milliyetçilik etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
milliyetçilik etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

30 Temmuz 2017 Pazar

Küreselleşme ve Milliyetçiliklere Etkisi

Küreselleşme ve Milliyetçiliklere Etkisi 



(Globalization And Its Effects On Nationalisms) 
Yavuz Çilliler
1 yavuzcilliler@yahoo.com 

Özet 

Küreselleşmeye ilişkin mevcut literatür, onun milliyetçilikleri zayıflattığı mı yoksa beslediği mi konusunda farklılıklar göstermektedir. 
Bu birbirine zıt etkilere dair akademisyenlerce üç ana yaklaşım ortaya konmuştur. Bu makale ile küreselleşme-milliyetçilik ilişkisindeki mekanizmaların anlaşılmasına katkı sağlanması hedeflenmiş ve küreselleşmenin milliyetçilikleri zayıflatırken güçlendirdiği, fakat etkilerinin sınırlı ve etki alanının özgün koşulları bağlamında değiştiği ileri sürülmüştür. 

Neoliberalizmin zaferi ile kapanacağı öngörülen 20.yy sonunda dünya genelinde milliyetçiliğin yeniden yükselişi, tarihsel nefretler, zayıf devlet, postmodernizm 
gibi çeşitli dinamikler ile açıklanmaya çalışılmıştır. Bu dinamiklerden biri olan küreselleşmenin millliyetçiliklere etkisi ise, farklı görüşleri içinde barındıran 
bir süreç olarak bilimsel çalışmalara konu olmaya devam etmektedir. Bir tarafta küreselleşmenin milliyetçilikleri yok edeceği ifade edilirken; diğer taraftan, 
1990’larda gerçekleşen Balkanlar’daki çatışmalarda kanlı hipermilliyetçilik, Ruanda’daki katliam, Taliban’ın ortaçağ sadeliği, İslam’ın köktenciliği, Hindu 
milliyetçiliğinin faşizmi, Birleşik Devletlerdeki dini sağın temel Hristiyanlığa dönüşü, Doğu Avrupa’daki Yahudi ve Roma karşıtı davranışlar, Batı Avrupa’da 
yabancı düşmanı sağın yükselişi (Booth, 2005), dekolonizasyon dönemi sonrası kurulan devletlerdeki siyasi etnik hareketlerin artışı genellikle küreselleşme ile 
ilişkilendirilen istikrarsızlıklar olmuşlardır. Çalışmamıza öncelikle, birbirine zıt önermelere kaynaklık eden küreselleşme olgusunun analizi ile başlamak, bu ilişkinin anlaşılmasına katkı sağlayacaktır. 

1. KÜRESELLEŞME : 

“Küreselleşme” kelimesi 1960’larda kullanılmaya başlanmasına rağmen, kökenleri daha eskilere dayanmaktadır, kendiliğinden varolmadığı gibi, modernite, uluslararasılaşma ve kapitalizm gibi kavramlarla da ortak bileşenlere sahiptir. 

“Yunan Roma’nın, Roma Hıristiyan Avrupa’nın, Hıristiyan Avrupa Rönesans’ın, Rönesans Aydınlanma çağının, Aydınlanma demokrasi ve sanayi devriminin 
sebebidir” şeklinde Avrupa tarihini özetleyen Eric Wolf gibi tek yönelimli ve kesin sebep-sonuç ilişkisiyle küreselleşmeyi açıklamak mümkün değilse de, küreselleşmenin öncüllerine değinmemek de ihmal olacaktır. Robertson 1750-1870 tarih aralığının küreselleşmenin başlangıcı olduğunu, Giddens da 
küreselleşmenin modernizm sayesinde gerçekleştiğini ve kökenlerinin 16.yy.da aranması gerektiğini ifade etmektedirler (Holton, 1998). Modernizm kavramı 
ise, modern kapitalist-endüstriyel devletin gelişimine paralel olarak geleneksel düzenin zıddı ilerlemenin, ekonomik ve idari rasyonalizasyonun ve sosyal dünyanın farklılaşmasının vuku bulduğu bir durumu ifade etmektedir (Sarıbay, 2001). Modernizmin savunucuları olan Durkheim, Simmel ve Parsons gibi sosyologlara göre, farklılaşmanın, uzmanlaşmanın, bireyselleşmenin, karmaşıklığın, sözleşmeye dayalı ilişkilerin, hâkim olduğu bir yaşam şekli olarak modernizmin; kapitalizm, endüstriyalizm, kentlilik, demokrasi, ussallık, bürokrasi, uzmanlaşma, farklılaşma, bilimsel bilgi, teknoloji ve ulus devlet… gibi parametreleri vardır (Aslan, 2003). 

Bu kavram yoğunluğu arasında modern tarihte küreselleşmeye dair gelişmeleri, tanımlardan faydalanarak ayırtetmek mümkündür. İngilizce’de “küre” 
anlamına gelen “Globe” kelimesinden türetilen “Globalization” dilimize küreselleşme olarak çevrilmiş olmakla beraber aslında bir “topyekünleşme”’ye işaret etmektedir. Küreselleşmeyi; 

Giddens (2008) “bizlerin giderek artan bir biçimde tek bir dünya içinde yaşadığımız, öyle ki bireylerin, grupların ve ulusların birbirine bağımlı hale geldiği olgusu”, 

Robertson (1999) “dünyanın küçülmesi ve dünyayı bir bütün olarak düşünme bilincinin yoğunlaşması”, 

Guibernau (1996) “Yerelliklerin, millerce uzaklardaki olaylarla şekillenmesi, dünya çapındaki toplumsal ilişkiler bağının yoğunlaşması”, 

Habermas (2008) “ulaşım, iletişim ve mübadele münasebetlerinin milli sınırdan taşacak şekilde yoğunlaşması ve çapının büyümesi”, 

Holton (1998) “birçok kaynak ve merkezlerden sınırlar ötesine uzun vadeli difüzyon (yayınım) süreci” olarak tanımlamıştır. 

O halde küreselleşmeyi; modern çağda Batı merkezli genişleyen, siyasi, ekonomik, toplumsal, ideolojik vb. boyutları olan bir olgu olarak görebiliriz. 

15. yy.da keşiflerin başlaması ile kıtalar arasında malların deniz aşırı dolaşımı ve gelişmemiş toplum bireylerinin köleleştirilmek suretiyle işgücü olarak sevki, 
1648 Westphalia Barış Antlaşması ile uluslar arası siyasi insiyatifin genişlemesi, matbaanın keşfini takiben fikirlerin ve ideolojilerin yayılmaya başlaması dünya 
çapında bir etkileşimin ayak sesleridir. İngiltere kaynaklı 1750 sanayi devrimi de sanayi üretiminde makineleşmeyi getirerek, mal arzında büyük boyutlu bir 
gelişimi tetiklemiş, dolaşıma konu olan mal miktarını artırmıştır. Bununla beraber halkın büyük bir kısmının kırsalda yaşadığı bu dönemlerde, şehirlerdeki 
sanayi merkezlerine kırsaldan göç başlamış, şehirlerde daha geniş insan kitleleri oluşmaya başladıkça da fikirler ve ideolojilerin aktarımı, insanlar arası etkileşim 
gelişmiştir. 1789 Fransız İhtilali değerlerinin yayılımı ve farklı kıtalardaki siyasi hareketlerin nedensel öncülü haline gelmesi ile bu değerler dünya ölçeğinde 
etkilere yol açmıştır. Ayrıca demir ve kara yollarındaki gelişmeler (1830’da ilk tren yolculuğu) ve 19.yy.daki kitlesel basının işlevselleşmesinin küreselleşme olgusuna katkısı da yadsınamaz. Alexander Graham Bell’in 1876’da telefonu icadı, 20.yy.da sivil havacılığın gelişimi, 2.Dünya Savaşı sonrası iletişimde dijitalizasyona geçiş; siyaset, ekonomi ve kültür alanında büyük değişimler yaratmış, yeni ulusüstü yapılar küresel kontrol mekanizmaları tesis etmiştir. Castells’in “ağ toplumu” olarak ifade ettiği yeni düzende fert, dolayısıyla toplum ve hatta devletler her konuda etkiye açık hale gelmiştir. Fiziki yerelliğine rağmen olay ve olguların etkilerinin dünya çapında olmaya başlaması ile mekân kavramı zayıflamış, olay ve olgular zaman boyutuna aktarılmış ve an meselesi haline gelmiştir. 

Bu gelişmelerde, genellikle küreselleşmenin hayatı hızlandırdığını, üretim, tüketim ve değişimin (mal, sermaye, insan, bilgi, fikir, medya imajları…) dünya 
ölçeğinde yeniden organizasyonu ve mekansal sınırların aşıldığını görmek mümkündür. Öyle ki, bireyin kontrolünden çıkan bu durumu Bauman (1998) “Dünya meselelerinin belirsiz, ele avuca sığmaz ve kendi başına buyruk doğası; bir merkezin, bir kontrol masasının, bir yönetim kurulunun, bir idari büronun yokluğu, Jowitt’in yenidünya düzensizliğinin yeni adı” olarak tanımlamıştır. 

Kısaca küreselleşme ifadesi ile gönderme yaptığımız olgular, küresel iletişimin gelişimi, mal, emek ve sermayenin artan mobilizasyonu, ulusal ekonomilerin 
bölgesel ekonomik kurumlar -EU, NAFTA, ASEAN, MERCOSUR- içerisinde küresel sisteme entegrasyonu, ulusüstü siyasi ve askeri kurumların -EU, NATO-2 
gelişimi, demokrasi ve insan hakları normlarının yayılımı ve bu normların egemen devletlere karşı uluslararası düzeyde savunulmasını kapsayan küresel bir rejimin oluşumudur. 

2 European Union,North American Free Trade Agreement, Association of Southeast Asean Nati-ons, Mercado Común del Sur, North Atlantic Treaty Organization. 

