FADİME ŞAHİN etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
FADİME ŞAHİN etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

20 Kasım 2016 Pazar

Rakamlarla 28 Şubat Raporu BÖLÜM 2



 Rakamlarla 28 Şubat Raporu  BÖLÜM 2



3.9. Sekiz Yıllık Kesintisiz Eğitim

28 Şubat 1997’de alınan18 maddelik Millî Güvenlik Kurulu bildirisindeki kararların üçü doğrudan doğruya eğitimi ve Millî Eğitim Bakanlığı’nı ilgilendiriyordu. 

Bunlar;

1) Eğitim politikalarında yeniden Tevhidi Tedrisat Kanununun ruhuna uygun bir çizgiye gelinmesi,

2) Temel Eğitimin 8 yıla çıkarılması,

3) İmam-Hatip okullarından ihtiyaç fazlasının meslek okullarına dönüştürülmesi; kökten dinci grupların kontrolünde olan Kuran Kurslarının kapatılarak, Millî Eğitim Bakanlığı’na bağlı okullarda düzenlenmesi.

28 Şubat kararları ve 8 yıllık kesintisiz eğitim ile başlayan tartışmaya, uzmanlık alanı ve iştigali eğitim olmayan hemen herkes dâhil olmuştu. Çağdaş Yaşamı 
Destekleme Derneğinden, Türk Kadınlar Birliğine, TOBB’dan Ziraat Odaları Birliğine kadar herkes 8 yıllık kesintisiz eğitimin uygulanması ve Kur’an kurslarının kapatılmasını istiyordu.13 Aylarca tartışılan 8 yıllık kesintisiz eğitim Meclis Genel Kurulunun sabahlara kadar süren 37 saatlik çalışması sonunda 277 milletvekilinin oyuyla 16 Ağustos 1997’de kanunlaştı. Hiçbir bilimsel altyapı ve pedagojik formasyon gözetilmeden siyasî ve ideolojik beklentilerle hasımları alt etmek için eğitim yağlı bir kırbaç gibi kullanılmıştır. O dönemde sekiz yıllık kesintisiz eğitim projesinin, üniversitelerdeki eğitim bilimciler ve eğitim bakanlığındaki ilgili uzmanları tarafından tartışılması ve konu hakkında kararların alınması beklenirken, bu tartışmanın bütünüyle siyasî kulislerde ele alınması ve alınan kararların uygulanması noktasında sert önlemlerin getirilmesi, aslında yapılmak istenenlerin çok farklı niyetler içerdiğine delalet etmektedir. 28 Şubat sürecinde “sekiz yıllık kesintisiz eğitimin” kanunlaşmasında, eğitim konusunda en son söz alacak kişiler aktör haline gelmiştir. 28 Şubat sürecinde devlet, ordu, eğitim ve ideoloji ilişkilerini açık bir şekilde görmek için dönemin basınına bir göz gezdirmek yeterli olacaktır. Atılan bütün manşetler ve hazırlanan haberler büyük bir korku, yaranma ve çıkar ilişkisiyle servis edilmiş ve eğitim bu kirli ilişkilerin pespaye piyonu haline getirilmiştir. İmam Hatip Liselerinin önünün kesilmesi mantığıyla geçilen 8 yıllık kesintisiz eğitim uygulaması ile birlikte süreç tüm meslek liselerini olumsuz etkilemiş, mesleki ve teknik eğitim-öğretim bitme noktasına gelmiştir. 

Buna paralel uygulanan katsayı adaletsizliği bu gelişmeyi hızlandırmıştır. Bugün Türkiye’de varlığı halen devam eden ve ülkeyi orta-gelir tuzağına hapsetme riskini doğuran nitelikli işgücünün bulunamayışında mesleki ve teknik öğretimi neredeyse sona erdiren sekiz yıllık kesintisiz eğitim başat rol oynamıştır. Bu uygulama köylerdeki okulların kapanmasını hızlandırmış bir uygulamadır. Bu uygulama ile “taşımalı eğitim” gibi kendi içerisinde önemli sorunları barındıran bir uygulamayı da gündeme getirmiştir. 4+4+4 eğitim sistemi olan bilinen 6287 sayılı Kanunla sekiz yıllık kesintisiz eğitimin olumsuz sonuçları nispeten giderilse de özellikle mesleki eğitime vurulan darbenin uzun vadeli etkileri halen devam etmektedir. 


1995

24 Aralık : Seçmen sandık başına gitti.

25 Aralık : Kesin olmayan ilk sonuçlar açıklandığında Refah Partisi’nin sandıktan birinci parti çıktığı görüldü.

 - İstanbullu iş adamlarının gönlünde ANAYOL formülü ön plana çıktı. TÜSİAD, gazete ilanlarıyla bu formüle destek verdi.

 - Güneydoğu’daki görevini tamamlayan Kayseri 

1. Komando Tugayı’nı ziyaret eden Genelkurmay Başkanı İsmail Hakkı Karadayı burada yaptığı açıklamada, silahlı  kuvvetlerin, laik Türkiye Cumhuriyeti’nin teminatı olduğunu belirterek, “Her türlü bağnazlık ve gericiliğin karşısındayız.” dedi.

1996

27 Haziran : Çiller ve Erbakan, RP-DYP koalisyonu konusunda kesin olarak anlaşmaya vardı. 28 Haziran : Necmettin Erbakan Başbakan oldu.

24 Temmuz : Yüksek Askeri Şura toplantısında 600 civarında dindar subayın ordudan atılmasının gündeme geleceği ifade edildi.

10 Ağustos : Başbakan Necmettin Erbakan İran, Pakistan, Singapur, Malezya ve Endonezya’ya yapacağı 10 günlük geziye çıktı.

