milliyetçilik etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
milliyetçilik etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

2 Mart 2017 Perşembe

Suriyeli Mültecilerin Türkiye Basınında Temsili BÖLÜM 1


Suriyeli Mültecilerin Türkiye Basınında Temsili, BÖLÜM 1  

İsmail Çağlar 
[Yrd. Doç. Dr., İstanbul Sabahattin Zaim Üniversitesi] 
Yusuf Özkır 
[Yrd. Doç. Dr., İstanbul Ticaret Üniversitesi] 

Özet 

2011 yılı ilkbaharında Suriye’de Esed rejimine karşı başlayan barışçıl gösteriler, rejim güçlerinin şiddetli müdahalesi sonucunda iç savaşa dönüşmüştür. 
Suriye’deki durum 2015 yılında hala değişiklik göstermezken, beraberinde başka ülkelere göç eden ciddi bir mülteci kitlesi oluşturmuştur. 
Türkiye de Suriyeli mültecilerin en fazla göç etmeyi tercih ettiği ülkelerden birisi olmakta ve bundan dolayı Suriyeli mülteciler meselesi Türkiye kamuoyunun önemli bir gündemi haline gelmektedir. Bu bağlamda hemen her gün Türkiye gazetelerinde ve medyanın diğer mecralarında Suriyeli mültecilerle ilgili içeriklerle karşılaşmak mümkündür. Bu çalışma 2014 yılında Temmuz, Ağustos, Eylül ve Ekim aylarını kapsayan dört aylık bir süreçte Türkiye’nin ana akım gazetelerinin önemli iki tanesi olan Sabah ve Hürriyet gazetelerinde Suriyeli mültecilerle alakalı köşe yazılarını analiz etmektedir. Eleştirel söylem analizi metodu kullanılarak yapılacak bu incelemenin amacı ideolojik tarihsel arka planın ve mevcut AK Parti hükümetine karşı alınan pozisyonun Suriyeli mültecilerle alakalı köşe yazılarının söylemi üzerindeki belirleyiciliğidir. Sonuç olarak milliyetçiliğin farklı seviyelerde de olsa her iki gazetenin Suriyeli mülteciler hakkındaki söyleminde belirleyici olduğu ön plana çıkmaktadır. 

Anahtar Kelimeler: Suriyeli Mülteciler,Söylem, Analiz, Türkiye Medyası,Milliyetçilik 

Giriş 
Tunus’ta Aralık 2010’da başlayan Arap Baharı 2011 yılı ilkbaharında Suriye’ye ulaştığında, Beşşar Esed yönetimindeki Suriye özgürlük, adalet ve eşitlik arayışındaki barışçıl eylemlere devlet şiddetinin en katı şekliyle cevap vermiş ve Arap Baharı’yla bölgede başlayan değişim dalgası Suriye’de kanlı bir iç savaşa dönüşmüştür. 2011-2015 tarihlerinde aralıksız devam eden iç savaşın ve neden olduğu yıkımın ne zaman sona ereceğine ve Suriye’de kalıcı barışın nasıl oluşturulacağına dair belirsizlik sürmektedir. Şam yönetiminin reform çağrılarına cevap vermeyerek kendisine muhalif olanları öldürerek tüketmeyi hala bir çözüm aracı olarak görmeye devam etmesi, çözüme dair belirsizliğin ve karamsarlığın gerekçesi olarak öne çıkmaktadır. Diğer belirleyici etken ise meseleye müdahale edebilecek zemine sahip küresel güçlerin, Suriye’de yaşanan katliamları kendi çıkar ilişkileri penceresinden değerlendirmeleri ve Suriye’yi adeta bir satranç tahtası olarak masada tutmak istemeleri olarak görülmektedir. 

Suriye’de devam eden iç savaş bir yandan Suriye’yi harabe haline getirirken diğer yandan Suriye yönetimi ile komşu ülkeler arasındaki ilişkileri de 
büyük ölçüde etkilemiş ve değiştirmiştir. Arap Baharı’nın Suriye’ye ulaştığı ilk günden bu yana Suriye yönetimini reform yapmaya ve barışçıl gösterilerin 
taleplerine kulak vermeye davet eden ülkelerden birisi olarak Türkiye, hem siyasi/ekonomik olarak Suriye yönetimiyle ilişkilerini asgari seviyeye çekmek 
zorunda kalmış hem de Suriye’de yaşanan iç savaşın sonuçlarını en fazla yaşayan ülkelerden birisi olmuştur. Suriye’de yaşanan devlet şiddeti karşısında 
ülkesini terk etmek zorunda kalan milyonlarca insana kapısını açan Türkiye savaşın neden olduğu insani dramın hafifletilebilmesi için ilk günden bu yana 
Suriyelilere elini uzatmış durumdadır. 

 Türkiye’nin Suriye politikasındaki temel eğilim başlangıçta taraflar arasındaki arabuluculuğu sürdürmek ve Esed’i reform yapmanın gerekliliğine ikna etmekti. O dönemde AK Parti Hükümetinin Başbakanı olan Tayyip Erdoğan’ın ve yine aynı dönemde Dışişleri Bakanı olan Ahmet Davutoğlu’nun Esed’la yaptığı uzun soluklu görüşmeler sonuç vermeyince Türkiye ile Şam yönetimi arasındaki müzakere ipleri kopmuş ve Türkiye’nin politikası sivil halktan yana bir eğilim kazanmıştır. Türkiye’nin Esed’i reform yapmaya ikna etmeye çalıştığı zaman diliminde Suriyelilerin ülkeyi terk etmeye başladığına dair ilk işaretler de gelmeye başlamıştır ve Nisan ayında Suriye’den Türkiye’ye ilk göç gerçekleşmiştir. Suriye’den Türkiye’ye göçlerin başladığı ilk günden bu yana Ankara, Suriyelilere yönelik açık kapı politikasını devam ettirmiş, bu bağlamda insani krizin hafifletilmesi için istikrarlı bir siyaset izlemiştir.1 

Öte yandan Esed yönetiminin uyguladığı orantısız şiddetten kaçmak zorunda kalan insanların hayatta kalabilmek için komşu ülkelere göç etmeye 
başlaması, bölgeyi yeni bir durumla karşı karşıya getirmiştir. Şimdilerde devasa boyutlara ulaşan bu yeni durumu, bütün çıplaklığıyla insani trajedi olarak 
tanımlamak mümkündür. Böylece Nisan 2011’de Suriye’den ilk göçlerin başlamasıyla birlikte Türkiye, Suriyelilerle ya da Suriyeli mültecilerle2 yüzleşmiştir ve iç savaşın hala devam etmesi neticesinde Suriyeli mülteci sayısı artmıştır. 

Göçlerin başlamasıyla birlikte Türkiye’de yaşayan Suriyelilerin temel insani ihtiyaçlarının karşılanabilmesi konusu kamuoyunun yoğunlaştığı önemli 
alanlardan birisi olmuştur. Gerek kamu düzeyinde gerekse medya düzleminde Suriyelileri içine alan değerlendirme sayısının hayli arttığı görülmektedir. Suriyeliler öncelikle barınma, beslenme, giyinme, sağlık, eğitim ve sosyalleşme gibi asgari ihtiyaçlarının karşılanabilmesi başlıklarıyla gündeme gelmiştir. 
İkinci aşamada ise Suriyeli mültecilerin toplumsal uyumu, rehabilitasyonu, kadınların ve çocukların korunabilmesi, Suriyeli işçiler, çalışma koşulları 
veya çalışıp çalışmamaları, kamplarda mı yoksa şehirlerde mi yaşamaları gerektiği gibi başlıklar Suriyelilerle ilgili en fazla tartışılan konular arasına 
girmiştir. 

