Nasıl etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Nasıl etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

22 Şubat 2015 Pazar

Nereye? Neden? Nasıl?



Nereye? Neden? Nasıl?


Yekta Güngör Özden


09.02.2004/Sayı:49

Onbeş günlük rapor niteliğinde yazmaya çalıştığım için oldukça uzun görülen yazılarım umarım bıkkınlık vermemiştir. Ülkemizin o ölçüde ağır iç ve dış sorunları var ki nereden, hangisinden başlayacağını saptayamıyor, ne kadar tutacağını kestiremiyorsunuz. Değinmeden geçmeye de katlanamıyorsunuz. İlgisizliğin, duyarsızlığın, tepkisizliğin giderek yaygınlaştığı bir ortamda yazmamayı, yazıların ne yarar sağladığını da düşünüyorsunuz. Ama kişinin kendine soruları ve yanıtları özgüdü (vicdan) duyumu yönünden öncelik ve önem taşıyor. Bu nedenle doğru bildiklerinizi, toplumsal yaşamın aydınlanmasına katkısı olacağını sandıklarınızı ele alıyor, eleştiri, öneri ve dileklerinizi sıralamaya özen gösteriyorsunuz. Kimi zaman da uyarılarda bulunmayı, bir parçası olduğunuz topluma karşı görev sayıyorsunuz. Yurttaşlık bilincinin ideolojiye dönüştürülen, siyasal çıkar aracı durumuna getirilen ve tarikata indirgenen din konusundaki yetersizliği, karanlıkları çağrıştırmaktadır. AB’nin kendisinin asla uygun bulmadığı durumları Türkiye için hoşgörüyle karşılaması, ABD’nin Türkiye’yi daha iyi kullanmak için demokrasiyle bağdaşması olanaksız inanç düşkünlüğünü ve bu bağımlılığın devlet işlerinde gözetilmesini geçerli sayması, kendi varlığını korumak, Şeriat düzenini gerçekleştirmek isteyen iktidarı kötülüklere özendirmektedir. AB ve ABD’ye ne kadar ödün verirse içerde amacını o kadar kolay gerçekleştireceğini sanarak dinsel yönden değişikliklere çağırmakta, ancak sıkmabaştan vazgeçmekte, lâikliği benimseme sözleri etmesine karşın lâikliği savunanlara karşı düşmanca tutumunu sürdürmektedir. Asla güven vermeyen, inanılması olanaksız tutum, takiyye olarak yaşama geçirilmeye çalışılan artniyetlerle çekinilmeden sergilenmektedir. Kabadayılıklarla süslenen yalanlar, siyasal beklentileri olanlarla besleme ve çıkarcı medya kesimi için ballı gerçekler biçiminde yansıtılmakta, böyle anlaşılmakta, kendileri ve başkaları inandırılmaya çabalanmaktadır.