11 Ağustos : İran ile ilk etapta doğalgaz, petrol ve enerji işbirliği konularında anlaşmaya varıldı.

1 Eylül : Sabah Gazetesi’nin sürmanşetinde yer alan haberde Karadayı, İran devriminden sonra Türkiye’ye kaçan bir İranlı kuvvet komutanının devrimle ilgili anılarını anlatarak, komutanın, “İran’da generaller, Humeyni hareketinin irticanın ta kendisi olduğunu fark ettiklerinde, iş işten  geçmişti” diye konuşuyordu.



4. 28 Şubat Kronolojisi


1 Ekim : Karadayı, RP’nin, ordudan atılan subaylara mahkeme hakkı tanıma girişimine sert tepki gösterdi.

 Başbakan Erbakan, Afrika gezisine çıkma hazırlıklarını sürdürürken, ordu, medya ve bürokrasideki RP’ye yönelik baskılar gittikçe artmaya başladı.

 RP iktidarına karşı mücadele veren güçler darbe dahil her türlü seçeneği çekinmeden gündeme getirmeye başladılar.

24 Ekim : D-8’ler olarak adlandırılan ve Türkiye, İran, Pakistan,  Malezya, Endonezya, Mısır, Nijerya ve Bangladeş’ten oluşan grubun temeli atıldı.

3 Kasım : Susurluk’ta meydana gelen trafik kazasında, İstanbul  Emniyet Müdürü eski Yardımcısı Hüseyin Kocadağ, katliam sanığı ülkücü Abdullah Çatlı ve Gonca Us hayatını kaybetti.

 Bucak Aşireti Reisi DYP Milletvekili Sedat Bucak ise kazadan ağır yaralı olarak kurtuldu.

8 Kasım : İçişleri Bakanı Mehmet Ağar görevinden istifa etti.

10 Kasım : Kayseri Belediye Başkanı Şükrü Karatepe’nin bir toplantıda “içim kan ağlayarak törenlere katıldım” şeklindeki sözleri yeni bir krize neden oldu.

6 Aralık : Ankara DGM, RP lideri Erbakan’ın hac konuşması ve Hasan Hüseyin Ceylan’ın konuşmaları nedeniyle Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı’na suç duyurusunda bulundu.

24 Aralık : Genelkurmay Başkanı İ. Hakkı Karadayı: Türkiye’yi Ortaçağ karanlığına sürüklemek isteyenler var.

28 Aralık : Aczimendi lideri Müslüm Gündüz ile Fadime Şahin bir evde yakalandı. Olay, basında günlerce gündemde tutuldu.

1997 

5 Ocak : Türk-İş öncülüğünde hükümete uyarı mitingi yapıldı.

9 Ocak : Başbakanlık Kriz Yönetim Merkezi Yönetmeliği, Resmi Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe girdi.

11 Ocak : Genelkurmay, Sultanbeyli’de Belediye Başkanı’na rağmen 10 Kasım’da Atatürk heykeli diktiren 2. Zırhlı Tugay  Komutanı Tuğ genaral Doğu Silahçıoğlu’na sert tepki gösteren Necati Çelik hakkında suç duyurusunda bulundu.

Başbakan Necmettin Erbakan tarikat ve cemaat liderlerine iftar yemeği verdi.

17 Ocak : Cumhurbaşkanı S. Demirel, Yargıtay Cumhuriyet  Başsavcılığına Yargıtay Birinci Ceza Dairesi üyesi  Vural Savaş’ı atadı.

21 Ocak : Atatürkçü Düşünce Derneği, Başbakan hakkında, konutta verdiği yemek daveti nedeniyle suç duyusunda bulundu.

26 Ocak : Komutanlar, Gölcük’te 72 saat süren olağanüstü Şura’da bir araya geldiler. Komutanların değerlendirmeleri şunlardı:

 1- Org. Koman’ın sürekli Susurluk Komisyonu’na çağrılması“şova” yöneliktir. 

 2- Bir generalin, bir semte Atatürk heykeli dikilmesindeki tutumu için söylenenler üzüntü vericidir. 

 3- Ramazan nedeniyle mesainin iftar saatine ayarlanması doğru değildir. 

 4- TSK iç ve dış tehdide karşı ülkeyi korumakla görevlidir.

 Orduyu iç politikaya çekme gayretleri üzüntü vericidir.

30 Ocak : Sincan’ın RP’li Belediye Başkanı Bekir Yıldız, Kudüs’ü anma toplantısı düzenledi.

1 Şubat : Başbakan Erbakan, kamuoyundan gelen tepkiler ve DYP’deki bazı bakanların “imza koymayız” direnişlerine rağmen üniversitelerde başörtüsünü serbest bırakan kararnameyi, Bakanlar Kurulu’nda imzaya açtı.

3 Şubat : Sincan’daki Kudüs gecesine DGM inceleme başlattı.

4 Şubat : Sincan halkı güne tank sesleriyle uyandı.

7 Şubat : İstanbul’daki üniversitelerin öğretim üyeleri; iktidarın üniversitelerden elini çekmesini istediler ve Türkiye Cumhuriyeti’ni yıkmak isteyenlerle mücadele edeceklerini söylediler.

14 Şubat : DGM, Sincan davasında Bekir Yıldız ve Nurettin Şirin’le  birlikte 9 kişiye daha tutuklama kararı verdi.

 Başbakan Yardımcısı Çiller, DYP’li bakanların üniversitelerde türban serbestisi kararnamesini imzalamayacaklarını açıkladı.

15 Şubat : Şeriata karşı kadın yürüyüşü yapıldı.

21 Şubat : “İran terörist devlet muamelesi görmeli.” diyen Org. Çevik Bir, Sincan’dan geçen tanklarla ilgili olarak da;

 “ Demokrasiye Balans ayarı Yaptık ” dedi.

