BÜTÜN BOYUTLARIYLA SURİYE KRİZİ VE TÜRKİYE, BÖLÜM 3
4. KRİZİN BÖLGESEL ETKİLERİ.,
Suriye’de iç savaş halini alan kriz, ülke sınırlarının ötesinde sonuçlar doğurmaya
başlamış, Orta Doğu’da bölgesel düzeyde bir anlaşmazlığa ve nüfuz
mücadelesine dönüşmüştür. Türkiye’nin güvenliğini tehdit eden, Lübnan’ın
istikrarını zedeleyen kriz, Körfez ülkelerinin İran kaynaklı kaygılarını artırırken,
Tahran’ı Arap dünyasındaki tek müttefikini kaybetme olasılığı ile karşı
karşıya bırakmıştır. Esed rejiminin Türkiye topraklarına yönelik kaza olarak
değerlendirilen saldırıları, PKK/KCK terör örgütüne ülkenin kuzeyinde hareket
alanı açması ve Suriye’nin parçalanma ihtimali Ankara’yı tedirgin etmektedir.
Esed iktidarının krizi ülke sınırları dışına taşıma gayesiyle Lübnan’daki
hassas dengeleri bozabilecek kışkırtıcı eylemlere yönelmesi Beyrut’ta endişe
uyandırmaktadır. İran’ın Bağdat-Şam-Hizbullah hattındaki Şii jeopolitiği stratejisi doğrultusunda krize Esed rejimi yanında müdahil olması Körfez ülkelerini rahatsız etmiştir. Suriye’nin İran’ın tek müttefiki olması ve Tahran’ın Esed rejimini koşulsuz desteklemeye devam etmesi ise krizi bölgesel düzeyde bir anlaşmazlığa mahkûm etmiştir. Suriye’de çıkmaza giren kriz, Orta Doğu’da
Esed iktidarının devamı ve sona ermesi yönünde iki yaklaşımın öne çıkmasına
yol açmış, bu yaklaşımları savunan devletler arasında rekabet doğurmuştur.
< PKK terör örgütüne ülkenin kuzeyinde hareket alanı açması ve Suriye’nin parçalanmaihtimali Ankara’yı tedirgin etmektedir. >
Suriye krizinin sona ermesi için Esed rejiminin devamını gerekli gören ve
Suriye’deki ayaklanmaya terörizm nazarıyla bakan birinci yaklaşımı temelde
İran desteklemektedir. Esed rejiminin ayakta kalması için siyasi, ekonomik
ve askeri imkânlarını seferber eden İran, Irak’taki Maliki iktidarını ve
Hizbullah’ı aynı doğrultuda yönlendirmektedir. Tahran, Suriye’deki silahlı
isyan hareketini (Esed iktidarı ile birlikte) terörizm olarak nitelemekte ve muhalif unsurlara destek sağlayan devletleri tehdit etmektedir. Kriz sürecinde
İran’ın tutumunun giderek sertleştiği, muhalefet hareketine destek sağlayan
ülkelere yönelik örtülü mücadelelere yöneldiği ve Esed rejimine daha güçlü
destek verdiği gözlemlenmiştir. İran Türkiye’ye karşı PKK/KCK terör örgütünü
tekrar desteklemeye, üst düzey askeri ve siyasi yetkililerin demeçleri
aracılığıyla Türkiye’yi tehdit etmeye, Bağdat yönetimini Ankara aleyhinde
yönlendirmeye, Suudi Arabistan ve Bahreyn’deki Şii nüfusu da ayaklanmaları
için tahrik etmeye başlamıştır. Kriz sürecinde Esed rejimine bu denli güçlü ve
riskli biçimde destek vermesi İran’ın Orta Doğu stratejisinde Suriye’yi merkezi
bir konuma yerleştirdiğini ve müttefiki Baas iktidarının ayakta kalmasını
kendi rejiminin bekasıyla ilişkilendirdiğini göstermektedir.
İran, bölgede kurmaya çabaladığı Şii jeopolitiği hattında Nusayri azınlığın denetimindeki Suriye’nin hayati bir aktör olduğunu değerlendirmekte, Şam’da
Sünni ağırlıklı bir hükümetin iktidara gelmesi durumunda Şii hilali projesinin
başarısız olacağını öngörmektedir. İranlı karar mercileri, Esed rejiminin devrilmesiyle Tahran’ın İsrail’e karşı başvurabileceği dinamiklerin önemli ölçüde zayıflayacağını değerlendirmektedir. Esed iktidarının devrilme ihtimali aynı
zamanda İran’daki mevcut rejimin beka kaygısını artırmakta, Tahran’da, bölgedeki rejim değişikliklerinde sıranın İran’a geldiği yönünde bir tedirginlik
hâsıl etmektedir.
< İran, Orta Doğu ülkelerindeki Şii topluluklar üzerinde özellikle eğitim yoluyla etkisahibi olmaya çabalamaktadır. >
İran’ın Suriye’deki krize Esed rejimi lehinde müdahil olması, Tahran’ın Şii
hilali projesi bağlamında değerlendirilmelidir. Nüfuz alanını Şiilik vasıtasıyla
genişletmeye çalışan İran, Orta Doğu ülkelerindeki Şii topluluklar üzerinde
özellikle eğitim yoluyla etki sahibi olmaya çabalamaktadır. Saddam sonrası
Irak üzerinde nüfuz sahibi olan İran’ın Bağdat-Şam-Hizbullah eksenindeki Şii
unsurlardan bir stratejik hat meydana getirmeye çalıştığı gözlemlenmektedir.