Hanedan-Halife Aşkı Kabardı

Medyanın yaldızladığı ABD gezisinin dincilerle başlaması, Hanedan-Halife aşkının kabarması anlamlıdır. Tayyip Erdoğan, Abdülhamit’in torunu Ertuğrul Osman’la görüşürken, TBMM Başkanı da Abdülmecit’in torunu Neslişah’la görüntü veriyordu. Atatürk’ün manevî kızı, İsmet İnönü’nün çocukları çağrılmıyor.
Sıkmabaşlı bayanların ağladıkları yazılan fakir sofraları, aylar önce yazdığımız değişim pompacılarının yeni mârifetlerini (!) açıklıyor. Neyde değişmişler? Dokunulmazlık dosyaları dönem sonuna erteleniyor. Yeni zamlar sırada tutuluyor. Yurtseverleri, gerçek aydınları statükoculukla suçlayan Türkiye düşmanlarının kışkırttığı siyaset adamları kendilerini benimsetmek, kafalarındaki düzeni yerleştirmek için gülücük dağıtıp ilişki kurarak yol alacaklarını sanıyor. Kendilerini yükseltmek için Türkiye’yi batırıyorlar. AB ülkelerinin dinsel açılımları yasaklama, din simgelerine olur vermeme kararı bizim din yoluyla siyaset yapanlarımızı uyarmıyor. Yurtseverlere saldıranlar suspus. Kuzey Irak’taki kürt yöneticilerden Neçivan Barzani’nin tehditleri, Türkiye Cumhuriyeti siyasal partilerinden kimilerinin yıkıcı ve bölücü tutumları da eleştirilmiyor. Beylere göre herşeyin tek engeli Atatürkçüler.
Yıllardır anlatmaya çalıştığımız lâikliğe yurtdışında övgüler yağdırılması da medya tetikçilerinin görme alanı dışında kalıyor. “Lâikçilik, lâikperestlik” yakıştırmalarıyla kendi karanlıklarını dışa vuruyorlar. Şeyhleri değişse de kendileri değişmiyor. Başimamın peşinde yeni kuyruklar oluşuyor, o kadar. 2003 sonuyla dış borç 63.4, iç borç 139.3 milyar dolarmış, emekliler kıvranıyormuş, İstanbul kış depremiyle boğuşuyormuş, öğretmenler, hekimler, teknik adamlar geçim güçlüğü çekiyormuş, Anayasa değşiklikleri gündemdeymiş, beylerin umurunda değil. Dinsel bayramlarda mezarlıklara parasız otobüs çalıştırılır, ulusal bayramlarda şehitliklere ve tören yerlerine böyle bir kolaylık düşünülmez. Her şey din-iman için, demokrasi de, hukuk da. Yineliyorum; din siyasallaştırılarak demokrasi dinselleştirilmektedir.


 Medyanın büyük bölümü uyku ilâcı görevi yapmaktadır.

Ulusal Kurtuluş Savaşı’nın başlıca amaçlarından biri de bir bilim ve teknoloji devleti olarak kurulacak Türkiye Cumhuriyeti’ni tüm çağdaş nitelikleriyle hukuk devleti yapmaktı. İsmet İnönü, bu konuda tam bağımsızlık ve kapitülâsyonların kaldırılması kadar Lozan’da uğraş verildiğini kaç kez anlatmış, hattâ yazmıştı. Atatürk daha 1920’de yargı hakkının bir ulusun bağımsızlığının göstergesi olduğunu, yargısı bağımsız olmayan bir ulusun varlığının kabul edilemeyeceğini söylemişti. Adalet toplumsal namustur. Bunu gerçekleştirecek yargıya saldırıların, yargıyı yıpratıp kuşkulu duruma getirmenin kimseye yararı yoktur. Yargıya güveni ve saygıyı arttırmak, siyasallaştırmaktan kaçınmak herkesin görevi bilinmelidir.

Yerel seçimler bir sınavdır

Yaklaşan yerel seçimler kişiler ve kurumlar için bir sınav olarak algılanmalıdır. İlkesiz ve ufuksuz siyasal partilere bir de ilkesiz ve kişiliksiz kimi aday adayları eklendi. Önseçim ya da tüm üyelerin seçimiyle aday belirlemeyi düşünmedikleri izlenen siyasal partiler, getirilecek yeri değil, nasıl oy alacaklarını gözeterek aday aramakta ya da yeterliğine hiç bakmadan aday göstermeye çalışmaktadır. Kimi aday adayları bir uçtan bir uca geçmekte, önce ayrıldığı partiye seçilmek amacıyla dönmekte ya da önceleri tümüyle karşısında olduğu partiye katılmakta hiç bir sakınca görmemektedir. Yeniden seçilmek için şimdi hangi parti güçlüyse onun adayı olmayı yeğlemekte, tüzük, program hiç tasası olmadığı gibi hiç bir ilkeye bakmadan her kapıyı çalabilmektedir. Hele iktidar partisinin değişik olanakları kullanarak oy toplama oyunlarıyla yarışmanın olanağı yokken. İktidarın başındaki kişinin eğitimi, geçmişi, konuşmaları, tutumu tüm ayrılıkları, çelişkileri, tutarsızlıkları, gülünüp ağlanacak yönleriyle ortadayken, bu durumdakilerle siyasal yarışa her zaman çıkmak olanaklı iken, oy almak için başvurdukları yollar gözetilince yarışa çıkmanın gereksizliği açıktır. Yerel seçimler sonuçlanınca Türkiyemizde kimi değişikliklerin olacağı, siyasal alanda dağınıklığın giderileceği, iktidardan uzaklaşanların artacağı umutları giderek daha çok konuşulmaktadır. Toplumun siyasal ve ekonomik durumu bu tür beklentileri doğrulayacak düzeyde değildir. Özellikle kimi aydınların, büyük bölümüyle medyanın yandaşlığı ve çıkarcılığı, ayrıca yoğun kadrolaşmanın katacağı güçle siyasal iktidar bildiğini okumayı sürdürecek, direndiği yasaları çıkartacak, kökten dinci bir düzeni gerçekleştirmek için adımlarını hızlandıracak, değişmediğini kezlerce gösterecektir. Ama iş işten geçmiş olacaktır. Yaşam koşulları giderek ağırlaşan insanlarımız kimi oyunlar, yalanlar, avutma ve oyalamalarla, daha çok inanç bağımlılığının verdiği durgunluk ve katlanışla ezilerek bekleyeceklerdir.

