NATO - AGSP - AB etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
NATO - AGSP - AB etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

19 Ekim 2017 Perşembe

TÜRKİYE NATO VE AGSP İLİŞKİLERİ


TÜRKİYE NATO VE AGSP İLİŞKİLERİ



TÜRKİYE, NATO ve AGSP
Mireille Sadége*

ÖZET

NATO üyesi ve ABD’nin sadık müttefiki Türkiye aynı zamanda Avrupa’nın güvenliğinin vazgeçilmez bir aktörüdür. Türkiye Batı’ya bağlanma konusunda yüzyıllık iradesi kendisini bir yandan ABD ile stratejik ortaklığa ve diğer taraftan Avrupa Birliği üyelik kavşağına getirmiştir. Türkiye günümüzde bu iki savunma kutbuyla eşit mesafede bulunmaktadır. Bu konum Türkiye için avantajlı olabilir çünkü Türkiye diğer ülkelerle güç ilişkilerinde ağırlığını artırmaya olanak sağlayabilecektir. Bu seçenek hangi koşulda öngörülebilir? Türk Hükümeti’nin 2003 yılından beri giriştiği şey bu mudur? Amerika Birleşik Devletleri ve Avrupa Birliği bu oyuna girmeye hazır mı? İlk bölümde, bir taraftan Türkiye ve NATO arasındaki ilişkiler çerçevesini diğer taraftan Türkiye ve Avrupa Birliği arasında AGSP çerçevesinde özellikle güvenlik ve savunma politikasını inceleyeceğiz.  İkinci bölümde, Türkiye için bu iki kutbun her biriyle yapılan bir yakınlaşmanın avantaj olduğu kadar taviz bakımından ne içerdiği konusunda kıyaslamalı bir inceleme yapacağız. 

Anahtar Kelimeler: NATO - AGSP - AB, Mireille Sadége , TÜRKİYE, Avrupa savunma politikasi,  Savunma, Diş politika,  Soguk savaş, Güvenlik , Atlantik Paktı,  ABD,

GİRİŞ

Türkiye pek çok kez dış politikasının gerçekleri ile yüzleşmek durumunda kaldı. Bu gerçek onun bir yandan Avrupa’ya ait olma konusundaki şiddetli arzusu yanında temel ikili ilişkilerinin Avrupa ile değil Amerika ile daha yakın olmasıdır. Irak Savaşı sebebiyle 2003 yılından bu yana Birleşik Devletlerle arasının biraz açılmış olması ve Avrupa Birliği ile üyelik görüşmelerine girmiş olması dolayısıyla – ki bu süreç uzun ve zor gözüküyor, Batı ile ilişkileri istikrarlı olmaktan uzaktır. Türkiye, stratejik ortaklık çerçevesinde bir yere kavuşmak için bu iki batılı kutup ile ilişkilerinde sesinin ve kendi çıkarlarının daha fazla dikkate alınması için nasıl davranmalıdır? İlk bölümde, bir taraftan Türkiye ve NATO arasındaki ilişkiler çerçevesini diğer taraftan Türkiye ve Avrupa Birliği arasında AGSP (Avrupa Güvenlik ve Savunma Politikası) çerçevesindeki etkileşimleri inceleyeceğiz.  İkinci bölümde, Türkiye için bu iki kutbun her biriyle yapılan bir yakınlaşmanın avantaj olduğu kadar verilebilecek tavizler bakımından neler içerdiği konusunda kıyaslamalı bir inceleme yapacağız. 

1.  TÜRKİYE NATO VE AGSP İLİŞKİLERİ

      Türkiye ve NATO

Türkiye, Batıya bağlı olmayı arzulamaktadır. Bu nedenle de, Şubat 1952’den itibaren NATO üyesi olmuştur. Böylelikle, Sovyet tehdidine karşı Atlantik Paktı’nın güney kanadının bekçisi olarak, Soğuk Savaş esnasında, Batının güvenliğine ve savunmasına aktif olarak katkıda bulunmuştur. Bu şekilde açılan işbirliği dönemine, Türk askeri kapasitelerinin artırılması ve modernizasyonu için ve Ankara ile Avrupa Birliği ülkeleri arasındaki siyasi diyaloga derinlik kazandırılması için çabalar eşlik etmiştir (Sadege, 2005: 89).

