceklerdi. Çünkü isteğimiz silah kuvvetiyle desteklenmiş olacaktı.”
Ayaklanma büyür ve isyancılar Ankara Hükümeti’ne bir muhtıra yollarlar. Telgraf yoluyla iletilen muhtıra şu maddelerden oluşmaktadır:
1-İstanbul Hükümeti’nce kabul edilen Kürdistan özerkliğinin Ankara Hükümeti’nce de tanınıp tanınmayacağının açıklanması
2-Kürdistan özerk yönetimi konusunda Mustafa Kemal hükümetinin ivedi yanıt vermesi
3-Elazığ, Malatya, Sivas ve Erzincan cezaevlerindeki Kürtlerin hemen salıverilmesi
4-Kürt çoğunluğu bulunan illerden Türk memurlarının çekilmesi
5-Koçgiri yöresine gönderilen birliklerin geri alınması.”
Kürtler bununla da kalmaz, 25 Kasım 1920 tarihinde Batı Dersim Aşiretleri reisleri adına TBMM’ye şu şekilde başvurur:
“Sevr Antlaşması gereğince Diyarbakır, Elazığ, Van ve Bitlis illerinde bağımsız bir Kürdistan kurulması gerekiyor. Bu nedenle bu oluşturulmalıdır. Yoksa, bu hakkı silah zoruyla almaya mecbur kalacağımızı beyan ederiz.”

Kurtuluş Savaşı’nda Kürt-Yunan işbirliği

Kürt-Yunan işbirliğinin en büyük sonucu Koçgiri İsyanıdır. Yunan ordusu Büyük İlerleyişe geçmeden hemen önce Kürtler isyan eder. Yunan ordusu Bursa’ya doğru ilerlerken Kürtler Sivas’a doğru yürümeye başlar.

























Günümüzde Ortadoğu olaylarının arka planını okumak (II)



Günümüzde Ortadoğu olaylarının arka planını okumak (II)



Prof. Dr. Bayram Bayrakdar


Küresel gücün para politikası ve sonuçları

















Post Sovyet sürecinde uluslararası ilişkiler sisteminin, Amerikan işgal ve istilâlalarını Birleşmiş Milletler ve Güvenlik Konseyi’nin çalışmalarıyla engelleneceğini kimse düşünmesin. Rakipsiz kalan Amerika’nın karşısında bir ülkeler koalisyonu ve/veya bir blok çıkmadığı sürece en büyük terörizm bu güç tarafından yürütülmekte, karşısına çıkanları etkisizleştirerek yoluna devam etmektedir. Eleştirimiz herhangi bir halka ya da ülkeye olmayıp, doğrudan izlenen yanlış politikalara yöneliktir. 
11 Eylül 2001’den bu yana dünya çapında etkileriyle etnik ve  mezhepsel  her türlü toplumsal çelişkilerin kışkırtılarak karıştırıldığı coğrafya, mazlum uluslar coğrafyası yâni genelde İslâm dünyasıdır ki, Ortadoğu da söz konusu coğrafyada yer almaktadır. Amerika’nın Ortadoğu’ya  ilgi ve merakının temel nedeni; “İsrail’e tehdit görülen ülke ve rejimleri çökertmek, petrol ve doğal gaz kaynak ve güzergâhlarını kontrol etmek, ayrıca bu kaynak ve güzergâhların etkin başka güçlerin kontrolüne geçmesini engellemek” şeklinde değerlendirilebilir. Demokrasi ve özgürlüklerin bölgeye getirilmesi bir yana, dünya barışı, insan hakları ve demokrasi taciri bir gücün elinde ciddi tehdit altındadır. (6) Amerika  bu yeni emperyalist tarzını kendi halkının ulusal iradesinden kopuk yeni model hükûmetlerle ve zihin okumalarla mı yürütmektedir.
2004 yılındaki Amerikan Başkanlık seçimlerine Demokrat Parti’den adaylığını koyan Lydon La Rouche, daha 11 Eylül 2001’den sonra, Amerika’nın  Soğuk Savaş sonrası küresel politikasının arka plânını okumamıza ışık tutacak  senatoda şu  konuşmayı yaptı:
“Hepsi Yahudi olan Brzezinski, Bernard Lewis, Samuel Huntington gibi bir avuç asker kaçağıyla eski Troçkist, 1996 Temmuz’unda Başkan Clinton’a Baba Bush’un yarım bıraktığı Ortadoğu savaşını yeniden başlatmasını önerdiler. Clinton bunların önerisini reddedince, koynuna Beyaz Saray’da çalışan Monica Lewinski adlı bir Yahudi kız sokup bir seks skandalı çıkartarak safdışı ettiler onu. Bunlar Üçüncü Dünya Savaşı’nu hazırlamaya uğraşıyorlar. İşte Küçük Bush’un bugün uyguladığı savaş politikası, Clinton’un 1996’da reddettiği o politikadır…”(7)
Obama Küçük Bush’un politikalarını sürdürmektedir. Buna mecburdur. Yoksa Amerika’nın görünmez ve fakat hissedilir  çetesi, Obama’yı anında telef etmekten kaçınmayacaktır.
İkinci Dünya Savaşı sonunda Amerika İngiltere’nin bölgedeki yerini aldı. Petrol Amerikan dolarıyla satılmaya başladı. Bu tarihten itibaren bütün ülkeler, kasalarında Amerikan doları bulundurmak zorunda kaldı. Petrol satın almak için ihtiyaç duydukları doları elde edebilmek için, ihraç mallarını dünya pazarlarına çıkarırken Amerikan dolarıyla işlem yapmak zorundaydı.
Bu durum Amerikan doları basma tekelini elinde bulunduran Amerika’nın, dünya pazarında satılan her şeyi  sadece doların matbaada basılmasında kullandığı kâğıt ve mürekkep maliyetine satın alabilir olmasını beraberinde getirdi. Günümüzde Amerika’nın yurt içi geliri 9 trilyon dolar, dış borçlarının toplamı ise 6 trilyon dolardır. Amerika’dan başka hangi ülke olsa mutlaka iflâs ederdi. Amerika’nın hiçbir ülkeye nasip olmayan, karşılığı olup olmadığına bakmaksızın para matbaasını dilediği gibi çalıştırmasıyla açıklanabilir. Amerika dolar basma tekelini elinde tuttuğu için  dış borçları gelirinin yüz katı olsa bile batmayacak tek ülkedir. Dünyanın petrole duyduğu gereksinime alternetif çıkmadığı euronun dünya pazarlarında doları yerinden etmediği sürece Amerika’nın, dünyayı karıştıran en büyük fitne ve en büyük terrorist imajı silinmeyecektir.(8)
Amerika’nın kendi içinden kimi analistlerin euro/dolar rekabeti ve bu rekabetle ilgili Amerika’nın küresel eğilimini yansıtan Türkçe bir değerlendirme, okuyucu için bölgesel haritayı okumak açısından ilginç olacaktır.(9)
“Amerikan Merkez Bankası (Federal Reserve) için en büyük karabasan, Petrol İhraç Eden Ülkeler örgütü OPEC’in petrol dolarla satmaktan vazgeçip euroya geçmesi. Irak bu değişikliği euro 82 cent değerindeyken kasım 2000’de gerçekleştirdiği gibi, bunu, dolar euro karşısında değer kaybının süreceğini de göze alarak yaptı. Bu sırada Bush yönetiminin Irak’ta kukla bir hükûmet istemesinin gerçek nedeni; Irak’ta petrol satışını yeniden dolara bağlamak, böylece petrol dışsatımında  euroyu geçmeyi düşünen diğer petrol üreticisi OPEC ülkelerine ve özellikle OPEC’in en büyük 2. petrol üreticisi olan İran’a petrol dolarla satmayı bırakıp euroya geçecek olurlarsa Irak’ın akıbetinin kendilerinin başına gelebileceğini göstererek gözdağı vermekti.(…) Irak’ı işgal ve istilâ projesi, Amerikan şahinlerine göre, Irak’la savaş ve Irak’ı işgale harcanacak para, sonuçta doların dünya çapında sarsılan egemenliğini yeniden kurmaya ve böylelikle Amerikan egemenliğinin çöküşünü önlemeye yarayacağı için boşa harcanmış olmayacak.”(10)  Dünya Ticaret Örgütü (WTO) bir Bretton Woods yaratığıdır. Bu kuruluşların arkasına sığınarak Amerika’nın bölgedeki bütün bu politikaları ve  yaşananlar,  Rusya, Hindistan ve Çin’i kuşatan yeni büyük oyunu anlamamıza yardımcı olacaktır.

