Türkiye'de Amerikancılık Nasıl Başladı?
BÖLÜM 1
Prof. Dr. Cihan DURA,
Haziran 2004
Bir bu güne, bir de geçmişe bakalım. Atatürk’ün o kendinden emin, geleceğe güvenle bakan, başı dik Türkiyesi nerede; bugünün şu süngüsü düşük, Avrupa Birliği’ne yamanmaya çalışan, başı yerde Türkiyesi nerede!…
Peki bu noktaya nasıl geldik? Yanıt zor değil, çünkü “aklın ve bilim”in yolundan ayrıldık. Ne zaman? Atatürk aramızdan ayrılır ayrılmaz, İsmet İnönü’nün Cumhurbaşkanı olması ile birlikte, Türkiye’nin yeniden emperyalist ülkelerle asimetrik ilişkiler kurmaya başlaması ile birlikte. Bu bağ öncelikle Amerika Birleşik Devletleri (ABD) ile kuruluyor. Yazımın konusu işte budur: Türkiye’de Amerikancılık ne zaman ve nasıl başladı?
Bu konuda en iyi ve en yeni kaynaklardan biri, Çetin Yetkin’in “Karşı Devrim 1945-1950” [Otopsi Yayınevi, İst., 2002] adlı kitabı. Makalemi yazarken, bu büyük emek ürünü kaynaktan geniş ölçüde yararlandım. Onun dışında M. Emin Değer’in “Oltadaki Balık Türkiye”, [Çınar Yayınları, İst., 1993] Attilâ İlhan’ın makale ve kitapları zikredilebilir. Ayrıca N. Berkes de anı kitabı “Unutulan Yıllar”da [İletişim Yayınları, İst., 1997] konuya geniş ölçüde yer verir.
Ben en yeni, en kapsamlı ve ayrıntılı olduğu düşüncesiyle, çerçeve olarak Çetin Yetkin’in kitabını yeğledim. Ayrıntılardan çok, olup bitenin ana hatlarını gözler önüne sermeye çalıştım. Böyle bir yaklaşım, temel değişkenleri kolay görmemizi sağlayacak. Zaten çalışmamın esas amacı da bu. Önemi de bu olacak: Türkiye’de Amerikancılığın başlamasının ana çizgileriyle ortaya konması. Kuşkusuz, ayrıntılar konusunda başvurulacak kaynak, başta Ç. Yetkin’in kitabı olmak üzere diğer yapıtlardır.
I) Dönüşüm
Çetin Yetkin “Karşı Devrim”e, dikkatimizi bir “dönüşüm”e çekerek başlar: “Ben İkinci Dünya Savaşı’nın başlamasından dört gün sonra doğmuşum… Babam subay, annem öğretmendi… Babamın üniforması, rengiyle, biçimiyle hemen hemen Alman subaylarının üniformalarının eşiydi. Savaşın bitiminde, bu üniforma İngiliz subaylarının üniformalarına benzedi, daha sonra da Amerikalılar’ınkine. Babam önceleri çizme giyiyordu, sonra adına ‘Çörçil’ denen postal. Daha sonra bu ‘Çörçil’ler, ‘Ruzvelt’ oldu… Sonra günlerden bir gün Amerikalıların Missuri savaş gemisi geldi… Türkiye bayram yerine dönmüştü. Tüm Türk ulusu kıvanç içindeydi. Gururlanıyorduk da. … Artık Rusya’dan korkmamıza gerek kalmamıştı.” Tarih 6 Nisan 1946’dır.
Aradan, bir yılı aşkın bir süre geçer. İsmet Paşa, ünlü “12 Temmuz 1947 Beyannamesi”ni yayınlar ve “müjde”yi verir: Türkiye demokrasi rejimine geçecektir. Demokrasinin önündeki engeller kaldırılacaktır. Ne var ki aynı gün çok önemli bir gelişme daha olur: ABD ile bir antlaşma imzalanır.
Bu iki önemli olayın aynı güne denk gelmesi bir tesadüf müdür? Kesinlikle hayır! Kanıtı, son ikibuçuk yıl içinde gerçekleşen ve içinde ABD’nin yer aldığı kimi anlamlı olaylar… Kronolojik olarak aşağıda veriyorum.
23 Şubat 1945: ABD “Ödünç Verme ve Kiralama Kanunu” çerçevesinde Türkiye’ye verilen malzeme için, ABD ile 10 yıl vadeli 10 milyon dolarlık kredi antlaşması imzalandı.
12 Ekim 1945: ABD Senato üyesi Claude Pepper Çankaya’da İsmet İnönü tarafından kabul edildi.
8 Kasım 1945: İnönü’nün 1 Kasım’daki TBMM’ni açış söylevi ABD’de Congressional Record’da yayınlandı.
6 Nisan 1946: Amerikan Missuri zırhlısı ve iki savaş gemisi İstanbul Limanı’na geldi. ABD Başkanı Truman, Amerikan Ordu Günü nedeniyle yaptığı konuşmada, “Orta Doğu’da muazzam doğal kaynaklar vardır ve en işlek kara, hava ve deniz yolları bu bölgeden geçmektedir. Sonuç olarak bu bölgenin büyük iktisadi ve stratejik önemi vardır.... Dünya ticaret sisteminin temellerini kurmak istiyoruz. Uluslararası ilişkileri zehirleyen ve iki harp arası devrede hayat seviyesini bozan dar iktisadi milliyetçiliğe dönmek istemiyoruz” dedi. ABD Türkiye ile ilgilenmeye başlıyordu.