Türk yöneticiler için, NATO, Türkiye’nin güvenliğini sağlamaya yarayan bir ittifaktan fazlasıydı ve Türkiye ile ABD arasındaki askeri ve ekonomik ilişkilerin biçimleneceği çerçeveyi oluşturmaktaydı. Dolayısıyla, ABD’nin NATO bünyesindeki yadsınamaz liderliği yüzünden, kısa sürede, NATO ile ABD eşanlamlı olarak ele alınmıştır (Sander, 1979: 83). ABD’nin tamamen takip edildiği bir dönemden ve Amerikan yanlısı koşulsuz bir politikadan sonra, özellikle 1963’teki Kıbrıs krizi esnasında olmak üzere, Türkiye, İttifakın getirdiği güçlüklerin bilincine varacaktır. Türk yöneticilerin bu bilinçlenmesi kademeli olarak gerçekleşmiştir fakat Batı bloğuna dâhil olma sorgulanmayacaktır. Türkiye için, Soğuk Savaş sonrası, her iki ülkenin çıkarları bu noktada kesiştiği için, NATO’nun, Amerikan liderliği altında güçlü bir müttefik olarak mevcudiyetini sürdürmesi gerekmektedir.

Türkiye ve AGSP

Soğuk Savaş’ın sona erdiği bir ortamda, bazı Avrupalı yöneticiler ve özellikle Fransızlarda, Avrupa’ya stratejik seviyede tam ve eksiksiz bir rol verme ve Avrupa ile Amerika arasındaki ilişkide reformlar yapma arzusu canlanmıştır. Ancak, Washington bu stratejik Avrupa vizyonunu iyi bir gözle görmemektedir çünkü her ne kadar çok uzun vadede olsa bile, bu, NATO’nun varlığına bile zarar verebilecektir (Vedrine, 1996: 731). Bu alanda ilk zemini Maastricht anlaşması oluşturur fakat daha yapacak pek çok şey vardır. Fakat “AB’nin potansiyel silahlı kolu BAB” veya NATO bünyesinde bir “Avrupa kutbunun” oluşturulması gibi çözümler tatmin edici bulunmaz (Quiles, 1999: 34). Dolayısıyla, Avrupalılar, Avrupa Birliği çerçevesinde siyasi ve askeri enstrümanlar geliştireceklerdir. 
1998-1999’daki Kosova krizi, bir mutabakat sağlamaya ve bir Avrupa güvenlik ve savunma politikası (AGSP) geliştirebilecek siyasi iradeyi sağlamaya imkan verecektir. Aralık 1998’de Saint-Malo’da yapılan Fransa-İngiltere zirvesi, AB’nin özellikle “bağımsız askeri kapasitelere” sahip olarak, uluslararası alandaki rolünü tam manasıyla oynayabilmesi için Fransızların ve İngilizlerin iradesine işaret etmektedir. Aralık 1999’da Helsinki’de toplanan Avrupa Konseyi, hedefi, NATO’nun taahhüt altına girmediği zamanlarda AB’nin, Petersberg olarak adlandırılan görevleri yürütmesine imkan vermek olan AGSP çerçevesinde yürürlüğe konulacak kurumlar ve operasyon imkanları üzerine bir anlaşma oluşturmuştur. AGSP’nin eylem alanı, NATO’nunkinden farklı olarak kriz yönetimi olacak ve müşterek güvenlik, Washington Anlaşmasının 5. maddesine tabi olmaya devam edecektir. Böylece, “bir organ olarak BAB, 2000 yılının sonunda görevini yerine getirmiş olacaktır” (Le Monde, 5 Haziran 1999).