Nitekim Suriye krizinde Esed rejimine sağlanan destekte İran-Irak-Hizbullah
eşgüdümü Şii hattının Tahran’ın yönlendirmesiyle birlikte hareket edebileceğini
göstermiştir. Nusayri azınlığın denetiminde ve Baas iktidarının tekelindeki
Suriye bu hatta kritik bir konumda yer almakta, İran’ın Lübnan’daki
Hizbullah’la bağlantısında koridor işlevi görmektedir. Dolayısıyla, Esed rejiminin
devrilmesi Tahran’ın Bağdat-Şam-Hizbullah hattındaki Şii hilali projesinin
başarısızlığa uğraması anlamına gelmektedir.
İran’ın Esed rejimine sağladığı destek, Tahran’ın İsrail’e karşı harekete geçirebileceği dinamikleri muhafaza etme hedefiyle de açıklanabilir. Suriye’nin
İsrail ve Filistin’e coğrafi yakınlığı bu ülkeyi İran nezdinde değerli kılmaktadır.
İran, İsrail’e karşı desteklediği Hizbullah’a tedarik ettiği askeri malzemeleri
Suriye üzerinden Lübnan’a ulaştırmaktadır. Tahran, İsrail’e karşı mücadele
eden Filistinli unsurlarla Suriye topraklarında irtibat sağlamakta, ABD-
İsrail cephesine karşı “direniş cephesi”ne önderlik etmeye çalışmaktadır. İran
böylece İsrail’e karşı harekete geçirebileceği dinamikler elde etmekte, Orta
Doğu’da İsrail karşıtlığına dayalı dış politika çizgisinden temin ettiği itibarı
korumaktadır. Esed rejiminin devrilmesi, İran’ın İsrail karşısındaki ve İsrail-
Filistin ihtilafındaki konumunun zayıflaması sonucunu doğurabilir.
Suriye’de Esed iktidarına karşı ortaya çıkan muhalefet hareketi, İran’daki
mevcut rejimin beka kaygısının nüksetmesine yol açmıştır. Tahran, Suriye
krizi kullanılarak İran’ın yıpratılmaya çalışıldığını ve nihai hedefin aslında
İran olduğunu iddia ederek Esed rejiminin geleceğiyle İran’daki rejimin akıbeti
arasında bağlantı kurmaktadır. Nükleer programından dolayı uluslararası
yaptırımlara ve tecride maruz kalan İran, bölgedeki tek müttefiki Suriye’de
muhtemel bir iktidar değişimini kendi rejiminin bekasıyla ilişkilendirmektedir.
İran, dış politika ufkuna yön veren “kendisine karşı dış müdahale korkusunun”
da etkisiyle Esed rejiminin devrilmesinin ardından sıranın kendisine
gelebileceği yönünde ciddi kaygılar beslemektedir.
< Suriye’nin İsrail ve Filistin’e coğrafi yakınlığı bu ülkeyi İran nezdinde değerli kılmaktadır. >
Orta Doğu’da İran dışında Lübnan’daki Hizbullah’ın ve Irak’taki Maliki iktidarının
Esed rejiminin devamını savunan aktörler olduğu gözlemlenmektedir.
Hizbullah, Suriye’deki muhalefet hareketinin büyük bir komplo olduğunu
ve Esed iktidarının ülkedeki halk ayaklanmasıyla mücadele ederken aslında
ABD ve İsrail’e karşı bir savaş yürüttüğünü iddia etmektedir. Hizbullah, Suriye
krizinde muhalefet hareketine karşı İran’la birlikte Baas rejimine somut
destek vermektedir. Esed rejimine bağlı paramiliter birliklere eğitim sağlayan
Hizbullah militanları, rejimle eşgüdüm sağlayarak muhalif unsurların bulunduğu
hedeflere saldırılar düzenlemiştir.
Irak’taki Maliki iktidarı ise Suriye’deki halkın taleplerinin dikkate alınması
gerektiğini beyan etmekle birlikte krizin sona ermesine dönük bir dış müdahaleye itiraz etmektedir. Bağdat, Arap Birliği’nin Suriye’nin üyeliğini askıya aldığı kararda çekimser kalmış, Suriye’ye karşı başlatılan ekonomik yaptırımlara karşı çıkmıştır. İran’ın Suriye’ye silah sevkiyatına da Irak hava sahasını açan 22 Bağdat, Esed rejiminin devamını zımnen desteklemektedir. Maliki iktidarının krizin ilk dönemlerinde Suriye halkının reform taleplerine olumlu bakışı öne çıkarken, daha sonra giderek Esed rejimi yanlısı çizgiye yaklaşmasının İran’ın etkisiyle olduğu değerlendirilmektedir.
Bölgede Suriye krizinin çözümlenmesi için Esed rejiminin son bulması yönündeki ikinci yaklaşımı başta Suudi Arabistan ve Katar olmak üzere Körfez
ülkeleri, Arap devletlerinin çoğunluğu ve Türkiye savunmaktadır. İkinci
yaklaşımı savunan bölge ülkelerinin farklı nedenlerle bu tercihe yöneldiği ve
Esed rejiminin devrilmesi yönünde değişik düzeylerde destek verdiği belirtilmelidir.
< Arap devletlerinin muhalefet hareketine sağlayabileceği desteği mümkün mertebegeciktirmiştir. Diğer taraftan ise Arap Birliği’nin Suriye krizine çözüm getirmearayışları krizin bölgesel düzeyden küresel düzeye taşınmasına zemin hazırlamıştır. >
Suudi Arabistan ve Katar, krizde Esed rejimine nispeten hızlı bir
şekilde karşı tavır almış, Körfez İşbirliği Konseyi (KİK) aracılığıyla ve Arap
Birliği nezdinde diplomatik girişimlerde bulunmuş ve muhalefetin silahlandırılmasında önemli rol oynamıştır. Diğer Arap devletleri ise Suriye’deki halk hareketini ve Esed rejiminin devrilmesini desteklemekle birlikte, bu istikamette daha çok diplomatik yöntemlerin işletilmesinden yana tutum geliştirmiştir.