Bu konuların tartışıldığı ve somutlaşarak ete kemiğe büründüğü zeminler arasında medyanın oynadığı rol hiç kuşkusuz süreci doğrudan etkilemektedir; 
görüntülü ve yazılı haberlerde Suriyeli mülteci imajının nasıl aktarıldığı toplumdaki bakış açısına yön verebilmektedir. Suriyelileri konu edinen haber 
bültenlerinde, manşet haberlerde ve köşe yazılarında sığınmacıların korkulacak, karanlık kimseler olarak sunulması veya polis operasyonları bağlamında 
habere dönüştürülmesi; ekonomide yaşanan anlık durağanlıkların ve işsizlikrakamlarındaki görece artışların Suriyeli mültecilerle bağ kurularak medyada konu edilmesi, toplumsal alanda farklı neticeleri olabilecek bir atmosferin önünü açacak niteliktedir. Medyanın, bir taraftan kamusal görevi olan aktarıcı işlevini yerine getirirken böylesi hassas konularda nefret dilini pekiştiren dışlayıcı yaklaşım yerine, meseleyi politik yaklaşımların dışında tutarak, dengeli 
ve barışçıl bir bakış açısına sahip olması gerekmektedir.3 Türkiye’de medyanın Suriyeli mülteciler mevzubahis olduğunda nasıl bir söylem ve tutumu 
benimsediği bu açıdan incelenmeye değer bir konudur. 

Türkiye’de medyanın Suriyeli mültecilere ilişkin söylemini analiz etmeye aday olan bu makale, öncelikle Suriye’deki iç savaş nedeniyle ortaya çıkan 
mülteci meselesinin genel hatlarına temas ettikten sonra, Türkiye’deki mültecilerin durumu hakkında bilgi verecektir. Bu arka plan bilgilerinden sonra 
çalışmanın ana odağı Hürriyet ve Sabah gazetelerinin mülteciler hakkında ürettiği içeriğin eleştirel söylem analizine tabi tutulması olacaktır. İçerik ve 
söylem boyutunda yapılan analiz, sonuç kısmında söylem ile toplumun ilişkisini kuracaktır. Çalışma bu izleği takip ederek Suriyeli mülteciler meselesinin 
Türkiye basınındaki temsillerini göstermek ve bu temsillerin Türk modernleşmesi ve güncel siyasi pozisyonlara ilişkisini kurmayı amaçlamaktadır. 

Suriye İç Savaşının İnsani Bilançosu 

Suriye’de 2011 yılında başlayan ve devam eden iç savaşın insani maliyeti hesaplandığında oldukça ürkütücü rakamlara ulaşılmaktadır. Suriye İnsan Hakları Gözlem Örgütü (SOHR) rakamlarına göre 2014 yılı Aralık ayına kadar yaklaşık 300 bin kişi hayatını kaybetmiştir.4 Resmi olmayan rakamlara göre 
bu oranın 500 bin civarında olduğu tahmin edilmektedir. Milyonlarca kişi yaralanmış ve sakat kalmıştır. Ülkenin büyük bölümü harabeye dönüşmüştür. 
Kentler ve kasabalar yaşanamayacak şekilde yerle bir olmuş ve Suriye’nin bilinen çehresinden geriye büyük bir enkaz yığını kalmıştır. Bu tablo büyük bir 
zorunlu göçmen kitlesi doğurmuştur. Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliğinin (UNHCR) Mart 2015 verilerine göre Suriye iç savaşı nedeniyle 
kayıtlı mülteci sayısı 3 milyon 900 bini bulmuştur.5 Aynı rakamlara göre mültecilerin yaş aralıklarına ve cinsiyetlerine göre yüzdelik dağılımı 



Tablo 1’deki gibidir. 
Tablo 1: mültecilerin yaş aralıklarına ve cinsiyetlerine göre yüzdelik dağılımı 6 

Suriye’den çıkabildikten sonra farklı ülkelere göç edenlerin sayısına bakıldığında UNHCR tarafından 12 Mart 2015’te güncellenen bilgilere göre Türkiye’deki (kayıtlı veya kayıt için başvuran) Suriyeli sayısı 1 milyon 698 bin 472’dir. Türkiye dışında Suriyelilerin en fazla göç ettiği ülkeler arasında Ürdün, Lübnan ve Irak bulunmaktadır. Birleşmiş Milletler kayıtlarına göre, Ürdün’de 625 bin 178 Suriyeli mülteci bulunmaktadır. Lübnan’daki kayıtlı 


Suriyeli sayısı 1 milyon 183 bin 109 olarak belirtilmiştir. Irak’a sığınan Suriyeli sayısının ise 244 bin 731 olduğu belirtilmektedir. Mısır’a sığınan mülteci 
sayısı 136 bin 661 olarak verilmiştir. Kuzey Afrika ülkelerindeki mülteci sayısı ise 24 bin 55 olarak aktarılmaktadır.7 Bu rakamların resmi rakamlar olduğu düşünülürse kayıt altına alınmayan ya da alınamayan çok sayıda Suriyelinin de ülkeleri dışında, farklı yerlerde yaşam savaşı verdiği söylenebilir. 

Suriye’de yaşanan insani kriz karşısında uluslararası toplumun ve özellikle zengin ülkelerin sığınmacıların yaşam standartlarının düzeltilebilmesi için yeterince destek olmadığına dair eleştiriler yapılmaktadır. Bu bağlamda Londra merkezli Uluslararası Af Örgütü iç savaş nedeniyle ölenlerin sayısının her geçen gün arttığını, ülkede milyonlarca kişinin evsiz kalmaya devam ettiğini belirtmiştir. Uluslararası Af Örgütü, iç savaşın sürdüğü Suriye’den 
kaçan sığınmacıların “yükünün” Türkiye’nin de aralarında bulunduğu bölge ülkelerinin üzerine yıkıldığını, zengin ülkelerin üzerine düşeni yapmadığını, 
gelişmiş ülkelerin kendi topraklarına kabul ettikleri sığınmacı sayısının genel fotoğrafın büyüklüğü yanında oldukça az olduğunu vurgulamaktadır.8 Küresel 
güçlerin Suriye konusundaki yaklaşımını değerlendiren başka bir görüşe göre Suriye’deki iç savaşın durması için Esed rejimine yeterli baskının yapılmadığı 
vurgulanmaktadır. New York merkezli İnsan Hakları İzleme Örgütü (HRW) 

2014 raporunda Suriye’deki kriz tablosunu detaylı şekilde irdelemektedir. 