Türk Devrimi’ne ve Atatürk ilkelerine içtenlikle bağlı kişilerin kurup yönettikleri siyasal partilerin niçin kurulduğunu gözardı edenlerle bilmek istemeyenler, dağınıklık işlerine gelenler söylentilerle ilgilileri yıprattıkça, gerçekler kavranmadıkça, ilkeler korunmadıkça, bencillikten ve kadroculuktan vazgeçilmedikçe, bilimsellik, hukuksallık ve ahlâk benimsenmedikçe, AB ve ABD’ye körü körüne bağlılıktan uzaklaşılmadıkça, yurttaşların sorunları benimsenmedikçe bir yarar beklemek boşunadır. Dağınıklığı gidermek, birlikteliği sağlamak, muhalefeti güçlü kılmak için kurumsal bir anahtar olarak kurulan partiler seçim dalgalanmaları nedeniyle yaraşır oldukları ilgiyi görmemişlerdir. Siyasetten tiksinmeye kadar uzanan nedenler üzücüdür. Demokrasiyi benimsemiş toplumlarda özverilerle siyaset yapmaya soyunanları kınamak, tembelliği ve kötülükleri hoşgörmek aymazlığı “tuzu kuru” olanların bozukluklarını yansıtmaktadır. Sanat ve spor türü, namuslu, onurlu, saydam ve soylu siyaset örnekleri verilerek toplumsal gelişmelere katkının değeri bilinmelidir. Dağınıklığı gidermeye öncülük ederek geleceği aydınlatma çabaları önemli bir hizmettir. İlkesiz, niteliksiz, yeteneksiz, yetersiz, kişiliksiz, tutarsız, inançsız, çıkarcı ve bencil olanları toplayarak bir yere varılamaz. Gençleri siyasete ısındırarak, halkı siyasete doğrudan katılıma çağırarak demokrasi gerçek kimliğine kavuşturulabilir. Tersi anlayış ve tutumlarla giderek daha çok karanlığa gömülürüz.

