NECİP Hablemitoğlu etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
NECİP Hablemitoğlu etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

22 Şubat 2015 Pazar

NE DURUMDAYIZ,





NE  DURUMDAYIZ,

Yekta Güngör Özden




13.10.2003/Sayı:41

Yansız ve nesnel bir değerlendirme ne durumda olduğumuz gerçeğini ortaya koyar. İdeolojik kamplaşmanın kemikleşerek sürdüğü, Türkiye ve Atatürk düşmanlarının değişik kılık, yüz ve adlarla her yere sızdığı, çıkarcıların binbir türlü yalakalığa soyunduğu, maskaralıkların birbirini izlediği, yabancıların her alana el atıp içişlerimize karışarak buyruklarını birbirine eklediği bir ortamda halkın şaşkınlığını doğal bulmak gerekiyor. Eğitimsizlikten, inanç bağımlılığından ve özellikle ekonomik güçlüklerden kaynaklanan karşılıkların toplum kesimlerini birbirinden uzaklaştırması yanında yönetim uygulamalarına kanıksamayla ilgisizliği, tepkisizliği, giderek yaygınlaşan tembelliği bir sayrılık biçiminde sorunların başına aldığı gözlenmektedir. Ülkemizin içine düştüğü ya da düşürüldüü durum hiç de iç açıcı değildir. Özellikle 1950’den bu yana borçlanma ve köktendinciliğe ödün vererek oy toplama yoluyla dışa bağımlılıkla gericiliğe boyun eğme eğilimleri tehlike çizgisine gelmiştir. Laik Atatürk Cumhuriyeti’nin 80. yılında 100 yıl yaşatamamak endişeleri duyulmaktadır. Türkiye Cumhuriyeti’nin özgün nitelikleri kendini sağcı ya da solcu sanan, düzmece demokrat, düzmece milliyetçi, düzmece dindar ve düzmece Atatürkçü saldırılarıyla yaralanmaktadır. Saplantıları ve sapkınlıkları belirgin kimileri bilgisizliklerini, kötü amaçlarını ve çirkin yandaşlıklarını sergiledikleri sütunlarda, ekranlarda, mikrofonlarda, sahnelerde, alanlarda, değişik devlet organlarında, kürsülerde sürdükçe kara bulutların savuşturulması kolay olmayacaktır.
Siyasal iktidar çoğunluk diktasını kurmuştur. Yurtdışına silahlı kuvvet gönderme kararıyla ilgili gelişmeler bunun açık kanıtıdır. Kadrolaşma hızlandırılmış, üniversiteye, yargıya, demokratik kitle örgütlerine saldırı yoğunlaşmış, toplum kesimlerini suçlama, kınama, alaya alma, bildiğini okuyarak kabadayılık taslama ve devlet adamlığına yakışmayan tutumlar her katta sürdürülmektedir. Seçim öncesi verilen sözler unutulmuş, yolsuzluktan, soygundan, hortumdan, rüşvetten, köktendinci ve etnik terörden kurtulma umudu sönmüş görülmektedir.