Küresel kültürün toplumları ve bireyleri etkilemesi, Batı demokrasilerinde zihin kontrolü

Kitleleri etkileme yöntemlerini ve stratejilerini eleştirel bir yaklaşımla yansıtan Rus psikolog Nicolas Bonnal, “Why Western Democracy is Mind Control and Invisible Government?”, başlıklı makalesinde geçmişten günümüze bir tahlil yapmaktadır:(11)
Aslına bakarsanız bu gidişle demokratik günlerin-eğer vardıysa- sona erdiğini anlamamız gerekmektedir. Hele söz konusu siyaset olduğunda, her şeyin bilim, manipülasyon, zihin kontrolü, ve kukla oynatıcılarıyla alakalı olduğu göz ardı edilmemelidir. Bu bağlamda tarihsel süreçte irdelediğimizde tüm bu olup bitenler 19.yüzyıl sonlarında Amerikan siyasi partilerinin kurnaz bir gözlemcisi olan Rus araştırmacı Moses Ostrogorski tarafından da evvelce dile getirilmemiş değildi. Kukla oynatıcısı ifadesi daha sonra filmi de çekilen God Father kitabı tarafından geniş kitlelere duyurulmuştur. Tüketici kitleleri, seçmenler ve gezginler istediklerini değil onlara söylenenleri yaptılar. Örneğin;
“Milyonların kaderini kontrol altında tutan görünmez idareciler vardır. Genellikle en yetkili kamu görevlilerimizin söylem ve eylemlerinin sahne arkasında çalışan uyanıklar tarafından nasıl dikte edildiği dikkatlerden kaçmaktadır.”(12)
Psikanaliz kuramcısı Bernays’ın 1928’de yazdığı kitabındaki geleceğe dair  öngörüleri gerçekleşiyor mu yoksa?! Psikolog Nicolas Bonnal, evrensel okur-yazarlığın da daha özgür bir insan yaratabileceğine değil, aksine yurttaşın ne kadar okur yazarsa o kadar etki altında olacağına inanıyor:
Bununla birlikte zihin değil evrensel bilgi; kişiye reklam sloganları kokan basmakalıp sözler, başında önsözler ile yayınlanmış bilimsel küçük gazete saçmalıkları ve altında yatan asıl düşüncenin aksine oldukça masum görünen tarihi beylik lafları öğretmektedir.
“Bizler şimdi asıl okumayan yurttaşları organize etmeliyiz!” diyor Bernays:  We should now promote a non-reader citizen! O bile yabancılaşmanın yegane nedeni, daimi yoldaşı, kullandığı cep telefonunun ve imaj ve sembol manipülatörlerinin kurbanı olmuş olabilir.
Bernays’ın kitabına gönderme yapan Bonnal, siyasette de romantik olmak için bir neden göremiyor:
O zamandan bu yana, parti denen makinalar, tercihlerimizi daraltmak amacıyla adayları iki ya da en fazla üçe indirdiler ve basit ve pratik olmasından dolayı biz de buna razı geldik.
Modern dünya, gizli elit idareciler ve büyük bir kitle halindeki kontrol edilenler arasında ikiye bölünmüş hâldedir. Yazık ki bu idare edilen küresel zihin kontrolü kurbanları da hallerinden memnundurlar:
Açıkçası bu elit idareci azınlık; sürekli ve sistemli bir şekilde propogandadan istifade etmek ihtiyacı duymaktadır. ABD’nin gelişmesi ve ilerlemesi, azınlıklardaki şahsi çıkarlar ve kamusal çıkarların çakıştığı aktif dini misyonerlikte yatar. Bu günlerde bu elit aktif misyonerlerin ne kadar zalim ve sorumsuz olduklarını bilmekteyiz. Sadece kötümser değil gerçekçi de olmak adına, Bernays, insanın sosyal bir tür olduğunu ve bizi hurafelerden kurtaran modern bilimin insan beyninin -ki bu daha önce amcası Freud tarafından bulunan psikanalizden de öncedir-(13) daha çok sebep olduğunu öngörmektedir:
“Sinir sistemi ve sinir merkezlerinden oluşan, uyarıcılara karşı mekanik bir düzenle tepki veren istek dışı bir otomasyona sahip, çaresiz, bireysel bir makina olarak kabul ettiğini, müşterinin istenen reaksiyonuna neden olacak uyarıcıyı sağlamanın ise burada özel vekile yani idareciye kalmış bir fonksiyon olduğunu kabul etmektedir”.
Çağımızda küresel ölçekte cereyan eden olayları irdelerken sadece bireyin değil, gerçekte ulusal egemenliğin ve özgürlüklerin rafa kaldırılması-ve fakat bu argümanların siyasilerce sürekli samimiyetsizce kullanılması bir yana-ulus devletlerin çözülmesiyle birlikte yeni emperyalizm tekrar ortaçağdaki eski hâline geri döndü.