Rapora göre insani felaketin gittikçe arttığı ve Esed yönetiminin kimyasal silahlarla işlediği katliamların da bölgedeki insani trajediyi derinleştirdiği vurgulanmaktadır. Rapor, aynı zamanda BM Güvenlik Konseyi’ne eleştiri yöneltmekte ve Beşşar Esed’in ölümcül hava saldırılarını ve sivillerin öldürülmesini durdurmak için gerekli çabanın gösterilmediği ifadelerini kullanmaktadır.9 

Suriye iç savaşının Türkiye açısından anlam haritası irdelendiğinde siyasi, ekonomik ve güvenlik boyutları dikkat çekici başlıklar olarak öne çıksa da 
meselenin insani ve toplumsal tarafı öncelikli konu olarak masada yer edinmeye başlamıştır. BM Mülteciler Yüksek Komiserliğinin Ocak 2015 rakamlarına 
göre Türkiye’deki Suriyeli sığınmacı sayısının toplamı 1 milyon 698 bin 47210 olarak verilmektedir. Türkiye’nin 2014 yılında yaptığı bir düzenlemeyle Suriyeli sığınmacılara geçici çalışma izni, ücretsiz eğitim ve sağlık hizmetinden faydalanma imkânı tanımış olması Türkiye’nin sığınmacılara bakış açısını gösteren örneklerden birisidir. Türkiye’de yaşayan Suriyelilerin temel ihtiyaçlarının karşılanabilmesi için Başbakanlığa bağlı Afet ve Acil Durum 
Yönetimi Başkanlığı (AFAD) işlevsel bir görev üstlenmiştir. AFAD tarafından yönetilen 25 barınma merkezinde hayatını sürdürenlerin sayısı 229.257’dir.11 
Türkiye’deki mültecilerin bir kısmına kısıtlı destek veren BM, Mart 2015’te yaptığı açıklamada bağışçıların artık yardım yapmadığını gerekçe göstererek 
kendi gözetimindeki 9 kampa artık hizmet veremeyeceğini, su ve yiyecek ihtiyacını karşılamayacağını deklare etmiş, bu giderlerin Türkiye tarafından 
karşılanmasını beklediklerini açıklamıştır.12 


Suriyeli mültecilerin sayısal oranı, yaşam koşulları ve sosyal uyumu gibi konuların kamuoyunda giderek daha fazla yer edinmeye başladığı görülmektedir. 

Başlangıçta medyada yer verilen haber ve köşe yazılarıyla gündeme gelen Suriyeliler, süreç içerisinde sivil toplum kuruluşları, düşünce kuruluşları, 
devletin ilgili birimleri ve akademi tarafından daha fazla irdeleniştir. Türkiye’deki Suriyeli mültecilerin durumunu konu edinen çalışmalara bakıldığında 
Başbakanlığa bağlı olarak çalışan AFAD’ın13 genel durumu istatistiki verilerle anlatan çalışmaları dikkat çekmektedir. AFAD raporlarına ek olarak, 
Suriye’deki iç savaşın sonuçları ve Türkiye’de yaşayan Suriyeli mültecilere dair Ortadoğu Stratejik Araştırmalar Merkezi (ORSAM) ile Türkiye Ekonomik 
ve Sosyal Etüdler Vakfı (TESEV) tarafından düzenli hazırlanan raporlarda Suriye’deki iç savaş ve mültecilerin durumu farklı boyutlarıyla irdelenmektedir. 
Sonuncusu Ocak 2015’te yayınlanan raporlarda hem mültecilerin yaşam koşulları hem de Türkiye’ye etkileri üzerinde durulmaktadır.14 

Yakın tarihli bir diğer kapsamlı çalışma ise Hacettepe Üniversitesi Göç ve Siyaset Araştırmaları Merkezi tarafından hazırlanan rapordur. Suriyelilerin 
Türkiye’deki toplumsal şartlara uyumu ve toplum tarafından nasıl karşılandıkları konusu raporun omurgasını oluşturmaktadır.15 Türkiye’deki Suriyeli 
sayısının resmi olmayan rakamlara göre 2 milyonu aşmış olması, nüfus yoğunluğu bakımından da Suriyelileri gündeme getirmeye başlamıştır. Bu raporların yanında Ekonomi ve Dış Politikalar Araştırma Merkezi tarafından hazırlanan ve Türk kamuoyunun Suriyeli mültecilere bakışını irdeleyen rapor16, bu makalenin konusu ile ilişkisi açısından ayrıca dikkate değerdir. 

Eleştirel Söylem Analizi 
Teorik ve Metodolojik Çerçeve 

Eleştirel söylem analizi sosyoloji ve medya çalışmaları literatüründe uzun süredir detaylıca tartışılan bir konudur ve devam eden tartışma bir noktada kaçınılmaz olarak kavramın ifade ettiği sınırları muğlaklaştırmıştır. Söylem analizini teorik bir zeminde ele alan Michel Foucault’un öncüsü olduğu makro yaklaşımlardan, söylem analizini daha çok metodolojik bir unsur olarak değerlendiren Ron Scollon’un başını çektiği mikro yaklaşımlara kadar çeşitli bakış açıları vardır.17 Bu kadar geniş bir yelpaze içerisinde hangi teorinin ve modelin analiz için kullanılacağını tespit etmek zordur. Ancak bu tercihi şekillendirirken literatürden hareket etmek yerine, analiz edilecek medya içeriğinden hareket etmek seçimi kolaylaştıran bir unsur olabilir. 

Geniş alana yayılan, hâkim bir toplumsal söylemi analiz ederken Foucaultvari bir teorik yaklaşımı kullanmak daha isabetli gözükse bile, zaman aralığı, konu ve incelenecek malzemenin kaynağı gibi farklı unsurlarla sınırlandırılmış bir söylemi çalışmak için daha metodolojik bir yaklaşıma ihtiyaç vardır. Bu açıdan bakıldığın da Norman Fariclough’un eleştirel söylem analizi modelini kullanmak uygun gözükmektedir. Fairclough söylem analizi için üç aşamalı bir yöntem önermekte dir.18 Fairclough’un modeline göre ilk aşamada metnin kendisi analiz edilmelidir. Ancak metin analizi başlı başına bir kıymeti haiz olmayıp, ikinci aşamada yapılacak söylem analizine zemin hazırlamalıdır. Fairclough söylemi sosyal bir süreç olarak değerlendirdiği için söylem analizi de tek başına anlamlı bir hedef değildir. Söylem analizinden hareketle üçüncü aşama olan sosyal eylemin analiz edilmesine geçilmesi gerekmektedir. 


Nihayetinde analize tabi olan metinler – bu çalışmada köşe yazıları- bir sosyal eylemin parçasıdır. Bilinçli bir hedefle yapmasalar bile, metni üretenler 
içerisinde yaşadıkları toplumdan bağımsız olmadıkları için toplumda var olanı metne yansıtmaktadırlar. Eleştirel söylem analizi bu ilişkileri ortaya koyabildiği 
müddetçe sosyolojik olarak anlamlıdır. Fairclough’a göre de söylem analizi birçok farklı seçenek arasından somut ve özellikli bir dilin seçilmesi ile sosyo-kültürel yapılar arasındaki ilişkiyi ortaya koymalıdır.19 Bu açıdan bakıldığında bu çalışmada ele alınacak iki farklı gazetenin Suriyeli mültecilerinden bahsederken kullandıkları dil, bu gazetelerin Türkiye’nin siyasal, toplumsal, sosyal ve kültürel konum farklılıklarında nereye denk düştükleri ile alakalıdır. Gazetelerin Suriyeli mülteciler hakkında ürettikleri söylem gazetelerin hali hazırda bulundukları sosyal konumdan da etkilenmektedir. 

Bu noktalardan hareketle bu çalışma kapsamında yapılacak eleştirel söylem analizi Fairclough’un modelini takip ederek, birinci aşamada belirlenen 
örnekleme kapsamına giren gazetelerde üretilen Suriyeli mülteciler hakkındaki içerikleri metin analizine tabi tutacaktır. Bu aşamada içerik nitelik ve nicelik yönünden değerlendirilecektir. İkinci aşamada ise söylem analizi yapılacak, Suriyeli mülteciler hakkındaki içeriğin nasıl bir söylem ve dil ürettiği 
incelenecektir. Üçüncü aşamada mülteciler hakkında üretilen söylem ve dil, söz konusu gazetelerin daha geniş perspektifte yer aldığı söylem ve dil içerisine konumlandırılıp anlamlandırılacaktır. 