3 Kasım seçimleri

Seçmenlerin dörtte biri oyunu kullanmamıştır. Önceki iktidarın kusurları nedeniyle iktidara gelen parti, seçmenlerin kullanılan oyların üçte birini alarak yasama organında üçte iki çoğunluğu sağlamıştır. Anayasa’nın yasalara bıraktığı seçim sisteminin değişmesi zorunluluğu açıktır. Ama daha önce eğitim yoluyla seçmenlerin oylarını namus bilerek kullanma düzeyine gelmesi, dinsel konuların seçimlerde kullanılmasının engellenmesi gerekir. Seçimlere katılma hakkını kazanamayan bir partinin gerçek dışı belgelerle topladığı oya karşın ülke barajını aşamadığı için meclis dışında kalması meclise giren partilerin milletvekili sayısını arttırmıştır. Yetersizliği açıklanan partinin yöneticilerinin sahtecilik nedeniyle aldığı cezanın onanması üzerine Yüksek Seçim Kurulu bir karar vererek demokrasinin alnına sürülen lekeyi temizleyecek, böylece demokrasinin namus sayılacak bir anlama kavuşacak, seçimler arınacakken Kurul yeni bir kararı gereksiz bulmuştur. Çelişkili kararları bilinen Kurul, Başsavcılığın bildirmesi üzerine seçmenleri duyuruyla uyarıp yapılan çalışmaların yenilemenin güçlüğünü belirterek listeye konulan DEHAP’ın sütununun kullanılmamasını, ona verilecek oyların geçerli sayılmayacağını açıklasaydı sonraki sorunlar yaşanmazdı. Seçmenler oylarını DEHAP için kullanmışlardır. Başka partiler için değil. Ona verilen oyları başka partilere eklemek seçmen istencine aykırı düşer. Ancak, DEHAP seçime katılmasaydı ya da DEHAP’ın oylarının geçersiz olacağı bilinseydi oylarını uygun buldukları başka bir partiye verebilirlerdi. Bu durumda yasalardaki boşluğu gerçekçi, amaca uygun yorumla doldurup yapıcı bir kararla DEHAP’ın boşa giden oylarının başkalarına getirdiği haksız kazanımı önleyebilirlerdi. Başsavcılık uyarısını geri çevirdikleri zamanki kanıt başka, şimdiki onamayla kesinleşen ceza kararına dayanak oluşturan kanıt başka. Kaldıki, yeni bir karar almayı doğrulayacak önceki kararlar da var. Hiç de doyurucu olmayan gerçeklerle, kamuoyunu kuşkuya düşüren karar yeterli olmamıştır. Elbet sahtecilik yaygın değildir. Öbür partilerin üzerine atılacak suç değildir. Hiç kuşkusuz TBMM’nin saygın kişiliği, geçerliği tartışmalı değildir. 550 milletvekili içinde 66 tartışmalı konum anlam yönünden yasama organına gölge düşürmektedir. Kimi hukukçuların yanlış kurallara dayanarak, olmayan kuralları yorumlayarak, Kurul’u yargı organı göstererek, sorunu abartarak yaptığı konuşmalar, yazdığı makaleler, ayrı bir burukluk yaratıyor. Gerçekte Yüksek Seçim Kurulu Anayasa’nın öngördüğü organ durumuna gelmelidir. Kararlarının temyiz edilememesi, kesin olması ona asla bir yargı organı niteliği kazandırmaz. Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu ile Yüksek Askeri Şura’nın kararları da kesindir. Önceleri adı “Temyiz Komisyonu” olan kuruluşun kararları da Danıştay’da inceleniyordu, Sayıştay’ın kararları da. Başkanı’nın konuşmaları, önyargılı olup olmama, görüşünü önceden açıklama durumları ayrı, Kurul’un Anayasa’nın 79. maddesine uyarak seçim sonrası yolsuzlukları karara bağlaması, kimi durumlarda kendiliğinden karar alması olanakları da var. Konunun en ilginç yanı, yargıyı etkileme, baskı altında tutma çabalarıyla kararı işlerine uygun bulanların pohpohlaması, bulmayanların eleştirileri. Hukuka güvensizliğin, yargıya saygısızlığın artması üzücüdür. Yargının saygınlığını kendi tutumuyla doyurucu ve zamanında kararları asla tartışılmayacak yansızlığı, yaraşır olduğu bağımsızlığıyla sağlayıp benimsettireceği gerçeğini herkes paylaşmalıdır. Hukukun etkinliği, üstünlüğü ve yeterliği başta yasama organının çalışmalarıyla hukukçuların niteliklerine bağlıdır. Yasama organı ve iktidar Cumhurbaşkanı’nın geri çevirmelerine, uyarılarına, önerilerine dudak bükmekte, Anayasa Mahkemesi’nin kararlarına direnmekte, “Meşruiyeti ben saptarım” diyerek Anayasa’yı bile çiğneyebilmektedir. Birleşmiş Milletler’i elinin tersiyle iten iktidarın başı bir diktatör edasıyla AB oyunu oynamaktadır.