Halkı/ulusu meydana getiren unsurlar ortadan kaldırıldı. Dünyada Fransız Devrimi’nden günümüze siyaset sahnesinde olan halk, siyasal etkin faktör olmaktan çıkarıldı. Millete dayalı ordular tasfiye edilirken yerini paralı ordular almaya başladı.
Bu süreçte kamu okullarında alt ve orta tabakanın çocukları okurken, zengin çocukları özel eğitim okullarına gönderildi. Böyle bir eğitim politikasının egemen olduğu süreçte, ulusal dil birleştiriciliğini kaybetti ve Türk  gençliği-dünyada da böyle oldu- karşılıklı anlaşmayı artık sağlama- yan deyimler içinde savrulup gitti. Yüksek tabaka(!) kendi arasında, eskiden Fransızca konuştuğu gibi, yarım yamalak İngilizce konuşmaya ve anlaşmaya başladı!.. Örneğin; Türk okulları olarak yabancı ülkelerde tanınan Cemaat okullarından mezun olan öğrenciler de emperyal güçlerin ilgili ülkedeki jandarma namzetleri olarak nitelenebilir. Bu okullar, Türk okulları olarak anılmakla birlikte,  haftada Türkçe dersi 6 saat, İngilizce ise 28 saat okutulmaktadır.
Dünya toplumları kısa sürede kavradı ki, küreselleşmenin amentüsü kısa ve özdü: Bütün dünya bir pazardır ve her şey ve herkes satılıktır. Bu dünyanın tek tanrısı, sadece paradır. Piyasanın dışındaki herşey günahtır ve paran yoksa canın cehenneme.
90’lı yılların başından bugüne 20 yılı aşkın bir sure geçti. Küreselleşmenin çirkin boyutu sürekli sayısı artan ve mazlum ulusları içeriden ve dışarıdan çökerten çok cepheli savaşlar, yüzbinlerce ölü, milyonlarca mülteci ve sayısı bir milyardan fazla açlık içinde kalan insan. Küresel kapitalizmin çekirgeleri her şeyi yeyip bitirmekte, gelişmekte olan ekonomileri de çölleşmeye mahkûm etmektedir. Kendini savunanlar, “haydut” ilân edilerek yok edilmektedir. Süper güce tabi olanlarsa topraklarında askeri üs ve tesislerin açılmasına ses çıkaramamakta, egemenliklerinden stratejik olanlarından bazılarını super güce teslim etmektedir.(14)
İngiltere Başbakanlarından Tony Blair’in Dış Politika Başdanışmanı Robert Cooper, Ulus devletin Çöküşü 21. Yüzyılda Düzen ve Kaos başlıklı kitabında;(15) “(…) Avrupalılar, kendi aralarında yasalar ve açık işbirliğine dayalı güvenlik temelinde iş görürler; ama, Avrupa kıtasının dışında iş görürken daha erken bir dönemin daha kaba yöntemlerine geri dönmemiz gerekir. Zor, önleyici saldırı ve aldatmaca.(…)” Cooper’a göre, Avrupa’nın güvenliğinin anahtarı, “‘kendi aramızda yasalara bağlı kalmak; ama, ormanda iş görürken orman yaslarını kullanmak’ zorunda olmamızdır.” biçiminde bir görev tanımı yapmaktadır.
Söz konusu süreçte Türk toplumu da gelişmelerden yeterince etkilendi:  Dünyada olduğu gibi Türkiye’de de toplumun/ulusun atomizasyonu teşvik edildi, izole olan yalnızlaştırılan bireyleri yeni görünmez imparatorluğun pazarına daha fazla çekmek için, medya, kollektivizmin her türünü şüphe altında bırakıyordu. Örneğin, aile hakkında nevrotiklerin, psikoz hastalarının ve otoriter karakterlerin yuvası şeklinde algı oluşturulmaya başlandı; din ve kilise gibi kurumlar ise kürtaj yasağı ve köktendincilik olarak nitelendiriliyordu. Dernekler, bir masa etrafında oturulup çay kahve içilen ve bol bol lâk lâk edilen yerler, sendikalar ise herkesi toplu sözleşmeye zorlayan modası geçmiş yapılar şeklinde tanıtılmaktadır. Milliyetçilik kavramı ise hem küreselciler hem de yamakları tarafından gece gündüz aşağılanmaktadır. Oysa hem I. hem II. Dünya Savaşları milliyetçilikten çıkmadığı gibi, Fas’tan Çin’e uzanan geniş Avrasya coğrafyasında savaşın ana sebebinin küresel çete tarafından çıkarıldığı bilinmektedir.
Tanımlanan coğrafyaya bir günde bir ayda bir yılda hem de emperyalizm eliyle demokrasi gelemeyeceğini tarih bilincine sahip herkes görmelidir. Batı demokrasisi, ister Trablus’ta, isterse Brüksel ya da Washington’da, dünyada demokrasiyi ne kadar yerleştirmek isterse, uygulamaları da o kadar demokratik olmaktan çıkıyor; ancak günümüzdeki kusursuz ve insancıl propogandasına karşı koymak da kolay değildir. Bu nedenle de bu karanlık gücün kökenlerini iyi kavramak gerekmektedir.




