13 Nisan 1946: Hükümet, ABD’den 500 milyon dolarlık kredi istedi.
23 Kasım 1946: Bir Amerikan filosu İzmir’e geldi.
3 Mart 1947: Truman Doktrini gereğince Türkiye ve Yunanistan’a yardım yapılması kararlaştırıldı.
11 Mart 1947: Türkiye Uluslararası İskan ve Kalkınma Bankası’na (Dünya Bankası) ve Uluslararası Para Fonu’na (IMF) katıldı.
12 Mart 1947: Türkiye Truman Doktrini kapsamına alındı.
19 Mart 1947: İstanbul’daki bazı Amerikalılar ile Türk vatandaşları Türk Amerikan Dostluk Cemiyeti kurmak için harekete geçtiler.
21 Mart 1947: ABD Temsilciler Meclisi’nde Dışişleri Bakan Yardımcısı Acheson, yardımı haklı göstermek için, Türkiye’de bir muhalefet partisinin bulunduğunu ve demokrasinin geliştiğini söyledi.
12 Nisan 1947: Türkiye’de incelemeler yapmak üzere Senatör Berkeley başkanlığında bir ABD heyeti geldi.
2 Mayıs 1947: Bir Amerikan filosu İstanbul’a geldi. İsmet İnönü filo komutanları ile görüşmek için Ankara’dan İstanbul’a gitti.
22 Mayıs 1947: Amerikalı General L.E. Oliver başkanlığında 20 kişilik bir askeri yardım kurulu Türkiye’ye geldi.
24 Mayıs 1947: Kara Kuvvetleri’nde subay üniformaları Amerikan modeline göre değiştirildi.
14 Haziran 1947: Amerikan İktisadi Heyeti, Türkiye’ye geldi.
İsmet İnönü’nün 12 Temmuz Beyannamesi’nden önce neler olmuş? Toparlayalım: Sivil ve asker Amerikan heyetleri, savaş gemileri geliyor. Türkiye ABD’den borç istiyor. IMF ve Dünya Bankasına üye oluyor. İki ülke arasında askerî ve ekonomik temaslar başlamış. Dostluk Derneği kuruluyor. Türk subayları Amerikan tipi üniformalar giyiyor.
İş çoktan kotarılmaya başlamış!
II) Mandacılara İade-i İtibar
Kanıtları olan bir gerçektir: İsmet İnönü, Ulusal Kurtuluş Savaşı’na katılmadan önceki günlerde “Amerikan mandacısı”ydı. Kâzım Karabekir’e yolladığı bir mektupta tek kurtuluş yolunun “Amerikan mandası” olduğunu açıkça yazmıştır (Yetkin, 2002: 28).
“İhtilaf ve nifak, esasında şahsiyetten doğmuştu” sözleri ise, İsmet İnönü’nün temelde Atatürk ile görüş birliği içinde bulunmadığının kanıtıdır. Çünkü ona göre, Atatürk’ün, mandacılık, hilafet, saltanat, ve benzeri konularda eleştirerek çevresinden uzaklaştırdığı kişilere karşı olan tutumu; “şahsiyetten”, yani kişisel çekişmelerden doğuyordu. Mandacı, hilafetçi, saltanatçı olmak hiç de önemli değildi.
İsmet Paşa Cumhurbaşkanı olunca yeni bir dönem başlatmıştır. “Gazi Mustafa Kemal Paşa dönemi”ni kapatmış, o dönemin önde gelen kişilerini tasfiye etmiştir (Yetkin, 2002: 58). Yeni gözdeler “mandacılar”dır!
Bu hüküm günümüzün birçok Atatürkçüsü için şaşırtıcı ve üzücüdür. Ç. Yetkin burada Atatürkçülerin, içine düşebileceği ikilemi şöyle çözüyor: “İnönü’nün sonradan Ulusal Kurtuluş Savaşı’na katılması, kahraman bir komutan olması, onun ulusal bir yıkım anında umutsuzluğa düşecek bir kişi olmuş bulunduğu gerçeğini değiştirmez. Acaba, II. Dünya Savaşı’nın bitiminde… denize düşen yılana sarılır gibi, ülkeyi Amerikan emperyalizmine açmasında aynı duygu ve aynı umutsuzluk etkili olmuş mudur?”
“Gözde”lere örnekler verilebilir, mesela H. Edip Adıvar… Atatürk Sivas Kongresi hazırlıkları sırasında Halide Edip’ten aldığı ve “Amerikan mandasının zorunlu olduğu” vurgulanan 10 Ağustos 1919 tarihli mektuba Nutuk’ta özellikle yer vermiştir. Halide Edip, Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nın kuruluşu sırasındaki tutumu ve devrimlere karşı oluşu yüzünden de Atatürk’le ters düşmüştü.
“Birinci sınıf Amerikancı” olan Halide Edip’in, Sivas Kongresi’nden bir bağımsızlık savaşı kararı çıkmasını engellemek amacı ile, Atatürk’e yolladığı 10 Ağustos 1919 günlü mektup; Sultan Ahmet Meydanı’nda halkı coşturan, daha sonra da Ankara’ya geçen ve bu nedenle de “bir kahramanmış gibi algılanan” Halide Edip’in gerçek kimliğini ortaya koyan belgelerden yalnızca biridir. Onun “Amerikan sevdası”nın başka bir kanıtı gerçekten “itici”dir. Şöyle ki romanlarında işlediği konulardan biri, Türk kadınlarının yabancı erkeklerle evlenmeleri ya da onların metresleri olmalarıdır. Dahası, Türk ana ve babadan doğacak çocuk kız olursa adının Dolly Şadiye, erkek olursa George Halim konulmasını ister.