Eleştirel söylem analizine başlamadan önce açıklığa kavuşturulması gereken son nokta ise örneklemin hangi kıstaslara göre belirlendiğidir. Suriyeli mültecilerin Türkiye’ye ilk girişinin Mart 2011 tarihine kadar gittiği göz önüne alınılırsa ilk olarak zaman dilimi kısıtlaması yapılmalıdır. Konunun gazetelerde sık olarak yer aldığı düşünülürse, analiz yapabilmek için gerekli nicelikteki içeriğe dört aylık bir zaman dilimi içerisinde ulaşılması mümkündür. 

Sürecin başlarındaki dört aylık zaman dilimindense sona doğru seçilen dört aylık zaman dilimi güncellik açısından daha avantajlı olacaktır. Bu kıstaslar 
göz önünde bulundurulduğunda 2014 yılı Temmuz, Ağustos, Eylül ve Ekim aylarının seçilmesi uygun gözükmektedir. Ayrıca bu seçim 6-7 Ekim olayları 
olarak bilinen, Suriye’nin Kobani kentine gerçekleştirilen IŞİD saldırıları sonrası, Türkiye’nin birçok şehrinde yapılan şiddet eylemlerinin mülteciler hakkındaki söyleme yansımasını analiz etme imkânı vermesi açısından da faydalıdır. Bir diğer kısıtlama çalışmaya dâhil edilecek gazeteler ve içerik çeşitleri konusunda yapılmalıdır. Türkiye’de gazetelerden örneklem oluştururken baskı sayısı, siyasi konum, okuyucu profili gibi çok çeşitli kriterlere dayanan seçimler yapılabilir. Bu çalışma için baskı sayısını ve siyasi konumu göz önüne alan bir seçim yapıldığında Hürriyet ve Sabah gazeteleri uygun gözükmektedir. Bu seçim ile ana akım medyanın nabzını tutmak ve siyasi konum farklılaşmalarının doğurabileceği söylem farklılaşmasını gözlemlemek mümkün olacaktır. Son olarak yapılacak bir diğer kısıtlama ise ne tür içeriğinanalize dâhil edileceği noktasında olmalıdır. Kapsayıcı olması açısında gazetelerin çevrimiçi içeriğinde mülteci, göçmen, zorunlu misafir, Suriyeli ve Iraklı anahtar kelimeleri ile tarama yapılmış, elde edilen sonuçlar içerisinden köşe yazıları seçilmiştir. Türkiye’de müstakil bir haber yazım geleneği gelişmeyip, haberler anonim yazıldığı veya ajans haberleri değişikliğe uğramadan gazete içeriklerine taşındığı için haber içeriklerine bakmaktansa sadece köşe yazılarına bakmak tercih edilmiştir. 

İçerik 

Sabah ve Hürriyet gazetelerinin Temmuz, Ağustos, Eylül ve Ekim aylarında çevrimiçi içeriğinde yer alan köşe yazılarında mülteci, göçmen, zorunlu 
misafir, Suriyeli ve Iraklı anahtar kelimeleri ile tarama yapıldığında Sabah gazetesinde 47 Hürriyet’te ise 45 sonuca ulaşılmıştır. Hürriyet’te 8 Sabah’ta 
ise 16 yazının Suriyeli ve Iraklı anahtar kelimeleri ile gelen ancak mülteci meselesine temas etmeyen içerikte olduğu tespit edilmiş ve değerlendirme 
dışı bırakılmıştır. Değerlendirme dışı köşe yazıları çıkartıldığında ortaya şöyle bir dağılım çıkmaktadır;

Temmuz Ağustos Eylül Ekim Toplam 


Tablo 1: Kapsam dışı içerik çıkarıldıktan sonra aylara göre dağılım 

Bu dağılıma bakınca dikkat çeken ilk husus Sabah gazetesinde Kobani eylemlerinden önce Temmuz ve Ağustos aylarında Suriyeli mültecilerle alakalı 
görece az sayıda sırası ile 2 ve 3 tane köşe yazısı yazılmışken, aynı dönemde Hürriyet gazetesinde 14 ve 12 tane köşe yazısının yer almasıdır. Ele alınan 
dönemin Kobani şiddet eylemleri sonrasına denk gelen son iki aylık Eylül ve Ekim döneminde ise Sabah gazetesinde 14 ve 10 tane köşe yazısına karşılık, 
Hürriyet’te bu sayı 3 ve 8 şeklindedir. 

Temmuz Ağustos Eylül Ekim 



 Tablo 2: Olumlu-olumsuz içeriğin aylara göre dağılımı 
Tablo 2’de verilen dağılımı Tablo 3’deki detaylarla birlikte okuduğumuzda rakamların farklılaşması daha anlamlı bir hale gelmektedir. Rakamlara 
göre IŞİD güçlerinin Suriye Kürt bölgesindeki Kobani şehrine saldırmaları, HDP siyasi çizgisinin Türkiye’yi Kobani’ye destek olmamakla suçlaması ve 
6-8 Ekim tarihlerinde gerçekleşen Kobani şiddet eylemleri ele alınan gazetelerde yayınlanan Suriyeli mültecilerle ilgili haberlerin sayısını ve niteliğini 
belirgin şekilde etkilemiştir. AK Parti hükümetine karşıt bir yayın politikası izleyen Hürriyet’te Kobani sürecine kadar mültecilerle ilgili olumsuz içerik 
barındıran köşe yazısı sayısı, aynı dönemde hükümet politikalarına yakın bir yayın çizgisi benimseyen Sabah’a oranla oldukça fazladır. Kobani sürecinden 
sonra ilişki tersine dönmüş, Sabah’ta yayınlanan köşe yazısı sayısı Hürriyet’in rakamlarını geçmiştir. Sabah’ta çıkan köşe yazılarının sayısı Kobani süreci 
dolayısı ile artsa da haberlerin niteliği olumsuzlaşmamış, olumlu bir seyir izlemeye devam etmiştir. Yapılan içerik analizi göstermektedir ki Sabah gazetesinde sayısı artan ve mülteciler hakkında olumlu içerik üreten yazılar genelde Türkiye’nin IŞİD’den kaçan Suriyeli Kürt mültecilere kapılarını açtığı 
halde, Kobani’ye gerekli desteği vermemekle itham edilip sokakların terörize edilmesini eleştiren yazılardır. Kobani sürecinde Eylül-Ekim aylarında 
Hürriyet’in köşe yazılarındaki olumlu-olumsuz oranının daha dengeli bir hale gelmesi de aynı süreçle açıklanabilir. Hürriyet’te yer alan köşe yazısı sayısı 
Kobani süreci öncesine göre artan olumlu içerik üreten haberlere baktığımızda, bu haberler de Sabah’takiler gibi Türkiye’nin mültecilere kapılarını açtığından ve dolayısı ile Kobani’ye destek olduğundan bahsetmektedir. 

Siyasi pozisyonun ve milliyetçiliğin mülteciler hakkındaki köşe yazılarının içeriğini belirlemede etkin faktörler olduğunu tespit ettikten sonra analizi 
detaylandırıp, bu iki konumun köşe yazılarında hangi söylemlerle hayat bulduğunu incelemek yerinde olacaktır. ,

2 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR,



***

8 Eylül 2015 Salı

Sahte Milliyetçiliğe karşı Gerçek Milliyetçilik




Sahte Milliyetçiliğe karşı  Gerçek Milliyetçilik



Yunus Yılmaz




Meclis'in renkleri
Devlet Bahçeli ve DTP’li Hasip Kaplan, 23 Nisan’ın yıldönümünde Birinci Meclis’in toplandığı yerde Meclis’in renklerini tamamlarken.


AKP ve MHP gerginliği!