Demokrasilerde türban sorununa yer yok

Siyasal iktidarın ikiyüzlü tutumu sürmektedir. AİHM’den geri çekilen savunma Başbakan’ın ABD’de “Türkiye’de türban sorunu var” karasözüyle desteklenmiştir. Değiştiği söylenen dışarıda lâiklikten söz eden, başta Araplar müslüman topluluklara değişim çağrıları sıralayan Başbakan sıkmabaşı “türban” diyerek dayatmakta, devletin ilkesi ve hukuksal konumu karşısında asla geçerli olmayan, asla özgürlük ve uygarlık belirtisi sayılmayan kişisel seçeneği devlet yaşamına sokmaya çalışmaktadır. Kimilerini vekâleten kimilerini doğrudan göreve alıp-aldırarak yoğun kadrolaşma yetmemiş gibi kendi ülkesini dışarda suçlamakta, çıkarları için gülümseyişle karşılayan yabancıların desteğini alarak ya da onlar için asla önemli olmayan ve tehlike belirtisi sayılmayan sıkmabaşa aldırışsızlıklarını olumlu yaklaşım gibi gösterip geçerlik kazandırma çabasına girmektedir. Bu yol yol değildir. Sıkmabaşın ne için kullanıldığı, ne zamandan beri gündeme geldiği, kimlerin kullandığı bilinmektedir. Biçimsel geri dönüşün demokrasiyle, özgürlükle, insan haklarıyla hiç bir ilgisi yoktur. Hukuksallığı söz konusu değildir. Anayasa Mahkemesi’nin 1989 kararı gerçek bir hukuk devleti olan demokrasilerde bu sorunun yeri olmadığını en doyurucu gerekçelerle ortaya koymuştur. Özellikle lâikliğe bağlı kalma andı içenlerin Mahkeme kararının bağlayıcılığını, Anayasa’nın değiştirilmesi önerilemez ilkelerini gözetip toplumsal barışı daha fazla bozmamaları gerekir. Öğretim-eğitim düzenini, gençlerin geleceğini kendi din-siyaset ikilemleri ve sömürüleriyle karartmamaları gerekir. Bu sorun ve yaygaracıları ortaya çıkıncaya kadar müslümanlık yok muydu? Bugünlere kadar kadınlarımız müslüman değil de günahkâr mıydı? Kur’an yanlış mı anlaşılmıştı? Yalnız bunlar mı biliyordu ve   yalnız bunlar mı müslümandı? Devlet ve hukuk ne idi? Temel sorunları çözümlemekten kaçınanların düzenbazlığından başka bir şey değil.

İnsan Olmayan Müslüman Olamaz

Başbakan yapılan Erdoğan ABD’de musevi kuruluşlardan ödül aldı. Fahrî doktora diploması verildi. Medyanın köktendinci kesimi bunlara yeterince değinmedi. Ben, Türk Devrimi’ni ve Atatürk ilkelerini dilimin döndüğünce anlatıp bu konularda aydınlatma çabalarımı sürdürürken toplumumuza eğitim, sağlık, sanat ve spor yönünden katkılarını izlediğim, Atatürk ilkelerine bağlılıklarını içtenlikli bulduğum Lions ve Rotary kulüplerinde konferans verip teşekkür belgesi alınca terbiye dışı eleştirilerle karşılaştım. Bir üyeliğim, bağım, ilgim olsa asla yadsımayacağım açıkken gerçekdışı bağlantılarımı yazdılar, mahkeme kararlarıyla aslı olmadığı anlaşılmasına karşın tazminatları ödemedikleri gibi özür dilemek inceliğini de gösteremediler. İnsanlar, soy, inanç, dil, renk, cinsiyet ve başka ayrımlar olmadan birbirini anlamaz, dostluk duyguları, çağdaşlık gerekleriyle kucaklaşmazsa savaşlar bitmez. Kendi içinde mutlu olmayanın başkalarını mutlu etmesi nasıl olanaksız ise, kendi ülkesinde barışçı ve dinginliği sağlayamayanın başka ülkelerle iyi ilişkiler kurması da olanaksızdır. Kimse sürekli aldatılamaz. Başbakanın yansıttığı tutum, ikilemler taşıdığı gibi medyamızın şeriatçı kesimiyle iktidar borazanlığı yapan besleme kesimi de (Irak, Kıbrıs ve Güneydoğu konularında izlendiği gibi) zararlarını birbirine eklemektedir. Dine saygısı olanlar, insana, kişiliğe ve onura saygılıdır. Din, temelde doğruluk, temizlik ve terbiye demektir, insanlık, barış ve aydınlıktır. Nasıl diploma ile bir kimse aydın ve insan olamazsa, Hac’ca ve umreye gitmekle de müslüman olamaz. Özetle, insan olmayan, müslüman olamaz.