Amerikalıların rahatsızlıklarını ifade etmesine rağmen, 90’lı yılların sonlarına doğru AB, kendi ordusunu oluşturma çalışmalarına hız vermiş ve NATO eski genel sekreteri Javier Solana’yı, AGSP Yüksek Temsilcisi görevine atamıştır. Aralık 1999’da Helsinki’de yapılan Avrupa Zirvesi, altı haftada sevk edilebilir ve bir yıllık bir özerkliğe sahip, 60.000 kişiden oluşan bir Hızlı Tepki Gücünü (Rapid Reaction Force) 2003 yılına kadar oluşturma ve AGSP Yüksek Temsilcisi nezdinde Brüksel’de sürekli görev yapacak bir Politika ve Güvenlik Komitesini (PGK) oluşturma, bir askeri komite ve BAB’ınkinden geniş ölçüde katkı alacak bir genel kurmay oluşturma hedefini tanımlamıştı (Allain, 2002: 119).
Türkiye, AB’ne yakınlaşmak istemektedir ve savunma, hem en az itirazla karşılaşacağı, hem de gereksinimlerine en fazla cevap verebilecek alan olarak gözükmektedir. Bu çerçevede, Aralık 1991’de, AB üyesi olmayan diğer NATO ülkeleri gibi, Batı Avrupa Birliğine (BAB) katılmaya davet edilmişti. Maastricht Anlaşması çerçevesinde önerilmiş bu ortaklık, 6 Mart 1995’te gerçekleşti. Bu şekilde, Türkler, daha özel biçimde Avrupalı olacak bir savunma anlayışının geliştirilmesine yakından katılmış olacaktı. Yalnızca NATO üyesi olarak ve AB üyesi değilken, Avrupa savunmasındaki bu özel yerin Türkiye için ortaya koyacağı problemleri birlikte göreceğiz.

Ankara ile AB arasındaki ilişkiler hassas gözükmektedir, fakat Avrupa savunması konu olduğunda, Türkiye’nin jeopolitik önemini kimse tartışmamakta ve herkes bu gerçeği kabul etmektedir. Türkiye, siyasal ve stratejik alanlarda bir katılımı, hatta bir işbirliğini arzulamakta ve basit bir noktasal konsültasyon mekanizması ile yetinmeyi reddetmektedir. Avrupa savunmasına etkileyici bir katkı ile dahil olmak isteyen Türkiye, Avrupalılara kendi önemini vurgulamak istemektedir.
Öte yandan her ne kadar, dış politikasının temelini, ABD ile olan ilişkileri oluştursa da, Türkiye, artık uluslararası arenada özerk bir stratejik oyuncu olmayı arzulamaktadır. 2003’teki Irak harekatından beri ABD ile biraz mesafeli olan ve AB’ne tam üye olmak için müzakereler sürecine –ki bu sürecin uzun ve zor olması beklenmektedir– başlamış olan Türkiye, halen, bu her iki savunma kutbuna eşit mesafede bulunmaktadır. Bu konum, Türkiye için avantajlı olabilir çünkü diğer ülkelerle olan güç dengelerinde ağırlığını artırmasına imkan verme ihtimali bulunmaktadır.

2. TÜRKİYE’NİN NATO VE AGSP İLE İLİŞKİLERİ

Türkiye ve NATO İlişkilerinin Perspektifi

NATO, bugün, Türkiye’yi Batıya bağlayan tek fiili bağı ve Batı güvenlik ve savunma politikalarının tanımlanmasına katılımı için tek imkanı oluşturmaktadır. NATO Anlaşmasının 5. maddesi, saldırıya uğrayan üye Devlet için müşterek bir destek garantisi sağlamaktadır. Böylece, Türkiye’ye düşman Devletler için ABD gibi müttefiklerden gelecek mukabelelerin garantisi, güçlü bir caydırıcı unsurdur ve Türkiye’nin topraklarının güvenliği için olmazsa olmaz bir korumadır. Ancak, Türk yöneticiler, bunlarla çatışma halinde ittifakın onları yeterince desteklememesinden ve 1963’te olduğu gibi kendi çıkarlarını Türkiye’ninkilerin önüne çıkarmalarından endişe etmektedirler.