AKP’nin başlatmış olduğu Kürt açılımı nedeniyle bugünlerde muhalefet partileri ile AKP arasında bir gerginlik yaşanıyor. Kürt açılımı ile AKP Türkiye’yi bölme noktasına her gün biraz daha yaklaştırırken muhalefetin almış olduğu tutum da oldukça düşündürücüdür. Öyle ya, daha düne kadar kendi yapmış oldukları Kürtçü, bölücü adımları unutan CHP ve MHP, AKP’yi ülkeyi bölmekle suçluyor.
Basına bakacak olursak bu noktada en sert açıklamaları MHP yapıyormuş. Fakat, sert eleştirilere rağmen AKP açılıma devam ediyor. Demek ki, açıklamalar o kadar sert değilmiş! Daha açıkçası sert eleştiriler getirsen de AKP’yi bu tarz eleştirilerle durduramazsın. Bunu MHP de çok iyi biliyor, ama biz, yine haklı olalım noktasından hareket ettiği için de ülkeyi bölmeye götüren süreci durdurmaya yönelik çalışmalar yapmıyor. Ayrıca MHP’nin bu sert eleştirilerinin altında yatan en önemli neden ise, halkın milliyetçi tepkisini önlemek ve yine halkı sokağa çıkmama konusunda uyararak, halkı yapılan bölücülük konusunda duyarsızlaştırmaktır. Eğer, MHP ülkenin milli birlik ve bütünlüğünün bozulmaya çalışıldığı konusunda gerçekten samimi ise meclisten çekilir, millete döner ve millete gerçekleri anlatarak da sert eleştirilerini pekala yerine getirebilir, ama onların böyle bir niyetinin olmadığını çok iyi biliyoruz.
“Önce ülkem, sonra partim” sloganlarıyla yıllar yılı bu milleti kandıran MHP’nin, maalesef bu konuda da gayri samimi olduğunu gözlemliyoruz. Dediğimiz gibi samimiyseniz millete dönün ve bu süreci durdurun. Ülkenin birliği ve bütünlüğü mü önemli, yoksa partinizin haklı çıkması mı önemli herkese gösterin.
Aslına bakılırsa MHP’yi gayri samimi bulduğumuz konusunda geçmişe dönük elimizde çokça malzeme mevcuttur. O nedenle MHP’yi Kürt açılımına karşı olması noktasında samimi ve ciddi bulmadığımızdan, MHP’ye güvenmiyoruz.
Peki, MHP’yi gayri samimi bulmamıza neden olan olaylar nedir bir hatırlayalım:

MHP Apo’yu ipten aldı

MHP’nin de içinde bulunduğu 57. hükümet döneminde terör örgütü PKK’nın başı Abdullah Öcalan’ın idamı konusu gündeme gelmişti. Fakat sırf AB’ye giriş süreci sekteye uğramasın diye idam dosyasını rafta beklettiğini biliyoruz. İdam konusu meclis gündemine geldiğinde ise MHP’nin Apo’nun idamı konusunda idamının onaylanması yönünde oy kullandığı doğrudur. Fakat, Apo’nun idamının onaylanıp, onaylanmayacağı süreç içinde bir süreç vardır ki, işte o süreç gözden kaçırılmaya çalışılmaktadır.

Peki nedir o Süreç?

Herkes bilir ki, yasama yetkisini elinde bulunduran partiler, Meclis gündemine gelmesi istenilen konuları kendi belirlemiş olduğu alt komisyonlarda tartışır ve bu komisyonların onayıyla Meclis gündemi belirlenir. İşte böyle bir süreç Apo’nun idamı konusunda da gerçekleşmiştir. AB uyum yasaları çerçevesinde Adalet Komisyon’unda ele alınan idam cezasının kaldırılması ilgili görüşmelerde DSP’den 7, MHP’den 6, ANAP’tan 3, SP’den 4, DYP’den 3 üye olmak üzere 23 üye bulunuyordu. DSP tasarının kabulü yönünde evet derken, ANAP’ın iki üyesi evet, bir üyesi ise red oyu kullanıyor. SP ve DYP’li üyelerinde tamamı red oyu kullanıyor. MHP’liler ise evet oyu kullanıyor. Böylece tasarının Meclis’te görüşülmesi kabul ediliyor. Eğer, MHP’liler red oyu vermiş olsaydı çoğunluk red oyu olduğu için Apo’nun işi o gün bitiyordu. Ama MHP tasarının Meclis gündemine gelmesini sağlamıştır.


Türk Ocakları AKP'nin Kürt açlımını destekliyor
AKP’nin Kürt açılımını destekleyen Türk Ocağı Genel Başkanı Naci Gürgür (solda), İçişleri Bakanı Beşir Atalay’la (sağda) görüştü ve ardından da Kürt Enstitüsü açılması teklifinde bulundu.
MHP’nin bu konuyu Meclis gündemine getirmesinin nedeni basittir. Onlar da Meclis’te Apo’nun idamı yönünde bir karar çıkmayacağını biliyorlardı ama kendilerini haklı çıkarmak için adalet komisyonunda Apo’nun işini bitirmek varken konuyu Meclis gündemine taşıyarak Apo’nun idamını engellemiştirler. Yani, “önce ülkem, sonra partim” diyen MHP, adalet komisyonunda “önce partim, sonra ülkem” demiştir. Bu gerçeği ise vefat eden MHP İstanbul eski milletvekili Mehmet Gül ve MHP Trabzon eski milletvekili Orhan Bıçakçıoğlu’nun basına vermiş olduğu açıklamalardan öğrenmiş bulunuyoruz. İsteyen geçmiş gazete arşivlerini tarayarak gerçeğin bu yönde olduğunu öğrenebilir. Ayrıca, madem Apo’nun idam edilmesini istiyordunuz, aksi yönde karar çıkacağını bildiğiniz halde hükümet ortaklığından neden ayrılmadınız? Bu mudur sizin ülke sevginiz?
MHP bu gibi şark kurnazlıkları ile halkı kandırabileceğini zannetti ama olayları açık ve net gören Türk halkı seçimlerde MHP’ye itibar etmeyerek cezalandırmıştı! Şimdi ise sözde bölücülüğe karşı olan MHP’nin PKK’nın Meclis’teki uzantısı olan DTP’ye göstermiş olduğu yakınlığı gören Türk halkı MHP’nin nasıl bir parti olduğunu anlamıştır artık.