24 Şubat : S. Demirel: “Kim ki, dini siyaset malzemesi yapıp, istismar edip, rejimin karakterini değiştirmeye kalkarsa, karşısında Cumhuriyet Savcısı’nı bulur. Cumhuriyet’in temel niteliklerini değiştirmek için yola çıkacak hiçbir heyetin ömrü uzun olmaz. Savcılar, hakimler görevlerini  yapmaktadırlar, yapacaklardır. Medya görevini yapmaktadır, yapacaktır. Cumhuriyetin kazanımlarını koruyacak kadar Türk vatandaşı vardır.”

25 Şubat : Oramiral Güven Erkaya: “ Aşırı dinci akımlar bugün, PKK tehdidinden daha büyük bir tehlike haline geldi. ”

26 Şubat : Türk-İş, DİSK ve TESK’ten rejime yönelik tehditlere karşı güç birliği kararı. İstanbul kadın kuruluşları birliği, laiklik için eylem başlattı.

28 Şubat : MGK, Cumhurbaşkanı Demirel başkanlığında toplandı. Türkiye’de 1997’den sonraki dönemde meydana gelen siyasal ve sosyal gelişmeleri belirleyen bu tarihi toplantı, dokuz saat sürdü. MGK’da Atatürk ilke ve inkılaplarının ödünsüz uygulanması kararı alındı. Temel eğitimin sekiz yıla çıkarılması, imam hatip okullarının meslek okullarına dönüştürülmesi, irticai faaliyetlere karıştıkları için TSK’daki görevlerine son verilen askerlerin belediyelerde istihdam edilmelerinin önüne geçilmesi istendi.

 Bildirinin sonunda “tavsiye edilir” kelimelerinin yerine “yaptırım” kelimesinin kullanılması “muhtıra” şeklinde değerlendirildi ve bu tarihten sonra yaşanılan gelişmeler, bu değerlendirmenin bir anlamda doğruluğunu ortaya koydu.

2 Mart : Erbakan hükümete bildirilmek üzere MGK’da alınan yirmi maddelik kararlar listesinde bazı ifadelerin çok sert  olduğunu öne sürerek kararları imzalamadı.

 - Genelkurmay Genel Sekreteri Tümgeneral Erol Özkasnak, “Ordu ile uyum içindeyiz” diyen Erbakan’a “Ordu, Atatürk’e inananlarla uyum içindedir” yanıtını verdi.

3 Mart : Başbakan Erbakan, “Demokratik sisteme destek için” parti liderlerini ziyaret etti. Ancak Erbakan umduğunu bulamadı.

 Erbakan “Hükümet, TBMM’de kurulur. MGK’da kurulmaz” dedi.

4 Mart : Türkiye Esnaf ve Sanatkarları Konfederasyonu Başkanı  Derviş Günday, Türk-İş Genel Başkanı Bayram Meral ve DİSK Genel Başkanı Rıdvan Budak MGK kararlarına tam destek verdiklerini açıkladılar.

7 Mart : Cumhurbaşkanı Demirel, MGK kararlarının uygulanmaması halinde devletin yürümeyeceğini, uygulamayanların sorumlu olacağını söyledi.

9 Mart : MGK kararlarının uygulanmasıyla ilgili ilk çatlak, 8 yıllık kesintisiz eğitimde çıktı, MGK, 8 yıllık temel eğitimin kesintisiz olmasını isterken; RP, İmam hatiplerin orta  kısımlarının zorunlu eğitim kapsamında kalmasını  sağlayacak 5+3 modelinde ısrarlı olduklarını bildirdi.

14 Mart : 28 Şubat kararlan Meclis’ten geçti.

23 Mart : Erbakan 8 yıllık eğitimin uygulanamayacağı konusunda MGK’yı ikna için bir rapor hazırladı, ortağı DYP’den de  destek geldi.

25 Mart : MGK kararlarıyla ilgili olarak ilk kez konuşan Genelkurmay Başkanı Orgeneral Karadayı, RP’nin ısrarlarına sert tepki gösterdi. Orgeneral Karadayı, MGK’nın anayasal bir kuruluş olduğunu belirterek, “Burada alınan kararlar, herkesin riayet etmesi gereken kararlardır.” dedi.

26 Mart : Sağlık Bakanı Yıldırım Aktuna tüm illere türban yasağı genelgesi gönderdi.

31 Mart : Milli Eğitim Bakanı Mehmet Sağlam, 8 yıllık kesintisiz  eğitim başlarken, imam hatipler dahil bütün orta okulların kapatılacağını söyledi.

13 Nisan : Tüm valiler Laiklik Zirvesi için Ankara’ya çağrıldı.

24 Nisan : RP’yi eleştiren, Erbakan’a söven Özbek Paşa, Refahyol’u böldü. Erbakan, Paşa’ya ceza istedi, Adalet Bakanı  Kazan soruşturma açtırdı, 
DYP’li Milli Savunma Bakanı Turan Tayan ise “Paşa’ya dokunamazlar” mesajını verdi.

26 Nisan : Genelkurmay Başkanlığı, Atatürk ve laiklik karşıtı gelişmelerin yoğunlaşması üzerine Kara Kuvvetleri Komutanlığı fabrikalarında biri asker diğeri sivil giyimli Atatürk büstü yaptırarak askeri kuruluş ve okullara  gönderme kararı aldı.

30 Nisan : Türk Silahlı Kuvvetleri, yeni savunma konseptini açıkladı: “İç tehdit, dış tehdidin önüne geçti. İrticanın yok edilmesi hayati önemi haizdir.

 - Genelkurmay, medya mensuplarına 3.5 saat brifing verdi.

 8 Yıllık kesintisiz eğitime RP kanadı direnirken DYP yöneticileri ve Çiller, 8 yıllık kesintisiz eğitimin uygulanması gerektiğini kamuoyuna açıkladı. 


10 Mayıs : DYP lideri Çiller, partisinin Sultanahmet Meydanı’nda düzenlediği mitingde Sabah grubunun 200.4 milyon dolar, Doğan grubunun ise 424.8 milyon dolar devlet desteği  aldığını açıkladı.