2. KÜRESELLEŞME VE MİLLİYETÇİLİK İLİŞKİSİ : 

Küreselleşme ile ilgili bu genel açıklamalardan sonra, temel sorunsalımız olan küreselleşme-milliyetçilik ilişkisine, makalede milliyetçilikten anlaşılması 
gereken çerçeveyi çizerek geçebiliriz. Milliyetçiliğin en yaygın kabul gören tanımı, Ernest Gellner’in “siyasal ve kültürel alanın çakışması gerektiğini öngören ilke” olarak yaptığı tanımdır. Ancak bu tanım ideolojik içerikten mahrumdur. Diğer siyasi ideolojilere eklemlenebilirliğinden dolayı ideolojik tamlığı eleştirilen, ancak geçmişte Napolyon’un zaferleri sayesinde en gözde ideoloji olarak toplumsal alana ait küresel etkiler yaratan milliyetçiliği, Gellner’in öğrencisi Anthony D.Smith, kimlik, birlik ve özerklik ile özdeşleştirerek tanımlamış ve tanım kapsamına ideolojik içerik dahil etmiştir. 

Smith’e göre milliyetçilik ideolojisininin merkezinde; dünyanın kendine has tarih, karakter ve kadere sahip milletlerden oluştuğu, milletin siyasi erkin biricik 
meşruiyet zemini olduğu, millete sadakatin tüm sadakatlerin üstünde olduğu, her bireyin bir millete ait olması gerektiği, her milletin bağımsız olduğu ve bunun küresel barış ve adalet için gerekli olduğu vardır (Conversi, 2012). Dolayısıyla bağımsız millet veya ulus devlet egemenliği milliyetçilik ideolojisine içkin bir ilkedir.3 Ancak küreselleşmenin UN, EU gibi siyasi, NATO gibi askeri, OECD, WB, WTO, IMF4 gibi ekonomik, çokuluslu şirketler gibi özel sektör çıktılarının bu bağımsızlığa gölge düşürdüğü ve küresel normlar yaratarak milliyetçilikleri etkilediği açıktır. Tabii etkiler konusunda fikir birliği olmamakla birlikte, genel olarak üç farklı görüş grubundan bahsetmek mümkündür. 

2.1. Küreselci Yaklaşım : 

Marshall McLuhan, Leslie Sklair ve Arjun Appadurai gibi küreselleşmeciler5, bugünkü küresel kültür iletişim ölçeğininin, yoğunluk, hız ve hacminin emsalsiz 
olduğunu, iletişim, bilişim ve dijital teknolojilerin yayılmasıyla toplumların, dünya genelinde ortak hale gelen kültürün etkisi altına girerek tektipleştiğini 

3 Makalenin devameden bölümünde, ulus devlet egemenliğine yönelik olumsuz etkiler resmi milliyetçiliğin zayıflaması, devlet aygıtının uyguladığı veya devletin asli etnik unsurunun benimsediği milliyetçiliğin tırmanışı ise resmi milliyetçiliğin güçlenmesi kapsamında değerlendirilecektir. Ulus devlet altı yerel milliyetçilikler ise ulus devleti hedef alan etnik milliyetçilik olarak kabul edilecektir. 

4 United Nations, European Union, North American Free Trade Agreement, North Atlantic Treaty Organization, Organisation for Economic Cooperation and Development, World Bank, World Trade Organization, International Monetary Fund. 

5 Globalism ve Globalization bilimsel literatürde farklı kavramlar olarak kullanılmaktadır. Globalism’i “küreselcilik” olarak ifade etmek mümkündür ve bu kavram içinde, dünyanın birbirine bağımlı toplumsal formasyonlardan oluşan bir bütün olduğu, ulusal egemenliklerin ve kültürel farklılıkların erozyona uğrayarak değersizleştiği gibi anlamlar ile ideolojik yaklaşımlar barındırır. 

Küreselleşme ise bu anlam ve ideolojik yaklaşımdan bağımsız, cari bir görüngüye işaret eder. Buradaki alıntıda orjinaline sadık kalınarak kullanılan 
“küreselleşmeci” ifadesi küreselci yaklaşım (globalism)ın karşılığıdır. iddia etmişlerdir (Güzelsarı, 2012). Küresel kültürel güç karşısında yerel kimliklerin içinde bulunduğu tehlike yaygın bir fenomen haline gelmiştir. Küreselleşme
özellikle küçük çaptaki yerel ve geleneksel kültürlere baskı yapmıştır. Yerel olan değerler yok olma tehlikesiyle karşı karşıyadır. 

Kültürel etkinin yanında ekonomik ve siyasi açıdan da, ulusal düzeylerin karşılıklı bağımlılığı ve karar mekanizmalarının ulusüstü yapıların kontrolünde olması gerekliliği bu kozmopolitan yaklaşımın özünü oluşturmaktadır. Yağcı’ya göre (1998); WTO Bakanlar Konseyi toplantılarında, iş standartları, rekabet politikaları, devlet ihaleleri, rüşvet ve ayrımcılık gibi uygulamaların dünya ticareti kapsamında değerlendirmeye alınması, küreselleşmenin “tek bir dünya sistemi” yaratmaya yönelik olduğu konusunda önemli ipuçları vermektedir. Dolayısıyla küreselleşmeciler, yerel kültürlerin yok olacağını ve ulus devletlerin de küresel organizasyonlar tarafından ikame edileceklerini düşünmektedirler. Kültürel farklılıkların ortadan kalkmasıyla etnisiteler, mobilize edilebilen toplumsal fay hattı olma niteliğini yitirecek ve etnik milliyetçilik zayıflayacak, devlet aygıtının milliyetçilik potansiyeli ise yetkilerini küresel kurumlara devrettikçe daralacaktır. 

2.2. Zayıf Ulus Devlet ve Güçlü Yerellikler : 

Ulus devletin ve dolayısıyla resmi milliyetçiliğin zayıfladığı konusunda küreselleşmeciler ile paralel söyleme sahip olan bu yaklaşıma göre; ulusüstü kurumlar uluslar arası sermaye hareketlerini, devlet inisiyatifinden bağımsız hale getirmişlerdir (Hoogvelt, 2001). Sermaye hareketliliğinin artması ile devletin 
kazanç ve servete müdahale imkânının azaldığı, ulusüstü kurumların selahiyet değişimi yaratarak, yetkilerde ulus üstü düzleme kaymalara sebep olduğu ifade 
edilir. Milletler arası ticaretin, bilhassa sanayi malları ticaretinin muhtelif pazarlarda daha geniş coğrafyalara yayılması ile milli ekonomiler dünya ekonomisinin birer şubesi haline gelmişlerdir. Mali piyasaların küresel bir ağla birbirine bağlanması sermayenin etkin vergi denetiminden kurtulmasını sağlamıştır. Ayrıca hükümetler, faiz ve bütçe politikalarına karşı hassas olan borsaların baskısına maruz kalmaktadır. Çok milletli ortaklıkların yükselişi ile birlikte başka ülkelere yapılan yatırımlar artmıştır. Bu ortaklıklar taşınma ihtimalini (exit-option) kullanmakta, hatta bununla hükümetleri tehdit edebildikleri için kendi kararlarını belirlerken milli mevzilere olan bağımlılığı her geçen gün daha da azaltmaktadır (Habermas, 2008). Bunun yanında askeri alanda da ulusüstü yapılar uluslar arası normları dikte etmektedirler. AKKA (Treaty on Conventional Armed Forces in Europe) gibi anlaşmalar ile ulus devletlerin sahip olabileceği askeri güce sınır getirilirken, sahip olunan askeri gücün kullanımı da uluslar arası Harp Hukuku ile sınırlanmıştır. Dolayısıyla bu kurumlar; siyasi, askeri ve ekonomik yaptırımlar ile milliyetçilik ideolojisine içkin ulus devlet egemenliğini törpülemektedir. Resmi milliyetçilik zayıflarken, etnik milliyetçilik ise yükseliştedir. Soğuk savaşın sonunda Avrupa’da, özellikle de Balkanlar’da eski etnik husumetlerin canlandığı görülmüştür. Conversi’ye göre, ideolojisi modernizm olan modernite nasıl çatışmalara neden oldu ise, ideolojisi küreselcilik (globalism) olan küreselleşme de (globalization) etnik çatışmaları ve milliyetçiliği, yabancı korkusunu, ırkçılığı, organize suçları ve dini radikalleşmeyi beraberinde getirecektir (Conversi, 2012). McGarry de (2004); 1973-1996 yılları arasında milliyetçi partilerin aldıkları oy oranlarını ve kimliğe dair yapılan anket sonuçlarını değerlendirerek, Quebec, İskoçya, Katalonya, Bask ülkesi ve K.İrlanda da küreselleşmenin etnik milliyetçiliği güçlendirdiğini tespit etmiştir. 

Peki etnosentrik tepkileri tetikleyen mekanizmalar nelerdir? 

Bu konuda en yaygın iddia, küreselleşmenin tek kültürü empoze projesine tepkisel gelişen yerel kültürlerin korunmasına yönelik hareketlerin etnik milliyetçiliği güçlendirdiği önermesidir. Yerel kültürlerin varlığına tehdit olarak görülen küreselleşmeye tepki kapsamında değerlendirilen bu mekanizmaya ek olarak bireyin “özne olma” talebi de bu tepkiyi güçlendirmektedir. Castells’e göre (2008), zenginlik, teknoloji ve iktidar ağlarının yol açtığı küreselleşme ve enformasyon elleşme, dünyamızı dönüştürüyor. Aynı zamanda toplumları da çözüyor. Devlet kurumları ve sivil toplum örgütleri kültüre, tarihe ve coğrafyaya dayalı olduğundan, tarihsel temponun aniden hızlanması ve iktidarın bir bilgisayar ağında soyutlanması mevcut toplumsal kontrol ve siyasi temsil mekanizmalarını ayrıştırıyor. 

Küçük bir globopolitan (yarı varlık-yarı akış) elit dışında tüm dünyada insanlar, hayatları, çevreleri, işleri, ekonomileri, hükümetleri, ülkeleri ve nihayetinde 
Dünya’nın kaderi üzerindeki denetimlerini yitirmenin sıkıntısı içindedirler. Tekrar kontrolü tesis etme isteği ile ulus devletin karşılayamadığı talepler, bireyleri, 
çoğunlukla direniş, kısmen de proje kimliği üzerine inşa edilmiş cemaat veya gruplara yani etnisitelerine yakınlaştırmaktadır. 