İnönü, “kırgınlıkları giderme” siyaseti çerçevesinde, birçokları arasında, Halide Edip’i de vatana kazandırdı, hattâ onurlandırdı. Üniversitede İngiliz Edebiyatı profesörlüğüne atanmasını sağladı (Yetkin, 2002:52-55).
III) ABD’nin Silahı: Demokratik Rejim
II. Dünya Savaşı sona ermiştir. ABD dünyaya yeni bir düzen vermek istemektedir. Ancak güçlü bir “uluslararası ideolojik silah”a ihtiyacı vardı.
Aradığı silahı bulması uzun sürmez.
İngiltere ve Amerika’ya göre Savaş “anti-demokratik rejimlere sahip ülkelerin saldırgan politikaları” yüzünden çıkmıştı. Öyleyse yapılacak iş şuydu: Dünyadaki tüm anti-demokratik rejimlere, diktatörlüklere son verilmeli, her ulus dilediği yönetim biçimini seçebilmeliydi. Böylece “ana-oğul” yani İngiltere ve ABD dünya siyaseti olarak şu hedefi ortaya sürdüler: Dünyada “özgürlükçü ve demokratik bir devletler topluluğu”nu gerçekleştirmek (Gökkubbenin altında yeni bir şey yok: Bugünün dünya olaylarını yakından izleyenler herhalde bağlantıyı kurmakta gecikmediler. Ana-oğul, İngiltere ve ABD, bugün de aynı siyaseti uyguluyorlar).
“Özgürlükçü ve demokratik bir devletler topluluğu” hedefi, aranan “ideolojik silah”ı da kendi içinde barındırıyordu: Demokratik rejim! Araç bulunmuştu, dünya ülkelerine, yapıları ve dayanma yetenekleri hesaba katılmaksızın, “demokratik rejim” dayatılacaktı. Bu talep, görünürdeki amaç olacaktı; asıl amaç bunun ardına gizlenecekti. “Demokratik rejim” dayatması Amerikan oligarşisine, asıl gizli niyetini, istediği “küresel düzen”i gerçekleştirme yolunu açacaktı. Ülkelerin kamu oyları da -günümüzde olduğu gibi- türlü propagandalarla bu “ideal”e, taparcasına inandırılacaktı (Strateji günümüzde de aynı. Büyük devletler daima yeni ideolojik silahlar bulabiliyorlar. Demokrasiyi bir “Truva Atı” olarak kullanmaktan vazgeçmiş değiller. Ona ek olarak “yeni görüş” ve “yeni ideal”ler uydurdular: Küreselleşme, Yeni Dünya Düzeni, Avrupa Birliği, Büyük Ortadoğu Projesi gibi).
ABD’nin yeni dünya stratejisi karşısında, acaba o zamanki Türkiye’nin konumu neydi?
Kuşkusuz, Türkiye’nin rejimi Amerika’nın bakış açısından hiç de “demokratik” değildi. Milli Şef, “düpedüz bir diktatördü ve ülkede demokrasiden eser yoktu!” Yeni stratejisi göz önüne alınınca, doğal olarak karşı taraf boş durmayacaktı ve nitekim de öyle oldu.
ABD İktisadî Harp Dairesi Türkiye’nin “dost olmayan ülke” statüsüne alınmasını isterken, İngiliz BBC radyosu da Türkiye’yi demokrasi açısından yerden yere vuran bir dizi program yayınlıyordu. Türkiye karşıtı hava öylesine güçlüydü ki, olumsuz tutum Türkiye çok partili düzene geçtikten sonra bile bitmedi. Örneğin 1947’de, Amerikan Kongresi komisyonlarında, Temsilciler Meclisi’nde ve Senato’da, Truman Doktrini’ne Türkiye açısından çok ağır eleştiriler yöneltildi. Örnekler verelim: Türkiye’ye yapılacak yardım, muhalefetin ezilmesi için kullanılacak. Ülkenin insan hak ve özgürlüklerini tanımayan otokratik yönetimi güçlenecek. Türkiye savaşta Nazilere yakınlık gösterdi; bu nedenle böyle bir yardım Birleşmiş Milletler ülküsüne aykırıdır. Yardım ancak Türkiye tam anlamıyla demokratikleştikten sonra yapılmalıdır.
IV) Türkiye Cephesinde Durum
ABD’nin Hedeflerinden biri, Kuşkusuz Türkiye idi.
Daha önce,1923-1938 döneminde -eş deyimle Atatürk döneminde- Türkiye’nin Batı ile ilişkileri normal düzeydeydi. Sıkı ilişkiler söz konusu değildi, özellikle de Türkiye ile Amerika arasında... Buna karşılık II. Dünya Savaşı bitiminde durum değişmişti: Türk devlet adamlarına göre koşullar, Türkiye’nin, “başta ABD olmak üzere Batı’ya tümüyle bağlanması gerektiğini” gösteriyordu. Ne var ki o ülkeler de, yukarda belirtilen nedenlerle, Türkiye’ye hiç de olumlu gözle bakmıyordu.
Peki, Türkiye bu hasmane tutumu nasıl önleyebilirdi? Bunun yolu, olumsuzluğun görünen sebebini, yani “anti-demokratik yapı”yı ortadan kaldırmaktı. Özellikle Millî Şef ne denli Batı demokrasisi yanlısı olduğunu Batıya göstermeliydi. Durum açıktı: Demokratik düzene geçilecekti. Yoksa Türkiye kurulmakta olan yeni dünya düzeninden dışlanır, hattâ varlığını sürdürmesi olanaksız hale gelirdi (Yetkin, 2002: 157, 150). Kısacası “Amerika’nın çağrısı”na olumlu sinyal verilmeli, dış dayatmaya boyun eğilmeliydi.