14 Mayıs : Genelkurmay Başkanı Org. Karadayı, Türkiye’de “Or” rütbesi bulunan 15 generali 26 Mayıs’ta toplantıya çağırdı.  Olağanüstü Yüksek Askeri Şura niteliğindeki toplantıya Erbakan ve Milli Savunma Bakanı Turhan Tayan da davet edildi.

 - “ Sarık operasyonu ” başlatıldı.

22 Mayıs : Yargıtay Başsavcısı Vural Savaş, “Türkiye’yi iç savaşa sürüklüyor” gerekçesiyle RP’nin kapatılması için Anayasa  Mahkemesi’ne başvurdu.

11 Haziran : Genelkurmay’dan hakim ve savcılara brifing verildi.

12 Haziran : Genelkurmay’dan medyaya irtica brifingi verildi.

13 Haziran : Genelkurmay, yargı mensuplarına ikinci kez brifing verdi.

18 Haziran : Erbakan, Başbakanlıktan istifa etti.

20 Haziran : Demirel 55. Hükümeti kurma görevini ANAP lideri Mesut Yılmaz’a verdi.

11 Temmuz : Batı Çalışma Grubu, subayların eş ve çocuklarına istihbarat toplama görevi verildi.

2 Ağustos : Y. Günaydın Gazetesi, birinci sayfadan yaptığı “İrticaya Karşı  Zırhlı Kolordu” başlıklı haberde, Genelkurmay Başkanlığı’nın hazırladığı yeni bir talimatnamede irticai ayaklanmalara anında müdahale edecek zırhlı kolorduların yurdun her yanında konuşlandırılacağı belirtiliyor.

3 Ağustos : Emniyette irticai kadrolaşma(!) yakın takibe alındı.

 - BÇG’nin gizli emri 55, Hükümet tarafından uygulamaya konuldu. Kamu kurum ve kuruluşlarında çalışan  muhafazakar insanlar fişleniyor.

17 Ağustos : 8 yıllık kesintisiz eğitim yasası Meclis’ten geçti.

30 Ağustos : Jandarma Gen. Kom. görevini devreden Teoman Koman: “Esas önemli tehlike, PKK’dan bile daha tehlikeli olan  irticadır.” dedi.

10 Eylül : BÇG: “Sabah namazları çıkışında yapılan gösteriler devam ederse ve irtica tehlikesi sürerse Atatürk ne yaptıysa onu yaparız.”


12 Eylül : Onbaşı Kadir Sarmusak, BÇG’ye ait gizli belgeleri sızdırdığı  gerekçesiyle yargılandığı davada, “ Bülent Orakoğlu, Hanefi Avcı ve kendisini yargılayan askeri savcı dahil 3800  telefonun dinlendiğini” Aktararak, “ Askerler herkesi dinledi. 55. Hükümet’in kuruluşunu anlatırsam çok kişi zorda kalır.” dedi.

7 Ekim : İstanbul Üniversitesi’nde başörtülü öğrencilerin kayıtları yapılmadı.

10 Ekim : Meral Akşener: “Genelkurmay, kanunlara aykırı olarak bir casusluk masası kurmuştur. Genelkurmay 65 milyon insanı fişliyor. Valiyi, kaymakamı, öğretmeni, doktoru fişliyor. Asıl insanları bölen bunlar.”

16 Ekim : “ Kudüs Gecesi ” davasında yargılanan Sincan eski Belediye Başkanı Bekir Yıldız’a 3 yıl 9 ay, Nurettin Şirin’e 17.5 yıl hapis cezası verildi.

19 Kasım : RP’nin kapatılması davasına başlandı.

25 Aralık : MGK’nın İslamcı sermayeyi önleme kararı üzerine hükümet harekete geçti.

26 Aralık : MGK, 9 aydır Susurluk Araştırma Komisyonu’na bilgi vermiyor.

1998

16 Ocak : Türkiye’nin birinci partisi RP, “laik cumhuriyet ilkelerine aykırı eylemlerin odağı olduğu” iddiasıyla kapatıldı.

2 Şubat : Diyanet’in 5. sınıftan sonra Kur’an kurslarına gidilebileceğini öngören yönetmeliği, Danıştay tarafından 8 yıllık kesintisiz eğitime uygun olmadığı gerekçesiyle bozuldu.

6 Mart : Tansu Çiller, 28 Şubat sürecinde aktif rol üstlenen bir bürokrat tarafından tehdit edildiğini açıkladı. Mesaj aynen şöyle: “Siyaseti hemen bırak ve hatta Türkiye’yi terk et, yoksa hiç de iyi şeyler olmayacak.”

24 Mart : Hükümet, “irtica ile mücadele” yasa tasarısını Meclis’e sevk etti. Hürriyet Gazetesi bu haber için “İrticaya karşı topyekün savaş” başlığını kullandı.

25 Mart : “5’li çete” olarak adlandırılan TOBB, TİSK, DİSK, Türk-İş ve TESK, azınlık hükümetine tam destek verdi.

27 Mart : İçişleri Bakanlığı 80 ilin valisine bölücü ve irticai faaliyetlerle mücadele için yeni ve sert talimatlar gönderdi.

2 Nisan : İçişleri Bakanı Başeskioğlu, 300 belediye başkanı hakkında soruşturma başlattı.

18 Nisan : Genelkurmay 2. Başkanı Org. Çevik Bir’e bağlı olarak çalışan Psikolojik Harekat Dairesi’nde yapılan bir toplantıda, “İrticanın birinci tehdit olmasıyla birlikte daire, plan ve uygulamalarını bu yöne kaydırdı.” denildi.

21 Nisan : İstanbul Büyük Şehir Belediyesi Başkanı R. Tayyip Erdoğan, Diyarbakır DGM tarafından şiir okuduğu için 10 ay hapis  cezasına çarptırıldı.