Ayrıca, zayıflayan ulus devletler yitirdikleri iktidarlarını ve sarsılan meşruiyetlerini tekrar temellendirebilmek için bir kısım yetkilerini ve imkânlarını 
ulusüstü kurumların da baskısıyla yerel yönetimlere devretmekte ve böylece yerelleşme daha bağımsız ve daha güçlü bir yapıya kavuşmaktadır. Bu sayede yeni yerel patronlar ve liderler türemekte ve bundan sonra hem yerel patronlar ve liderler hem de ulusal seçkinler müşterek menfaatler dâhilinde hareket etmektedirler. Çünkü bu örtülü anlaşmaya uyum, mevcudiyetlerinin de garantisi olacaktır. 

Küreselleşmenin etnik milliyetçiliği tetikleyen bir diğer niteliği de, uluslar arası göçü artırmış olmasıdır. Etnik milliyetçiliklerin artışında göçün önemine 
dikkat çeken Habermas’a göre (2008); gücü artan medyanın kuzey-güney/doğu-batı arası refah farkını dünyada gözler önüne sermesi göçü teşvik etmiştir. 
Bu nedenle gelişmiş ülkelerde etnik-dini-kültürel bütünlük değişmeye başlamış, etnik azınlıkların kolektif hak talepleri etnik milliyetçiliğin dışavurumu haline 
gelmiştir. 

2.3. Güçlü Ulus Devlet – Güçlü Yerellikler : 

Ulus devletin zayıfladığını savunan Habermas dahi (2008); küreselleşme neticesinde, devletin düzenleme işlevlerinde bir azalmanın söz konusu olmasına 
rağmen, klasik nizamın tesisi ve devlet hizmetlerinde bilhassa mülkiyet hakları ve rekabet şartlarının emniyete alınmasında bir değişiklik olmadığını ifade etmektedir. Ona göre, ulus devletler daraltılmış egemenlik alanları ile var olmaya devam edeceklerdir. Ancak bu görüş taraftarları ulus devletin küre selleşme (glocalization) 6 baskısıyla zayıfladığını kabul etmezler. 
6 Roland Robertson’un küreselleşmenin yerellikleri güçlendirdiğine ve bu iki olgunun birlikte fonksiyonel olduğuna atıfla türettiği bir kavramdır. 

Küreselleşmenin aslında hem resmi milliyetçiliği hem de etnik milliyetçiliği güçlendirdiğini ifade eden Smith (2001), geç kapitalizm söyleminin, “küresel” 
ve “yerel” sosyal süreçlerini karşıt bir ikilem çerçevesine yerleştirdiğini, ancak bunun doğruyu yansıtmadığını savunur. Sahraaltı Afrika’da gün boyu su testisi 
ile su arayan bir kadını örnek vererek devletlerin, toplumların ve hatta bireylerin farklı oranlarda küreselleşmeye maruz kaldıklarından hareketle, Castells’in bir 
bütün halinde yerel direniş olarak gördüğünü, yerel altı kutuplaşma olarak nitelendirmiş, küreselleşmenin etnik milliyetçilikleri artıran potansiyelini ise 
doğrulamıştır. 

Ancak Castells’ten farklı olarak ulus devletlerin yıpranan egemenliklerini yeniden üreterek güç kazandıklarını düşünmektedir. Neoliberal kuşatmanın 
altındaki ulus devletin, sosyal refah politikaları uygulama potansiyeli azalmakla beraber, bu devletler sınırlarını göçe karşı koruma tedbirlerini daha da 
artırmışlar, ilticayı sınırlandırıcı kanunlar çıkarmaya başlamışlardır. Kapılarını yabancı yatırıma açarken, yabancılara karşı ülke içinde milliyetçi reaksiyonlar 
artmıştır. 

Daniel Miller ve Don Slater etnoğrafik bir çalışmada, internetin Trinidad’daki etkilerini gözlemlemişler ve bu iletişim aracının Trinidadlıların dış dünyayla 
temaslarını hız ve çeşitlilik yönünden artırırken, aynı anda milli ve yerel aidiyet duygusunu da güçlendirdiğini görmüşlerdir (Resnick, 2010). 
Küreselleşme süreci en azından şimdiki yaşanan şekliyle dünya yüzeyinde bir eşitlik getirme-diğinden, hem kazanan ülkelerde (eşitsizliği meşrulaştırmak 
amacıyla) hem de kaybeden ülkelerde (öfkeyi ifade etmek amacıyla) milliyetçilik gibi ideolojilerin etkili olması için yeterli zemini sağlamaktadır (Arslan, 2012). 

Örnek olarak, Avustralya’da sağcı başbakan John Howard, botlar dolusu mültecilerin oluşturduğu tehdidi manipüle ederek, gerilerde olmasına rağmen 
genel seçimleri kazanmıştır. Avrupa Birliğinde de durum aynıdır. Her nekadar 1979’dan itibaren kapsayıcı ulusüstü yapısıyla Avrupa Parlamentosu gücünü artırsa da, Avrupa Komisyonu ve Avrupa Konseyi milli çıkarlar doğrultusunda yönlendirilmektedir. Avro Bölgesi krizi devam ederken, Almanya’nın “istikrar yok ise dayanışma da yok” politikası ve Yunanistan’a kriz gözlemcileri göndermesi komşu ülkelerde Alman milliyetçiliğinin devam ettiği şüphelerini canlı tutmaktadır (Habermas, 2012). Hall ise (2008), aksi iddia edilse de buna en iyi örneğin ABD olduğunu düşünmektedir. Birkaç yıl önce Texas valiliği seçimlerinde İspanyolcanın yaygınlaşma tehdidine karşı kullanılan “İngilizce İsa Mesih için yeterliyse, Texas için de yeterlidir” sloganının resmi milliyetçiliğin açık bir göstergesi olduğunu, hatta Hollywood’un ve tüketim kültürünün Amerikan vatandaşları üzerinde müthiş bir türdeşleştirici baskısının bulunduğunu iddia 
etmektedir. Diğer bir deyişle ulus devlet aygıtının ürettiği resmi milliyetçilik etnik milliyetçilik gibi tırmanıştadır. 


2.4. Süreçlerin Kombinasyonu ve Sınırlılığı

Küreselleşme-milliyetçilik ilişkisi kapsamında buraya kadar değinilen görüşlerde savunulan mekanizmaların genellikle, tikel gözlemlere dayalı olması 
dikkate değerdir, dolayısıyla genel geçer anlatılar da bir diğer tikellik tarafından yanlışlanabilmektedir. Küreselleşme olgusunun hem dünya geneline yayılımı eşit yoğunlukta değildir, hem de küreselleşmeye maruz kalındığında her yerde aynı tepkiler gelişmemektedir. Ken Booth da (2005), küreselleşmenin genel olarak en önemli özelliğinin, farklı gruplar (sınıf, millet, cinsiyet vb.), devletler ve bölgeler üzerinde farklı etkiler yaratması olduğunu ifade etmiştir. 

Bunun yanında küreselleşme-milliyetçilik ilişkisinde değindiğimiz mekanizmaların ise birlikte fonksiyonel olduklarını ve milliyetçilikleri kombine bir etkiye 
maruz bıraktıklarını, her mekanizmanın da bir sınırlılığı olduğunu söylemek mümkündür. 

Küreselleşmenin resmi milliyetçiliği zayıflattığı da, aynı zamanda etki-tepki kapsamında yeniden ürettiği de doğrudur ancak her iki sürecin de bir diğerini 
tüketecek güce sahip olmadığı da açıktır. A.D.Smith, ulus devletin aşılarak Dünya devleti kurulması önünde “ortak hatıra” eksikliğinin engel oluşturduğunu 
ifade etmiştir. Hutchinson ise; ulus devletlerin küreselleşmiş yeni dünya düzeni içerisinde egemenliklerini tesis etmenin yollarını aradıklarını, AB’nin gelişimini 
ulus devletin zayıflamasından çok, ulusal seçkinlerin giderek küreselleşen bir dünyada egemenliklerini azamileştirmek için başvurdukları yeni bir strateji olarak açıklamanın daha doğru olduğunu düşünmektedir (Hutchinson, 2008). Resmi milliyetçilikler; kendi iktidar ağlarına küresel ve yerel odakların dahil olmasıyla daralan egemenlik sorunlarını, ulusüstü kurumlardaki etkinliklerini artırarak aşmaya çalışırken, homojen millet kurgularını da çok kültürlülük ile revize ederek meşruiyet zeminlerini sağlamlaştırma çabası içerisindedirler. 

Etnik milliyetçiliğe küreselleşmenin etkilerinde de benzer bir durum söz-konusudur. Bazı ulusal kültürel normların sınırlarını aşarak küresel değer haline 
geldiği doğrudur, fakat küresel kültürün yerel olanı tamamen yok ettiğini söylemek henüz mümkün değildir. Küresel kültür-yerel kültür etkileşiminde üç farklı olasılık küresel kültürün reddi, benimsenmesi veya kültürel melezleşme- olması, küreselleşmenin dünya genelinde homojen bir etki tesis edememesi vb. 
faktörler bu önermeyi sınırlandırmaktadır. 

Guibernau’ya göre (2010); küreselleşme kültürel kimlikleri, onların homojen özgünlüğünü bozarak sınırlamaktadır, aynı zamanda da kültürlere kendilerini 
yeniden üretmek için yeni teknolojileri kullanma olanağı sunmakta ve onlara yaşama, gelişme ve çeşitlenme hakkı tanımaktadır. Richmond da (1994), iletişim ağlarındaki teknolojik gelişmelerin, uydu teknolojilerinin, kitle iletişim ağlarının, ulaşım imkanlarının etnik farklılıkları korumayı kolaylaştırdığını ifade etmektedir. 

3. SONUÇ: 

Hakkında oluşmuş geniş literatüre rağmen tanımı ve etkileri konusunda fikir birliği sağlanamamış bir olgu olarak küreselleşme; ulusüstü, ulusal ve yerel 
seviyedeki siyasal, kültürel, ekonomik ve ideolojik alanların birbirlerini etkileme güçlerini ve geçişkenliklerini artırmış, fiziki sınırlardan bağımsız etkileşime
imkan tanımıştır. 