MHP’nin DTP’ye duyduğu yakınlık

Hatırlanırsa bundan yaklaşık 2 yıl önce sınır ötesi harekatın yapılması gündeme gelmişti. O zamanın Genelkurmay Başkanı Yaşar Büyükanıt ile DTP arasında gerginlik yaşanıyor ve Genelkurmay Başkanı “PKK Meclis’te!” diyordu. Buna karşın Bahçeli ise DTP için: “Solumuzda oturuyorlar… Maalesef hâlâ yargısı devam edenler var. O süreçte biraz ihtiyatlı olmak lazım. Yargıda beraat ederlerse mesele yok. Ama yargıdan bir karar çıkarsa, PKK meclis’te demektir.”diyordu. DTP’nin PKK ile olan yakınlığı konusunda topu yargıya atacak kadar duyarsızlaşmış Bahçeli, şimdilerde ülkenin bütünlüğü için çok duyarlı hale gelmiş görüntüsü veriyor!
Meclis’te MHP’nin DTP’ye yakınlaşması sadece bununla sınırla kalmamıştı. Meclis’te MHP’lilerin DTP’lilere incir ikramı olmuş ve bu esnada “söyleyin, arkadaş yardım ve yataklıktan gider vallahi” esprisi de partililer arasında gülüşmelere neden olmuştu. Ayrıca geçen sene 23 Nisan nedeniyle TBMM’de yapılan kutlamalar sırasında protokol Birinci Meclis’e geçmiş burada DTP’li Hasip Kaplan’ın arkada kaldığını gören Bahçeli, Hasip Kaplan’ın elinden tutarak; “Hasip, Meclis’in renklerini tamamlayalım” diyordu. Yine aynı gün Meclis töreninde muhalefet liderlerinin bulunduğu grubun fotoğraf çekiminde bulunmak isteyen Ahmet Türk yapılan uyarılar ile protokolden çıkarılmak istenmiş buna Bahçeli engel olarak fotoğraf çekiminde bulunmasına izin vererek jest yapıyordu.
İki parti arasındaki yakınlaşmalar birlikte bozkurt işareti yapmaktan tutun da Doğu Türkistan’da Çin sömürüsü altında yaşayan Uygur Türkü soydaşlarımızın yaşadığı zulmü unutan MHP’liler, DTP’li bir milletvekili ile karşılıklı göbek atmaya kadar gitmişti.
Herkes bu duruma şaşırıyordu haliyle ama biz şaşırmıyorduk. İki partinin Kürt-İslamcı bir kökene sahip olduğunu bildiğimizden, eninde sonunda yakınlaşacaklarını devamlı olarak söylüyorduk. Söylediklerimizde ne kadar haklı olduğumuz ortaya çıkmıştır.

AKP’yi de Gül’ü de başımıza bela eden MHP’dir!

DTP’ye yakınlık duyan MHP’nin AKP’nin bölücü ve şeriatçı açılımlarına karşı olmak ise doğasında yoktur! Hatta Türkiye’yi bu sürece sürükleyen MHP’nin bizzat kendisidir. Hatırlayalım bugün Kürt açılımını AKP’den önce Abdullah Gül başlatmıştır. bildiğiniz gibi Abdullah Gül’e Cumhurbaşkanlığının yolunu açan da MHP olmuştu.
MHP’liler seçilecek olan Cumhurbaşkanı için: “Milli birlik ve ülke bütünlüğüne saygılı bir siyasi anlayışın temsilcisi olması vazgeçilmez bir şarttır” diyorlardı. Fakat ne oldu da “Türklük bizi ilkel bıraktı”, “milliyetçilik aslında ırkçılık” diyen Gül’ü Cumhurbaşkanı yaptılar.
Peki, MHP başka ne yaptı? Ne yapmadı ki? AKP gibi Türkiye için zararlı olan bir partinin kapatılması sürecinde kapatılmaması yönünde söylemleri oldu. Hatta Bahçeli bir keresinde: “AKP’nin kapatılmaması, MHP’nin koalisyon ortağı olduğu 57. Hükümet döneminde 3 Ekim 2001’de yapılan Anayasa değişikliği sayesinde oldu. Bundan büyük bir memnuniyet duyduk” dedi.
AKP’nin kapatılmamasından memnun ol, Türklükten hazzetmeyen bir AKP’liye Cumhurbaşkanlığının yolunu aç; ondan sonrada bağır, çağır: “Bu milletin başına bela mısın arkadaş?” diye. Tüm bu olumsuzluklara rağmen MHP hala ülkenin milli birlik ve bütünlüğünden yanaymış izlenimi veriyor ya işte en çok ona üzülüyoruz. Sanki birileri MHP’yi başımıza bela olsun diye sayıyla verdi arkadaş.

Eski MHP’liler de Kürtçülük, bölücülük yapıyor

Kürt açılımı ile yıllar yılı sahte milliyetçilik yaparak milliyetçi geçinenlerin, sahte milliyetçi olduklarını görmemiz için ortam da doğmuştur aslında! Buna en iyi örneklerden birini ise Türk Ocakları Başkanı Nuri Gürgür “Kürt sorunun çözümü elzemdir” diyerek AKP’ye Kürtçülük ve bölücülük konusunda vermiş oldu destekle göstermiştir.
Aslına bakılırsa TÜRKSOLU okurları Nuri Gürgür’ü yakından tanımaktadırlar. Hatırlayın canım, hani “Ulusalcılar, milli kültür ve tarihten kopuktur” diyerek milliyetçi solculara saldırma cüretini gösteren zat-ı muhterem vardı ya, işte o Nuri. Sözde milli kültür ve tarihten kopuk olmayan ama AKP’ye göbekten bağlı olan bu Nuri, bir de Kürtler için Kürt Araştırma Enstitü istemiş. Hatta, “Üniversitelerde Kürtçe seçmeli ders olarak müfredata konulabilir” demiş.
Ya, gördünüz mü yıllar yılı Türkçülük, “milliyetçilik” yapanların halini. Hepsi dökülüyor! Kürtçülük, bölücülük yapıyor. Nuri bir defasında da Fethullah’ın yurt dışındaki okullarının savunuculuğunu yapmıştı. Belki Kürtçülük ona Fethullahçılardan bulaşmıştır, kim bilir!
Tabii burada dikkat çekmek istediğimiz diğer bir husus ise Nuri Gürgür’ün eski bir MHP’li olmasıdır. MHP ve MHP’ye yakın yayın organlarında yazarlık yapan Nuri, bir yazısında: “Milli inkılâbın başarılması halinde Türk cemiyeti büyük bir medeniyet sıçraması gerçekleştirecektir”diyerek Osmanlı’dan sonra Atatürk tarafından kurulan Türkiye devletinin milliyetçilik temelindeki Milli İnkılâbını görmezden gelebiliyordu. Bu ise sözde milliyetçi geçinenlerin, Atatürk gibi en büyük Türk milliyetçisinin yapmış olduğu Türk Devrimi’ni ve milliyetçiliğini beğenmemekten kaynaklanıyordu.
Atatürk düşmanlığı yaparak Türk milliyetçiliği yapabileceğini zannedenlerin şimdilerde ise Kürtçülük ve bölücülük yapmasına şaşmamalıyız aslında. Atatürk düşmanlığı yaparak kitleleri Atatürk’ten ve milliyetçilikten soğutanlar, şimdilerde ise bu halka Kürtçülük ve bölücülük virüsünü bulaştırmak istemektedirler.

Milliyetçilik solcu olmayı gerektirir

Peki, neden Türkçüyüm, milliyetçiyim diye geçinen sağcılar, şimdilerde Kürtçülük ve bölücülük yapıyor. Evet, bu soruya doyurucu bir cevap vermemiz gerekiyor.
Milliyetçilik, milletini sevme, milletini özgür ve bağımsız yaşamasını sağlamak için her türlü sömürü ile mücadele vermenin, bir diriliş, bir var olma mücadelesinin, bir ideolojinin adıdır. O nedenle vatanseverlik, yurtseverlik gibi kavramlardan çok farklı birşeydir. Önemli olan her türlü sömürüye karşı eğilmeden, bükülmeden ezene karşı dimdik ayakta durabilmektir. O da milliyetçilik ile mümkündür.

Solcu olmak ise, insan onuruna saygı duymaktır, insanın insanı sömürüsüne karşı olmaktır, kendi halkının milletinin ezilmesine sömürülmesine karşı bağımsızlık mücadelesi vermektir. O nedenle Milliyetçilik ile solculuk ortak bir paydada buluşur. Amaç kendi halkının, milletinin her türlü sömürü vasıtasıyla sömürüsüne karşı olmak ise bunu sadece solcular yapabilir, sağcılar değil.