24 Mayıs : Vakıf yöneticilerinin evlerine seri baskınlar düzenlendi. Akabe Vakfı yöneticileri gece yarısı ev baskınları ile Emniyet’e götürülerek sorgulandı.

31 Mayıs : ABD’deki Yahudi Lobisi’nin etkili kurumu JİNSA, Erbakan hükümetini kendilerinin düşürdüğünü itiraf etti.

9 Haziran : İÜ Sağlık Hizmetleri Meslek Yüksek Okulu’nda sınava giren başörtülü öğrenciler, çevik kuvvet ekiplerince zorla dışarı çıkarıldılar.

10 Haziran : İÜ Fen Fakültesi’nden 11 başörtülü öğrenci mezuniyetlerine bir hafta kala okuldan atıldı.

11 Haziran : İÜ Cerrahpaşa Tıp Fakültesi’nin değişik alanlarında eğitim gören öğrenciler sınavlara alınmadı.

12 Haziran : Anadolu ve fen liseleri sınavlarına başörtülü öğrenciler alınmadı.

17 Haziran : Uludağ Üniversitesi’nde dönem birincisi başörtülü. Hatice Topçu yerine birinci ilan edilen Nihat Karabek ödülünü reddetti.

24 Haziran : YAŞ’zede Astsubay Bilgehan Özcan’ın eşi: “Eşime, başımı açmam için uyarıda bulunuldu. Eğlencelere katılmam istendi.”

9 Temmuz : MASK yine değişti: Milli Askeri Stratejik Konsept’in yeni hedefi: “İslami sermaye”

2 Ağustos : Cami yapımını kısıtlayan yasa yürürlüğe girdi.

9 Ağustos : İÜ Rektörü Alemdaroğlu, üniversitelerde kılık kıyafet yasağını serbest bırakan 2547 sayılı kanunun ek 17. maddesini üniversitenin mevzuat kitabından  çıkarttırdı.

11 Ekim : Yurdun dört bir yanında başörtüsü yasağına karşı “ Özgürlük İçin El Ele ” eylemi gerçekleştirildi. Yüz binlerce insanın el ele verdiği eyleme, birçok yerde polis müdahalesi oldu ve  600’den fazla kişi gözaltına alındı.

26 Kasım : Başörtüsü yasağı, İÜ İlahiyat Fakültesi’ne de sıçradı.

6 Aralık : 3 yılda 626 TSK mensubu ordudan ihraç edildi. Büyük çoğunluğunun gerekçesi “irtica”.

1999

 9 Ocak : Harp Akademileri Komutanlığınca hazırlanan kitapta “İrticaya karşı yeni bir Kurtuluş Savaşı” başlatılması gerektiği iddia edildi.

 11 Şubat : İrticai faaliyetleri izlemek için emniyet müdürlerinden 20’şer kişilik izleme birimleri kuruldu. 

 23 Mart : Ankara DGM Savcısı Nuh Mete Yüksel: Siyasi Partiler Yasası’na aykırı hareket ettiği gerekçesiyle FP hakkında yasal işlem yapılması için Yargıtay Başsavcılığı’na başvurdu.

 3 Mayıs : Merve Kavakçı’nın Meclis’te başörtülü olarak yemin etmesi engellendi.

 5 Mayıs : Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel: “ Kavakçı için, ajan-provokatör sözünü ben kullandım.”

 8 Mayıs : FP’nin kapatılması için Anayasa Mahkemesi’ne dava açan Yargıtay Başsavcısı Savaş, iddianamede şöyle dedi: “FP Genel Başkanı, yöneticileri, belediye başkanları ve milletvekilleri kan içen vampirler gibi dinsel inançları sömürüyorlar.”

 10 Mayıs : İstanbul Valisi Erol Çakır, Emniyet Müdürü Hasan Özdemir ve 1. Ordu Komutanı Org. Çevik Bir, Medya Patronu Aydın Doğan’ın Çamlıca’daki villasında dört saat görüştüler.

 31 Mayıs : Malatya’da başörtüsü davasında başörtülüler hakkında idam istendi.

 23 Haziran : F. Gülen özür diledi: “Ordusuna, milletine laf ettirmeyen cephedeyim. Atatürk’ü hedef alan sözlerim sürçü lisan.”

 24 Haziran : MGK toplantısında, irticayla mücadele konusunda “Milli Eylem Strateji” saptanmasına karar verildi. MGK, 163. maddenin yerini dolduracak yeni yasal düzenleme istedi.


23 Temmuz : Kur’an-ı Kerim’in 12 yaşından önce öğrenilmesi DSP, ANAP ve MHP oylarıyla yasaklandı.

26 Temmuz : Açık Öğretim Fakültesi sınavına giren başörtülü öğrencilerin kağıtlarına sıfır notu verildi.

29 Temmuz : Danıştay, sarı basın kartlarında “türbanlı fotoğraf kullanılamayacağına” dair görüş bildirdi.

25 Ağustos : İstanbul Valiliği, deprem mağdurlarına yardım eden Mazlum-Der ve İHH gibi sivil kuruluşların hesaplarına el koydu.

4 Eylül : Org. Kıvrıkoğlu’ndan mesajlar: “28 Şubat, bin yıl sürecek.”

10 Eylül : Milli Eğitim Bakanlığı özel okullarda da kız ve erkek öğrencilerin karma eğitim yapmasını kararlaştırdı ve türban yasağı koydu.

23 Eylül : Marmara Üniversitesi, kayıt yaptırmak için gelen başörtülü öğrencileri içeri bile sokmadı.

28 Eylül : Tuğgeneral Yalçın Işımer, GATA’nın açılışında öğrencilerine ilk dersi verdi: “Arap kafalı adamları, Atatürk’e dil uzatanları belleyeceğiz. 
Türkçe ninnilerle büyüdük, dualarımız da Türkçe olacak.” Işımer, Hz. Peygamber ve ashabına da “bedevi” diyerek hakaret etti.