Bu etkileşim ulusal düzeyleri karşılıklı olarak daha bağımlı hale getirmiş, karar mekanizmalarını ulus üstü düzeye ötelemiş, resmi milliyetçiliğe içkin ulusal 
egemenlik idealini -hem uluslar arası arenadaki, hem de ülke sınırları içindeki devlet egemenliğini- erozyona uğratmıştır. Aynı zamanda küresel bir kültür 
oluşumunu hızlandırarak, yerel kültürleri yok olma tehlikesiyle karşı karşıya getirmiş, böylece kültürel fay hatlarını manipule eden etnik milliyetçiliği de 
zayıflatmıştır. 
Ancak yine küreselleşmenin sunduğu imkanlar ile; yok olma ihtimaline tepkisel gelişen etnik milliyetçilik güçlenmiş, resmi milliyetçilik ise yerel ve ulus 
üstü baskılar karşısında yıpranan egemenliğini küresel organizasyonlar üzerinden yeniden tesis etmeye, meşruiyetini ise kapsamını küresel değerler ile 
uyumlu hale getirerek sağlamlaştırmaya çalışmıştır. Hatta bazı ülkelerde etnik milliyetçilikler sayesinde resmi milliyetçilik daha da güçlenmiş, milliyetçi 
sağ partilerin başarısı beklenmedik oranlarda artmıştır. Ancak tüm bu büyük anlatıların gerçekleşme düzeyleri değişken ve sınırlı olmuştur. 

Sonuç olarak; küreselleşmenin farklı gruplar ve topluluklar üzerinde farklı tepkiler yarattığını, dünya genelinde aynı yoğunlukta etkin olmadığını, milliyetçilik ideolojisini ise zayıflatırken güçlendirdiğini, fakat bu paradoksal etkilerine sınırlılıkların içkin olduğunu söyleyebiliriz. Bu nedenle küreselleşme, etki alanının özgün koşulları bağlamında sonuçlar üreten, yönlendirilebilir bir süreçtir. 

KAYNAKÇA 

Arslan, E. (2012), Milliyetçilik, Gökhan Atılgan, E.Atilla Aytekin (Ed.) içinde, Siyaset bilimi: kavramlar, ideolojiler, disiplinler arası ilişkiler, İstanbul, 
Yordam Kitap Basın ve Yayın. 
Aslan, S. (2003), Modernizme bir başkaldırı projesi olarak postmodernizm, C.Can Aktan (Ed.) içinde, Moderniteden postmoderniteye değişim, 
Konya, Çizgi Kitabevi. 
Bauman, Z. (1998), Küreselleşme, İstanbul, Ayrıntı Yayınları. 
Booth, K. (2005), Two terrors, one problem, Ersel Aydınlı, James N. Rosenau (Ed.) içinde, Globalization, security and the nationstate, 
Newyork, State University of Newyork Press, pp. 27-48. 
Castells, M. (2008), Kimliğin gücü, (Tra. Ebru Kılıç), İstanbul, Bilgi Üniversitesi Yayınları. 
Conversi, D. (2012), Modernism and nationalism, Journal of Political Ideologies, 1/ (17), pp 13-34. 
Giddens, A. (2008), Sosyoloji, İstanbul, Kırmızı Yayınları. 
Guibernau, M. (2010), Küreselleşme, modernite ve ulusal kimlik”, Işıtan Gündüz (Ed.) içinde, Ulusal kimlik ve etnik açılım, İstanbul, Sarmal Yayınları. ss.61-78. 
Guibernau, M. (1996), Nationalisms: the nationstate and nationalism in the twentieth 
century, Stafford, Polity Press. 
Güzelsarı, S. (2012), Küreselleşme, Gökhan Atılgan, E.Atilla Aytekin (Ed.) içinde, Siyaset bilimi: kavramlar, ideolojiler, disiplinler arası ilişkiler, 
İstanbul, Yordam Kitap Basın ve Yayın. 
Habermas, J. (2008), Küreselleşme ve milli devletlerin akıbeti, İstanbul, Bakış Yayınları. 
Habermas, J. (2012), Bringing the integration of citizens into line with the integration of states, European Law Journal, 4/(18), pp. 485-488. 
Holton, R.J. (1998), Globalization and the nationstate, London, Macmillan Press LTD. 
Hoogvelt, A. (2001), Globalization and the postcolonial world, (2nd ed.), London, Palgrave Publishing. 
Hutchinson, J. (2008), Milliyetçilik, globalizm ve medeniyetler çatışması, Ümit Özkırımlı (Ed.) içinde, 21.yy.da milliyetçilik, İstanbul, 
İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, ss. 77-100. 
Hall, J.A. (2008), , Milletleri türdeşleştirmenin koşulları, Ümit Özkırımlı (Ed.) içinde, 21.yy.da milliyetçilik, İstanbul, 
İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, ss. 15-34. 
McGarry, J. (2004), Globalization, european integration and the northern conflict, In John 
McGarry and Brendon O’Leary (Ed.), The Northern Ireland conflict, Oxford, Oxford University Press, pp. 294-322. 
Resnick, P. (2010), Kozmopolitanizm ve milliyetçilik, Alain Dieckhoff, Christophe Jaffrelot (Ed.) içinde, Milliyetçiliği yeniden düşünmek, 
(Tra. Devrim Çetinkasap), İstanbul, İletişim Yayınları, s.315-334. 
Richmond, A.H. (1994), Ethnic nationalism and post-industrialism, In John Hutchinson, Anthony D.Smith (Ed.), Nationalism, Oxford, 
Oxford University Press, pp.289300. 
Robertson, R. (1999), Küreselleşme, (Tra. Ümit H. Yolsal), Ankara, Bilim ve Sanat Yayınları. 
Sarıbay, A.Y. (2001), Postmodernite, sivil toplum ve islam, İstanbul, Alfa Yayınları. 
Smith, M.P. (2001), Transnational urbanization, Massachusetts, Blackwell Publishers Inc. 
Yağcı, H. (1998), Küreselleşme, [Available online at: www.foreigntrade.gov.tr/ead/DTDERGI/tem98/turkdunya.htm], Retrieved on 22 Nowember 2009. 
Yeni Dünya Göç Sistemi: Avrupa Odaklı Modern Analiz 

***

27 Haziran 2017 Salı

Solculuk, Milliyetçilik, Kuvayı Milliyecilik,


Solculuk, Milliyetçilik, Kuvayı Milliyecilik,

Özgür Billur
09.02.2004/Sayı:49




İleri 18-19TÜRKSOLU’nun geçtiğimiz Temmuz ayında çıkan “Türk’ün Ateşle İmtihanı” sayısı, Türk siyasi hayatında en çok tartışılan dergi kapaklarından 
biri olarak tarihe geçti. Günlük gazeteler bu sayıyı manşetten verdiler. Aylardır süren Kızıl Elma tartışmaları, bu sayımızdan sonra başladı.

“Türk’ün Ateşle İmtihanı” özel bir sayıydı. Kendini Atatürkçü ve milliyetçi olarak tanımlayan aydınlarımız, Kuvayı Milliye temelinde bir milli mücadele çağrısı 
yaptılar. Bu aydınların 1980 öncesi farklı siyasi kamplarda olması, ama bugün aynı tespitleri yaparak Kuvayı Milliye çağrısı yapması, Kuvayı Milliye, sol ve 
milliyetçilik kavramları üzerinde yeniden düşünmemizi sağladı. Bu kavramlar Türk siyasetinde belki de içi en çok boşaltılmaya çalışılan ve yanlış kullanılan 
kavramlar.

İleri Dergisi yeni sayısında, son günlerde en çok tartışılan Solculuk, Milliyetçilik ve Kuvayı Milliyecilik konusunu kapağına taşımış. Derginin bu sayısında 
sürekli yazarların dışında Mustafa Erkal, Zeki Hacıibrahimoğlu, Cemal Şener, Şener Üşümezsoy, Halit Kakınç gibi aydınların yazıları dikkat çekiyor.

Hangi Kuvayı Milliye

Türkiye’nin bir Kuvayı Milliye’ye ihtiyacı olduğu tespiti artık birçok çevrede yapılıyor. Bizim bu çağrımız yeni değil. Ancak Kuvayı Milliyeciliğin doğru 
tanımlanmaması öyle komik görüntüler yaratıyor ki, Kuvayı Milliye mahkemelerinde asılan şeriatçılar Kuvayı Milliyeci oluyorlar. Ya da iktidardayken Batının tüm talimatlarına uyan, uyum yasalarını kabul edenlerle, Türk’üm diyemeyen maocular birlikte Kuvayı Milliyecilik oynuyorlar.

İleri Dergisi bu sayısında Türkiye’de sol, sağ, milliyetçilik kavramlarının ne anlama geldiğini tarihsel perspektif içinde ele alarak, Kuvayı Milliye tartışmalarına ufuk açıyor. Yanlış kullanılan kavramlar yerli yerine oturtulurken, Kuvayı Milliye’nin hangi ideolojik temellere oturduğu da ortaya çıkıyor.

Türkiye’de Solun halktan ve soldan kopuşu

TÜRKSOLU yayın hayatına “Komprador Değil, Ulusal Sol” sloganı ile başlamıştı. Güneş Ayas, “Türkiye’de Sol, Marksizm ve Milliyetçilik” yazısında aldığımız 
bu politik tavrın ideolojik köklerini ortaya koyuyor.

Ayas, yazısına Türkiye’deki solun enternasyonalist şablonlar yüzünden kendi milletine ve devletine tavır aldığı tespitini yaparak başlıyor. Dünyada eşi benzeri 
olmayan bir soldur Türkiye’deki. Dünyada ve Türkiye’de tüm teoriyi yeniden yazacak gelişmeler olmuştur. Asya’da, Afrika’da, Amerika’da, yani ezilen dünyadaki sol hareketler milliyetçi devrimler gerçekleştirmiştir. Bunun yanında bu hareketlerden bağımsız olarak ortaya çıkan milliyetçi devrimler de Marksizmle ve solla birleşmiştir. Dünyada sol ile milliyetçilik birleşmiştir. Ancak Türkiye’deki şabloncu sol, bu gerçeği ne teorik ne pratik düzlemde kabul eder.

Örnek verirsiniz, milliyetçi bir devrim olan Küba devriminin iki yıl sonra sosyalizmi benimsediğini ya da Vietnam, Kamboçya gibi ülkelerde komünistlerin milli devletleri kurduğuna ikna edemezsiniz. Türk Devrimi dersiniz, sol bir programla devrim yaptık, ulus-devleti kurduk; kabul etmez. Çünkü Türkiye’deki solun kafası Avrupamerkezcilik tarafından iğdiş edilmiştir.