Avrupa Birliği oyunu

Türkiye’de Avrupa Birliği’ne onurla, eşit konumda, ödünsüz girmeye karşı olan yok gibidir. Kopenhag ölçütlerinin öbür aday ülkelerden fazla olarak Ege, Kıbrıs, Güneydoğu Anadolu için koşullar taşıması, son günlerde de Avrupa Anayasası hazırlıkları nedeniyle din öğesinin gündeme getirilmesi oyunu iyice açığa çıkarmıştır. Avrupa Birliği Türkiye’yi arasına almayacaktır. Bu kestirim boşuna değildir. Tersi gerçekleşir, üstelik ödünsüz gerçekleşirse mutluluk duyarız. Savaşla alamadığı, Sevr’le gerçekleştiremediği sonucu üyelik aldatmacası ve oyalamalarıyla almaya çalışmaktadır. Fogg’un çocukları bunun yalakalığını yapmaktadır. Siyasal iktidar da AB’ye girmek istememekte, alınamayacağını bilmektedir. Gireceğini, alacağını yaymaya çalışarak, kendi amacını gerçekleştirecek ortamı bulmaktadır. ABD ve AB için Türkiye konusunda bugünün AKP iktidarından daha elverişlisi bulunamaz. İktidar yarın karşısına çıkacak, engelleyecek, durduracaklar için ABD ve AB’yi şimdiden arkasına almakta, onlar da bu fırsattan yararlanıp istediklerini gerçekleştirmeye koyulmaktadır. AB yetkililerinin çelişkili, tehditli konuşmaları, ABD Ankara Büyükelçisi’nin görüşmeleri ortada. İmam ağırlıklı belediyeci iktidarının siyasal yönü, yolu, kökü, karakteri, amacı bellidir. Oyunu açıktır. Güney Kıbrıs Rum Hükümeti’ni AB’ye alıp Türkiye’ye İngiliz katkılı, yanlı Annan Planı ile ağır koşullar getirmemin başka anlamı yoktur. Şimdi içerdeki kiralıklar ve satılmışlarla Denktaş’ı dışlamak çabası sürdürülmektedir. Hiçbir utanma ve sıkılma duyulmadan, üstelik Silahlı Kuvvetler’e ve demokratik biçimde düşüncelerini açıklayanlara saldırarak. Yunan Başbakanı Simitis’in tehditlerine değinen yok. AB kodamanlarının ikilemlerini eleştiren yok. 
Yazık.