Türkiye ise krizin ilk aylarında reform çağrıları yaptıktan sonra Suriye
muhalefetinin tanınmasına zemin hazırlamış, Esed rejiminin sona ermesi yönünde irade göstermeye başlamıştır.
İran-Suriye arasında 1979 Devrimi sonrasında gelişen ve 2000’li yıllarda ittifak
niteliği kazanan ilişkiler başta Körfez ülkeleri olmak üzere Arap devletlerinin
tepkisini çekmiş, Suriye’nin Arap dünyası ile münasebetleri genel olarak
soğuk seyretmiştir. Tahran yanlısı dış politikasından ötürü Arap dünyasının
Şam yönetimine karşı sürdüre geldiği tepkisel tutum, Arap devletlerinin Suriye
krizindeki tutumunun anlaşılmasında dikkate alınmalıdır. Nükleer programının
tedirginlik doğurduğu bir dönemde İran’ın Orta Doğu’daki Şii unsurlar
üzerinden bölgesel bir nüfuz stratejisine yönelmesi, Arap devletlerinin Esed
rejimi aleyhindeki halk hareketine bakışında etkili olmuştur. Esed iktidarına
karşı gelişen muhalefet hareketi Arap dünyasında olumlu karşılanmış, Suriye’deki mevcut rejimin değişmesi gerektiği yönündeki yaklaşım, özellikle
Körfez ülkeleri tarafından belirgin biçimde desteklenmiştir. Nitekim Esed rejiminin devrilmesiyle İran’ın Suriye ve Lübnan üzerindeki nüfuzunun önemli
ölçüde zayıflayacağı ve Suriye’nin Arap dünyasıyla yakınlaşacağı öngörülmektedir.
Suriye krizi sürecinde Körfez ülkelerinin tutumu iki aşamada değerlendirilebilir.
Ortak bir tutumun henüz geliştirilmediği birinci aşamada Körfez ülkeleri
Esed iktidarına reform çağrıları yapmış, krizin çözümüne yönelik destek
sözleri vermiştir. 2011 yılının Mayıs ayı içinde Suudi Arabistan Kralı, Kuveyt
Emiri ve Bahreyn Emiri Esed’i bizzat arayarak ülkedeki krizi çözmek için
destek olacaklarını bildirmişlerdir. İktidarlar tarafından gerçekleştirilen bu
çağrılarla aynı dönemde El-Cezire ve El-Arabiye gibi Körfez merkezli televizyonlar Suriye’de halkın talep ve beklentilerini dünya kamuoyuna duyurmuştur.
Körfez ülkelerinin Suriye halkının demokratik hak ve özgürlük taleplerine
cevap verilmesi gerektiği yönündeki çağrısı, Esed rejiminin kitlesel
gösterileri silahlı kuvvetle bastırma yoluna gitmesiyle değişmeye başlamıştır.
İran ve Hizbullah’ın krize Esed rejimi lehinde müdahale etmesi Suriye krizinin
Körfez ülkeleri tarafından mezhepsel bir mücadele olarak algılanması
sonucunu doğurmuştur. Suriye ordusunun 31 Temmuz 2011 tarihinde 139
kişinin ölümüne yol açan Hama saldırısının ardından Körfez ülkeleri Beşşar
Esed’in iktidarı terk etmesi gerektiğini aleni biçimde zikretmeye başlamıştır.23
2011 yılının Ağustos ayından itibaren Körfez ülkelerinin Suriye krizine yaklaşımında ikinci aşamaya girildiği ifade edilebilir. İkinci aşamada Esed rejimine karşı ortak bir tavır geliştirilmiş, Suriye krizinin bir Arap Gücü müdahalesiyle çözülebileceği ve muhalefetin desteklenmesi gerektiği savunulmuştur. Bu dönemde Katar’ın açıkladığı önerilerin Körfez ülkelerinin ortak tavrında etkili olduğu belirtilmelidir. Arap Gücü’nün Suriye’ye gönderilmesini teklif eden Katar, Suriye’de yardımların gerekli yerlere ulaştırılması, güvenli bölge oluşturulması ve taraflar arasında ateşkesin takip edilebilmesi için Arap devletlerinin teşkil edeceği askeri bir görev gücünün elzem olduğunu beyan etmiştir.