Sol Ulus-Devleti savunur

Batıda burjuvazi, ulusu kendi pazarını yaratmak için uydurmuştur. Bu tanım Avrupa için doğrudur, ancak Doğuda ulus toplumsal ve tarihsel bir gerçektir. 
Sömürgeciliğe ilk isyanlar milliyetçilik temelinde yükselmiştir. Milliyetçilik, emperyalizme karşı direnişin ideolojisi olmuştur. Sınıf mücadelesi, ezilen dünyada millet temelinde gelişmektedir. Amerika kıtasında 1781’de Tupac Amaru isyanı ile başlayan, Bolivar ve Meksika Devrimi’yle devam eden milliyetçi devrimler toprak devrimi, kamulaştırma gibi sol bir programa sahiptirler.

Sınıf mücadelesinin esası hiçbir zaman işçi sınıfının enternasyonali olmadı. Emperyalizmin sömürgeleştirme saldırısına direnen toplumlar, milliyetçi bir 
mücadele verdiler. Sol bu mücadele içinde gelişti. Marksizm varlığını bu mücadelelere borçludur. Bu hareketler Marksizmi hayatla buluşturmuştur.

Ayas, Lenin’in keşfettiği “ulus” gerçeğini derinleştirirken, ezilen ulusların ancak devlet kurarak ve bu devleti koruyarak var olabileceklerini belirtiyor. 
Böylece Marksist devlet teorisini yeniden ele alarak, devletin hakim sınıfın proletarya üzerindeki baskı aracı olarak tarifi reddediyor. Bunun yanında 
Sovyetler Birliği örneğini vererek, devletlerin de yapay birlikler olamayacağını, ancak milliyet temelinde bir devlet oluşabileceğini anlatıyor.

Emperyalizmin bugünkü hedefinin ulus-devletlerin parçalanması olduğu gerçeğini düşünürsek bu tezlerin haklılığını daha iyi görürüz. Ancak Türkiye’de sol, kutsal kitaplarda(!) yazılanlara iman ettiğinden gerçeklere gözünü kapayarak, sınıf mücadelesini ulus-devletin korunması üzerinden yapmayı bırakın, millet ve devlet düşmanlığı yapmaktadır. Böylece halkla hiçbir bağı kalmamaktadır.

Türk Solu Milliyetçidir

Türkiye’de sol son yirmi yılda yalnızca halktan kopmamıştır, soldan da kopmuştur. Çünkü Türkiye’de sol gelenek milliyetçidir. Türkiye’de 1980 öncesi verdikleri mücadeleyi ikinci kurtuluş savaşı olarak değerlendirmeyen solcu çok azdır.

Kaya Ataberk, “Türk Solu’nda Milliyetçilik ve Sosyalizm” yazısında ulusal sol çizginin köşetaşları üzerinden bir değendirme yapıyor. Ulusal sol teori, 
Sultan Galiyef, Kadro ve Yön hareketleri ile gelişmiş, günümüzde TÜRKSOLU ile devam etmektedir. Bu çizgi Marksizmin şablonlarına karşı bir mücadele içinde 
gelişmektedir.

Marksist şablondan ilk kopuşu Sultan Galiyef gerçekleştirmiştir. Lenin’in “ezen ulus-ezilen ulus” teorisini daha da geliştiren Galiyef, “proleter ulus-burjuva ulus” kavramını üretmiştir. Galiyef teorisini daha da derinleştirerek, proleter ulusların burjuva uluslar üzerinde diktatörlüğünü önermektedir. Galiyef teorisini milletler mücadelesi temeline oturtmuştur ve milli bir sosyalizm tarif etmiştir.

Türkiye’de ulusal sol, 1930’larda Kadro, 1960’larda Yön ile yeni ideolojik açılımlar yapmıştır. Kadro ve Yön, ulusal kurtuluşçudurlar. Kaya Ataberk, yazısında ulusal solun temel kavramlarının (millet, milliyetçilik, sınıf, sosyalizm) Kadro ve Yön’deki gelişim sürecini anlatırken her iki harekete de birer eleştiri getiriyor.

Kadro, emperyalizme ve kapitalizme karşı sosyal milliyetçilik kavramını geliştirirken, bunu sınıfsal bir tahlil olarak ele almaz. Kadro’ya göre, ezilen dünyada sınıflaşma yaşanmamıştır. Ancak sınıflar insan iradesinden bağımsız oluşur ve ezen uluslarla ezilen uluslar arasındaki mücadele dünya çapında ortaya çıkan sınıf mücadelesinin sonucudur. Sınıfsız topluma ulaşmak Ataberk’in dediği gibi ezilen sınıflara dayanarak olur.

Doğan Avcıoğlu’nun Yön’ü ise, üçüncü dünya sosyalizmi ve Türk Devrimi ile ilgili çok önemli değerlendirmeler yapmakla birlikte Marksizmin beş aşamalı 
şablonuna saplandığı için, sosyalizme geçmek için milli bir kapitalizmi önermiştir. Böylece milleti bölen burjuva sınıfına millilik atfedilmiştir. Buradan çıkarılacak ders, ezilen dünyada solun ancak Marksist şablonlardan tamamen sıyrılarak tutarlı bir milliyetçi sol teori geliştireceğidir.

Kuvayı Milliyenin temeli Atatürk milliyetçiliğidir

Kuvayı Milliye çağrısı miliyetçilik temelinde yükselmektedir. Peki ama hangi milliyetçilik? İnan Kahramanoğlu, “Türkiye’de Milliyetçilikler ve Atatürk Milliyetçiliği” başlıklı yazısında Türkiye’de Atatürk milliyetçiliği dışındaki anlayışların yanlışlarını ortaya koyuyor. Bugün milliyetçi çevrelerin sola karşıt, emperyalizme ılımlı yaklaşımlarının altında bu yanlış milliyetçi anlayışlar vardır.

Kahramanoğlu, yazısında milliyetçi ideolojinin en önemli isimlerinden Ziya Gökalp, Yusuf Akçura ve Nihal Atsız’ı ele alarak, onların milliyetçilik anlayışları ile Atatürk milliyetçiliğini karşılaştırmış.

Atatürk’ü bu üç isimden ayıran en önemli özellik Batıya karşı takındığı tavırdır. Atatürk’ün milliyetçiliği Batı sömürgeciliğine ve emperyalizmine karşı 
Türk milletinin var olma mücadelesinin adıdır. Batı, Türkleri aşağı görür. Atatürk ise Türklerin köklü bir tarihe sahip olduğunu ve medeni bir millet olduğunu 
ispata çalışır. Ne Gökalp’te, ne de Akçura’da bu tip bir Batı karşıtlığı vardır. Hatta, onlara göre Batı uygardır. Onların teknolojik üstünlüğünü almak gerekir. 
Gökalp, “hars-medeniyet” ayrımı yaparak Batının daha medeni olduğunu ve ancak onu alırsak gelişebileceğimizi iddia etmiştir. Atsız ise, Batının ırk teorisini 
benimseyerek, milliyetçilik adı altında milleti bölen bir fikri savunmuştur.

Atatürk’ün milliyetçiliği hayalci değildir, gerçekleşmeyecek bir Turan peşinde koşmaz. Misak-ı Millicidir. Turan hayalleri vatan ile milleti birbirinden kopardığı 
gibi, milliyetçileri esir Türkleri kurtarmak için(!) Almanya gibi emperyalist devletlerin peşine takmıştır.

Atatürk’ün milliyetçiliği laiktir, milleti bölen dini ve mezhepsel unsurlara izin vermez. Bu sert tavır Gökalp’te de, Akçura’da da görülmez. Atatürk’ün milliyetçiliği 1920’den sonra diğer anlayışların hepsini etkisizleştirmiş ve devletin kuruluş ideolojisi olmuştur. O andan itibaren Ziya Gökalp ve Yusuf Akçura, Atatürk’ün yanına gelmişlerdir.

1940’larda ortaya çıkan Nihal Atsız ise Kemalizm düşmanlığı yaparak, milliyetçi çevre içinde büyük bir tahrifata yol açmıştır. Atsız aynı zamanda katıksız sol 
düşmanıdır. Rusya başdüşmandır ve NATO müttefikimizdir. ABD’yi ise demokrasinin beşiği olarak görür.

Atatürk milliyetçiliği dışında tüm milliyetçilikler iflas etmiştir. Zaten emperyalizmin hedefinde onu dize getiren Atatürk milliyetçiliği vardır. Milliyetçiler, yanlış milliyetçi anlayışları terkedip Atatürk milliyetçiliğine sarılmalıdırlar.

Milliyetçi tavrı kim aldı

Türkiye’de kimi milliyetçiler, özellikle son günlerde TÜRKSOLU’nun adının sıkça duyulmasından sonra şu propagandaya başladılar: Biz milliyetçiyiz, vatanımızı 
savunuruz. Sol ise Rusçudur, vatansızdır, haindir. Ali Özsoy, “Milliyetçi tavrı kim aldı” yazısında Türkiye’nin yakın tarihinden örnekler vererek bu propagandayı 
çürütüyor.

Türkiye’de sol milliyetçi tavır alırken, kendine milliyetçi diyen gelenek yabancılarla ortak hareket etmiştir. 1940’larda Almanya’nın yanında yer alan milliyetçiler 1950’den sonra ABD’yle birlikte hareket etmişlerdir. Sol içinde sadece küçük bir grup Rus yanlısıdır, ezici çoğunluk tam bağımsız Türkiye için ABD emperyalizmine karşıdır. Sadece ABD emperyalizmi değil, Sovyetlerin Afganistan ve Çekoslovakya’yı işgalinden sonra Rus emperyalizmi de solun düşmanıdır. 

TİP Genel Başkanı Mehmet Ali Aybar bu konuda en sert tavrı almıştır.

1940’larda Atatürkçü politikalardan vazgeçildiği dönemde Aziz Nesin, Rıfat Ilgaz, Sabahattin Ali gibi solcu aydınlar, Türkiye’nin ABD’nin güdümüne girmesine 
karşı mücadele yürütmüşlerdir. Nazım Hikmet’e vatan şairi denmesi boşuna mıdır? 1968’de devrimci gençler Atatürkçü ve milliyetçi bir başkaldırı ile tam 
bağımsız Türkiye için mücadele etmişlerdi.