Ülkücülerin, milliyetçi geçinenlerin geçmiş dönem yayınlarındaki yazılarına bakın, Doğan Avcıoğlu yönetimindeki sosyalistlerin milliyetçi olmaları bile eleştirilmektedir. Yani solcuların milliyetçi, yurtsever olmasına bile tahammülleri yoktur bu gibilerin.
Ülkücü ve sağcı geçinenler her daim solcuların devletçi olmalarını eleştirmişlerdir. Oysa ki, devletçi olunmadan milliyetçi olunamayacağını anlayamayanlar; “İşçi çalışır, üretir. Sosyalist devlet onu sömürür” saçmalıklarıyla devletçiğe karşı çıkmışlardır. İşçiyi asıl sömürenin burjuva olduğu gerçeğini görmezlikten gelerek kapitalizmin savunuculuğu yapanlar, kendi emekçi halkını, milletini sermayedara sömürterek milliyetçi olabilirler mi? Tabiî ki olamaz, ama gel de bunu ülkücülere, sağcılara anlat.

Türkler ve Solculuk

Sosyalist düzen, ferdin mülkiyet hakkını gasp ediyor diye karşı çıkıp birde Türkçülük yapmaya çalışanlar yok mu? İşte asıl Nuri’nin de belirttiği gibi milli kültür ve tarihten kopuk olanlar bunlardır. Yani ülkücülerdir, sağcılardır. Bilmezler mi Orta Asya’dan Osmanlı dönemine kadar Türklerde mülk sahibi olma anlayışının olmadığını?
Eğer sözde milliyetçi geçinenler milli kültür ve tarihten kopuk olmasaydılar Türklerde mülkiyet anlayışının olmadığını bileceklerdi. O nedenle, mülkiyet hakkı gasp ediliyor, diye sosyalizm düşmanlığı yapanlar aslında yıllar yılı Türk ve Türkçülük düşmanlığı yapmışlardır.
Eğer biraz Türk tarihinden haberleri olsaydı, Atatürk’ün başta Türk milliyetçiliği olmak üzere Altı Ok’unun Orta Asya Türk geleneğine bir dönüşün, öze dönüşün, bugün modernize olmuş halini görür ve Atatürk düşmanlığı yaparak Türk milliyetçiliği yapılamayacağını anlarlardı.
Yine eğer, Türk tarihinden ve Türkçülükten biraz haberleri olsaydı. Orta Asya Türk yaşamının aslında bugün bizim arzuladığımız sosyalist düzen arasında bazı benzerlikleri olduğunu görürlerdi. Eğer biraz daha dikkatli baksalardı, Atatürkçülüğün Türkçülük olduğunu; Türkçülüğün ise mülkiyetsiz, paylaşımcı, köleci olmayan ve bu nedenle sömürmeyen, eşitlikçi bir düzeni, yani sosyalist düzeni, savunmak olduğunu görürlerdi! Orta Asya Türk yaşamında, insanın insanla ilişkisinin mülk sahipliğine göre değil, yeteneğine göre kurulduğunu, mal ve mülk kavramları gelişmediği için de toplumu yönetecek kişilerin meziyetleri ve kişiliğiyle ön planı çıktığını göreceklerdi. Yani Türkler özü itibariyle solcu bir millettir. Ve o nedenle sosyalizme savaş açan MHP’nin, ülkücülerin de neden Türkçü bir parti olamayacağı şimdi daha net görülebilmektedir.
Bireyin mülkiyet hakkına sahip olduğu bir yerde toplumculuğa, halkçılığa yer yoktur. Halka yer olmayan yerde milliyetçiliğe hiç yer yoktur. Çünkü bireyin mülk sahibi olma arzu ve isteği halkın, milletin özgür ve bağımsız yaşamasının önüne geçerse; milletin bağımsızlığı bireyin arzu ve isteklerine feda edilmiş demektir. Daha açıkçası bireyin olduğu yerde millet yoktur. Bireyi esas alan sağcı zihniyetin olduğu yerde milliyetçilik yoktur. İşte o nedenle de sağcılar milliyetçi olamaz.

Türkçülük; Atatürkçü, milliyetçi ve sosyalist olmak demektir!

Daha Türkçülüğün ve Milliyetçiliğin ne olduğunu bilmeyenlerin Kürtçülüğe ve bölücülüğe gereken tavrı alamamalarına, hatta üstüne üstelik Kürtçülük ve bölücülük yapmasına niye şaşırıyoruz ki? Asıl şaşılması gereken Türkçülükten bihaber olanların peşinden gitmektir.
Bunların peşinden gidenler ise şimdi Kürtçülük konusunda nasıl bir tavır takınacaklarını bilemiyor. Bilemezsin arkadaş, Atatürk’ün Türk milliyetçiliğini beğenmezlik edip burun kıvıracağına biraz onun döneminde uygulanan Kürt politikalarına bakmış olsaydın Kürtçülük konusunda nasıl tavır takınılacağı konusunda senin de bir fikrin olacaktı. Ve böylece DTP’ye yakınlık duyanların peşinden gitmek yerine onları yargılar olacaktın arkadaş. Eğer bu bildiklerini biraz yorumlama ve biraz da yeni tezler üretebilme kabiliyetin olsaydı; Atatürkçülüğü, Milliyetçiliği ve Sosyalizmi bir potada eritip; Amerikancı, kapitalist, işbirlikçisi AKP ve DTP’ye karşı en net tavrı sen alırdın. Bugün TÜRKSOLU’nun AKP ve DTP gibi Kürtçü ve bölücü partilere karşı en net tavrı almasının altında yatan neden işte budur.

Eğer bu bilgilere biraz vakıf olsaydın “Türk-Kürt kardeşliği” saçmalığı adı altında tüm tarihi boyunca emperyalizme ve sömürüye karşı mücadele eden Türk’ü; Kuzey Irak Kürt yönetiminde olduğu gibi Amerikan emperyalizmine şükranlarını bildirmek için şükran günü düzenleyen işbirlikçi ve Amerikan emperyalizminin ajan unsuru olan Kürt zihniyetiyle kardeş yapma gafletine düşmezdin. Bu gaflete düşüp Türk-Kürt kardeşliğini savunan MHP gibi partilerinde neden DTP’ye yakınlık duyduklarını da daha iyi anlardın.

Şimdi anladın mı arkadaş, ülkücülerin ve sağcıların neden Kürtçülük ve bölücülük yaptığını. Buna karşın ise TÜRKSOLU’nun Kürtçülüğü Amerikan emperyalizminin ezilen ulusları bölmek için vasıta, ajan bir unsur olarak kullandığının bilincinde olup; ezilmeye ve sömürülmeye karşı ise Türkçülük, milliyetçilik yaparak karşı çıkılacağını ve böylece bağımsız olunabileceğini bilirdin. Solcu olmak bu gerçeği bilmeyi gerektirir.


(Sayı 252, 07/09/2009)
 http://www.turksolu.com.tr/sehit/secmemhp2.htm

..