Ödün, Arkası Kesilmeyen, Sonu Gelmeyen Veriştir

Söz ABD’den açılmışken bir çelişkiye daha değinmek istiyorum. ABD; subaylarımız yoluyla Türkiye Cumhuriyeti’nin başına geçirdiği çuval için özür dilememişken, PKK/KADEK konusunda Türkiye’ye doyurucu bir yanıt vermemişken ve bu sorunlar için yeterli açıklamalar yapmamışken buyruklarını önceden sıralayıp bir Başbakanı nasıl ayağına çağırabiliyor ve Başbakan buna nasıl uyabiliyor? Hiçbir anlayış ortaya koymadan nasıl yeni ödünler isteyebiliyor? Yandaşlığı, karşıtlığı çok belirgin iken nasıl inanılacak ve istekleri nasıl yerine getirilecek? Özellikle Kıbrıs konusunda Milli Güvenlik Kurulu bildirisinin içermediği hususları Tayyip Erdoğan nasıl söyleyebiliyor? Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı ile Türk Silahlı Kuvvetleri’nin duyarlıkları benimsenmemiş gibi, ilkelerden vazgeçilmiş, iktidar istediğini yapabilirmiş gibi yansıtma anlaşılır bir tutum değildir. AB için her ödünün verilemeyeceği bilinmelidir. Bakalım Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri’nin Kıbrıs özel temsilcisi değişecek mi? Arabulucu ya da kolaylaştırıcı Erdoğan’ın istediği nitelikte görevlendirilecek mi? Kim kimi etkiledi, kim güçlü, göreceğiz... Ödün, arkası kesilmeyen, sonu gelmeyen veriştir. Vermekle kurtulmak olanaksızdır. “Risk almak” kişisel ve kurumsal böbürlenme, kabadayılık, sessiz çoğunluğa, çoğunluk diktasına güvenmenin açıklaması olabilir ama yitiklerin boyutu tarihin bağışlamasına sığmaz ve bedeli ağır olur. Clinton’un Hazreti Muhammed Mustafa için söyledikleri belki Başbakan’ın ABD’den dönüşünde kendini etkiler de sıkmabaş fedailiğini gözden geçirir. Türk Humeyniliğiyle ayetullahlığına soyunduğu için ABD’nin güvencesine sığınan kişinin Türkiye’ye dönme hazırlıklarından söz edildiği ortamda, 150 bin kişinin karşılayacağı söylemleri içinde, yeşil kuşaktan yeşil sarığa ve yeşil cübbeye geçiş çabaları akıllıca değerlendirilir. “Daha müslüman bir yapı” özlemiyle demokratik, laik, sosyal hukuk devletinden yoksun kalmayız.
“Yeni Sevr’in Ankara’da imzalanması” anlamındaki düzenlemelere değinmiş, Tahkim   konusundaki Anayasa değişikliğiyle yasa tasarısını “Kapitülasyonlara dönüş” olarak nitelemiştik. Çıkarcılar ise övgülerle karşılamışlardı. Şimdilerde tahkimden kurtulmak için yasa hazırlıklarına girişildiği duyulmaktadır. Türkiye’yi haklı olduğu ilişkilerde haksız göstermek için yeğlenen tahkim yönteminin sakıncaları ortaya çıkmaktadır. Özelleştirme de böyle olacaktır. SEKA’nın Balıkesir kuruluşunun yok pahasına nasıl özelleştirildiği basında vurgulanmaktadır. Herşeyi parayla ölçen kimi bilim adamları da ekran başında halkı uyutmakta, otomobil fabrikalarının iş alanı açtığı savlarını yinelemektedirler. Yabancı sermaye sanki dışarıya, getirdiğinin üzerinde kârlarını ekleyerek götürmüyormuş gibi. Nasıl Kıbrıs konusunda “mutabakat” olmadan “referandum” olamayacağı ulustan saklanmak isteniyorsa özelleştirmenin nelere mal olduğu ve olacağı da saklanmaktadır.
Haksızlık, adaletsizlik, yolsuzluk, hortum, kadrolaşma, şeriat ve tarikat dayanışması, Kur’an kurslu yurtlar, dergâhlar, iktidarı ve yandaşlarını hiç ilgilendirmiyor. Milli Güvenlik Kurulu’nu yararsız ve önemsiz bulanlar, yıpratılıp etkisiz kılınmasına çalışanlan son toplantısı için nasıl öne çıkardılarsa değindiğimiz sakıncalı oluşumlar için de bir gün pişman olacaklardır. KİT çalışanları emekli edilirken açıktan 40 bin kişinin devlet görevine alınacağı hazırlıkları çok düşündürücüdür.