Ayrıca İnönü Türkiye’nin SSCB karşısındaki yalnızlığı ve bu devletin “talepler”i karşısında, İngiltere’nin ve Amerika’nın yardımına gereksinmesi olduğunu düşünüyordu. Nitekim Dış İşleri Bakanlığı Genel Sekreteri Feridun Cemal Erkin şöyle diyordu: “Türkiye, kaderini ancak Amerika ve Büyük Britanya’ya bağlarsa esenliğe kavuşabilir.” Anlaşılıyor ki, bu görüş Cumhurbaşkanı İsmet İnönü ve Başbakan Şükrü Saraçoğlu tarafından da benimsenmişti. Türkiye’nin yeniden Batıya bağlanışı, yalnız İsmet Paşa’nın değil, aynı zamanda yakın çevresinin eseriydi.
SSCB, 1945 yılı içinde, önce 1925 tarihli Türk-Sovyet Tarafsızlık ve Saldırmazlık Anlaşması’nı feshettiğini bildirmiş, ardından bir nota vererek, üs ve toprak içeren bir takım isteklerde bulunmuştu. Ç. Yetkin’e göre SSCB, isteklerini öne sürmeden önce, ABD’nin ve İngiltere’nin Türkiye’ye karşı besledikleri olumsuz düşünce ve duyguları değerlendirmiş bulunuyordu .
İş bununla bitmiyordu: Bütün bu olumsuzluklara, Sovyet tehdidi nedeniyle silah altındaki asker sayısını azaltamayan Türkiye’nin katlandığı ekonomik yük ekleniyordu. Bu açıdan da tek çare, “Sovyetler’e karşı Amerika ve İngiltere’nin desteğini sağlamaktı.”
ABD sonuçtan memnundu: İdeolojik silah sonuç veriyordu. “Truva Atı demokrasi” işe yarayacaktı. Tabii, işini sağlam da tuttu: Yapacağı mâli yardımı “demokrasi” koşuluna bağladı. Zaten bu, bütün zamanların değişmez yöntemidir: Emperyalizm, avını parayla avlar.
V) Doğal Sonuç: Paslaşma Başlıyor
Öyle anlaşılıyor ki buzlar, Milli Şef’in 1 Kasım 1945 söylevi ile çözülmeye başladı. İnönü, söylevinde, Türkiye’nin savaş boyunca hep müttefiklerin safında olduğunu vurguluyor ve şöyle diyordu:
“...Demokratik karakter bütün cumhuriyet devrinde ilke olarak muhafaza olunmuştur. Bizim tek eksiğimiz, hükümet partisinin karşısında bir parti bulunmamasıdır... Ülkenin ihtiyaçları sevkiyle hürriyet ve demokrasi havasının tabii işlemesi sayesinde, başka siyasi partinin de kurulması mümkün olacaktır.”
İnönü’nün bu sözleri hedefini buldu. Çünkü, ABD South Dakota temsilcisi, Karl E. Mundt, İnönü’nün söylevini Amerikan Kongresi’nde okuyacak ve söylev metni Mundt’un olumlu yorumu ile birlikte “Congressional Record”un 8 Kasım 1945 günlü sayısında yayınlanacaktır. Ç. Yetkin’in vurguladığı gibi İnönü’nün bu söylevi “ülkemizde çok partili ‘demokratik’ düzene geçişin temeli” olmuştur. Asım Us ise şu anlamlı savı ileri sürüyor: Bir süre önce Türkiye’ye gelen Amerikan Senato üyesi, İnönü’den, böyle bir demeçte bulunmasını istemişti. 1 Kasım nutku, bu isteğin yerine getirilmesidir (“Paslaşma hipotezi” lehinde bir kanıt!).
Bundan başka, başta İnönü olmak üzere, Sadi Irmak, H. Cahit Yalçın, F. Rıfkı Atay, A. Şükrü Esmer, E. İzzet Benice, Burhan Belge gibi CHP’li yazar ve sözcüler; Türkiye’deki demokratikleşme çabalarını ABD’ye duyurmaya çalışmışlardır. Örneğin, Türkiye’ye ve Yunanistan’a askeri yardım yapılmasına ilişkin yasanın Truman tarafından imzalanması üzerine, İnönü Amerikan halkına bir “mesaj” yayınlıyor ve şöyle diyordu: “Yardım, milletimizin ispat ettiği yüksek meziyet ve ideallerin dünya kamuoyu önünde takdir edildiğini kanıtlamıştır” (Yetkin, 2002: 163).
Rejimdeki değişikliğin Amerikan politikaları ile ilgisi, Tevfik Rüştü Aras’ın, Adnan Menderes ve Fuat Köprülü ile yanındakilere hitaben söylediği şu sözlerde de görülebilir: “Toparlanmanın tam sırasıdır beyler... Sanfransisko’da eski Cemiyet-i Akvam’ın yerine konacak bir Birleşmiş Milletler Anayasası hazırlanıyor… Demokrasi cephesi, zaferi kazanmıştır. Kurulacak yeni dünya, demokrasi dünyasıdır. Eğer biz hâlâ Milli şeflikle avunur gidersek bizi bu teşkilata almazlar. Bir an önce girişimi ele geçirmeli ve partiyi … İsmet Paşa’nın çiftliği olmaktan kurtarmalıdır. Bunu siz yapacaksınız Fuat Beyefendi, siz yapacaksınız Emin Beyefendi. Sizin gibi ülke-sever, uyanık görüşlü insanlar yapacak.”