Atatürk’ün 6 Mart 1922’de TBMM’nde yaptığı tarihi konuşmada insanların beynine adeta kazıyarak, “Hangi istiklal vardır ki ecnebilerin nasihatiyle, ecnebilerin planlarıyla yükseltilebilsin?” ön görüsünü ülke ve dünya sorunlarıyla ilgilenen hangi namuslu aydın göz ardı edebilir:

“…vaziyeti düzeltmek için mutlaka Avrupa’dan nasihat almak, bütün işleri Avrupa’nın emellerine göre uygun yapmak, yürümek, bütün dersleri Avrupa’dan almak gibi bir takım zihniyetler belirdi. Halbuki, hangi istiklal vardır ki ecnebilerin nasihatiyle, ecnebilerin planlarıyla yükseltilebilsin? Tarih böyle bir hadiseyi kaydetmemiştir. Tarihte, böyle bir olay yaratmaya kalkışanlar, zehirli sonuçlarla karşılaşmışlardır. İşte Türkiye’de, bu yanlış zihniyetle sakat olan bazı yöneticiler yüzünden, her saat, her gün, her yüzyıl, biraz daha çok gerilemiş, daha çok düşmüştür. (…) bu geleneğin, Türkiye’nin hayatına ve varlığına aralıksız uygulanması sonucunda, nihayet Türkiye’yi ıslah etmek, Türkiye’yi uygarlaştırmak gibi birtakım bahanelerle, Türkiye’nin iç hayatına, iç yönetimine işlemiş ve sızmışlardır. Böyle elverişli bir zemin hazırlamak güç ve kuvvetini elde etmişlerdir.”
Türkiye’de ve bölgede Atatürkçü perspektifin kaybolması kimlerin işine gelir? Batı’nın ve onların içerideki uzantıları irticanın ve bölücülerin. Son MGK toplantısında irticanın tehdit unsuru olduğu gerçeği kabul edilmiş. Kim bilir, mâlûm cemaate ve onları içeride ve dışarıda himaye edenlere olmasın? Tarih, inanç üzerinden politika yapan kişileri ve kadroları zaman içinde başarısız kılıp tasfiye etmektedir.
Küresel politikaların bölgedeki izlerini sürmek açısından, imparatorluktan bugüne Türkiye Doğu ve Batı blokları arasında gidip gelmiştir. Türkiye’yi hem güçlü hem de zayıf kılan ana neden stratejik coğrafyasıdır. Karadeniz, Boğazlar ve Akdeniz’e hakim güçlü bir orduya sahip her geçen gün gelişmekte olan Türkiye Batı’da ve Doğu’da kimilerini rahatsız edecektir. Avrupa Birliği ve Rusya, Türkiye’nin ABD ekseninde kalmasını istememektedir. Amerika da Türkiye’nin diğerlerinin yörüngesine girmesinden rahatsız olacaktır. Bu nedenle Türkiye’nin yönetimine talip olacak irade mutlaka söz konusu büyük devletlerle ciddi çatışmaya girmekten kaçınmalı, kalkınmasını ve gelişmesini güçlendirmelidir. Batı dünyası ile bilimsel ve demokratik ilişkilerini sürdürürken Avrasya coğrafyasıyla kültürel, sosyal ve politik açılımlara daha fazla önem vermelidir.
Türkiye’nin insan hakları konusundaki söylem tutarlılığını olumlu karşılamak gerektiğini değerlendiriyorum. Sağlıklı sanayileşmeye önem vererek işsizliği en aza indirecek  politika geliştirmelidir. Bölge ülkelerine demokrasi ihracı, ne Amerika’nın ne de başka bir gücün işi olduğunu hatırlatmak istiyorum. Ortadoğu toplumlarının zaman içinde kendi kaderlerini kendi iradeleriyle belirlemelerine olanak verilmesi gerektiğini hatırlatmak isterim. Türkiye’nin Kürt sorununu yabancı güçlerin insafına terk etmeden, milli bütünlüğünü koruyarak kendi olanaklarıyla mutlaka çözmesi gerektiğini değerlendiriyorum. Terörizme ve teröriste baş eğmeden.1