BM Güvenlik Konseyi’nde Suriye’deki insan hakları ihlallerini kınayan ve
şiddetin sona erdirilmesi çağrısında bulunan ilk karar tasarısının Rusya ve Çin
tarafından veto edilmesinin ardından da Katar, uluslararası topluma Suriye
muhalefetine silah desteği vermesi için çağrıda bulunmuştur.24
Körfez ülkeleri, Esed rejiminin sona ermesi gerektiği yönündeki yaklaşımı
Körfez İşbirliği Konseyi aracılığıyla Arap Birliğine taşımış, diğer Arap ülkeleriyle
ortak hareket etmeyi hedeflemiştir. Bu girişim neticesinde Arap Birliği
Esed rejimine karşı ortak bir tavır geliştirmiş, Suriye krizini çözüme kavuşturabilecek bir plan hazırlamıştır. Beş maddeden oluşan çözüm planı; taraflar arasında derhal ateşkes ilan edilmesini ve Suriye ordusunun kentlerden
çekilmesini, tutukluların serbest bırakılmasını, anayasa düzenlemelerini de
kapsayan siyasi reformların yapılmasını, Esed rejimi ile muhalifler arasında ulusal diyalog görüşmelerinin başlatılmasını ve Arap Birliği’nin çözüm planı
sürecini incelemek üzere Şam’da temsilci bulundurmasını şart koşmuştur. Hazırlanan çözüm planını gündeme alarak 16 Ekim 2011’de Mısır’da toplanan
Arap dışişleri bakanları, planın uygulanması için Esed iktidarına ilk etapta 15
gün süre tanımış, Arap Birliği içinde Katar başkanlığında Suriye meselesiyle
ilgilenecek bir komisyon oluşturulmasını kararlaştırmıştır.25
16 Ekim toplantısının ardından, Arap Birliği’nin tayin ettiği Katar başkanlığındaki
heyet Beşşar Esed’le bir görüşme gerçekleştirmiş, 30 Ekim’de Suriye, Birliğin çözüm planına riayet edeceğini taahhüt etmiştir. 2 Kasım 2011 tarihinde
ise Arap Birliği ve Suriye’nin imzaladığı anlaşma ile Esed rejimi şiddetin
sona erdirilmesi, siyasi tutukluların serbest bırakılması ve ordunun kentlerden
çekilmesini kabul etmiştir. Ancak Esed rejiminin taahhüt ettiği halde çözüm
planını uygulamaması ve kitlesel muhalefet gösterilerine karşı silahlı kuvvet
kullanmaya devam etmesi Birliğin politikasını değiştirmiştir. Arap Birliği,
Esed rejimine karşı siyasi ve ekonomik yaptırımları tartışmaya başlamış ve
12 Kasım 2011 tarihinde Suriye’nin üyeliğini askıya almıştır. Lübnan, Suriye
ve Yemen’in ret oyu kullandığı, Irak’ın ise çekimser kaldığı oylamada karar,
lehte kullanılan 18 oy ile kabul edilmiş, 16 Kasım’da yürürlüğe girmiştir.
Arap Birliği, 27 Kasım’da çözüm planına söz verdiği halde riayet etmeyen ve
Suriye’nin üyeliğinin askıya alınması kararına rağmen işbirliğine yanaşmayan
Esed rejimine karşı siyasi ve ekonomik yaptırım kararı almıştır. Yaptırım kararının ardından Birlik, Suriye’ye Arap gözlemciler gönderilmesi için yeni bir
girişim başlatmış, Irak’ın ara buluculuğunda Esed rejimiyle Kahire’de bir protokol imzalamıştır.
İmzalanan protokol uyarınca Suriye’ye gönderilen Arap gözlemcilerin sadece Esed rejiminin müsaade ettiği bölgelere gidebilmesi ve dünya kamuoyuna rejim yanlısı mesajlar vermesi bu girişimden de netice alınmasını engellemiştir. Suudi Arabistan’ın gözlem görevinden finansal desteğini çekmesinin ardından diğer Körfez ülkeleri de Suriye’deki gözlemcilerini geri çekmiş, Birliğin gözlemci girişimi başarısızlıkla sonuçlanmıştır.
Çözüm planı ve gözlemci girişimi denemelerinin ardından Arap Birliği’nin Esed rejimine yönelik tutumu değişmiş, Birlik Suriye muhalefetiyle görüşmeye
başlamış ve Arap devletlerinde krizin Beşşar Esed’in iktidardan ayrılmasıyla
çözülebileceği kanaati yaygınlaşmıştır. Nitekim iki girişimde de Esed rejimi çözüm önerilerine sıcak baktığını beyan etse de uygulamaya geçmemiş,
muhalefet gösterilerini şiddetle bastırmaya devam etmiştir. Esed iktidarı, Arap
Birliği’nin çözüm girişimleri sırasında önerilere müspet cevap vererek zaman
kazanmış, Arap devletlerinin muhalefet hareketine sağlayabileceği desteği
mümkün mertebe geciktirmiştir. Diğer taraftan ise Arap Birliği’nin Suriye
krizine çözüm getirme arayışları krizin bölgesel düzeyden küresel düzeye
taşınmasına zemin hazırlamıştır. Suriye krizi böylece Arapların iç meselesi
olmaktan çıkmış, Birleşmiş Milletler’e intikal etmiştir.
Kriz, 2012 yılında İslam İşbirliği Teşkilatı’nın gündemine de gelmiştir. 15-16
Ağustos 2012 tarihlerinde Mekke’de düzenlenen İslam İşbirliği Teşkilatı’nın
4. Olağanüstü Zirvesi’nde Suriye’nin üyeliği askıya alınmıştır. 26 Mart
2013’te Doha’da düzenlenen Arap Birliği zirvesinde ise Suriye’nin koltuğu
muhalefet hareketine verilmiştir. Bu gelişmenin ardından Suriye Geçici Hükümeti Doha’da ilk elçiliğini açmıştır.
Arap devletleri arasında Suriye muhalefetine destekte Körfez ülkelerinin,
Körfez ülkelerinden de Suudi Arabistan ve Katar’ın öne çıktığı görülmektedir.
Suudi Arabistan ve Katar’ın öne çıkmasında bu ülkelerin sahip olduğu sermaye
gücü ve uluslararası düzeyde etkili basın-yayın organlarının belirleyici
olduğu ifade edilebilir. Mısır’ın Mübarek sonrası dönemdeki siyasi dönüşüm
süreciyle meşgul olması ve iki ülkenin Körfezdeki Şii-Vehhabi rekabetinde
taraf olmasının da Riyad ve Doha’yı öne çıkardığı değerlendirilebilir. İki ülke
gerek Körfez İşbirliği Konseyi (KİK) ve Arap Birliği vasıtasıyla gerekse tek
taraflı girişimlerle Suriye krizine Esed rejimi karşısında müdahil olmuştur.