Nitekim Nadir Nadi de söz konusu demokrasi girişiminde dış siyasal kaygıların ön plana çıktığını, dışarıya “hoş görünmek için” biçimsel rejim değişikliğine gidildiğini söyleyecek ve çok partili düzene geçişte dünya koşullarının etkisini kabul etmemekliğin güç olduğunu belirtecektir.
VI) Batının İki Yüzü
Şu görüş kuvvetle doğru görünüyor ki Batının temel özelliklerinden biri hep ikili oynaması, daima çifte standarda başvurmasıdır. Avrupa’nın bütün politik ve ekonomik tarihi bu taktiğin sayısız örnekleriyle doludur .
ABD’nin İsmet Paşa ile giriştiği “demokrasi oyunu” da böyleydi. Şu bakımdan ki Amerika’nın asıl amacı Türkiye’nin gerçek demokrasiye kavuşarak, mutlu ve gönençli olması değildi. Asıl amacı “Truva Atı demokrasi” sayesinde, Türkiye’yi yeni kurtulduğu yarı-sömürgelik statüsüne yeniden döndürmek, onu yeniden bir pazar haline getirmek, doğal kaynaklarından yararlanmak, topraklarını askerî üs olarak kullanmaktı.
Aynı görüşü, Ç. Yetkin (2002: 179) daha geniş bir bakış açısından şöyle dile getiriyor: “Ne Soğuk Savaş döneminde ne de sonrasında ABD ve ortakları için, ne demokrasilerin ne de özgürlüklerin hiçbir önemi olmamıştır. Bir ülkede hangi tür rejim işlerine geliyor ise onu desteklemişlerdir. Demokratikleşmeye çabalayan ülkeler ne zaman emperyalizmin çıkarlarına dokunsalar, [o hükümetlerin] yerlerine hemen askerî diktatörlükler geçirilmiştir. Türkiye’de ele aldığımız dönemde ise ABD emperyalizminin çıkarlarının gerçekleştirilebilmesi için, en uygun rejim 1945’ten başlayarak içinde bunaldığımız rejimdi. Gerektiğinde ona 27 Mayıs 1960’da, 12 Mart 1971’de ve 12 Eylül 1980’de yeniden biçim verdiler. ABD ve AB’nin bugün yaptığı da bundan başka bir şey değildir.”
ABD’nin bu hilekârca davranışı Türkiye’de de karşılık buluyordu: İçerde “Demokrasi” ve “özgürlük” çığlıkları atanların -ki bunların çoğu savaş zengini, karaborsacı, toprak emekçilerini sömüren ağa, yeni yetme aracı ticaret burjuvazisi idi- halkın kendi kendine yönetmesi demek olan demokrasiyi istedikleri filan yoktu. İstedikleri, eski toplumsal düzeni sürdürerek daha da palazlanmak, zenginleşmek, iktidarda söz sahibi olabilmekti (Yetkin, 2003: 257).
Bir toparlama yapalım: İnönü ve hükümeti, Türkiye’nin Sovyet tehdidi altında olduğuna inanmaktadır. Hükümet “İkinci Dünya Savaşı’nın etkisiyle ve yönetim beceriksizliği” yüzünden, dış yardım ve destek arayışı içindedir.
Tek çare vardır: Amerika’nın himayesini sağlamak! Peki nasıl? Şunları gerçekleştirerek:
• Amerikalılara şirin gözükmek,
• Çok partili düzene geçmek,
• ABD’nin Ortadoğu planına destek olmak,
• Türkiye’nin ABD’nin bir pazarı, hammadde kaynağı olmasına göz yummak.
• Amerika’nın düşmanı olan her şeyi ve herkesi düşman bilmek.
Bu girişimler, hemen anlaşılacağı gibi Türkiye’nin bağımsızlığı açısından çok tehlikeli şeylerdi. Zamanla öyle gelişmelere yol açtılar ki büyük bir felaket ile, Amerika’nın “Türkiye’nin bağımsızlığı üzerine ipotek koyması” ile sonuçlandı. “Millî İrade”nin yerini, Amerikan hükümetlerinin, daha doğrusu Amerikan “elit”inin iradesi aldı. Sözde Türkiye’ye demokratik rejim gelecekti. Öyle olmadı, demokrasi sadece bir Truva Atı olarak kullanıldı. Amerikan yönetici sınıfının iradesi Türkiye’ye o atın içinde, halkımızın bir deyişini kullanırsak “demir kır at”ın içinde sokuldu.
Kısacası, demokratik rejim, bir “karşı devrim süreci” olarak gelişti. Ç. Yetkin (2002:195) şöyle bağlıyor: “Ne acıdır ki, çok partili düzene geçilmekle birlikte, Türkiye’nin bağımsızlığı üzerine ABD’nce ipotek konulacaktır. Türkiye’nin, bugün sömürgeleşme sürecinde nerdeyse son noktaya gelmesinin temeli, 1945-1950 arasında atılmıştır.”
VII) “Türkiye: Amerikan Pazarı”
II. Dünya Savaşı sonu... İngiltere savaştan bitkin çıkmıştır. Bu durum, ABD için büyük fırsattır. Hemen harekete geçiyor: Hedef, dünya pazarlarını ve kaynaklarını ele geçirmek!