Dipnotlar:

6. Haydar Çakmak, 1801’den Günümüze ABD’nin Askerî Müdahaleleri,  Kaynak yayınları, İstanbul 2013. s. 534 vd.
7. Cengiz Özakıncı, Yeni İşgalciliğin İçyüzü Perde Arkası ve Amerikan İmparatorluğunun Sonu Euro Dolar Savaşı, Otopsi Yayınları, İstanbul  2012, s. 10-11.
8. Özakıncı, Yeni İşgalciliğin İçyüzü…, s. 42-43.
9. Özakıncı, Yeni İşgalciliğin İçyüzü…, s. 19-22.
10. Özakıncı, Yeni İşgalciliğin İçyüzü…, s. 21-22.   Bretton Woods sistemi, II. 


Dünya Savaşı sırasında Temmuz 1944'te ABD'nin küçük bir kasabası olan Bretton Woods'da toplanan Birleşmiş Milletler Para ve Finans konferansında ortaya çıkan iktisadi sistemdir.
Bretton Woods uluslararası para idare sistemi, dünyanın önde gelen devletleri arasındaki ticari ve finansal işlemlerde uyulması gereken kuralları belirler. Bu sistem , dünya tarihinde ilk kez, bağımsız ulus-devletlerin kendi aralarında ortak bir parasal düzen üzerinde anlaşmaları sonucunda uygulamaya konulmuştur.
Uluslararası para sisteminin kurallarını belirleyen bu anlaşma, Dünya Bankası ve Uluslararası Para Fonu'nun (IMF) kurulmasına karar vermiştir. Bu kurumlar, 1946'da, yeterli sayıda ülke anlaşmayı imzalayınca faaliyete geçmiştir.Bu sistemin getirilmesini isteyen ABD'nin önerilerini ünlü ekonomist Harry Dexter White sunmuştur. John Maynard Keynes ise İngiliz ekibinin başındadır. Bu konferansta altına dönüştürülebilen tek para biriminin dolar olmasına, diğer para birimlerinin değerlerinin de dolara göre ayarlanmasına karar verilmiştir.Tüm para birimlerinin dolara endeksli olması zamanla piyasalarda gerilim yaratmış ve 1971'de ABD'nin doları altına endekslemekten vazgeçtiğini açıklamasıyla sistem çökmüştür. Ortaya çıkan bu krizin en önemli sebebi ABD dışındaki ülkelerde dolar miktarının artması ve bu sebeple doların değerinin düşmesidir.

11. Nicolas Bonnal, “Why Western Democracy is Mind Control and Invisible Government”, Pravda,  April 2, 2013.
12. Bonnal, “Why Western Demokracy is Mind Control…”, Pravda,  April 2, 2013.
13. Bonnal, “why Western Demokracy is Mind Control…”, Pravda,  April 2, 2013.
14. Robert Cooper, Ulus devletin Çöküşü 21. Yüzyılda Düzen ve Kaos, (Çev. Berrin karahan), Güncel yayıncılık, Ankara 2005.
15. Cooper, Ulus devletin Çöküşü

.

Günümüzde Ortadoğu olaylarının arka planını okumak (I)




Günümüzde Ortadoğu olaylarının arka planını okumak (I)
.

“Dünya, perde arkasında olmayanların sandıklarından çok daha farklı şahsiyetler
tarafından yönetilmektedir.”
Disraeli

Prof. Dr. Bayram Bayrakdar




Oryantalist bakış açısıyla icat edilmiş bir terim olan ve 20. yüzyılın başında Yakın Doğu’nun yerine kullanılan Orta Doğu coğrafyasında, Batılılarca “diktatör” olarak anılan tüm Batı karşıtı eski liderler birer birer tasfiye edilirken Arap Baharı’nı sürdürmeye pek hevesli Mısır’da da ilginç ve kanlı olaylar cereyan etmektedir. Halk Devrimini başlattığı algısı yaygın bir kanı olarak öne çıkan Mursi önderliğindeki Müslüman Kardeşler, iktidarı kısa sürede terk etmek zorunda kalmıştır!
General Abdülfettah Sisi’nin Mursi yönetimini devirmesiyle ilgili Türkçe basında,(1) şöyle bir yorum yer aldı;