Muhalefete finansman tedarikinin yanında doğrudan askeri destek de temin
ettiği basına yansıyan Suudi Arabistan ve Katar, Suriye’deki değişim sürecinde
etkili olmayı hedeflemekte, ülkedeki Selefi unsurları güçlendirmeye çalışmaktadır.
Suudi Arabistan ve Katar’ın yanı sıra Muhammed Mursi liderliğindeki
Mısır’ın da son dönemde krizin çözüme kavuşturulması için diplomatik girişimlere yöneldiği gözlemlenmektedir. 30-31 Ağustos 2012 tarihlerinde
Tahran’da düzenlenen 16. Bağlantısızlar Hareketi Zirvesi’ne katılan Mısır
Cumhurbaşkanı Muhammed Mursi’nin Suriye’deki rejime karşı halka destek
verilmesi yönündeki çağrısı Arap dünyasında büyük yankı bulmuştur. Mursi,
Bağlantısızlar zirvesinde Mısır, Türkiye, Suudi Arabistan ve İran’ın katılacağı
“Dörtlü Suriye Toplantısı” önerisinde bulunmuş, 17 Eylül’de Kahire’de
Suudi Arabistan dışındaki üç ülkenin dışişleri bakanları bir araya gelmiştir.
Suudi Arabistan toplantıya katılmamıştır. Toplantıda Türkiye ve Mısır Beşşar
Esed’in iktidarı bırakmasını istemiş, İran ise bu isteği kabul etmemiştir. Dolayısıyla toplantıda bir karar alınamamıştır.
Suudi Arabistan’ın toplantıya katılmaması, Riyad’ın Esed rejiminin mutlak
surette sona ermesi yönündeki duruşu ve Suriye’deki Kahire’nin rolüne bakışı
ile ilgilidir. Suudi Arabistan, Mısır’ın bölgedeki eski konumuna geri dönerek
Arap dünyasının merkezi haline dönüşmesinden rahatsız olmaktadır. Riyad,
Esed sonrası Suriye’de İran’ın etkisini kıracak Sünni ağırlıklı bir iktidarın ortaya
çıkmasını, bu değişimin de Suudi Arabistan’ın denetiminde gerçekleşmesini
hedeflemektedir. Desteklediği Selefi unsurların Esed sonrası Suriye’de etkili olması için çaba sarf eden Riyad’ın Mısır’daki gibi Suriye’de de Müslüman
Kardeşler’in iktidara gelmesinden memnun olmayacağı değerlendirilmektedir.
Nitekim Müslüman Kardeşler’in eski lideri olan Mursi’nin bu tür girişimlerinde Suriyeli Müslüman Kardeşler’i desteklemek gibi bir amacın bulunduğu ifade edilebilir.
Suriye krizinin neden olduğu Esed rejiminin devamı ve son bulması şeklindeki
iki yaklaşım, bölge ülkelerinin iki farklı blok halinde hareket etmesine yol
açmıştır. Türkiye, Körfez ülkeleri ve diğer Arap devletleri Suriyeli muhalifleri
desteklerken, İran, Hizbullah ve Maliki iktidarının Esed rejiminin yanında yer
alması bölgede Sünni ve Şii bloklar arasında bir mücadele olduğu izlenimine
sebebiyet vermiştir. Özellikle Irak’ın iç ve dış politika uygulamalarındaki değişimlerin böyle bir izlenimin oluşmasına hizmet ettiği ifade edilebilir.
Irak’taki Maliki iktidarının iç siyasette ve dış politikadaki tercihleri, Suriye
krizi sürecinde bölgesel bir Şii-Sünni gerilimi intibaının ortaya çıkmasında
etkili olduğu değerlendirilebilir. Nitekim krizle aynı dönemde, Irak Başbakanı
Nuri El-Maliki ülkedeki Sünni politikacıları terör örgütü kurmakla suçlamış,
Cumhurbaşkanı Yardımcısı Tarık El-Haşimi hakkında tutuklama ve yurtdışına
çıkma yasağı çıkarmıştır. Suriye krizi sürecinde Irak’ın dış politikada da İran
eksenine yaklaştığı, Esed rejimine dolaylı destek vermeye başladığı ve Ankara
karşıtı bir çizgiye kaydığı fark edilmiştir.
5. KRİZİN KÜRESEL ETKİLERİ
Arap Birliği’nin Suriye’deki krize yönelik çözüm girişimlerinin sonuçsuz kalması,
krizin BM’ye taşınmasına yol açmıştır. 24 Şubat 2012 tarihinde BM Genel Sekreteri Ban Ki-mun ve Arap Birliği Genel Sekreteri Nebil El Arabî
tarafından yapılan açıklamada, Suriye’deki krizin çözüme kavuşturulması için
Kofi Annan’ın BM-Arap Birliği ortak özel temsilcisi olarak atandığı duyurulmuştur.
Annan, BM Genel Kurulu’nun 16 Şubat’ta aldığı 66/253 sayılı karar
gereğince özel temsilci olarak atanmıştır. Beşşar Esed’in iktidarı terk etmesinin
beklendiği bir dönemde, BM ve Arap Birliği’nin Annan’ı özel temsilci
olarak ataması, İran, Rusya ve Çin’in Suriye yönetiminin yanında yer almasından dolayıdır.
10 Mart 2012 tarihinde BM ve Arap Birliği’nin özel temsilcisi Kofi Annan,
Şam’ı ziyaret ederek Esed ile görüşmüş ve 16 Mart’ta Esed iktidarı ile muhalefet
arasında ateşkesin sağlanması için 6 maddelik bir barış planı sunmuştur.