Irak sorunu

Anayasa’nın 92. maddesinin öngördüğü koşul gerçekleşmeden Birleşmiş Milletler kararı ve Irak yönetiminin çağırısı olmadan yurtdışına silahlı kuvvet gönderme kararı alınmıştır. Bu, içtüzüğün değiştirilmesi niteliğinde bir karar değilse Anayasa Mahkemesi’ne bile götürülemez. Sorumluluk iktidarla onu destekleyenlerin Irak’a girmeyi değişik nedenlerle isteyenlerindir. Durum, önceki tezkere zamanındakinden daha kötü olmasına karşın iktidarın kendi üyelerine uyguladığı kestirilen baskılar sonucu karar çıkmıştır. Kapalı oturumda görüşülme önerisini verenlerin adlarının ve sayılarının açıklanmaması, kararda belirtilmesi zorunlu hususların hükümetin yetkisine bırakılması belirgin aykırılıklar olmakla birlikte kamuoyundan gizlenerek gerçekleştirme tümüyle antidemokratik bir yöntemdir. ABD ve AB yetkililerinin, iş çevrelerimizin, paracı kesimin alkışladığı, borsayı çılgınlaştıran durum 8,5 milyar dolarlık ağır koşullu krediye dayanmaktadır. Askerlerimizin değil gerçekte Türkiye Cumhuriyeti’nin başına geçirilmek istenen çuvala onurumuzu kurtarıcı bir yanıt verilmemişken, ABD özür dilememişken, Irak’a ABD’ye kalkan olmak üzere giderek işgalci duruma düşecek ilk müslüman topluluk damgası bizi güçlüklere sokacaktır. Hukuka uygunluğu tartışmalı karar, imzalanan önceki belgeler, iktidarın saptırıcı ve yanıltıcı sunumları tehlikeleri çağrıştırmaktadır. Tutumu belli medyanın Türkiye’nin ışık saçtığını, rahatladığını, en uygun olanın yapıldığını yayması düşünülecek bir davranış türüdür. Borsa coşkusu paranın nelere “muktedir” olduğu gerçeğini tüm açıklığıyla sergilemektedir. Irak Geçici Yönetim Konseyi Türkiye’nin asker göndermesine açıkça karşı çıkmakta, işgalci ABD yöneticisi Paul Bremer geçiştirici sözler etmekte, ABD Ortadoğu uzmanı Nile Türkiye’nin kayıplara hazır olmasını istemektedir. ABD’lilerle yapılacak görüşmelerde görev yerleri, sayı başta nice sorun ortaya konulacaktır. Irak Kürdistan Demokrat Partisi Ankara temsilcisi Dizai’nin yansıttığı Kürt aşiretlerinin karşıtlığı da ayrı. ABD, Türkiye’yi kullanmak istemektedir. Bir çok duruma karşı çıkan AB ses çıkarmamaktadır. İlginç durumlar ilginç sonuçlarla bağlanır. Göreceğiz. Herşeye karşın Irak’ta görev alacak birliklerimizin başarılı olmalarını barışa katkıda bulunmalarını, Devletimizin yüzünü bir kez daha ağartmalarını, yitik vermeden ülkemize dönmelerini istiyoruz.