Arap Baharı’nın en yakından takip edilen ülkesi belki de Mısır’dı. Halk artık her açıdan bunaldığı Mübarek rejimini devirmek için günler boyu Tahrir Meydanı’nı işgal etmiş, dünya da ülkedeki her gelişmeyi canlı yayında izlemişti.
Dünyanın canlı yayında izlenen ilk devriminin ikinci aşamasında ordu geçici olarak yönetimi ele almış ve seçimler sonuçlanana kadar iktidarda kalmıştı; fakat kendisini bir geçiş yönetimi olarak tanımlayan ordu, iktidarı seçimlerin galibi Müslüman Kardeşler’e bırakmadan hemen önce anayasaya sessiz sedasız bir madde koyarak cumhurbaşkanının yetkilerini önemli ölçüde sınırlandırmıştı.
Ordu tarafından ‘dişleri ve tırnakları sökülmüş bir aslan’a dönüştürülen Mursi’nin iktidarı yalnızca 1 yıl sürdü. Mısır ordusu, ‘devrimin kazanımlarını hiçe saydığı’ gerekçesiyle Cumhurbaşkanı Muhammed Mursi’yi 3 Temmuz’da devirerek, yönetime el koydu.
Ne tür bir bahar olduğunu tam kestiremediğimiz, krallıkları ve şahlıkları ve/veya otoriter yönetimleri tarihsel olarak kanıksamış, genelde tüm Ortadoğu ülkelerinde özelde de Suriye’deki gelişmelerle birlikte Mısır’daki son durumu değerlendirmeye çalışan Türkiye’de, yerel ve ulusal kanallarda kendini uzman olarak tanıtan kişilerce, ya da siyasal erkin fetva aracı hâline gelmiş malûm akademisyenlerce, olaylar ve gelişmelerle ilgili kesinlikle tarafgir, salt lâik-antilâik ekseninde bir açıklamayla çözümleme çabası, bölgesel ve küresel konjonktürden ve elbette coğrafyadan soyutlayarak İsrail ve Amerikasız sorunu açıklamak kabul edilemezdi.
Hele, ‘Amerika bile İHVAN’ın dinciliğini gördü ve onlara desteğini çekti’  türden bayat açıklamalar, topluma saygı duymamak ve onu anlamamak demekti ki, Amerika ve tabii ki Büyük Güçler, yeter ki kendi çıkarına hizmet etsinler her kadroyu ve ülkeyi rahatlıkla kullanmayı alışkanlık hâline getirdikleri bilinmeyen bir özellik değildir. Siz; evangelist-protestan-lâik-görünümlü- Amerikancı küresel çetenin, kimi zaman Türkiye’de ulusal egemenlik ve bağımsızlık ülküsünü unutmuş, mazlum uluslara sırtını dönmüş ve Batı’nın yörüngesine girmiş, sadece lâik olmayı Atatürkçü olmak sanan kesimleri kullanmadığını mı sanıyorsunuz?!
Gerçekten de, Amerika, İsrail, Mısır, Suudi Arabistan ve Ürdün grubunun içinde değil miydi Türkiye? Daha doğrusu Türkiye’yi yönetenler. AKEPE’nin İHVAN romantizmi anlaşılabilirdi; ama Irak’ta ABD’nin önderliğinde küresel çete, yüz binleri katlederken masum kadınların ırzına geçerken malûm cenahtan protesto niteliğinde neden hiç tepki gelmediği sorgulanmadı.
Demek ki Mısır’daki gelişmeleri yeterince anlamak için daha derinlere inmek gerekiyor. Suudi Arabistan’da çıkan ve Kraliyet Ailesine yakınlığıyla tanınan Okaz gazetesinde(2) General Sisi’nin liderliğinde gerçekleştirilen Mısır’daki askerî müdahale hakkında şöyle bir değerlendirme yer almıştı:
“…[Mısır’da çıkması kaçınılmaz görünen] ‘iç savaşı ve katliamı [kitlesel kıyımı] önlemek amacıyla’ bir yıldan daha kısa bir süre için Ordu, yönetimi ele aldı.” Birkaç gün sonra başlayan protesto gösterilerinin akabinde ise Mursi, aynı ordu tarafından görevinden uzaklaştırıldı.
Aslında Okaz gazetesinin değerlendirmesi şaşırtıcı olmadı; çünkü yapılacak darbe konusunda Mısır ordusunun üst komuta kademesiyle Riyad arasında aylardır devam eden görüşmeler yapılmaktaydı(3). Anlaşılıyor ki Mursi’nin polisleri, halk zihninde algılandığı biçimiyle, Türkiye’dekiler kadar becerikli değildi (!) ve bu nedenle de orduya bir pusu kuramadılar ya da amacını anlayamadılar!...
Bu gelişmelerden Mısır ordusunun üst komuta kademesinin Suudilerden güvence aldığı söylenebilir; zira Suudî Kraliyet Ailesi Mısır’da iktidar olan Müslüman Kardeşlerden/İhvan’dan nefret etmekteydi. Hattâ Suudlar için Müslüman Kardeşler, iktidardan uzaklaştırılmış olan Hüsnü Mübarek’ten daha tehlikeli görülmekteydi. Bu nedenle Kral Abdullah, Darbeci General Sisi’nin yeni liderliğini tebrik edenler arasında ilk sırada yer aldığı gibi, Sisi’nin gölgesindeki sivil makyajlı yönetime bir milyar doları peşin nakit olmak üzere, 2 milyar dolar karşılığı petrol ve ayrıca 2 milyar Doları bankada teminat gösterilerek toplamda 5 milyar dolarlık bir malî destekte bulundu.(4) Kısaca İsrail ve Suudi Arabistan başta olmak üzere Körfez ülkeleri, siyasetin İslâmcı versiyonunun tüm Arap coğrafyasını ayağa kaldırmasından ciddi biçimde korkmaktaydılar.