Annan Planına Şam yönetimi 27 Mart 2012 tarihinde olumlu cevap vermiş,
planın uygulanması için 12 Nisan’da ateşkes ilan etmiştir. BM Güvenlik Konseyi,
Suriye’ye 250 kişiden oluşan bir gözlemci görevi atama kararı almış ve
ilk aşamada 16 Nisan’da 30 gözlemci gönderilmesini onaylamıştır. Sonrasında,
BM Genel Sekreteri Ban Ki-mun planlanan gözlemci sayısının 250 kişiden
300’e yükseltilmesini talep etmiştir. Planda yer alan maddeler şunlardır:
• Suriyeli halkın meşru taleplerine ve endişelerine cevap verecek şekilde Suriyeliler tarafından yürütülecek ve herkesi kapsayacak bir siyasi süreç için
özel temsilciyle (Kofi Annan) çalışmayı taahhüt etmek ve bu amaçla gerekirse
(müzakereler için) bir temsilcinin atanmasına onay vermek.
• Saldırıları bırakıp, BM tarafından gözetilecek ateşkesin derhal sağlanması
(bu amaçla öncelikle Suriye hükümetinin, halkın yaşadığı bölgelerde ağır
silahlar kullanmaya son vermesi ve askerlerini geri çekmesi, muhalefetin ve
Suriye’deki diğer unsurların saldırıları bırakıp ateşkesin sağlanması için işbirliği yapması).
• İnsani yardımın gerekli olan her yere ulaşabilmesi için ilk adım olarak uygulanmak
üzere günde iki saat insani yardım için çatışmaların durdurulması.
• Keyfi olarak tutuklanan ve gözaltına alınanların serbest bırakılması.26
• Gazetecilerin ülke içinde serbestçe dolaşmalarının sağlanması.
• Barışçıl toplanma ve protesto hakkına saygı duyulması.
BM Güvenlik Konseyi öncülüğünde Suriye’deki şiddeti durdurmak ve Esed
rejimi ile muhalifler arasında ateşkesi sağlayarak, siyasi bir geçiş süreci tesis
etme amacıyla yola çıkan Kofi Annan, 3 Ağustos 2012 tarihinde istifa ettiğini
açıklamış ve 31 Ağustos’ta da görevinden resmen ayrılmıştır. Annan’ın yerine
Cezayirli eski diplomat El-Ahdar İbrahimi atanmıştır.
İbrahimi görevi devraldıktan sonra Suriye konusunda başarılı olmasının
imkânsıza yakın olduğunu açıklamıştır. İbrahimi’nin başarısız olan BM Suriye
planı üzerinde göreve başladığı ve yeni bir öneriyle gelmediği dikkate
alındığında uluslararası toplumda Suriye krizini çözme konusunda belirgin bir
isteksizlik olduğu göze çarpmaktadır. Bölgesel düzeyde çözüm arayışlarının
başarısız olmasından sonra BM’nin devreye girmesiyle küresel düzeye taşınan
Suriye krizi çözümsüzlüğe mahkûm edilmiştir. Krize müdahale edebilecek
Avrupa Birliği ve NATO ise BM sistemi dışındaki aktörler de Suriye’deki
halk hareketine söylemde destek verse de çözüm konusunda bir tutum geliştirmemiştir.
2012 yılının Kasım ayında ABD’deki başkanlık seçimi, Avrupa’daki
ekonomik kriz ve bölgedeki gelişmeler (Irak, Mısır, Libya, Yemen ve
İran’ın nükleer programından kaynaklanan kriz) Suriye’nin iç dinamikleriyle
birlikte değerlendirildiğinde krizin belirli bir süre daha devam edeceği değerlendirilebilir.
BM Güvenlik Konseyi’nde Suriye krizinin çözümü doğrultusunda gündeme
getirilen öneriler ve karar tasarıları Esed rejimini desteklemeye devam
eden daimi üyeler Rusya ve Çin tarafından veto edilmiştir. Suudi Arabistan
ve Katar’ın Arap Birliği vasıtasıyla başlattığı ve Güvenlik Konseyi’ne taşınan
girişimler Konsey’den geri dönmüştür. Arap Birliği’nin Suudi Arabistan ve
Katar öncülüğünde Güvenlik Konseyi’ne taşıdığı Suriye’de ateşkesin sağlanması
amacıyla Arap Barış Gücü’nün teşkil edilmesi, insani yardım koridoru
açılması, ülkede tampon/güvenli bölge oluşturulması, Beşşar Esed’in iktidarı
yardımcısına devretmesi (Yemen Modeli) gibi öneriler ABD ve Batılı devletler
tarafından desteklenirken Rusya ve Çin muhalefetiyle karşılaşmıştır.
Suriye krizinin bu nedenle küresel aktörler arasında bir anlaşmazlığa dönüştüğü
ve güç mücadelesini doğurduğunu ifade etmek mümkündür. ABD’nin
Afganistan müdahalesi ve Irak işgalinin ardından Orta Doğu’daki Rus nüfuzunun
ciddi biçimde zayıfladığını fark eden Kremlin, Suriye meselesinde
ABD, İngiltere ve Fransa ile rekabete girmiş durumdadır. Rusya’nın Çin ile
birlikte Esed rejimine karşı BM Güvenlik Konseyi’nde gündeme getirilen karar
tasarılarını veto etmesi ve Esed iktidarının devamı doğrultusunda irade
göstermesi Suriye üzerinde küresel aktörlerin bir güç mücadelesine girdiğini
göstermektedir.