17 Ekim : Uludağ Üniversitesi Rektörü Ayhan Kızıl, Bursa 2. İdare Mahkemesi kararına rağmen başörtülülerin okula alınamayacağını açıkladı.

 - Memur sınavına türbanlılar alınmadı.

 - İHL öğrencilerinin türbanla derslere girmesi yönünde karar veren Bursa 2. İdare Mahkemesi Başkanı Sabrı Ünal, görevinden alınarak Aydın Bölge İdare Mahkemesi’ne üye olarak atandı.

29 Ekim : MGK’nın önceki günkü toplantısında asker kanadı, RTÜK’ü de gündeme getirdi. Bölücü ve irticai televizyon ve radyo yayınlarının arttığına dikkat çeken askerler, denetim için  RTÜK yasasında gerekli değişikliğin yapılmasını ve yaptırımların artmasını istediler.

10 Aralık : Danıştay oy birliğiyle aldığı kararda: “Laik eğitime, yüksek öğretim düzenine aykırı eylemler, demokratik olamaz. 
Rektör üniversitede huzur bozan eylemleri, laiklik ilkesini  de gözeterek önleyebilir.” dedi.

5. Rakamlarla 28 Şubat

28 Şubat sürecinde Genelkurmay karargâhında “ İrtica ” brifingine katılan yüksek yargı organları üyesi hâkim-savcı sayısı 400

28 Şubat’ta kamu bankalarından kartel  medyası 3.000.000.000.-TL şirketlerine kullandırılan kredi miktarı 

1990-2011 yılları arasında “irtica” suçlamasıyla YAŞ kararlarıyla TSK’dan atılan personel sayısı 1635

1997-2001 yılları arasında istifa eden öğretmen sayısı (yaklaşık)  11.000

1996-1999 yılları arasında istifa eden öğretmenlerin o dönemdeki öğretmen açığına oranı (yaklaşık) %11  

1996-1999 yılları arasında istifa eden öğretmenlerin o dönemdeki toplam öğretmen sayısına  (414.774)  oranı %2,65 

1997-2001 tarihleri arasında görevine son verilen öğretmen sayısı 3527 

1997-2001 tarihleri arasında  kılık-kıyafet / fişlemeler nedeniyle disiplin cezası alan öğretmen sayısı ( Memurluktan çıkarma hariç) 11890

1997-2001 tarihleri arasında kılık-kıyafet / fişlemeler nedeniyle disiplin soruşturmasına uğrayan öğretmen sayısı 33271

28 Şubat sürecinde fişlenen Milli Eğitim Bakanlığı personeli sayısı 4625

MİT tarafından irticayla ilişkili görülen  kamu personeli sayısı 2639

MİT tarafından irticacı olarak fişlenen öğretim görevlisi sayısı 418

MİT tarafından irticacı olarak fişlenen öğretmen sayısı 949

İrtica gerekçesiyle hakkında rapor tanzim edilen vali / kaymakam sayısı 210

Kaymakamlıktan el çektirilen kaymakam sayısı 71

Hakkında inceleme başlatılan emniyet mensubu sayısı 331

İdari cezaya uğrayan emniyet mensubu sayısı 53

İrtica gerekçesiyle disiplin cezası verilen Diyanet personeli sayısı 396

İrtica gerekçesiyle meslekten atılan Diyanet personeli sayısı 128

Kılık-kıyafet yasağı nedeniyle kamu görevinden çıkarılan yükseköğretim kurumları personeli sayısı 139


28 Şubat sürecinde el konulan bankaların devlete getirdiği yük 17.300.000.000.-$

28 Şubat ve sonrasındaki 2001 krizinin oluşturduğu kara deliği kapatmak için ödenen toplam meblağ (iç borçlar) 251.563.000.000.-TL

28 Şubat sürecinin sebep olduğu toplam ekonomik zarar 381.000.000.000.-$

2001-2007 döneminde yüksek faiz ödemelerinin ekonomiye maliyeti 78.000.000.000.-$

İrticai faaliyette bulunduğu gerekçesiyle kapatılan  vakıfların el konulan taşınmazları nın sayısı 187

İrticai faaliyette bulunduğu gerekçesiyle kapatılan vakıf sayısı 21

6. Sonuç ve Öneriler;

Bin yıl süreceği Söylenen 28 Şubat süreci ne mutlu ki halkın, iradesini siyasal sisteme yansıtmakta gösterdiği inanç ve direnç sayesinde kısa sürede son buldu. Ancak sürece yön veren derin yapıların ve onların gerek kamu gerekse sivil kesim içindeki uzantılarının son bulmadığı, sadece biraz daha derine ve geriye çekildiği bugün çok daha net görünmektedir. 

Süreç başarısızlığa uğramaya mahkûmdu. Zira tarihin insanlığa öğrettiği en önemli derslerden birisi de toplumun hilafına hiçbir sistemin, düşüncenin uzun bir süre hüküm süremeyeceği, er veya geç yatağını arayan nehir misali toplumun düşünce ve inançlarının üstün geleceğidir. Toplumun düşünce ve inanışlarını dikkate almaksızın ortaya konulan, toplum mühendisliği ürünü her türlü projenin hüsrana uğramaya mahkûm olduğu tecrübeyle sabit olsa da 28 Şubat sürecinin aktörleri, bir psikolojik harp atmosferinde kendi yanlışları na inanmakta ısrarcı olduklarından gerçeğin önündeki sis perdesini görmediler, göremediler, belli ki görmek de istemediler.

28 Şubat sürecinde üretilen Batı Çalışma Grubu raporları hep temelsiz ve dayanaksız çıktı. Bu durum ya paranoyadır ya da tasarlanmış planlanmış bir Psikolojik Savaş projesidir, özetle o dönem komutanlarının kullanıldıklarının acı bir göstergesidir. 