Buna karşılık ABD’nin girişimi de, Türk yöneticiler için bir fırsattır: Ne pahasına olursa olsun ABD’nin sempatisini kazanmak, onun desteğini elde etmek gerekmektedir. Çare yine hazırdır: ABD ile ticareti olabildiğince geliştirmek.
Zaten ortam öylesine “Amerikancı”dır ki Türkiye’ye gelen her Amerikan malı coşkuyla karşılanmakta, Türkiye’nin Amerika için bir pazar durumuna sokulması büyük bir iyilik gibi gösterilmekte, iş çevreleri sevinçten uçmaktadır. Ç. Yetkin kanıt olarak Ahmet Emin Yalman’ın Vatan gazetesinde 20 Şubat 1946’da çıkan şu haberini gösteriyor: Amerika Ortadoğu Kumpanyası’nın bir şubesi olmak üzere ithalat ve ihracat işleri ile meşgul olacak bir Türk Ortadoğu şirketi kurulmuştur. Ortadoğu’yu bir Amerikan pazarı haline getirmek ve uzun vadeli krediler açmak gayesiyle kurulan bu şirket hakkındaki haber, piyasada büyük bir ilgi uyandırmıştır. Şirket, Amerikan Ortadoğu Kumpanyası’nın temsil ettiği 160 Amerikan fabrikasının tüm ürünlerini satmaya yetkilidir. Böylece Türkiye bir Amerikan pazarı haline getirilecek, bütün ihtiyaçları karşılanacaktır.
Şu ifadelere dikkat ediniz: Ortadoğu bir Amerikan pazarı haline getirilecektir! Türkiye bir Amerikan pazarı haline getirilecektir!
VIII) Missuri Nasıl Karşılandı?
İşte, tam bu ortamda Amerikalıların Missuri adlı savaş gemisi 6 Nisan 1946’da İstanbul Limanı’na demirliyor. Missuri’nin gelmesi, ABD’nin, Sovyetler Birliği’ne karşı Türkiye’nin yanında olduğu biçiminde yorumlanıyor. Öte yandan değerli “konuklar”ı ağırlamak ve onurlandırmak için yapılanlar, işin ölçüsünün kaçırılmış olduğunu gösteriyordu (Yetkin, 2002: 260-262). Ancak önemli olan, başta İsmet Paşa, Hükümet’in, iş çevrelerinin ve diğer ilgililerin rahat bir nefes almış olmasıydı. Oluşturulmakta olan zincirin eksik bir halkası daha tamamlanıyor, “plan” aksamasına meydan verilmeden yürütülüyordu.
Acaba uçak gemisinin İstanbul’a gelişini aydınlar nasıl karşılamıştı? Yazarlar kamu oyunu nasıl etkilemeye çalışmıştı? Ç. Yetkin’i izleyerek iki anlamlı örnek üzerinde yanıtlayalım, bu soruları: Ahmet Emin Yalman ve Falih Rıfkı Atay. Neden anlamlı? Birazdan anlayacağız.
Önce Ahmet Emin Yalman…
Yalman Amerikan gemisinin İstanbul’a gelişine en çok sevinenlerden... Gazetesi Vatan’da şöyle yazıyordu: “Missuri’ye … bütün dünyanın güvenine ait ortak bir silah gözüyle bakmak yerindedir… Bu koca dövüş gemisi bütün insanlara ferahlık ve güven telkin edecek bir barış bayrağıdır.” Yalman kamuoyuna şunu telkin etmeye çalışıyor: Missuri aynı zamanda Türkiye’nin de bir savaş silahıdır. Türkler barış ve güvenliğe onun sayesinde kavuşabilir.
Sonuç olarak Yalman “Türkiye’nin güvenliğini ABD’ye ihale etmekteydi.” Bu da olağandır. Çünkü o zaten koyu bir Amerikan yanlısı idi. Yazdıkları, özü “tam bağımsızlık” olan Kemalizmden ne kadar uzak, ne kadar habersiz olduğunu açıkça gösteriyor.
Asıl şaşırtıcı olan, Falih Rıfkı Atay’ın davranışıdır.
“Zeytin Dağı”nın, “Çankaya”nın yazarı Atay, “Missuri” başlıklı yazısında şunları söylüyordu: “Amerika’nın ne istediğini biliyoruz: Hür, eşit ve egemen milletlerin ortaklaşa güvenliğine dayanan, harpsiz, saldırısız sadece ahlâk ve kanun, bağlaşma ve antlaşmaların hüküm sürdüğü bir dünya! Böyle bir dünyada yaşamak isteyen herkes Amerikan bayrağında kendi talih yıldızını görür...”
İnsanlar ne kadar da çabuk değişiyor! O zamanki ABD mi gerçek kimliğini gizlemekte öylesine başarılıydı? Yoksa F. R. Atay mı ABD’yi yanlış tanıyordu? Atay’ın yorumları günümüzün “holding medyası” yazarlarının ABD methiyelerinden hiç de geri kalmıyor.
Durumu açıklayıcı iki faktör akla geliyor: Birincisi aydınlarımızın, özellikle tarih ve ekonomi alanında az okumaları, dünya hakkında bilimsel görüş zayıflıkları… İkincisi Atay’ın zaten “İnönü’nün yakın çevresi”nde bulunması... Düşünce olarak, o çevrenin dışında kalamadı.
Ç. Yetkin’in (2002: 270) yorumu ise çok düşündürücü: “Atatürkçülüğü’ne toz kondurmayan Atay’ın, Amerikan bayrağındaki yıldızlardan birinin de Türk ulusunun talih yıldızı olduğunu yazmış olması; ülkemizde karşı devrimin daha başlangıç yıllarında ne boyutlara ulaşmış olduğunu kanıtlaması bakımından önemlidir.”