Arap uyanışı sürecindeki krizlerde ABD’nin ön planda olduğu bir dönem beklenirken, ABD ve Batılı ülkeler beklentilerin aksine diplomatik söylemler
dışında büyük ölçüde çekimser kalmıştır. ABD, Orta Doğu’daki krizlere doğrudan
müdahale etmekten imtina etmiş, müdahalenin NATO ile gerçekleştirilmesi
yönünde bir duruş sergilemiştir. NATO liderliğindeki uluslararası koalisyon
güçlerinin Kaddafi rejimine karşı müdahale ettiği Libya krizi bu açıdan
örnek oluşturmuştur. Suriye krizinde de ABD’de askeri müdahale konusunda
belirgin bir isteksizlik ve kararsızlık gözlemlenmektedir. Ancak Washington,
Suriye’deki Baas iktidarının demokratik hak ve özgürlük talepleriyle gösteriler
düzenleyen halka ateş açmasının ardından Esed rejimi aleyhinde tutum
geliştirmeye başlamıştır.
< Suriye krizinde Esed rejiminin devrilmesi durumunda ABD; krizin kötüye gideceği,ülkenin bölünerek iç çatışmaya sahne olabileceği ve böyle bir krize müdahalenininsani ve mali kaybının büyük olacağı yönünde kaygılar taşımaktadır. >
Esed rejiminin silahsız muhalefet hareketine karşı şiddete tevessül etmesiyle
ABD Başkanı Barack Obama ilk kez 18 Ağustos 2011 tarihinde Esed’in istifa etmesi gerektiğini ifade etmiştir.27 Daha sonra Washington, Suriye Ulusal
Konseyi’ni tanımış, Dışişleri Bakanı Hillary Clinton Suriye kriziyle ilgili
katıldığı tüm toplantılarda Suriye muhalefetini desteklediklerini belirtmiştir.
ABD, Suriye muhalefetine 45 milyon dolarlık bir yardım sözü vermiştir. 28
Eylül 2012 tarihindeki 67. BM Genel Kurulu’na hitap eden Clinton, ABD’nin
muhalefete sağladığı 45 milyon dolarlık yardımın 15 milyon dolarlık kısmının
silah dışındaki donanımlardan oluşacağını ve ağırlıklı olarak iletişim cihazları
içereceğini açıklamıştır. Clinton, yardımın 30 milyon dolarlık kısmının ise Suriye
ordusu ile Özgür Suriye Ordusu (ÖSO) arasında yaşanan çatışmalardan
zarar görenlere dağıtılacak insani yardım olduğunu beyan etmiştir.28
Suriye krizinde Esed rejiminin devrilmesi durumunda ABD; krizin kötüye gideceği, ülkenin bölünerek iç çatışmaya sahne olabileceği ve böyle bir krize
müdahalenin insani ve mali kaybının büyük olacağı yönünde kaygılar taşımaktadır.
Suriye muhalefetindeki birlik sorununun ve Esed sonrası Suriye’deki
sürecin belirsizlikler içermesinin ABD’nin krize müdahale etme konusunda
kararsız kalmasına yol açtığı değerlendirilmektedir. Nitekim Afganistan ve
Irak’tan çıkarılan dersler Amerikan karar mercilerinde bu yöndeki fikirleri
desteklemekte, Washington’ın müdahaleye sıcak bakmasını engellemektedir.
Washington, Suriye’ye müdahale konusunda dikkate alacağı kırmızı çizgiyi,
Esed rejiminin kimyasal silah kullanması olarak beyan etmiştir.
Hillary Clinton’ın 2 Kasım 2012 tarihinde Hırvatistan gezisi sırasında Suriye
Ulusal Konseyi’nin yapısına ilişkin yaptığı eleştiriler, Washington’ın krize
giderek daha fazla müdahil olabileceğine işaret etmiştir. Clinton, 4-7 Kasım
tarihleri arasında gerçekleşen Doha Kongresi öncesi Konsey’in temsil niteliğinin
zayıf olduğunu, Konsey’de Esed rejimine karşı ülke içinde mücadele eden unsurların temsil edilmediğini ve daha kapsayıcı bir muhalefet cephesinin
oluşturulması gerektiğini beyan etmiştir. ABD bu anlayış doğrultusunda,
Doha Kongresi’nde kurulan Suriye Devrimi ve Muhalefet Güçleri Ulusal
Koalisyonu’nun Suriye’nin tek temsilcisi olduğunu belirtmiştir.
19 Temmuz 2013 tarihinde ABD Genelkurmay Başkanı Martin Dempsey iki
senatörün Washington’ın Suriye’deki muhtemel hareket tarzına ilişkin sorularına
mektupla verdiği cevapta Suriye krizi konusunda beş seçenekten bahsetmiştir.
Dempsey’in sunduğu mektuptaki seçenekler özetle söyledir:
“-Muhalefete eğitim, danışmanlık ve yardım: Bu seçenek ölümcül olmayan
gücü kapsıyor. Eğitim, istihbarat ve lojistik sunabiliriz. Tercihe göre birkaç
yüz ile birkaç bin arasında personel gerekir. Maliyet buna göre değişir ama
başlangıçta yılda 500 milyon dolar öngörülebilir.
-Uzaktan sınırlı vurucu operasyonlar: Rejimin hava savunması gibi askeri tesislerine havadan ve füze sistemleriyle kendi istediğimiz tempoda saldırılar
düzenlenebilir. Bunun için yüzlerce uçak, gemi ve denizaltı gerekir. Maliyet
milyarlarca dolara ulaşabilir. Zamanla rejimin yetenekleri azalacaktır. Fakat
hasarın sınırlı olması, misillemeye maruz kalma ve sivil kayıplar gibi riskler
var.