Türkiye’de İran tipi rejim isteyen var diyenler ispatlamak zorundaydılar. Hukukun temel ilkesi “İddia sahibi iddiasını ispatla mükelleftir”. Ülkemizde İran tipi bir rejimi kabule hazır toplum yoktu. Sonuç olarak 28 Şubat’ın kanıtları çürük çıktı.

TSK’dan savunma hakkı bile verilmeden YAŞ kararı ile uzaklaştırılan 1635 subay astsubay yasa dışı bir eyleme karışmadılar. Demek ki kanıtlar çürükmüş ve tehdit algısı yanlışmış. 

Siyasal İslam olarak tanımlanan İmam Hatip Liseliler ve Kuran Kursu öğrencileri yasadışı bir eyleme karışmadılar. Demek ki EMASYA planları temelsiz bir korkudan kaynaklanıyormuş. 

Sosyolojik bir yapı olan tarikat ve cemaatlerin yasadışı siyasi ve devlet talepleri yokmuş ki bir adet sonuçlanmış yargı kararı verilemedi. Tam tersi Ergenekon, Kafes, Balyoz, askeri casusluk gibi darbeci ideoloji taraftarlarının oluşturduğu derin yapıların devlete karşı işlenen suçları yargı sürecine girdi. Demek ki 28 Şubat süreci dost ve düşmanını karıştırma süreci imiş. 

Askeri bürokrasinin başarılı psikolojik harekât operasyonu ile düşürülen dünya görüşünün temsilcileri 11 yıldır iktidarda ve Türkiye, İran gibi olmadı. Bugün Kuzey Afrika’da Tunus, Mısır, Libya halk hareketlerinde Türkiye Modelinin kesin etkisini bütün bağımsız siyaset bilimciler açıkça beyan ettiler. Demek 28 Şubat Postmodern darbesi yanlışmış. 


28 Şubat 1997’de toplumun eğilimleri üzerinde hiç bir bilimsel çalışma yapılmadı. Hatta Genelkurmay İkinci Başkanı Çevik Bir’in gazeteci Taha Akyol’a söylediği gibi “Bilimsel çalışmalar bizim kararlılığımıza zarar verir” cahilane önyargısı genel kabul gördü ki kasten bilimsel alan çalışması yapılmamıştı.

28 Şubatta söz sahibi darbe ideolojisi ve stratejistleri, Türkiye toplumunu ve değerlerini doğru okuyamadıkları için orta vadede başarısız oldular. 

2010 yılında Milli Güvenlik Siyaset Belgesi yani kırmızı kitap değişti. Artık irtica Genelkurmay tarafından da iç tehdit olarak algılanmıyor. Demek ki 28 Şubat temelsiz ve dayanaksız bir süreçmiş. 

Gelinen noktada Türkiye yakın tarihinin bu sancılı süreciyle yüzleşti. Ancak bu dönem zarfında en temel insan hakları ihlal edilen, mesleğine son verilen, kamu görevinden çıkartılan, hayatını idame ettirmesi dahi esirgenen pek çok binlerce mağdurun, uğradıkları hak kayıpları telafi edilmeye çalışılsa da adaletin yerini bulduğunu söylemek mümkün değildir.

Biz burada adalet tarifini, Amerikalar Arası İnsan Hakları Mahkemesi’nin (Inter American Court For Human Rights) Velasquez Rodriguez davasında verdiği bir dönüm noktası niteliğindeki kararında ifade bulan kavramsallaştırmaya dayandırmaktayız. Mahkeme bu kararında, devletin, geçmişte ağır ve açık hak ihlalleri işlemiş olması durumunda, şu yükümlülükleri yerine getirmesi gerektiğine hükmetmiştir;

 1. Mağdurların maruz kaldıkları ihlallere ilişkin hakikatin belirlenmesi amacıyla bir soruşturma yürütmek – ki biz buna, mağdurlar için hakikat diyeceğiz.

 2. İhlalleri gerçekleştiren failleri tespit etmeye yönelik bir soruşturma yürütmek – ki biz buna, failler hakkındaki hakikat diyeceğiz.

 3. İhlallerden sorumlu olanları yargılamak – ki biz buna yargılama diyeceğiz.

 4. İhlallerden mağdur olanlara tazminat vermek ya da uğradıkları zararı telafi etmek – ki biz buna tazminat diyeceğiz.

 5. Hak ihlallerinin tekrarlanmaması için gerekli adımları atmak – ki biz buna kurumsal reform diyeceğiz.

Amerikalar Arası Mahkeme’nin ağır ve açık hak ihlalleri karşısında devletin yükümlülüklerinin ne olduğuna ilişkin bu açıklaması “adaleti” oluşturan unsurları, bütünsel bir şekilde tarif etmektedir.

TBMM Darbeleri Araştırma Komisyonunun raporu, 28 Şubat sürecinde kişilerin maruz kaldıkları hak ihlallerinin tespitinde önemli bir kaynak niteliğinde olsa da o dönem mağduriyet yaşamış yüzlerce insanın ne ismi ne de uğradıkları ihlaller ve hak kayıpları konusunda bütüncül bir çalışma halen gerçekleştirilmiş değildir. Kısacası mağdurlar için hakikat ortaya çıkarılmayı beklemektedir.


28 Şubat davası, 28 Şubat 1997 MGK kararları sonrası, zamanın meşru hükümetini istifaya zorlamak suretiyle post-modern darbeyle deviren TSK mensubu üst düzey subaylarının yargılanmasını sağlasa da davanın gidişatı (savunmalar devam ederken verilen tahliye kararları, sanıklara usul hükümleri İle izah edilemeyecek nitelikte gösterilen müsamaha vb) suçun tespiti ve faillerin cezalandırılması noktasında pek de ümit vermemektedir. Tüm dünyanın gözü önünde apaçık işlenen bir fiilde bile böyle bir yargılama varken 28 Şubat sürecinin ticaret-ekonomi, medya, bürokrasi ve (sözde) STK ayaklarının yargı önüne çıkarılması konusunda umutlar azalmaya başlamıştır. Kısacası failler hakkındaki hakikat örtbas edilmek istenilmekte, yargılama içi boş bir gösteriye dönüştürülmek istenilmektedir. 