Peki, milliyetçiler ne yaptılar? ABD’nin finanse ettiği Komünizmle Mücadele Dernekleri’nde örgütlendiler ve “Bağımsız Türkiye” diyen gençlere saldırdılar. 
Türkiye’yi bölmek isteyen ABD’ye karşı alınan tavrın ise milliyetçilikle alakası yoktur. 1970’lerde MC hükümetlerinin tek bir milliyetçi uygulaması olmadığı gibi, ABD ile iyi ilişkilere büyük önem vermiştir. 1990’larda hükümet ortağı MHP’nin ABD ve AB’ye aldığı tavır da ortadadır. Türkiye’yi bölmek bir kürt devleti kurmak için çalışan bu emperyalist güçlere tavır alınmadığı gibi, AB’ye onurlu üyelik propagandası yaplmıştır.

Kuvayı Milliye Soldur

En can alıcı noktaya geldik. Kuvayı Milliye hareketinin karakteri sağ mıdır, sol mu? Aslında buna verilecek cevap çok basit: 1919’ların Kuvayı Milliyesi, 
emperyalizme karşı halkçılık programıyla savaşmıştır ve bunun siyasi literatürdeki adı soldur.

Bugün 1919 öncesi koşulları yeniden yaşadığımız düşünülürse, çözüm olarak niçin Kuvayı Milliye’yi önerdiğimizi görebiliriz. O gün olduğu gibi bugün de 
siyaset kurumu halkın iradesini yansıtmıyor ve ülkenin bölünmesine hizmet ediyor. 60 yıllık siyaset mekanizmasının ülkeyi getirdiği nokta bu, bölünme ve 
sömürgeleşme süreci. Bu siyaset kurumunun başında sağcılar var. Erkin Yurdakul, “Neden ille de Solculuk” yazısında sorduğu soruya “Türkiye’yi 60 yıldır 
sağcılar yönetiyor ve bunun için solcuyuz.” diye cevap veriyor.

Kuvayı Milliye’nin sol olduğu ortadayken kimileri bunu saklamak gerektiğini düşünüyor. Yurdakul, bunlara şöyle sesleniyor: “Bugün ulusal siyasette Kuvayı 
Milliye’nin solculuğunu gözlerden gizlemeye çalışanlar, meseleyi dünya gerçeği üzerinde kurduklarında kimden neyi kaçırıracaklar? ABD’nin ve AB’nin Türkiye’ye bakışı ne olacak? Dünyanın sağcıları Kuvayı Milliye Türkiyesine sol diye bakmışlardı, sol diye bakacaklar. Çünkü serbest piyasaya karşı tam bağımsız, kendi kaynaklarını kontrol eden, halkçı rejime tüm dünyada solcu denmektedir.”

Samimi olarak Kuvayı Milliye’yi savunan Türk milliyetçileri, liberalizm ve sağcılığın propagandasından kurtulmalıdırlar. Hem Türkiye’yi Batıya bağlayan 
sermaye, hem Türk devleti savunulamaz.

Kuvayı Milliye, emperyalizme, kapitalizme ve gericiliğe karşıdır. Türk devletini ve milletini savunur. Doğulu ve müslüman kimliğine sahip çıkar ve ezilen 
milletlerle dayanışma içindedir. 

Bunun adı soldur.

 http://www.turksolu.com.tr/49/billur49.htm


***

2 Mart 2017 Perşembe

Suriyeli Mültecilerin Türkiye Basınında Temsili BÖLÜM 2



 Suriyeli Mültecilerin Türkiye Basınında Temsili BÖLÜM 2

Söylem Analizi 

Suriyeli mülteciler hakkındaki köşe yazıları söylem analizine tabi tutulduğunda karşılaşılan manzara daha karmaşıktır. Söylem mevzubahis olduğunda 
dilin nasıl kullanılıp kurgulandığına bağlı olarak olumlu içerikle olumsuz söylem gelişt irmek veya tam tersi mümkündür. Bu açıdan bakıldığında içerik 
ile söylemin örtüşmediği durumlar rastlanabilen vakalardır. Bu durum, örneklerle söylemi incelemeden önce olumlu ve olumsuz söylemlerin sayısına 
bakmayı faydalı kılmaktadır.


Tablo 3: Olumlu-olumsuz söyleminin aylara göre dağılımı 

Bu dağılıma baktığımızda en fazla dikkat çeken değişikliğin içerik söyleme aktarılırken Hürriyet gazetesinin köşe yazılarında daha olumlu bir dil kullanıldığıdır. 
Bu ilk bakışta olumlu bir değişiklik gibi gözükmektedir. Ancak ilgili köşe yazılarına daha dikkatli bir şekilde bakıldığında, bu yazıların odak 
noktasının iç siyaset olduğu, mültecilerin yaşadığı sorunlardan bahsederek hükümeti yıpratmaya dönük yazılar olduğu gözükmektedir. Dolayısı ile yazıların 
ana odağı mültecilerin sorunlarına odaklanmak yerine onları iç siyasetin malzemesi yaparak kendi pozisyonunu tahkim amacıyla kullanmaktadır. Böylesi 
bir yaklaşımda mesele şu şekilde işlenmektedir: 

“Şimdi yaz, idare edebiliyorlar ama üç ay sonra nerede, nasıl hayatta kalabilecekler meçhul! Bakıyorum memleketimizin zengin Müslümanları, lüks 
davetlerle iftar yemekleri verme yarışı içindeler. Başta Başbakan olmak üzere devletliler bu davetlere katılıyor, yiyor, içiyor, nutuk atıyorlar. Ama Suriyeli 
göçmenlerin hallerine el uzatan kimse yok. Binlerce kilometre ötede deprem olduğunda “Müslüman kardeşlerimize yardım” diye ortalığa dökülen örgütlerin 
de hiçbiri ortada yok. Türkiye, ölümden kaçan bu insanlara elbette “Sizi istemiyoruz” diyemezdi. Normal ve insani olan tutum o göçmenlere kapıları 
açmaktı. Anormal olanı ise onları böyle ortalıkta bırakmaktı. “Saldım çayıra, Mevlam kayıra” diye özetlenebilecek bir göçmen politikası, bu hükümetin 
utancı olmalıdır.”20 

Örnekten de açıkça görülmektedir ki her ne kadar ilk bakışta olumlu bir söylem üretilse de, daha dikkatli ve detaylı bir inceleme, mültecilerin içerisinde 
bulunduğu zor şartların dillendirilmesinin esas amacının mültecilerin şartlarını iyileştirmek çabası olmadığını, konunun siyasi çıkarlar ve tartışmalar 
için kullanıldığını göstermektedir. Benzer bir sorgulama Sabah gazetesi köşe yazıları için yapıldığında içerik ve söylem bazında olumlu-olumsuz 
dengesinin pek değişmediği sonucuna ulaşmak mümkündür. Değişimin gözlendiği kısıtlı yazılarda ise dengeli veya olumsuz içerik ile olumlu söylem üretmiştir. 

İçerikten söyleme geçilirken köşe yazılarının mülteci meselesine bakışlarındaki değişikliğin analizinden sonra, dikkat edilmesi gereken bir diğer 
husus olumlu veya olumsuz içeriğin hangi odakla ve amaçla üretildiğidir. Bu mukayesenin daha kolay yapılabilmesi için iç politika, dış politika, güvenlik 
ve insani odaklı olmak üzere dört ana perspektif belirlenmiş ve incelenen köşe yazılarının hangi perspektif(ler)i yansıttığı üzerinde durulmuştur. Bu 
noktada ilk dikkat çeken husus her iki gazetede de insani perspektifin diğer perspektiflerle karşılaştırıldığında azınlıkta kaldığıdır. Mülteci meselesi incelenen 
yazılar için büyük oranda başlı başına bir insani mesele olmanın ötesinde iç politikayı, dış politikayı ve güvenliği ilgilendirdiği oranda sorunsal 
haline getirilmiştir. Aşağıdaki örnekler bu noktayı daha anlaşılır kılacaktır:

 “İçişleri Bakanlığı’nın sokaklardaki içler acısı durumda olan Suriyeli mültecilerin toplanacağını, kamplara yerleştirileceğini ve kayıt altına alınacağını 
açıkladıktan sonra Suriyeliler toplanmaya başlandı. Üsküdar’da, Taksim’de çocuklarıyla perişan halde yaşayan aileler yok artık! Şimdi “ 
Gözümüzün Önünde ” değiller... Sorunu çözdük mü, yoksa halının altına mı süpürdük? Çok önceden yapılması gereken bir işti bu... Kamplarda sokaklardan 
daha mı iyi durumdalar, yakında öğreniriz nasıl olsa... Ve daha önemlisi 1,5 milyona ulaştığı söylenen Suriyeliler ile ilgili uzun vadeli çözümümüz ne? 
Bunu bilen bir yetkili var mı acaba?”21 

Suriyeli mültecilerin “içler acısı” durumundan, “çocuklarıyla perişan halde yaşayan ailelerden” ve “uzun vadeli çözüm”den bahseden bu yazı ilk 
bakışta Suriyeli mültecilere duyarlıymış gibi gözükmektedir. Ancak yazının ürettiği söylemsel pratiklere bakılınca tablonun tam tersi olduğu, yazının tam 
da Suriyeli mültecilerin “gözümüzün önünde” olmasından şikâyetçi olan “estetik” duruşu eleştirirken, aynı estetik kaygıları paylaşan bir söylem geliştirdiği 
ortaya çıkmaktadır. “Kamplarda sokaklardan daha mı iyi durumdalar, yakında öğreniriz nasıl olsa” cümlesi bu söylemsel pratiği ortaya koymaktadır. 
Kamplarda daha iyi şartlarda olup olmayacağı belli olmayan Suriyeli mültecilerin, şehirlerden yani insanların gözü önünden toplanmasının olumlanması 
söylemsel pratiği açığa çıkartmaktadır. Yazının tartıştığı nokta Suriyeli mültecilerin daha iyi şartlarda yaşaması ve gündelik çözümler yerine kalıcı çözümlerin geliştirilmesi olsaydı, Suriyeli mültecilerin şehirdeki yaşam şartlarından daha iyi bir ortam sunmayacağından şüphelenilen kamplara yerleştirilmesi olumlu bir gelişme olarak sunulmazdı. 