Bu yazarlar farklı politik kutuplardaydı: İlki, Yalman, Demokrat Parti’yi destekliyordu. F. R. Atay ise CHP’li idi. Ancak bir noktada birleşiyorlardı: Amerikancılıkta! Her ikisi de Amerika’ya övgüler düzmekte birbiriyle yarışıyor. Genelleme yaparsak Ç. Yetkin’in vurguladığı, şu hazin sonuçla karşılaşıyoruz: Türkiye’yi ABD’nin yörüngesine sokmakta o zamanın iktidarı da, muhalefeti de -CHP de, DP de- tam bir görüş birliği içindeydi.
IX) Aydınlarımızın Amerika Hayranlığı
Amerika hakkındaki yanlış bilginin aydınlar arasında ne kadar yaygın olduğu, dönemin siyasetçileri ile bir gazetecisinin aşağıda sunacağım görüşlerinden (Yetkin, 2002:332-346) kolayca anlaşılıyor.
Önce siyasetçiler:
• Yavuz Abadan (CHP, akademisyen): “Dünyanın kalkınması için zorunlu olan Amerikan yardımı, ümitsizliklerden doğacak kötülükleri önlemekle kalmayacak, uluslararası iş birliğinin kurulmasına olan inancı da artıracaktır.”
• Ahmet Şükrü Esmer (CHP, akademisyen): “Amerikalılarla ilişkilerimiz yenidir. Fakat bütün temaslarımızda onları iyi niyetli ve temiz duygulu insanlar olarak tanıdık.”
• Hamdullah Suphi Tanrıöver (CHP, hatip): “Milletler hâlâ endişe ile bakıyor, ışık nereden geliyor? Bu ışığın bir kaynağı var: Yine Amerika. Ümit nereden geliyor? Amerika’dan. Güven nereden geliyor? Amerika’dan. TBMM tutanaklarına göre, Tanrıöver’in bu sözleri üzerine milletvekillerinden “bravo” sesleri yükselmiştir.
• Nihat Erim (CHP, bakan): “.....Maddi ilerlemeler sahasında en önde gelen millet, ruh yüksekliği bakımından da en baştadır. Gerçekten ABD’nin gerek harp içinde, gerek şu harp sonrası dünyada oynadıkları asil rol bu millet tarihinin en büyük şereflerinden biri olarak anılacaktır ... Bu siyaset ancak ve ancak yüksek bir ahlakî evrim aşamasında görülen bir siyasettir. ABD’nin yepyeni bir egemenlik, taptaze bir ekonomi anlayışının öncüsü olarak da bütün insanlık için hayırlı işler başarmak istediğini görüyor ve takdirle karşılıyoruz.” Meclis tutanaklarına göre, Erim’in bu sözleri de “bravo” sesleriyle karşılanmış.
• Falih Rıfkı Atay (CHP, yazar): “Amerika barışçı bir devlettir. Özgürlük ve hukuk temelleri üzerine dayanan bir dünya düzeni ister. Harpte ve hegemonyada menfaat aramaz...”
• Namık Zeki Aral (CHP): “Türkiye ile Birleşik Amerika arasında kendini gösteren sıkı bir çıkar ortaklığı, tarihin şu çok nazik ve tehlikeli anlarında ülkemiz için şüphesiz ki, talihin lütfettiği en büyük onurlardan biridir”.
• Muhittin Baha Pars (CHP): “Bu ses nihayet Amerika’dan peygamber gibi temiz ve kusursuz olan büyük insanın, büyük Ruzvelt’in sesi olarak ufuklara aksetti. İnsanları tutsaklık altında bırakmayacağız diyen bu azametli ses Ruzvelt’in vatandaşlarının sesiyle birleşerek ufuklarda bağrışmalar vücuda getirdi. Bundan sonra Amerikalılar açların imdadına ve silahları ellerinde olarak tutsak milletlerin yardımına koştular... Peygamber gibi temiz ve kusursuz Ruzvelt’i, onun halefi olan değerli devlet adamı Truman’ı saygıyla selamlar ve Türk milletinin insanlık yolunda da, barışta da insanlığa yardımda beraber olacağını söylemekle iftihar duyarım.”
• Fuat Köprülü (DP’nin kurucularından, daha sonra Dışişleri Bakanı): Birleşik Amerika’nın dünyanın hiçbir yerinde emperyalist bir gaye takip etmediği bütün siyasi hayatı ve olaylarla sabittir. Amerika’nın bütün Avrupa ve dünya milletlerine yardımı, doğrudan doğruya büyük maddi imkânlara sahip olan bu ülkenin, bütün insanlığı korkunç bir çöküntüden kurtarmak için yaptığı büyük bir fedakârlıktır. Tarihte benzeri görülmemiş bir insanî harekettir.”
Gazetecimiz ise Zekeriya Sertel.
Z. Sertel Atatürk devrimlerinin birçoğuna karşı çıkan, Türkiye’de Amerika’yı en çok yücelten, Türklere Amerikan yaşam biçimini imrenilecek bir model olarak gösteren, bu konuda en önde gelen kişilerden biri. Bakın ABD hakkında neler yazıyordu:
“Amerika özgür bir delikanlı gibidir. Ne ayaklarında geçmişin zinciri, ne de omuzlarında tarihin ağır yükü vardır. Ülke baştan başa neşe için, eğlence için, zevk için hazırlanmış gibidir. Çalışmada da öyledir. Biz işlerimizi ihtiyarlar gibi yavaş yavaş, tembel tembel, istemeye istemeye yaparız. Halbuki Amerika’da iş içinde iş, onun dışında sürekli bir hareket vardır.