Kamu Yönetimi Temel Yasası ile Yerel Yönetimler Yasası ileride büyük sorunlar getirecektir. Hazırlayıcılarının, destekçilerinin, danışmanlarının kimler olduğu ortaya çıkınca endişeler daha artmıştır. İktidar, inadından vazgeçmeyecektir. Dinciler, liderlerinden aldıkları buyruğa göre oy verirler. Onları bağımsızlık, özgürlük, egemenlik, devlet, ulus, hukuk, ilke asla etkilemez. Bunları düşünmek onlar için fazlalıktır. İmam-cemaat düzeninde bile ilişki bu ölçüde değildir. Türkiye’mizin geleceğini temelden ilgilendiren olumsuz açılımlara elverişli kurallar, lâik cumhuriyetin, tekil devletin kıyımına yöneliktir. Büyük Atatürk’ün TBMM’nce verilmiş “gazi” ünvanı ve “mareşal” rütbesini yansıtan resmine yönelik eleştiriyle “özrü kabahatinden büyük” sözünü anımsatan savunmanın sahibine verilen göstermelik “uyarı” bu anlayışın ürünüdür. Ama kötülüklerin, olumsuzlukların, aykırılıkların, bozuklukların, boşlukların iktidara ilişkin olanlarını, Atatürk ve İsmet İnönü’yü eleştiren yazarlar eleştirmedi. Savunmasızlara yüklenmeyi beceri saydılar. Patronları da bunları genel yayın müdürleriyle yüreklendirdi.

Yurtsever komutanlara saldıran uşaklar

İşte Ege Ordu Komutanı Orgeneral Hurşit Tolon’un haklı sözünden gocunanlarla belli koronun çığlıkları, terbiyesizlikleri ve düşmanlıkları, “Yarası olan gocunur” sözü nasıl unutulur? Kuyruklarına basıldı. Eşit, gerçekçi, Kuzey Kıbrıs’ın ve Türkiye’nin güvenliğini, halkın haklarını gözeten çözümlere kim karşı olabilir? Sayın Tolon’un suçladığı sapkınlar ne olursa olsun Kıbrıs’ın Yunanistan’a bağlanmasını sağlayacak bir verişi savunanlardır. Tıpkı AB’ne eşit ve onurlu girmeyi savunanları karşıtlıkla suçlayan sapkınlar gibi. Hortumcuyu, soyguncuyu, hırsızı, ahlaksızı, dolandırıcıyı, teröristi, sömürücüyü, yobazı, namussuzu, çıkarcıyı, döneği, kötülükleri belli kimseleri bırakıp yurtsever komutanlara saldıran uşak ruhlu, kerpiç beyinli, tezek yürekli yabancılar, sahtekarlar, pislikler nasıl da yuvalanmış. Karalayıp küçültmek, toplumun kötü duygularını çekmek için nasıl da yalan yazıp vicdansızlık yapabiliyorlar? Bunlar fesi beyinlerinde olan baylarla, sıkmabaşı kafasının içinde saklayan bayanlardır. Söyleyecekleri ciddi bir şey olmayınca sıkmabaş yaygarasıyla geçiştiriyorlar.

Ocak ortasında İzmir’de Ege-Koop’un düzenlediği etkinliği birkaç kişi dışında kim değerlendirdi, kim yazdı? Magazin medyasının ulusal sorunlara, ulusal konulara utanç verici ilgisizliği giderek tepki toplamaktadır. Yurttaşları konut sahibi yapmak başlıca görevi olan bir kooperatif birliği, yöneticilerinin duyarlığı ve yurttaşlık bilincinin üstün düzeyde olmasıyla ulusal sorunları irdeleyen bilimsel bir etkinlik düzenlemişti. Sınırlı zaman içinde söylenecek nice söz bir yana bırakılarak değinilen durumlar aydınlatıcı ve uyarıcı oldu. Çok kuruluşa örnek olması gereken bu tür etkinlikler arttıkça aymazlık azalacak, uyanış ve diriliş artacaktır. Düzenleyenleri ve katkı verenleri kutlamayı görev sayıyorum.