Sabah gazetesindeki köşe yazılarında da benzer bir perspektif kaymasını gözlemlemek mümkündür. İlk bakışta mülteciler sorununa insani açıdan 
yaklaşan söylemlere sahip olan yazıların daha derin bir analizle dış politika perspektifli olduğu gözlemlenmektedir: 

“Kobani’den biraz ileride Yumurtalık’ta giriş kapısı ve toplanma merkezi var. Burada AFAD’ın koordinatörlüğünde ilk kayıtlar ve sağlık kontrolleri yapılıyor. 
Toz toprak içinde o alana gidiyoruz. Bir yanda canlı yayın araçları, bir yanda AFAD Koordinasyon TIR’ı bir yanda da BM Mülteci Örgütü’nün araçları 
var. Tam ortalarında ise çocuklar ve kadınların hatta bebeklerin ağırlıkta olduğu mülteci Kürtler. O manzarayı her gün izlemekle görmek farklı şey. Birkaç parça eşya ve hayvanlarıyla sınıra dayanan bu insanların yüzlerindeki acı ve çaresizlik insanı sarsıyor. Konuştuğum sürece gözyaşları sel gibi akan üç kadından birinin feryadı “Çağdaş Dünya”ya isyandı: “Bu kırımı, bu zulmü bu dünyanın devletleri görmüyor mu? Bu devletlerde vicdan yok mu?” BM’nin ekibi var ama gıda ve ilaç yardımı dışında bir şey yaptıkları yok. Bu yüzden onlara kucak açan Türkiye’nin yaptıklarının ne anlama geldiğini hepsi iyi 
biliyor ve hakkını veriyor.”22 

Diğer örneklere benzer bir şekilde bu yazı da Suriyeli mültecilerin gayri insani koşullarından bahsederken, diğer yandan da mültecilerin koşullarını ikinci plana iten bir başka söylemi üretmektedir. Benzer köşe yazıları özellikle Kobani şiddet eylemleri ve Türkiye’nin IŞİD’e destek verdiği manipülasyonları bağlamında daha belirgin hale gelmektedir: 

“Türkiye’nin IŞİD’e yönelik dolaylı destek verdiğine ve Türkiye- Suriye sınırını IŞİD’in geçişleri sırasında kullandığına dair herhangi biçimde doğrulanması mümkün olmayan ithamlar arttı. Neredeyse, IŞİD’in tüm gücünü, geçirgenliği yüksek olan Türkiye’nin Güney sınırından aldığını ortaya süren, hatta bunu haritalar aracılığıyla ortaya koyan demeçler birbiri ardından ortaya döküldü. Bugün, korunmadığı öne sürülen o sınıra, binlerce insan bir anda yığıldı, sınır kontrolü yapıldıktan sonra Türkiye’ye alındılar. Ancak bir anda, sanal ortamda resmi ya da gayriresmi yüzlerce haber, “Türkiye sınırını Kürt mültecilere kapattı” biçiminde yansıdı”23 

Yukarıda alıntılanan kısımda bir diğer Sabah yazarının yine savunmacı bir refleksle batı basınında var olan Türkiye’nin IŞİD’e destek verdiği ithamına 
karşı pozisyon alarak, Türkiye’nin konumunu Suriyeli Kürt mülteciler üzerinden meşrulaştıran bir söylem ürettiğini görmek mümkündür. 

Her iki gazetede de mültecilik meselesinin insani boyutunu farklı amaçlarla araçsallaştıran yazıların yanında birebir mültecilerle alakalı olumlu ve olumsuz söylem geliştiren yazılar da vardır. Örneğin Hürriyet’in köşe yazarlarından biri, sokak izlenimlerini anlatırken vatandaşlara dair gözlemlerini paylaşmakta ve onların “yoksulluktan, Suriyeli sığınmacılardan, bonzaiden”24 şikâyetçi olduğunu söyleyerek, mültecileri uyuşturucu madde bağımlılığı ile benzeştiren olumsuz bir söylemi üretmektedir. Aynı gazeteden bir başka yazar da mültecilerin varlığını başlı başına bir sorun olarak gören şu cümleleri halkın şikâyeti olarak köşesine taşıyıp desteklemektedir: 

“Emek Mahallesi’nin öncelikli şikâyeti galericiler olmuştur. Fakat son günlerde Suriyeli sorunu, galericileri gerisinde bıraktı. Artık canımıza tak dedi. Hiçbir şey yapmasalar bile, tedirgin oluyoruz. Parkları işgal edip, çocukların oynayacağı yerlere yatıp, ihtiyaç gideriyorlar.”25 

Bu örnekte mültecilerin varlığını “hiçbir şey yapmasa bile” sorun olarak algılayan bir söylem vardır. Mülteci meselesine bu bakış açısı ile yaklaşılınca en temel insani ihtiyaçlardan olan barınma ihtiyacı çocukların oyun oynaması ile mukayese edilebilmektedir. Bu örnekte çocukların oyun alanlarının ellerinden alınması ve insanların tedirginliği üzerinden açıkça nefret söylemi geliştirilmekte dir. 

Mültecilere karşı nefreti ve şiddeti körükleyen söylemin bu kadar açık olmayan başka örnekleri de vardır: 

“Suriyeliler çok zor şartlarda yaşıyor. Mültecilerin yerleştiği bölgelerdeki halkın bir bölümü Suriyelilerden rahatsız. Mülteciler, ülkelerindeki savaş bitene kadar sadece kamplarda değil, belli ki şehirlerde yaşamaya devam edecekler. Eğer kamplar yetersizse ya da mültecilerin tamamı kamplara gönderilemiyorsa lokal çözümler aranmalı. Bu noktada da en büyük görev yerel yönetimlere yani belediyelere düşüyor. Halkları kaynaştırmak, yaşanabilecek sosyal patlamalara engel olmak, acil ihtiyaçlara hızlı çözümler bulmak ancak bölge yöneticisinin eliyle olabilir. Aksi takdirde üzücü olayların yenilerinin yaşanması kaçınılmaz.”26 

Bu örnek Suriyeli mültecilerin çok zor şartlar altında yaşadığını vurgulasa da yerel halkın tepkisini meşrulaştıran bir söylem üretmektedir. Özellikle 
alıntılanan kısmın sonunda yer alan yerel yönetimlerin soruna çözüm bulamaması halinde ortaya çıkacak saldırı, linç, düşmanlık gibi şiddet olaylarını 
“kaçınılmaz” olarak niteleyen ifade şiddeti ve düşmanlığı meşrulaştırmaktadır. 

Sabah gazetesinde yer alan köşe yazarlarında ise genel olarak daha ölçülü bir dil dikkati çekmektedir. Mülteciler hakkında olumsuz söylem geliştirilen örneklerde bile mültecilerin salt varlığı bir sorun olarak görülmemiş, olumsuz söylem daha dengeli bir üslupla üretilmiştir: 

“Türkiye’de işsizlik yüzde 9’u aşmışken (ki bu “iş arayanları” kapsayan resmi rakam; bir de anasının babasının emekli maaşına yamanan kronik işsizler 
var)...Ortadoğu’daki yangın, midesi guruldayanlara yüz binleri ekledi. Bugünlerde vergi artışlarından konuşmaya başlamamız boşuna değil. Mültecilerin, o da ancak bir kısmına yapabildiği yardımı karşılamak için Ankara, çaresi yok, bize yüklenecek.”27

 Bu gibi örnekler mültecilerin varlığını doğrudan bir sorun olarak görmeyip, yaşadıkları zor şartlara insani bir perspektiften dikkat çekse de, yerel 
halk ile mültecilerin karşı karşıya gelmesi en muhtemel sorun alanlarından birisi olan işsizliği ve ek ekonomik maliyeti gündeme getirerek olumsuz bir 
algıya zemin hazırlamaktadır. Söylem analizinde söylenen kadar söylenmeyenler de kurucu bir rol oynayabilir. Buna göre Suriyeli mültecilerin sadece 
sokaklarda yaşamak ve dilenmek gibi olumsuz özellikleri ile anılmaları başlı başına bir sorundur. Hâlbuki mültecilerin ekonomik yük olmak veya dilenmek 
dışında Türkiye toplumuna olumlu katkılarının olduğu da aynı gazetenin bir başka köşesinde dillendirilmiştir: 

“Kampta 70 tane de üniversitede okuyan öğrenci var. Diş hekimliğinden, tarih, arkeoloji ve tıp fakültesine kadar bir sürü branşta eğitim alıyorlar. Türkçeyi 
öğrenen rahatlıkla istediği bölüme kaydolabiliyor ve burslarını devlet karşılıyor.”28 

Mültecilerin eğitimsiz ve mesleksiz insanlardan ibaret olmadığını vurgulayan bu haber mültecilerin medyada temsili noktasında olumlu bir örnektir. 
Benzer bir şekilde mültecilerin her zaman ekonomik yük getirmediği bazı durumlarda iş gücü piyasasına olumlu katkı yaptığını dillendiren köşe yazılarına29 da rastlamak mümkündür. 

Sonuç: Toplum ve Söylem 

Ele alınan gazetelerde mülteciler hakkındaki köşe yazıları söylem analizine tabii tutulduğunda Türkiye’de medyaya, siyasete ve topluma dair bir dizi sonuca 
ulaşmak mümkündür. Medya hakkında söylenebileceklerden ilki Türkiye medyasının aşırı siyasallaşmış görüntüsüdür. Medyanın aşırı siyasallaşması 
ile kastedilen liberal bir yanılgı ile medyanın kamusal bir görev yaptığı ve “objektif” olması gerektiği vurgusu değildir. Aksine medya sektörünün 
hiçbir zaman ekonomi-politik ilişkilerden azade olmadığı kabulünü verili kabul ederek Türkiye medyasının siyasi görünümüne mültecilerle alakalı köşe 
yazılarının söylemsel analizi ile mercek tuttuğumuzda karşımıza çıkan aşırı siyasallaşmış bir görüntüdür.30 Mülteciler konusu bağlamında bu siyasallaşma 
bahsedilenin de ötesinde bir dereceye ve daha vulgar bir hale gelmiş görünmektedir. Aşırı siyasallaşmış bir medyanın mültecilerle ilgili içerik ve söylemi bulunduğu siyasi-ideolojik konumdan üretmesi beklenir. Ancak incelenen gazetelere bakıldığında köşe yazısı içerik ve söylemlerinin belli bir ideolojik-siyasi konumdan değil çok daha yüzeysel bir hükümet karşıtı pozisyondan üretildiğine tanık olunmaktadır. Hürriyet gazetesinde yayınlanan köşe yazıları göstermektedir ki yazıların dili dışlayıcı tonlara sahiptir. Yazıların kalkış noktasından hareketle bu dışlayıcı yaklaşımın arkasında Hükümetin mültecilere karşı açık kapı politikası izlemiş olması ve genel olarak AK Parti Hükümetine olan politik mesafe bulunmaktadır. Kıyaslama yaparak vurgularsak 
sadece siyasi karşıtlık üzerine oluşturulan bu pozisyonun yanında söz gelimi Avrupa’daki milliyetçi ve aşırı sağ partilerin mülteci karşıtlığı veya güvenlikçi 
söylemi kendi içerisinde görece çok daha sahici bir siyasi pozisyon olarak kalmaktadır. 