Üniversite sorunu

Başka partiler için sonuç olan iktidar, AKP için bir başlangıçtır. İktidar, onlar için amaç değil, araçtır. Demokrasi gibi algılamaktadırlar. Kadrolaşma hızla ve yoğunlaşarak sürerken, kendi adaylarını yerleştirmede kullanacakları Emeklilik Yasası da Anayasa Mahkemesi’nden dönmüştür. Hiç kuşku olmasın, direneceklerdir. Yabancılarla Patrikhane’nin ekümenliğini de kapsayacak görüşmeleri sürmektedir. Özellikle AB’nin kendi açılımları için engel gördüğü Türk Silahlı Kuvvetleri’ni etkisizleştirme çabası Milli Güvenlik Kurulu’ndan başlayarak yürütülmektedir. Ama yeterli görmediklerinden üniversitelere el atmışlardır. Başbakanın oyalayıcı ve gündem değiştirici çelişkili konuşmalarından, Atatürkçülüğü kaldıran Yönetmelik değişikliklerinden sonra, Anayasal yönden YÖK’ün yetkisinde olan üniversitelere girme düzeni imam hatiplilere alanları dışındaki bölümleri de açık tutmak amacıyla bir yasa değişikliğiyle TBMM’ye getirilmiştir. Bu durum, liselere haksızlıktır. İmam hatipliler için yapılanlar klasik liselerden esirgenmekteyken, bir de üniversiteye girişinde aynı dersleri almayan geleceğin imamlarının her yeri ele geçirmesinin kapısı açılmak istenmektedir. YÖK’ün yakınılan yanlarından yararlanılarak onu aratacak bir oluşuma ne yazık ki kimi öğretim üyelerinin desteğiyle ağırlık verilmektedir. Üniversitelerin tepkisi doğaldır, haklıdır, zorunludur. Kimi vakıf üniversiteleri, kimi YÖK’ün yanlış tutumu ve kişilerle devlet üniversitelerindeki gerici ve ideolojik kadrolaşma günümüz sorunlarının kaynağıdır. Eğitimin siyasallaşması devletin niteliğini değiştirir, dinin siyasallaşması da demokrasiyi dinselleştirir. Eğitimle, adaletle oynamak ateşle oynamaktadır. Bu sorunlarda kusur bir yanda değildir. Tartışmayı beceremeyenler kavgaya tutuşurlar. Görüşerek, konuşarak, anlaşarak uyum sağlanmalı, bilim yuvası üniversiteler koşullanmış değil bilinçli yurttaşlar yetiştirerek topluma ışık tutmalıdır. Medrese, tekke, dergah ve karargâh arayanlar çağdışı düşeceklerini unutmamalıdır. İmam hatip liselerini bitirenlere ayrıcalık sağlayacak yasa önerisi, üniversite kesiminin iktidarca aldatıldığının kanıtıdır. AKP iktidarına, yöneticilerine kanmanın bedeli ağır olmuştur. Kamuoyunun tepkisizliğinden, ekonomik güçlükleri parasız kömür dağıtarak azaltacağı umuduyla yandaşlarına güvenen iktidarın oyunları bitmemiştir. Tıpkı, ABD desteğiyle, AB isteğiyle silahlı kuvvetleri Milli Güvenlik Kurulu örneğinde olduğu gibi yavaş yavaş etkisiz duruma getirmeye çalıştıkları gibi. Dubai Anlaşması’nın bilgi verilmeden imzalanması bilgi verilmeye gerek duyulmaması gibi. Böylece ABD ve AB birlikteliğiyle iktidarın isteği birleşmekte, ulusallık güvenceleri yıkılmak istenmektedir. TBMM Başkanı’nın “Atatürk ayrı, Kemalizm ayrı” diyerek ortaya koyduğu ağır çelişki ve amaçlı ayrımcılık, yine onun Amasya Genelgesi’nin yıldönümü toplantısında “22 Haziran Genelgesi gibi tarihimizin hiçbir sayfası karanlık değildir” yolundaki sözleriyle Vahdettin’i, Damat Ferit’i Abdülhamit’i kusursuz gösterme çabası da üzerinde durulmaya değer. Onlar kusursuz ise Mustafa Kemal Samsun’a neden çıktı, Amasya Genelgesi’ni neden yayımladı? Bu iktidarın ereği bellidir. Bugüne kadar içinde bulundukları ortam, çalışma yaptıkları kuruluşlar, birlikte oldukları kimseler tanımmaktadır, bilinmektedir. Şimdi mi değişecek, kafalarındaki izlenceyi bırakacaklar? Böyle düşünmek de bir aldanıştır. AB’lilere laikliği öğütleyip içeride dinamitlemeleri ve kendi açıklamaları takıyye ustası olduklarının kanıtıdır. İşte dokunulmazlık, işte türban yalanıyla yaygınlaştırılan sıkmabaş, işte orman kıyımı, işte vergi, işte kadrolaşma, işte üniversite, işte cami-mescit, imam hatip lisesi sorunu ve daha niceleri...