11 Eylül, bu alanda özellikle bir dönüm noktası olmuş ve Türkiye için özellikle ABD nezdinde ilginin artmasına neden olmuştur. Terörizme karşı mücadelede Türkiye ile işbirliği, ABD önceliklerinden biri haline gelmiştir. Afganistan’daki savaş, Türkiye’nin koalisyon güçleri bünyesinde önemli bir rol oynamasına imkan vermiş ve Türkiye, bir taraftan, uluslararası güvenlik güçlerinin başında İngiltere’nin yerini alırken, diğer taraftan, Kabil’de barışın sürdürülmesi için bir operasyon çerçevesinde birlikler sağlamıştır.

Bununla beraber Irak, ABD’nin Türkiye’ye karşı olan ilgisinin başlıca nedeni olmayı sürdürmektedir. Türkiye, 1 Mart 2003’te, ABD’ye ümit ettiği askeri desteği sağlamayacağını göstermiş ve böylelikle Washington’u hazırlıksız yakalamıştır. Gerçekten de, Türkiye, o ana kadar “sağlam müttefik” konumunu seçmişti ve bu konum sayesinde ABD’ye yakınlaşıyordu ve dolayısıyla NATO’nun kendisi üzerindeki etkisini artırıyordu. Fakat Mart 2003’ten beri, her iki tarafta da, güvenlik alanındaki görüş ve çıkar farklılıklarının mevcut olması dolayısıyla bir bilinçlenme görülmekte ve Türk yöneticiler, en önemli müttefiklerine karşı bir özerkleşme iradesi sergilemekteler (Parmentier, 1995 :131).

İki Devlet arasındaki başlıca uzlaşmazlık noktası, Kuzey Irak’ta yaşayan Kürt toplulukları sorunu ile ilgili olarak karşıt ulusal çıkarların mevcut olmasıdır. Bu bölgede istikrarın kaybolması ve istikrarsızlığın kendi topraklarının güneydoğusuna bulaşarak kendi iç güvenliğini tehlikeye sokması konusundaki Türkiye’nin kaygısı, iki ülke arasındaki anlaşmazlığın başlıca çıkış noktasını oluşturuyor. ABD, çatışmalar sonrası yönetim konusunda ve ülkenin kuzeyinde aktif olan Iraklı PKK topluluklarının kontrolü konusunda güçlükler yaşıyor. Türkiye ise bunların yok edilmesini istiyor ve bu hususlar, aslında hiçbir zaman olmadığı kadar yoğun olan Türk-Amerikan ilişkilerini bozmaya devam ediyor.
Ancak, Türk-Amerikan ilişkilerinin halen içinde bulunduğu kriz, uzun vadede Türkiye için yararlı olabilir. Gerçekten de, ABD, tek yanlı askeri ve stratejik eyleminin sınırlarının bilincine kısa süre önce vardı. Hedeflediği güvenlik hedeflerini etkin bir şekilde sürdürebilmek için çok yönlülüğe başvurulması gerekli olduğunu öğrendi. Dolayısıyla, Washington tarafından tayin edilmiş düşmanlara karşı mücadeleye katılmaya müttefiklerini ikna etmek üzere bir tavır değişikliği içine girmeleri beklenmektedir. Bunun için, ABD’nin, Türkiye’nin spesifik çıkarlarını göz önüne almayı öğrenmesi gereklidir. Ulusal güvenlik ve savunma hedeflerinin sürdürülmesi alanındaki destek, karşılıklı hale gelmelidir. 
Mart 2003’e kadar, Türkiye, karşılık almaksızın, ABD’nin kontrolü altında sürdürülen bütün operasyonlara koşulsuz destek verdi. Örnek olarak, Türkiye’nin birinci Körfez Savaşı esnasındaki tavrı gösterilebilir. Türkiye’nin burada oynadığı çok önemli rol yadsınamaz. Irak’a uygulanan ambargo ile ilgili eylemi, Türkiye için çok önemli ticari fedakarlıklara mal oldu. Bu nedenle, Türkiye, Batıya vermiş olduğunu düşündüğü hizmetler için artık ödüllendirilmeye başlanmasını istiyor. Bazı jestler yapmış olduğunu düşünüyor ve bunlara karşı bir kadirşinaslık görmek istiyor (Billion, 1995: 134).