Anayasa Mahkemesi’nin yeniden yapılanması

Anayasa Mahkemesi’nin yeniden yapılanması, insan hakları ve özgürlükler konusunda, kuruluşunda esinlendiği Federal Almanya Federal Anayasa Mahkemesi’nde olduğu gibi yurttaşların doğrudan başvurmalarına açık bir kurumlaşma yıllardan beri özlenmektedir. Yedek üyeliğin kaldırılması her dönemde istenmiş, beklenmiştir. Benim 1991-1997 yıllarında yaptığım kuruluş yıldönümü konuşmalarım incelendiğinde şimdi gündeme getirilenlerin hiçbirinin yeni olmadığı anlaşılacaktır. Ancak, bugünlerde önerildiği yazılan yaş sınırının yükseltilmesi ile aylıkların arttırılması istekleriyle birlikte kurumlaşmanın içiçe bulunması doğru değildir. Bir anlaşma izlenimini veren, yasama organına gereğinden fazla üye seçimine olanak tanıyan girişimler yanlıştır. Cumhurbaşkanı’nın tüm üyeleri seçip ataması da doğru değildir. 1961 Anayasası’ndaki gerçekçi düzenlemeye dönmekte, 1697 sayılı Yasa’yı anımsatmakta, parasal durumdan çok onursal duruma ağırlık vermekte yarar vardır. Bu konuda ayrıntıda çok şeyler söylenip yazılabilir. Kimi beklentilere karşı ve yarara katkı için şimdilik bu kadar değinmeyi yeterli buluyorum.

Türkçesi “Adalet Devletin Temelidir” sözü Hazreti Ömer’indir. Mülk yerine devleti 1960’dan beri kullanmaktayız. Altına Atatürk’ün imzasının konulması yanlıştır. Atatürk’ün övgüye ve savunmaya gereksinimi yoktur. Başkasının sözünün altına adının konulması O’nun büyüklüğüyle bağdaşmaz. Bunu bildiğim için görevim zamanında ilgili Müsteşarı ve Adalet Komisyonu Başkanı’nı uyararak imzanın kaldırılmasını, sözün Türkçe yazılmasını önerdim. Önerimi yerine getirenler oldu, aldırmayıp yukardan buyruk bekleyenler oldu. Ben bu sözü sonra “Adalet devletin ve dünyanın temelidir” diye yazdım. Bir avukat stajyeri de tezinde benim adıma yollama yaparak “Adalet devletin, savunma da adaletin temelidir” sözünü işlemiş. Gerçekten savunma hakkı, anlatmaya çalıştığım gibi tapınma hakkından önemlidir. 

Dayanak önemlidir.

Gençlerin çalışkanlığı onları kuşkulu göstermek isteyenleri yalanlıyor
Bu yazımı kimi yanlış anlamaları düzeltmek için gerekli saydığım bir belirtmeyle bağlıyorum. İleri Yayıncılık’a, gençlere katkı ve destek olması için, yalnız “Atatürk ve Atatürkçülük” konusundaki yazılarımı içeren bir kitabı yayınlamak istediklerini bildirdiklerinde hiç duraksamadan olur verdim. Kitabımın satış yönteminin, bedelinin benimle hiçbir ilgisi yoktur. Atatürk ilkeleri konusunda özenle çalışan gençlerin akçalı güçlerinin artmasına yararı olacaksa mutluluk duyarım. Dağıtım ve satım çabaları onları kuşkulu göstermeye çalışanları yalanlamakta, haksızlıklarını ortaya koymaktadır. Yorulmadan yılmadan dağıtıp çalışmalarına kaynak sağlamaktadırlar. Giderleri de, gelirleri de kendilerinindir. Her işlemleri açıktır, ilgili makamların denetimlerine bağlıdır. Benim herhangi bir etkim ve başka ilişkim yoktur.



..