Gençlik sorunu

Gençlik, hiç kuşkusuz ulusun, üniversitenin kaynağı, geleceği, umudu ve gücü olarak gündemin ön sırasındadır. 1980 Harikatı’nın gençleri siyasal olaylardan dışlaması, siyasal partilerin kapatılması gibi sakıncalı bir olaydır. Siyasal iktidarlar kendilerinden başkasını düşünmemektedir. Anayasa değişikliklerine bile ulusun esenliği, barış, demokrasi, insan hakları ve özgürlükleri için, hukukun üstünlüğü, güvenlik, düzen, bilimsellik, kalkınma, çağdaşlaşma için değil kendileri için yapmakta, uyum yasalarını da gereksiz, yararsız, kanımca sakıncalı değişikliklerle yürürlüğe koymaktadırlar. Dernekler Yasası sınırlamaları kaldırılmamıştır. Üniversitelerimiz yasaların olanak verdiği ölçüde “kulüp” adıyla öğrencilerin gereksinimlerinin karşılanmasına yardımcı olmakta, genç gücü gözetim ve biraz da denetimde yönlendirmektedir. Gençlerimiz bu ölçülü hoşgörüye, amaçlı kollamalara karşın özgürce davranmakta, özveriyle çabalamakta, yalnızlığa, güçlüğe, suçlanmaya karşın tüm sorumluluklarının bilincinde kendilerine düşeni yapmaktadırlar. Kimi üniversitelerde öğretim üyesi ve öğretim görevlisi kadrolaşmalarına benzer biçimde gençlerin de asıl amaçlarını ve adlarını değişik gösterip sakıncalı yanlarını saklayarak örgütlendikleri, olaylar çıkardıkları, birbirlerine düşmanca saldırdıkları duyulmaktadır. Üzüntüyle izlenen bu durumlar üniversite yönetimlerinin yansız, yapıcı, anlayışlı ve etkin tutumlarıyla giderilmelidir. Üniversite kimsenin, yalnız öğretim üyelerinin ve öğrencilerin değil, tüm ulusun malıdır. Herkes yürürlükteki kurallara aykırı olmamak koşuluyla yakmadan, yıkmadan, kırıp dökmeden, yaralayıp öldürmeden istediğini özgürce söylemeli, uygarca tartışmalı, katılmadığı görüşün haklarına saygı duymalıdır. Görüşler topla, tüfekle, zorla değil, bilimsel dayanaklarla, haklı ve tutarlı düşüncelerle değiştirilir. Siyasal açılımlar da asla sakıncalı değildir. Ben, Türkiye Milli Talebe Federasyonu görevlisi iken, Ankara Üniversitesi Talebe Birliği Yönetim Kurulu üyesiyken CHP Gençlik Kolları Genel Merkez Yönetim Kurulu’nun “ilk Gençlik Kolları Genel Yönetim Kurulu” üyesiydim. Kolların kurulması için zamanın Adalet Bakanı Osman Şevki Çiçekdağ ile uygar, saygılı ama bilinçli tartışmalarımız olmuştur. Zorbalık ilkelliktir. Yönetimin yandaşlığı da en yalın tanımıyla görevi kötüye kullanmaktır. Çocuklarımız yönetime ailelerince, ulusça emanet edilmişlerdir. Onların karşıtlıkları, yanlışlıkları, yanılgıları sakıncalı olabilir. Onları uyararak bir araya getirip anlaşmaları sağlanamazsa bile bir öğrenciye yaraşır tutumla knuşmalarını, ayrılsalar da Atatürk İlkeleriyle İstiklal Marşı’nda birleşmelerini gerçekleştirmek gerekir. Türkiye, Atatürk ve laik Cumhuriyet düşmanlarının yükseköğretim kurumlarında öğretim üyesi ve görevlisiyle öğrenci çoğunluğu yönünden egemenlik kurması, etkinlik sağlaması, baskı uygulaması, asla katlanılacak bir durum olamaz. İlkelerde hoşgörü ve ödün yıkım getirir. Yıllardır konuşup yazdığımız laiklik tehlikesini kabul etmeyen paranoyaklar, şeriat, çıkar, etkin ayrım bağımlılarının bugünkü boşutu ve gücü bir çok ilginini uyanması gerektirmektedir. Düşmanlar uyumamaktadır. Konuşmayı, tartışmayı bırakıp kavgaya tutuşma barbarlıktır. Cuhmuriyetimizin 80. yılında nereden nereye geldiğimiz, neleri nasıl yapmamız üzerinde durulmalıdır. Bölücülük, ayrımcılık, köktendincilik, ırkçılık-faşistlik vd.nin kime ne kazandırıp ne yitirttiğini bilmeyenler araştırıp öğrenmelidir. İnsanımızın vicdanını değerlendirecek ölçüde ileri giden, elçilerin umut yeşerttiğini söyleyebilen, medya ilgililerinin boy attığı ülkemizde uydu ve uşak olmadığımızı, tam bağımsızlığın yaşam borcumuz ve koşulsuz olduğunu her koşulda, her zaman, herkese anlatmalıyız. Atatürkçü-Kemalist gençleri desteklemek 

Türkiye’yi güçlendirmektir.