Bu açıdan bakılınca, Mursi’nin görevden uzaklaştırılması Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri için açık bir zaferdi; ama söz konusu gelişmeler Katar için bir başarısızlıktı. Olayların etkisiyle Katar Emiri görevini bıraktı ve yerine oğlu geçti. Böylece sarsıcı olmayan yumuşak bir değişiklik yaşandı. Doğaldır ki Katar’daki bu süreç müdahaleci bir politikayla geçiştirilmiş oldu. Bununla birlikte, Amerika’nın her iki ülkeyle ortak müttefik olmasına karşın, artık Suudi Arabistan ile Katar arasında ciddî bir rekabetin olabileceği gözden ırak tutulmamalıdır.
Mısır konusunu biraz daha açmak gerekirse; Devrilen Mursi Mısır’da büyük dış politikalar inşa edecek enstrümanlara sahip değildi, ya da olamadı. Suudi Arabistan’dan uzaklaşan bir dış politika izlediği gibi, İran’la ilişkilerinde de mahcup ve tereddütlü davrandı. Uygulamalarıyla İhvan’ı tehdit unsuru gören tüm toplum kesimlerini de rahatsız etti.
Bilindiği gibi Suriye’deki iç savaşta Suudi Arabistan ve Katar’ın dışında Amerika’nın üç yakın müttefikinden birinin de Türkiye olduğu hakkında iç ve dış basında önemli bilgiler yer aldı. Mısır’daki son gelişmeler karşısında Başbakan R. T. Erdoğan Katar’dan başka bir diğer kaybedeni olarak dış ve iç kamuoyunda algıya neden oldu. Yabancı bir analizde yer aldığı biçimiyle(5); Erdoğan’ın Mısır’daki darbecileri suçlaması, her iki ülke arasındaki İslamcı partilerin (AKEPE-İHVAN) arasındaki dayanışmadan kaynaklanmaktaydı.
Yalnız bir farkla ki, Müslüman Kardeşler işbirlikçi bir görüntü vermemeye özen göstermeye çalışırken, AKEPE, Millî Görüş çizgisinden ayrı, bir Amerikan/Batı projesi olarak var oldu. Geniş kitlelerin nefretini askerlerin üzerine yönlendirip PKK’yı aklarken kendi ordusunu terörist ilân eden bir anlayışın mantığı Türk toplumunca anlaşılabilir olmaktan uzaktı?!
Ortadoğu’daki etnik ve mezhepsel çatışma ve çelişkiler sadece Arap coğrafyasında değil Türkiye’de de Milliyetler Meselesi bağlamında bir Kürt sorunu var olduğu bilinir ve yaşanır. Doğaldır ki bunun tarihsel kökenleri yok değildir. Sadece konunun PKK’nın taşeronluğuna terk edilmesi aklı başında hiç kimseyi ikna edemez. Konuyu benzerlikleri açısından karşılaştırırsak, benim analizime göre, Sovyetleri çökerten iki ana sebepten biri ekonomi ise diğeri de milliyetler sorunu olmuştu. Amerika, Sovyetler Birliği’ni askeri harcamalarını artırmaya zorlamış, Sovyetler sosyal politikalarına ve insana yeterince refah payı ayırmamış/ayıramamıştır. Tarihte İngiltere ve Rusya Türkiye’deki Kürtçü politikalarını sürdürdüklerinden, bu ülkelerce  Türkiye silâhlanmaya zorlanmıştır. Soğuk Savaş sürecinde bu siyaseti ABD Türkiye’ye dayatmış ve PKK terörüyle Türkiye, sosyal politikalarını istenen ve beklenen düzeyde gerçekleştirememiştir.
Büyük Güçler, aynen Ermeni sorununda olduğu gibi Kürt sorununda da konunun çözümlenmemesini ve sürekli gündemde tutulmasını sağlayarak, her zaman Türkiye’nin iç işlerine karışmak arzularını gerçekleştirme çabası içinde olageldiler. Meselenin çözümü açısından Türkiye’de konuyu sosyal alanda kimseyi rencide etmeden ve ülkemizin barış ve refahını sağlama adına, kaynaklarımızı silâh üreten haydut devletlere ödeme yerine, refahımıza harcamanın mutluluğunu yaşatacak cesur ve samimi kadroların iktidarına ihtiyaç vardır. Büyük oyunları bozacak iradelerin iktidar olması temennimizdir.  
Erdoğan’ın genelde İhvan’ı ve özelde Mursi’yi savunan açıklamaları, Türkiye’de büyüklü küçüklü tüm muhalefet partilerinden eleştiri aldı. Sanki hepsi de söz birliği etmişçesine Başbakan Erdoğan’ı suçluyorlardı. Başbakan’ın bölgedeki eş başkanlığına soyunduğu BOP ve/veya gelişmiş Ortadoğu projesinin mimarı olan ABD’nin Dışişleri Bakanı John Kerry, 2 Ağustos’ta Pakistan’da yaptığı açıklamasında Mısır’daki son gelişmeleri darbe olarak nitelemedi. Doğrudan darbeci generallere destek verdi. Böylece, AKEPE’nin enine boyuna analiz etmeden romantik güdülerle yaptığı Mursi savunuculuğu sona ermiş oldu. Mısır’da darbecilerin, sayıları 600-1000 arasında belirtilen insanın ölümüne neden olması, liderliğin ahmaklığı, beceriksizliği ve sorumsuzluğu ile açıklanmalıdır.