Bizde din bizleri ahirete hazırlayan bir kurumdur. Orada din toplum hayatında önemli bir rol oynayan, bireylere dünyada başarılı olmanın yollarını gösteren sosyal bir kurumdur. Kilise hayatın içindedir. Bizde ise din bize yalnız ahiret yolunu gösteren, dünya ile ilgimizi kesmeyi öğreten bir kurumdur.”
“Türkiye’nin … kalkınma planına uzanacak en samimi yardım eli, Amerika’dan gelebilir. Amerika, İngiltere ve Rusya dahil, bütün dünyanın yardım eli beklediği bir merkez olmuştur. Para orada, makine orada, teknisyen orada toplanmıştır. Böyle bir ülkenin Türkiye’ye yardım elini uzatması bulunmaz bir nimettir.
Amerika’nın başka milletlere yardım siyaseti, şimdiye kadar bildiğimiz emperyalizm siyasetine dayanmaz. Amerika’nın başka milletlere yardım ederken takip ettiği iki gaye vardır. Biri yardım ettiği ülkenin sanayileşmesi ve bu şekilde o ülke halkının düzeyinin yükselmesi, diğeri de bu suretle tüketim gücü artan ülkenin kendisinden fazla mal alabilmesi… Yani Amerikan siyasetinde de bir pazar tutma siyaseti varsa da, bunu aynı zamanda o ülkenin yükselmesi ile barıştırmaya çalışmaktadır.”
“Amerika’nın tek hedefi dünya barışını kurmaktır.”
“Amerika’da kaldığım 3 yıl hayatımın en önemli yıllarıdır. Ben gazeteciliği orada öğrendim. Fikirde en büyük gelişmemi orada yaptım . Hayatı orada öğrendim.”
Toparlarsak, politikacılarımızın ve aydınlarımızın hayran olup taparcasına benimsedikleri ve kaçınılmaz olarak halkımıza da aşıladıkları “Amerikan imajı” şöyledir: Amerika ve Amerikalılar insan üstü varlıklardır. “Gökten inmiş, iyilik melekleri”dir. Tek amaçları vardır: İnsanlığa (tabii Türklere de) yardım elini uzatmak. Öyleyse övülmeye, yüceltilmeye fazlasıyla layıktırlar.
X) Amerika Bir Ülkeye Nasıl Yerleşir?
Aydınlarımızdaki bu korkunç Amerikan hayranlığı ve teslimiyetçilik nasıl açıklanabilir? Kuşkusuz birçok faktör ileri sürülebilir. Ben konum gereği tek bir faktöre yer vereceğim ve diyeceğim ki bu utanılacak durum; emperyalistlerin, tabii ABD’nin, bilerek oluşturduğu bir durumdur. Daha somut bir anlatımla, Batının (Amerika’nın) “hedef-ülkelere sızma stratejisi”nin bir ürünüdür.
Strateji şöyledir:
i) Hedef-ülkenin insanlarının duygu ve düşünceleri önceden biçimlendirilir ve yönlendirilir. Öyle ki o ülke insanları kendiliklerinden, gönüllü olarak, iyi bir şey yaptıklarını sanarak ülkelerinin kapılarını emperyalist güçlere açarlar. Hatta işini bilenler “işbirlikçi” olarak, emperyalist sömürüden pay da alırlar. ABD bunu sağlamak için aşağıdaki yollara başvurur.
ii) O ülkenin geleceği üzerinde söz sahibi olabilecek kişileri, kendi ülkelerine gelmelerini sağlayarak, orada “eğitir.” Onları istediği kalıba sokar. Diğerleri için şu yolu dener: İngilizce dilde eğitim yapan ve öğrencilere kendi dünya görüşlerini aşılayan eğitim kurumları açar, kültür merkezleri kurar.
iii) Bir diğer yol da hedef-ülkede geniş bir propaganda faaliyeti başlatmaktır. Peki, neden? Halkı, özellikle aydınları kendi ideolojilerini benimseyecek, çıkarlarını koruyacak şekilde yoğurmak için. Bu amaçla kitle iletişim araçlarını kullanır. Ülkenin iletişim merkezlerini kendi denetimine alır. Bu mümkün değilse yukardaki yollardan “eğitilmesini” sağladığı kişilerin yönetiminde bulunmasını sağlar. 1940’lı yıllarda kitle iletişiminin başlıca ortamı “yazılı basın”dı. Demek ki ABD’nin teknikleri -diğer etmenlerin rolünü yadsımamak kaydıyla- başarılı olmuştur.
iv) Bir yol da “yardım”da bulunulan ülkenin, ABD’nin propagandasını yapmasıdır. Nitekim ABD ile Türkiye arasında yapılan bir antlaşmada, Amerika’nın propagandasının Türk hükümetince sağlanacağına ilişkin bir madde vardır (Yetkin, 2002 :348).
v) Son ve çok etkili bir yol da tasarruf düzeyi düşük ülkeleri yardımla, kredi ile avlamaktır. Bunların borçlanması teşvik edilir. Koşullar iyice olgunlaşınca, yeni kredilerin açılması politik ve ekonomik koşullara bağlanır. Bu koşullar borç alan ülkenin ekonomik ve politik bağımsızlığının ortadan kaldırılmasına yöneliktir.
2 Cİ BÖLÜML İLE DEVAM EDECKTİR..,
..