Gençlerimiz ayrı görüşte, ayrı düşüncede, ayrı kuruluşlarda olsalar bile birbirlerine karşı sevgi ve güveni korumalı, uygar tartışmalarla birbirlerine katkıda bulunmalı, yanılgı ve yanlıştan dönüp doğruda birleşmeyi başarmalıdır. Onlardan beklediğimiz kendilerine çok yaraşır olgunluk, efendilik ve ilericiliktir. Üniversite yönetimleri de onları desteklemeli, öğretim sorumluları davranışlarıyla örnek olmalıdır. Kimi üniversitelerde izlenen üzücü karşıtlıklar, gruplaşmalar, birbirine ağza alınmayacak sözlerle saldırılar, çirkin yakıştırmalar, seçim oyunları düşkırıcı olmaktadır. Gençlerimiz partici olsunlar ama partizan olmasınlar. Seçilmek ve bir yere gelmek için parti parti dolaşanlar gibi ilkesiz olmasınlar. İlkeli, tutarlı, bilinçli olmak onları yaraşır oldukları her yere getirir. Ama yalnızca ün ve şan için, mevki-makam, çıkar ve rütbe için çaba insanı bir gün bitirir, unutturur. Gençlerin dün nasıl ve nerede oldukları değil, bugün nerede, nasıl ve ne amaçla çalıştıklarına bakmak gerekir. Büyüklerin gençliklerinde yanlışlıkları olmamış mıdır? Düzelmeyi, olgunlaşmayı, bilgi ve bilinci temel almalıdır, ölçü almalıdır. Bugün Türkiye’yi Türkiye yapan ilkeleri özümseyen, benimseyen, koruyan, savunan, barışçı tutumla tam bağımsızlığı ödünsüz gerçekleştirmeye çalışan, uluslararası ilişkilerde eşitliği, onuru gözeten kötülüklere ve sakıncalara karşı olan gençleri desteklemeliyiz. Onlara örnek olmalıyız. Bunu görev bilmeliyiz. Onlara elverişli ortamlar hazırlamak, onları bilgiyle donatmak, yarınları güvenle teslim ederek vicdan huzuru duymanın başlıca koşuludur. Gençliği yitirenin geleceği olmaz, hiçbir umudu kalmaz. Gençliği, üniversiteyi (elbet özerk üniversiteyi), akılcılığı, bilimselliği, aydınlanmayı özlemek, istemek yetmez. Bu uğurda özveriyle, özenle, içtenlikle çalışmak, çabalamak gerekir. Bilimin ocağı, kalesi üniversitelerimizle her yönden öğünmeliyiz. Hem ders çalışan, hem ülke sorunlarıyla ilgilenen gençleri desteklemeliyiz.
Seçim sisteminin bozukluğu nedeniyle yasama organında hakkından fazla yer işgal eden, Irak işgaline katılmaya heveslenen, devletin her birimini işgal etmeye çalışan takıyyeci AKP iktidarı üniversitelerden sonra yine ABD ve AB desteği ve içimizdeki medya militanlarıyla yargıya ve silahlı kuvvetlere yönelecektir. Böyle zamanlarda anlamsız nedenlerle ayrı olmanın zararları büyüktür. Ulusalcıların öncülüğünde toplumsal muhalefet iktidarın yıkımlarını önleyebilir. Aldanmayalım.