-Uçuşa yasak bölge: Rejimin uçaklarının da imha edilmesini içeren bu seçenek
için de yüzlerce uçak ve gemiye ihtiyaç var. Maliyeti bir yıl boyunca her
ay ortalama bir milyar doları bulabilir. ABD uçaklarının düşmesi, bu nedenle
Suriye’ye kurtarma için kara birlikleri de gönderme riski var. Üstelik bu da
ülkede şiddeti azaltmaya, dengeyi muhalefet lehine çevirmeye yetmeyebilir.
Zira rejim büyük oranda havan, top ve füze gibi yer kaynaklı ateş gücüne
dayanıyor.
-Tampon bölge: Belirli sınır bölgelerini, muhtemelen Türkiye ile Ürdün sınırlarını
korumak için uçuşa yasak bölge de gerekli olacaktır. Buna ek olarak
binlerce Amerikan askerinin karada kullanılması gerekebilir. Maliyet ayda bir
milyar doların üstüne çıkacaktır. Zamanla muhalefetin yetenekleri gelişir, insanların acısı azalabilir, Türkiye ve Ürdün’ün üstündeki baskı bir nebze azalır.
Fakat uçuşa yasak bölgenin risklerinin yanı sıra, daha konsantre bir yerleşim
olacağından rejimin ateş açması durumunda göçmen kaybı sayısı artar. Bu
bölgeler aşırılık yanlılarının operasyon üsleri haline de dönüşebilir.
-Kimyasal silahların kontrolü: Asgari düzeyde bile uygulansa bu seçenek için
uçuşa yasak bölgenin yanı sıra, yüzlerce uçak ve gemiyle saldırılar gerekecektir.
Binlerce özel kuvvetler mensubu ve diğer kara güçlerinin kritik tesislere
saldırıp kontrol altına alması gerekebilir. Maliyetler ayda bir milyar doları
aşabilir. Tüm kimyasal silahlar kontrol altına alınamaz. Fırsattan yararlanan
aşırılık yanlıları bunların bir kısmını ele geçirebilir.”29
Dempsey’in sıraladığı seçeneklerde maliyet ve risklere yapılan vurgu,
ABD’nin müdahaleye sıcak bakmayacağına işaret etmektedir. Nitekim ABD
Dışişleri Bakanı John Kerry, 7 Mayıs 2013 tarihli Moskova ziyareti sırasında
Sergey Lavrov’la Suriye’de siyasi diyalog çerçevesinde bir geçiş süreci konusunda mutabakata varmıştır. Bu mutabakat doğrultusunda Washington, 2.
Cenevre Konferansı’nda Esed rejimi ile muhalefet arasında görüşmeler gerçekleştirilmesi için irade göstermiştir.
< Kremlin’le birlikte hareket edebilen bir Suriye, Rusya’ya Orta Doğu siyasetinde etkinlik katmaktadır >
Suriye krizinde Rusya, BM Güvenlik Konseyi’nde Arap Birliği ve Batılı ülkeler
tarafından desteklenen ve Esed rejimine karşı bir dış müdahalenin önünü
açabilecek karar tasarılarını Çin ile birlikte veto etmiştir. ABD ve diğer Batılı
ülkelerin zayıf da olsa Suriye’de rejim değişimi doğrultusunda irade göstermesi
karşısında Rusya, Esed rejiminin ayakta kalması için çaba göstermiştir.
Rusya’nın Soğuk Savaş sonrası süreçte ve özellikle 11 Eylül sonrası dönemde
Orta Doğu bölgesindeki nüfuzunu yitirmesi, Moskova’nın Suriye krizindeki
tutumunda etkili olmuştur. Zira Irak işgalinden sonra Rusya’nın bölgede varlık
gösterdiği tek ülke olarak Suriye kalmıştır. Rusya’nın Akdeniz’deki tek
askeri üssüne ev sahipliği yapması Suriye’yi ise Moskova için siyasi ve ekonomik alanın ötesinde stratejik açından değerli kılmaktadır.
Kremlin’le birlikte hareket edebilen bir Suriye, Rusya’ya Orta Doğu siyasetinde
etkinlik katmaktadır. Moskova’nın Esed ailesiyle Soğuk Savaş dönemine
kadar uzanan yakın ilişkileri Suriye’yi Rusya’nın Orta Doğu siyasetinde kritik
bir konuma yerleştirmektedir. Soğuk Savaş döneminde olduğu gibi Suriye’yi
İsrail’e karşı desteklemek gibi bir hedef söz konusu olmasa da Rusya bu ülkeye
Orta Doğu’daki çıpası nazarıyla bakmakta, Esed rejimi de uluslararası
arenada Moskova’yı çeşitli vesilelerle desteklemektedir. Örneğin 2008’deki
Rusya-Gürcistan savaşında Şam, Moskova’nın hareket tarzını açıkça desteklemiştir.
Suriye Arap ülkeleri arasında Rusya’nın önemli ticari ortaklarından biridir. İki
ülke arasındaki ticaret hacmi Rusya’nın Arap ülkeleriyle olan toplam ticaret
hacminin %20’sine tekabül etmektedir. Suriye’de halk hareketinin başladığı
2011 yılında iki ülke arasındaki ticaret hacmi 1.92 milyar dolar düzeyindeyken, Rus şirketlerinin Suriye’de yaptığı yatırım 20 milyar dolar büyüklüğündedir.
30 Suriye, aynı zamanda Rusya’nın silah sistemleri ihraç ettiği önemli pazarlar dan biridir. Suriye silahlı kuvvetlerinin envanterindeki silah sistemlerinin önemli bir bölümü Rusya menşelidir.
4 CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..,,
***