28 Ekim 2014 Salı

Andımıza Irkçı Diyenler


Andımıza Irkçı Diyenler

cazim_gurbuz_slayt
Andımıza Irkçı Diyenlerin Antları, Marşları, Milliyetçilikleri
Cazim Gürbüz
Meclis TV’yi izliyordum 11 Nisan günü, CHP Grup Başkan Vekili Muharrem İnce konuşmasını yaptı, yerine otururken BDP’lilerle tartışmaya başladı. “Hem barış istediğinizi söylüyorsunuz, hem de okullarımızda çocuklarımızın söylediği andımızla uğraşıyorsunuz”  Mealinde sözler etti onlara.
Sırrı Sakık ve batasıca adını hatırlamadığım bir BDP milletvekili, İnce’ye “Senin andın ırkçıdır” dediler.
Irkçıymış andımız, onlara zorla “ Türküm, doğruyum, çalışkanım” dedirtiyormuşuz. Onlar Türk değillermiş…
Atatürk’ün Milli Eğitim Bakanı Dr.Reşit Galip yazmış bu andın metnini. Bunca yıl da söylenmiş, kaç nesil bununla beslenmiş. Ama hep batmış birilerine… Yalnız Kürtçülere değil, AKP’lilere de fena batıyor bu ant. Danıştay’da dava bile açmıştı AKP’nin Milli Eğitim Bakanı. Gerekçe olarak da, bu andın dayanağı olan yönetmeliğin 12.maddesinin; anayasaya, uluslararası sözleşmelere ve insan haklarına aykırı olmasını ve yurttaşların tercih hakkını kaldırmasını göstermişti.
Reddetmişti o zamanki Danıştay (şimdiki neyler bilmeyiz).
Başa dönelim şimdi, peki andımızı ırkçı bulanların marşlarında ve milliyetçiliklerinde neler var bir bakalım, görelim ikiyüzlülüklerini:
“DİNİMİZ VE MEZHEBİMİZ VATAN” DİYOR KÜRT MARŞI
Kuzey Irak’ta kurulu Federal Kürdistan’ın bir de milli marşı var elbette. Marşın adı “Ey Rakip”, sözlerini 1918-1948 yıllar arasında yaşamış, Marksist ve ateist bir Kürtçü olan Yunus Rauf yazmış.
Türkiye kökenli tüm Kürtçü örgütler de bu marşı benimsiyor. Terör örgütü PKK’ya ait Roj TV (daha önce Med TV ve Medya TV)’nin açılış ve kapanışında, PKK’nın kamplarında, ayrıca örgütün kongre, toplantı, şölen ve konserlerinde de “Ey Rakip” marşı okunuyor.
Marşın sözleri 20 dizeden oluşuyor. 14 kez “Kürt” ismi zikrediliyor. “Kürt dili”, “Kürt kavmi”, “Kürt oğlu” ifadeleri geçiyor. “Kürt’ün ölmediği, yaşadığı, bayrağının inmeyeceği” belirtiliyor.
“Keyhüsrev’in, Kızıl Devrim’in çocuklarıyız” deniliyor. “Dinimiz ve mezhebimiz vatan, Kürt ve Kürdistan” ifadelerine yer veriliyor. 1
Şimdi soralım, kim ırkçı?
Ve şimdi de bunları kışkırtan o süper gücün bu bağlamdaki tutumunu görelim. Hem de Taha Akyol’un bir yazısından alınıtlayarak.
AMERİKAN MİLLİ MARŞINI İKİ MİLYON KİŞİ SÖYLEDİ
“ABD başkanlarının yemin töreni daima coşkulu milli bayramlar gibidir: Bayraklar, milli semboller, Amerikan kimliğini, Amerikan milli gururunu yücelten konuşmalar, İncil üzerine yemin, özel üniformalı askeri birliklerin geçit törenleri, yeni başkanın Amerikan bayraklarıyla, Amerikan renkleriyle donatılmış caddelerden Beyaz Saray’a yürüyen korteji…
Obama’nın töreni daha bir ihtişamlı oldu! 20 milyon Amerikalı katıldı törenlere!
Bush’un yarattığı travmalara karşı bir halk tepkisiydi! Bir ‘milli terapi’ idi adeta.
Obama, konuşmasında, Amerikan ordusunu övdü, ‘Babam bir Amerikan subayıydı…
Ülkemizin güvenliğini sağlayan ordumuzun üyesi bir aileden geldiğim için onur duyuyorum’ diye konuştu.
İncil üzerine yemin etti, konuşmasını ‘Tanrı Amerika’yı korusun!’ diyerek tamamladı…
Bandonun çaldığı milli marşı 2 milyon Amerikalı söyledi!
Ayin gibi bir ruh birliği…” 2
Ve şimdi de Fransa, hani arada bir bize soykırım dersi vermeye kalkan, soykırım sabıkalısı o ülke. Bakalım onlar neylerlermiş:
FRANSA’YA GÖÇMEN OLARAK GELEN SADECE VATANINI DEĞİL, TARİHİNİ DE DEĞİŞTİRMİŞ OLUR 
“Avrupa’dan Türkiye’ye yönelik eğitimde milliyetçilik eleştirileri gelirken, Fransa okullarda milli simgelere, bayrağa ve milli marşa geri dönüyor.
Son bakanlar kurulu toplantısında milli kimlik tartışmaları masaya yatırıldı ve Fransız kimliğini güçlendiren bir dizi karar alındı.
Fransa’da milliyetçilik anti-İslam dalgayla elele yürüyor.
Fransa’ya göç etmek isteyenlerin imzaladığı taahhütnameyi gündeme getiren Morano, bu taahhütnameye eklenecek yeni maddeyle, göçmenlerin ülkeye giriş yaptıktan sonra “çarşaf giymeyeceklerine dair” söz vermesini istedi.
Taahhütname halihazırda çok eşlilik, zorla evlendirme ve kadınlara sünneti yasaklıyor.
Fransız bakanın önerisi toplantıdan çıkan kararlar arasında değil.
Toplantı kararlarına göre;
-Fransız milli marşı ve bayrağı okullara dönecek.
-Okullarda vatandaşlık eğitimine ağırlık verilecek.
- Göçmenlerin ülkeye girişlerinde Fransızca dil eğitimine dair koşullar ağırlaştırılacak.
- Kadın-erkek eşitliğinin Fransa’nın önemli değerlerinden olduğu anlatılacak.3
Dahası da var, onları da anlatalım:
Fransa’da nüfusun etnik köken ve farklı inançlara göre dağılımını incelemek amacıyla bilgi toplanmasına devlet karşıdır! Çünkü Fransız devletinin benimsediği “cumhuriyet değerleri” kavramına göre, tüm vatandaşlar eşittir ve bu eşitliğe gölge düşürecek ayrılıkları ve ayrımcılığı ortaya çıkaracak girişimlere izin verilemez.
Fransız devleti, kültürel farklılıkların ifadesine izin vermez.
Fransız okullarında, derisinin rengi, etnik kökeni, dini inancı ne olursa olsun, tüm öğrencilere şu öğretilir: “Bizim atalarımız Galyalılardır.”
Galyalılar, eski tarihte bugünkü Fransızların ilk atalarıdır.
Fransız anayasasında “Fransız Cumhuriyeti bölünmez bir bütündür” der. Bu nedenle Fransız devleti inanır ki, Fransız nüfusunun etnik ve dinsel kökenlerine göre ayrışımını incelemeye kalkmak, Fransız cumhuriyetini bölmeye kalkışmaktır!
Son sağcı Fransız hükümetinde İçişleri Bakanı Danışmanı olan Jean Claude Barreau, bakın açıkça neler söylüyordu:
“Fransa’ya göçmen olarak gelen kimse, sadece vatanını değil, tarihini de değiştirmiş sayılır. Fransa’ya gelen yabancılar şunu iyice anlamalıdırlar ki; Fransa’ya ayak bastıkları andan itibaren ataları artık Fransız atalarıdır ve Fransa artık onların yeni vatanıdır.” 4
…………………………………………………………….
1) Sinan Sungur-Odatv.com
2) Taha Akyol-22 Ocak 2009 Milliyet Gazetesi
3) http://www.euractiv.com.tr
4) Yılmaz Dikbaş-Avrupa Birliği Tabuta Çakılan Son Çivi/Asya-Şafak Yayınları

http://hepar.org.tr/andimiza-irkci-diyenler.aspx