Bu durum insan gücü ve silah olarak Atlantik Paktına katkı payı için de söz konudur. NATO bünyesinde ABD’den sonra ikinci büyük askeri güç olan Türkiye’nin savunma alanındaki harcamaları, diğer üye Devletler tarafından sağlanan katkıya göre orantılı olarak yüksektir. Bu onu, İttifakın başlıca mali katkı sağlayıcılarından biri ve önem sırasıyla ikinci asker, silah ve askeri altyapı tedarikçisi yapıyor. Öyle gözüküyor ki, Türkiye, Atlantik Paktının üstlendiği görevlerin yürürlüğe konulmasındaki önemli katkısının, organizasyon bünyesinde daha büyük bir etkiye sahip olmasını ve kendi stratejik çıkarlarının daha iyi göz önüne alınmasını beraberinde getirmesi gerektiğini düşünüyor. Böylece, 2003’ten beri Türkiye, ABD karşısında gücünü tartıyor. 

Söz konusu olan, ABD ile olan ilişkilerinin ve NATO bünyesindeki konumunun birbirinden ayrılmasıdır. Bu yaklaşıma yardımcı olabilmesi ve Washington’dan gelebilecek büyük bir diplomatik baskıdan kaçınabilmek için, Ankara, on yıldan fazla bir süreden beri Atlantik Paktının yapısının üzerine çıkmadan buna oranla bağımsız entegre bir savunma kutbu oluşturmaya çalışan Avrupalı müttefiklerine yakınlaşabilir. Böylece Türkiye, AB üyeleriyle bir ortak iradede buluşuyor: şu anki Atlantik ötesi ilişkilerin etkin ve adil bir ortaklığa dönüşmesi.

AGSP ve Türkiye İlişkilerinin Perspektifi

Avrupalılar ve özellikle Fransa için, özerk bir Avrupa savunmasının yürürlüğe konması için tek olası çözüm, AB bünyesinde bir Avrupa askeri kapasitesinin yürürlüğe konmasında yatıyordu (Buffotot, 2005: 23). 12 Aralık 2003’te Brüksel’de yapılan Avrupa Konseyi, “Avrupa güvenlik stratejisini” kabul etti. Böylece, tamamlayıcı üç eylem seviyesi belirleniyordu ama aynı güvenlik beklentilerine cevap vermiyordu. NATO, müşterek bir savunmayı sağlamakla yükümlü oluyorken AGSP, askeri operasyonlara başvurulmasına kadar gidebilen, diplomatik enstrümanlar, barışçı düzenlemeler ve komşu toprakların güvenli kılınması yoluyla, önleyici olarak, Devletlerin kendi güvenliklerini sağlamasını hedefliyordu. “Berlin Artı” anlaşmaları tarafından oluşturulan üçüncü opsiyon, AB tarafından yürütülen operasyonlarda NATO’nun lojistik desteğiyle örtüşmekte idi. Bu anlaşmalar, kriz yönetimi alanında NATO-AB arasındaki stratejik ortaklığın yer aldığı çerçeveyi tespit etmektedir.

31 Mart 2003’ten başlayarak, Concordia ve Proxima operasyonları çerçevesinde, AB, İttifakın ve özellikle Türkiye’nin desteğinden yararlanarak (ki bu işbirliği, Berlin Artı anlaşmaları çerçevesinde yer almakta) NATO güçlerinden nöbeti devralıyor ve Eski Makedonya Yugoslav Cumhuriyetinin istikrara kavuşması için eyleme geçiyordu (Foster, 2005: 213). EUFOR-Althéa operasyonu çerçevesinde Bosna Hersek’te AB güçleri tarafından 7 Aralık 2004’ten başlayarak yürütülen operasyona Türkiye de katılıyor ve böylece, NATO tarafından yürütülen operasyonların devamı sağlanıyordu. Bu operasyon çerçevesinde Türkiye’nin katılımı, AB üyesi olmayan ülkeler arasından en önemli katılımı temsil etmekteydi.
AB’nin, müşterek güvenlik ve savunma politikasının inşa sürecinde aşması gereken bir sonraki etap, 17 ve 18 Haziran 2004 tarihinde Brüksel’de toplanan Avrupa Konseyi tarafından kabul edilmiş, Avrupa için Anayasa Anlaşması projesinin kabul edilmesi idi. Anayasa Anlaşması, AGSP’nin NATO’ya karşı rakip olarak değil de tamamlayıcı olarak geliştirilmesi gerektiğini ileri sürüyor fakat bununla birlikte, AB Devletlerinin, NATO’nun eylemine oranla özerkleşme iradelerini de reddetmiyordu.