Aynı şekilde Sabah gazetesinde üretilen mülteci dostu içerik ve söylem özellikle Kobani şiddet eylemleri sonrasında dönüşüme uğramıştır. 
Bahsedilen dönemde Sabah’ın genel mülteci dostu söyleminde hükümete yakın siyasi pozisyonun etkisi daha belirgin hale gelmiş ve Türkiye’nin dış 
politikasının meşrulaştırılması odaklı söylem ağırlık kazanmıştır. 

İkinci aşamada medya söylemini doğuran siyasi-ideoloijik tabloya daha geniş bir toplumsal perspektiften bakmak istediğimizde başvurmamız gereken 
olgu Türk modernleşmesi olarak karşımıza çıkmaktadır. Çok uluslu ve kültürlü heterojen bir imparatorluk ahalisinden homojen bir ulus ve devlet yaratmak kurucu cumhuriyet elitlerinin ana amaçlarından bir tanesiydi.31 Modernleşme iradesinin kültür, sanat, eğitim, din ve toplumsal hayat alanlarında uyguladığı tektipleştirici milliyetçi politikalar neticesinde farklı ve yabancı olana karşı tedirginlik – hatta bazı durumlarda düşmanlık- toplumda belli oranda karşılığı olan bir tutum haline gelmiştir. Bunun bir yansıması olarak, mültecilere bakışta insan onuruna, yaşam hakkına ve adalete dayanan kapsayıcı bir tutumdan ziyade milliyetçi ve mülteci düşmanı tutum ağırlık kazanmıştır. Mülteci dostu söylemlerin en olumlu örneklerinde bile söylemin mültecilerin içerisinde bulunduğu kötü şartlara referansla kurulduğu gözükmektedir. Bu açıdan köşe yazılarında sık sık geçen “zorunlu misafir” veya “ülkelerine geri dönmeyecekler” gibi vurgular dikkat çekicidir. Son olarak, söylem ile toplum arasındaki bağlantıyı göstermesi açısından “zorunlu misafirlik”ten daha kuşatıcı bir söylem oluşturan nadir örneklerin Sabah gazetesinde bulunması dikkat çekicidir. 


Notlar 

1 Miş, N. (2013) “Türkiye’nin Suriye Politikası”, Türk Dış Politikası Yıllığı içerisinde, Burhanettin Duran v.d. (der.) Ankara: SETA Yayınları, s.163. 

2 Türkiye’nin tarafı olduğu uluslararası anlaşmalara ve Türk hukukuna göre mülteci ve sığınmacı kavramları farklı hukuki konumlara ve anlamlara denk gelmektedir. Mevcut mevzuata göre Türkiye’ye zorunlu olarak göç eden Suriyelilere mülteci statüsü verilmemiştir. Ancak bu yazının temel odağı hukuki bir analiz olmadığı için Suriyeli göçmenlere yaygın kullanımda olduğu gibi mülteci denilmesi tercih edilmiştir. 

3 Medyanın çatışmacı değil barışçıl bir dili benimsemesi farklı bağlamlarda literatürde tartışılmıştır. Savaşlarda ve kriz anlarında medyanın nasıl bir dil kullanması ile alakalı tartışmaların bir örneği için bakınız: Lynch, J. & Galyung J. (2010). Reporting Conflict: New Directions in Peace Journalism. St.Lucia: University of Queensland Press. 

4 Syrian Observatory for Human Rights, “More that 300000 people killed since the beginning of the Syrian Revolution,” 02.12.2014. http://syriahr.com/en/2014/12/morethat-
300000-people-killed-since-the-beginning-of-the-syrian-revolution/ , erişim tarihi: 13.03.2015. 

5 The Office of the United Nations High Commissioner for Refugees, Syria Regional Refugee Response, 
http://data.unhcr.org/syrianrefugees/country.php?id=224, erişim tarihi: 13.03.2015. 

6 Tablo Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği’nin güncel bilgilerinden hazırlanmıştır. Bilgiler için bakınız: The Office of the United Nations High Commissioner for Refugees, Syria Regional Refugee Response, 
http://data.unhcr.org/syrianrefugees/country.php?id=224, erişim tarihi: 13.03.2015. 

7 The Office of the United Nations High Commissioner for Refugees, Syria Regional Refugee Response, 
http://data.unhcr.org/syrianrefugees/country.php?id=224, erişim tarihi: 13.03.2015. 

8 Amnesty International Report 2014/15, Middle East and North Africa Regional Overwiev, London, 2015, s.44. 

9 Human Rights Watch World Report 2014, “Syria”, New York, 2014. s.605-615. 

10 The Office of the United Nations High Commissioner for Refugees, Syria Regional Refugee Response, http://data.unhcr.org/syrianrefugees/country.php?id=224, erişim 
tarihi: 13.03.2015. 

11 The Office of the United Nations High Commissioner for Refugees, Turkey External Update 28.01.2015, 
http://www.unhcr.org.tr/uploads/root/unhcr_turkey_operational_update_2015_01_28_(3).pdf, erişim tarihi: 12.03.015. 

12 Hürriyet Daily News, “UN shrinks food aid to Syrian refugees in Turkey as funding dwindles”, 06.03.2015, 
http://www.hurriyetdailynews.com/un-shrinks-food-aid-tosyrian-refugees-in-turkey-as-funding-dwindles-.aspx?pageID=238&nID=79300&NewsCatID=359, 
erişim tarihi: 12.03.2015. 

13 Afet ve Acil Durum Yönetimi Başkanlığı Raporu 2013, Türkiye’deki Suriyeli Sığınmacılar, Haziran 2013, 
https://www.afad.gov.tr/Dokuman/TR/60-2013123015491-syrianrefugees-in-turkey-2013_baski_30.12.2013_tr.pdf, erişim tarihi: 25.03.2015. 

14 Ortadoğu Stratejik Araştırmalar Merkezi ve Türkiye Ekonomik ve Sosyal Etüdler Vakfı Raporu 2015, Suriyeli sığınmacıların Türkiye’ye etkileri, Haz: Oytun Orhan, Sabiha Şenyücel Gündoğar, Ankara, Ocak 2015, 
http://www.tesev.org.tr/assets/publications/file/09012015104258.pdf, Erişim tarihi: 25.03.2015. 

15 Hacettepe Üniversitesi Göç ve Siyaset Araştırmaları Merkezi Raporu 2014, Türkiye’deki Suriyeliler: Toplumsal Kabul ve Uyum Araştırması, Haz: Murat Erdoğan. Ankara, Kasım 2014, 
http://www.hugo.hacettepe.edu.tr/HUGO-RAPOR-TurkiyedekiSuriyeliler.pdf,erişim tarihi: 25.03.2015. 

16 Ekonomi ve Dış Politika Araştırmalar Merkezi Raporu, Türk kamuoyunun Suriyeli sığınmacılara yönelik bakış açısı 2014, 
http://www.edam.org.tr/tr/File?id=1152, erişim tarihi: 25.03.2015. 

17 Meyer, M. (2001). “Between Theory, Method, and Politics: Positioning of the Approaches to CDA,” in Methods of Critical Discourse Analysis, 
Ruth Wodak & Michael Meyer (eds.), 14-31. London: Sage Publications, p.17. 

18 Fairclough, N. (2000). “Discourse, Social Theory, and Social Research: The Discourse of Welfare Reform,” Journal of Sociolinguistics, 4(2), p.167-9. 

19 cited in Richardson, J. E. (2007). Analysing Newspapers: An Approach From Critical Discourse Analysis. New York: Palgrave Macmillan, p.37. 

20 Yılmaz, M. M. “Hafızaları Tazeleyelim,” Hürriyet, 16.07.2014. 

21 Semercioğlu, C. “Çeşme’de Beach Dayağı,” Hürriyet, 05.08.2014. 

22 Övür, M. “Bu Dünyanın vicdanı Yok Mu?” Sabah, 27.09.2014. 

23 Gümüştekin, T. “Türkiye Sınırı Sorun Değil Mi?” Sabah, 20.09.2014. 

24 Küçükşahin, Ş. “Ekmeleddin İhsanoğlu İzlenimleri,” Hürriyet, 09.07.2014. 

25 Tekeci, F. “Meydanda Fuhuş Pazarlığı,” Hürriyet, 14.07.2014. 

26 Gürel, D. “Çelik Köprü neden Açılmıyor,” Hürriyet, 20.08.2014. 

27 Aköz, E. “Suriyeli Dilenciler,” Sabah, 27.09.2014. 

28 Gayberi, M. “İşte Türkiye’nin Büyük Başarısı” Sabah, 25.09.2014. 

29 Kadak, Ş. “Antepli Sanayici Suriyeli İşçi İçin Kota İstiyor,” Sabah, 15.10.2014. 

30 Türkiye medyasının Akdeniz’e kıyı olan diğer başka ülkelerde olduğu gibi aşırı siyasallaşmış olduğu daha önce medya çalışmaları literatüründe tartışılmış bir tespittir. 
Bu tartışmanın önemli bir metni için bakınız: Hallin, C. D. & Mancini, P. (2004). Comparing Media Systems: Three Models of Media and Politics. Cambridge: Cambridge University Press. 

31 Bu konuda daha detaylı bilgi için bakınız: Zürcher, E. J. (2005) Turkey: A Modern History. London& New York: I. B. Tauris. 



****