21 Ağustos 2013 tarihli Milliyet gazetesinde Melih Aşık, Mısır’daki son darbeyle ilgili Başbakan R. T. Erdoğan’a da gönderme yapan yazısında şu değerlendirmeyi yapmıştır:

“Batı gazetlerinde bile Mısır’la ilgili yorumlarda açıkça söyleniyor:
- Ordu darbesinin ardında ABD, İsrail ve Suudi Arabistan vardır...
Erdoğan darbenin arkasındaki diğer iki dostundan; ABD ve Suudi Arabistan’dan nedense hiç söz etmiyor!
Söz Mısır’dan açılmışken... Ülkenin falında pek de umutlu bir gelecek görünmediğini kaydedelim. Deniyor ki... İsrail, aynen Suriye ve Irak gibi Mısır’ın da bir iç çatışma sürecine girmesinde stratejik yarar görmektedir. Mısır’da Mursi ve taraftarlarının bir kez daha iktidar olmasına izin verilmeyecektir. Mısır ordusu ülkeyi kukla bir sivil hükümetle yönetecektir... İsrail ve ABD’nin uzun vadedeki planı, Mısır’ı iç savaşa iterek ‘Arap Dünyasının Kalbi’ konumundan çıkarmaktır.
Suriye’de iç savaşı tezgâhlamış olan ABD Büyükelçisi Robert Ford’un şimdi de Kahire’ye atanması, ABD’nin bu ülkede iç savaş tezgâhlama niyetine kanıt gösteriliyor. Kuklaların ipinin ABD’nin eline geçmesine izin verdiniz mi yarın ne olacağını bilemezsiniz...”

Soğuk Savaş döneminde devletlerarası çatışma günümüzde yerini ülkeleri etnik ve mezhepsel gruplara bölerek sıcak çatışmaların içine sürüklemiştir. Post Sovyet sürecinde de bölgemizin ve Türkiye’nin durumu gerçekten çok endişe vericidir. Türkiye’yi yöneten iradenin kendi içyapısına bakmaksızın Suriye’ye ve başkalarına demokrasi dersi vermeye kalkarken- gerçekten demokrasi dersi almak isteyen var mı acaba?!- dış politika aktörlerimizin son iki yılda dünyada ve bölgemizde itibar kaybetmesi istenmeyen bir gelişmedir.
Bu bağlamda Tunus, Cezayir, Libya, Mısır ve Suriye’deki uluslar arası etkilerle ortaya çıkan olaylarda Türkiye’nin, tüm terör örgütlerine rahmet okutan Baş terörist/haydut devletler safında yağma ve talandan pay kapma çabası da bütünüyle iflâs etmiştir. Ortadoğu ülkelerinin hiçbirine ama hiçbirine demokrasi gelmeyeceğine göre bu ülkelerden her birinin içeride karışıklıklar çıkartılarak çökertilmesi ne demokrasi ne de insan hakları açısından anlaşılır değildir. Nitekim Libya Lideri Kaddafi’nin Dünya televizyonlarından izlenen akıbeti, her namuslu Müslümanı ve insanı tiksindirmiştir. Irak, Tunus Suriye, Mısır, Cezayir gibi ülkelere demokrasi getirme çabaları bölgeye nelere mal olmaktadır?
Libya konusunda çelişkili va hazırlıksız tutumu bir yana Mısır’la ilgili olarak Sayın Başbakan Erdoğan’ın kesinlikle devlet adamı ve diplomat kimliğinde açıklama yapması beklenirken, din adamı üslûp ve edasıyla Türkiye’yi zor durumda bırakan bir izlenim yaratmıştır. Olur olmaz zamanlarda uluslararası olay ve olguların gerisinde “sürekli İsrail” araması Türkiye’nin dış politikasına yarar getirmemektedir. Türkiye’nin geçmişten günümüze dış politika söyleminde Yahudi husumeti yer almamalıdır. Bu söylem gayri milli bir içerik taşımaktadır. İnsan hakları söylemini öne çıkarmak gerekir.
Benim kuşağımın zihninde 1974 Kıbrıs Barış Harekâtı’na verdiği destek nedeniyle Kaddafi’ye, eleştirilerimizi saklı tutmak kaydıyla, bir tarihsel sempati de yok değildi. Bölgenin kaderine bakın ki, Ortadoğu bir başka tanımla mazlum uluslar coğrafyası, izlenen  yanlış politikaları sonucu kan gölüne çevrilmektedir.
Böyle bir ortamda Türk varlığının, bağımsızlığının ve bekasının bölgede teminatı olan Türk Silahlı kuvvetleri bölgede hatırı sayılır saygın politikaların geliştirilmesine katkı sağlamaktan alıkonulmuştur. İç kamuoyunda Türk Ordusu’nun emperyalistlerin projeleriyle sarsıldığı ve dünyanın gözü önünde bu projelere yem edildiği algısı yaygınlık kazandı. Halkın zihninde moral değerlerin etkisizleştirildiği algısı hakim olmaya başlarken birden bire söz konusu algıyı öteleyen Gezi gerçeği ortaya çıktı. Gezi süreci, Türk toplumunun geleceğe dönük hayallerini ve rüyalarını pozitif yönde etkiledi. Gezi’de millete dik durması gerektiğini hatırlatan cesur ve yürekli kadınların ve gençlerin inisiyatif alması, bir başka deyişle duruma elkoymaları toplumsal umutsuzlukları birden ümide dönüştürdü. Can suyu oldu bir bakıma. Gezi, Türk halkının bölgedeki gelişmeler konusunda yönetimlerin baskısı karşısında bir tepki olarak da safını net olarak belirlemesini sağladı.
(Devam edecek)

Dipnotlar:



  1. 20 Ağustos 2013 tarihli gazeteler. 
  2. 2. Okaz, 30 Haziran 2013.
  3. 3. Lemonde Diplomatique, August 2013.
  4. 4. Lemonde Diplomatique, August 2013
  5. 5. Lemonde Diplomatique, August 2013.
http://www.turksolu.com.tr/417/bayrakdar417.htm

..