Türkiye’nin, AGSP’nin gelişmesi için yaptığı işbirliği ve müşterek NATO ve AB kontrolü altında yürütülen operasyonlara katılımı, 25’ler ve Türkiye arasındaki askeri ve savunma ortaklığının geleceğini olumlu olarak öngörmeye imkan vermektedir. Aralık 1999’daki Helsinki Zirvesi’nden beri AGSP’nin en çok tartışılan yönlerinden biri, Türkiye’nin de dahil olduğu, AB üyesi olmayan Avrupalı Müttefiklerin, bu politikada nasıl bir statüde görüleceğidir. Türkiye, daha derinlemesine “tartışma ve karar sürecine” bütün yönleriyle ortak olmak istemektedir. Gerçekte, Türk hükümeti, AGSP’nin, AB tarafından, NATO’nunkine paralel ve rakip bir yapı çerçevesinde yürürlüğe konduğunu ve NATO’nun, Avrupa’nın savunması ve güvenliği alanındaki temel rolünü tehlikeye soktuğunu düşünmektedir. Ayrıca Türkler, kendilerinin görüşü sorulmadan AB’nin NATO’nun imkanlarını kullanmasını kabul edilemez bir durum olarak görmektedirler. Özetle, Türkiye, AB’nin, İttifakın planlama kapasitelerine garanti edilmiş erişiminden endişe duymaktadır. Türkiye ve AB arasında blokaj yaratan ve bugün hala süren olgu, Türkiye’nin AB’nin, NATO’nun planlamasına, bilgilerine ve lojistik kapasitelerine erişimine imkan tanımaya her durumda onay vermeye gönüllü olmamasıdır.
Böylece Türkiye’nin AB ülkeleri ile bir bilek güreşi başlatmış olduğunu gözlemliyoruz. Ankara, Türkiye’ye AGSP çerçevesinde sürekli bir yer tanınmadığı sürece AB’nin talebine cevap vermeyi reddediyor. Dolayısıyla Türkiye, AB güvenlik siyasi komitesi bünyesinde kendisine yer verilmesini, ya da AGSP çerçevesinde yürütülen operasyonlar dahilinde verdiği hizmetlerin göz önüne alınarak AB üyesi Devletler tarafından kendisine karşı uygulanan katılım kurallarının yumuşatılmasını ya da, AB’ye katılım sürecinde Avrupalı Devletlerin bir desteğini talep ediyor. İster NATO, ister AB kontrolü altında yürütülen operasyonlar çerçevesinde olsun, Türkiye, genel eylemlere payına düşenden fazlasıyla katılıyor fakat karar alma mekanizmaları seviyesinde ikinci plana itiliyor.
Türkiye’nin AB’ye tam üye olarak katılması, AB’ye çok sayıda avantaj sağlayacaktır. Türkiye, bugüne kadar, Kongo Demokratik Cumhuriyetinde yapılan operasyon haricinde, AB kontrolü altında yürütülen bütün görevlere katıldı. Uzun vadede, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin kalitesinin boyutları, Avrupa savunma politikası için çok önemli bir artı oluşturabilir. Türkiye, ABD tarafından Irak’a karşı yürütülen koalisyona katılmayı reddederek, bir taraftan, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyinin bir kararı olmaksızın bir savaşın başlatılmasına karşı çıkan Fransız-Alman pozisyonuna bağlılığını ve diğer taraftan ABD’ye oranla bir özerklik arayışını ortaya koydu (Abramovitz, 2005: 43). Öyle görünüyor ki, Ankara ve Brüksel, yavaş yavaş Washington’un etki alanından çıkmaya ve savunma ve güvenlik politikaları seviyesinde belirli bir özerkliği geri kazanmaya çalışırken, başlıca müttefikleri ile ipleri koparmamaya da gayret ediyorlar. 

SONUÇ

Son yıllardaki gelişmelerki bu gelişmeler, 3 Ekim 2005’te ucu ucuna gelen katılım müzakerelerinin açılışına kadar gitti, öyle gösteriyor ki, Ankara, öncelikli olarak, AB ile yakınlaşma kartını oynamayı seçmiştir. Bu karar, birçok neden ile açıklanabilir: Türk kamuoyu nezdinde Amerikan karşıtı belirli bir duygunun artması ve Türk diplomatik stilinin Avrupalılaşarak, askeri eylem yerine siyasal ve ekonomik enstrümanlara öncelik tanımaya başlaması bunlar arasında sayılabilir (Grant, 2005: 45). 
Tam üyelik, Türkiye’nin Batı bloğuna kalıcı olarak demir atması için en iyi yol olmakla birlikte, hem jeostratejik, hem de askeri seviyede, Türkiye ile güçlü bir ittifakın yaratacağı önemli kozu da küçümsememek gerekir. Dolayısıyla, Türkiye, bu alandaki öneminin bilincinde olarak, kendi ulusal çıkarlarını öne sürmesine imkan veren belirli bir eylem alanı bulmaktadır. Fakat bu eylem alanı oldukça sınırlı çünkü ABD ve daha da önemlisi AB, tam üyelik sürecinin başarısızlığa uğramasının Türkiye’nin Batı ile ipleri koparmasına yol açmayacağına ve Ankara’nın Washington ile ve Avrupalı Devletler ile bağlarının sona erdirilemeyecek kadar güçlü olduğuna inanıyor.

Stratejik Araştırmalar Dergisi 
2008, 82-93
© BEYKENT ÜNİVERSİTESİ/ BEYKENT UNIVERSITY 

KAYNAKÇA

1. ABRAMOWITZ Morton, (2005), The United States and Turkey. (ABD ve Türkiye), Allies in Need.
2. ALLAIN Jean-Claude, (2002), «L'UEO met fin officiellement à son existence», Les Cahiers Européens de la Sorbonne Nouvelle, n° 3 «De l'Europe divisée à la Grande Europe» sous la dir. élisabeth du Réau.
3. BILLION Didier, (1995), Le rôle géostratégique de la Turquie, (Türkiye’nin jeostratejik rolü), Iris.
4. BUFFOTOT Patrick, (2005), Europe des armées ou Europe désarmée ?, (Orduların Avrupası veya silahsızlanmış Avrupa mı ?), Paris, Michalon Yayınları.
5. Le Monde, 5 Haziran 1999.
6. FOSTER Anthony, (2005), Armed forces and society in Europe, (Avrupa’da silahlı kuvvetler ve toplum), New York, Palgrave Macmilla.
7. GRANT Charles, (2005), Turkey and EU foreign policy (Türkiye ve AB dış politikası), BARYSCH Katinka, EVERT Steven ve GRABBE Heather, Why Europe should embrace Turkey, (Avrupa Türkiye’yi Niçin Kucaklamalı), Londra, Avrupa Reform merkezi.
8. PARMENTIER Guillaume, (2005), La Turquie au sein de l’OTAN et ses relations avec les Etats-Unis (NATO bünyesinde Türkiye ve ABD ile olan ilişkileri) - SADÈGE Mireille, La France et la Turquie dans l’Alliance atlantique (Atlantik Paktında Fransa ve Türkiye), Les Editions CVMag, Paris.
9. SANDER Oral, (1979), Türk-Amerikan iliskileri 1947-1964, SBF Yayınları, Ankara.
10. QUILES Paule, (1999), “L’OTAN, quel avenir ?” (NATO, Hangi Gelecek ?) Bilgilendirme raporu, Ulusal Meclis, n° 1495. 
11. VÉDRINE Hubert, (1996), Les Mondes de François Mitterrand à l’Elysée 1981-1995, (1981-1995 Elysée’de François Mitterand’ın Dünyaları) Fayard.

  http://ees2.beykent.edu.tr/WebProjects/Web/busamguncel.php?CategoryId=751


***