28 Şubat sürecinin hukuka ve kanuna aykırı uygulamaları nedeniyle mağdur olan başta kamu görevlisi olmak üzere çok sayıda kişinin mağduriyetleri halen giderilmeyi beklemektedir. 28 Şubat sürecinde gerek kılık kıyafetleri gerekse tutum ve inançları nedeniyle pek çok devlet memuru hakkında 657 sayılı Kanunun 125/E-a maddesinde tanımlı “İdeolojik veya siyasi amaçlarla kurumların huzur, sükün ve çalışma düzenini bozmak, boykot, işgal, kamu hizmetlerinin yürütülmesini engelleme, işi yavaşlatma ve grev gibi eylemlere katılmak veya bu amaçlarla toplu olarak göreve gelmemek, bunları tahrik ve teşvik etmek veya yardımda bulunmak” ya da başörtüsü gibi nedenlerle sürekli almış oldukları disiplin cezalarından hareketle disiplin cezası gerektirir fiillerin işlenmesinde ısrarcı olunduğu iddiasıyla 125/E-g maddesinde tanımlı “Memurluk sıfatı ile bağdaşmayacak nitelik ve derecede yüz kızartıcı ve utanç verici hareketlerde bulunmak” fiilini işledikleri gerekçesiyle devlet memurluğundan çıkarılma cezası verilmiş idi.

2006 yılında çıkartılan 5525 sayılı Kanunla getirilen disiplin affı sayesinde, bu türden disiplin cezaları bütün hukuki sonuçlarıyla birlikte ortadan kalkmış olsa da 5525 sayılı Kanunun bir disiplin affı Kanunu olduğu, bu itibarla devlet memurluğundan çıkarılma cezasıyla memuriyetine son verilen memurlar hakkında başkaca bir işleme gerek kalmaksızın devlet memurluğuna dönüş imkânı tanımadığı açıktır. Bu kişiler ancak açıktan atama yoluyla tekrar memur olabilme hakkını elde etseler de gerek eski görevlerine geri dönmeleri gerekse memurluktan ayrı kaldıkları zaman zarfı için kademe ve derece ilerlemesi alamadıkları, memuriyetten ayrı bırakıldıkları dönemlerdeki mali haklarının 
telafisi noktasında hiçbir tazminat ödemesi alamadıkları bilinen bir gerçektir. 5525 sayılı Kanuna bağlı olarak disiplin cezaları bütün hukuki sonuçlarıyla birlikte ortadan kalkan memurlara ve adaylık sürecinde kılık-kıyafet nedeniyle adaylıkları sona erdirilenlere 6495 sayılı Kanunla tekrar memuriyete dönüş hakkı getirilmiş olsa da istifa etmek zorunda bırakılan memurların geri dönüşleri idarelerin takdirlerine bırakılmış bulunmaktadır. Yine memurluklarına son verildikten sonra SSK veya Bağ-Kur sigortalısı olarak çalışarak emekli aylığı almaya başlamakla sosyal güvenlik mevzuatı yönünden emekli sayılanlar memurların geri dönüşleri 5335 sayılı Kanuna göre mümkün değildir. Öte yandan 6353 sayılı Kanun, memuriyetlerine son verildiği tarih ile 2006 yılına kadarki dönem için sosyal güvenlik primlerinin kurumlarınca karşılanmasına imkân verse de bu dönem zarfında görevden atılan memurların isteğe bağlı prim ödemelerinin, çalışmaya bağlı sosyal güvenlik primlerinin veya borçlanma suretiyle ödedikleri primlerin iadesi noktasında hiçbir düzenleme mevcut değildir. Aynı şekilde, memuriyetlerine son verilen tarih ile tekrar atandıkları ya da disiplin cezalarının affa uğradığı tarihe kadarki dönem için mali haklarının 
karşılığı olarak herhangi bir tazminat ödemesi ve bugün için mümkün bulunmamaktadır. Sorunun bir diğer boyutu sözde irticai örgüt üyesi olmaktan dönemin DGM ve ağır ceza mahkemelerinde yargılanan ve bu yargılamaları sebebiyle kesinleşmiş bir mahkûmiyeti bulunmamasına rağmen memurluktan atılanların geri dönüşlerinin halen sağlanamamış olmasıdır.

Yine 28 Şubat sürecinde irticai faaliyette bulundukları gerekçesiyle kapatılan vakıfların el konulan taşınır ve taşınmaz mallarının iadesi için yasal düzenleme gerekmekte olup halen çözüm beklemektedir.

Konunun bir diğer boyutu o dönem zarfında maruz kaldıkları hukuka ve kanuna alenen aykırı uygulamalara rağmen haklarını aramak için yargı mercilerine koşanların, bunlardan özellikle kamu personelin, idari ve adli yargı organlarında taraflı kararlarla karşılaşmaları neticesi, mağduriyetlerine bir de adil yargılama ve hak arama hakkının ihlal edilmesinin eklenmiş olmasıdır. Brifinglerle şekillendirilen yargıya hangi tür davalarda ne tür kararlar verecekleri zaten dikte edilmiş durumdaydı. Bu itibarla özellikle o dönemde irticai örgüt üyesi oldukları iddia edilenler için maktan DGM ve ağır ceza mahkemelerinde yapılan yargılama lar ile haklarında verilen meslekten çıkarma, devlet memurluğundan çıkarma 
ve muhtelif disiplin cezaları ile sürgün niteliğinde görev yeri değişikliği kararlarına karşı açılan davalardan aleyhe sonuçlananların yeniden yargılama konusu edilmesi gerekmektedir. Yine bu meydanda (5525 sayılı Kanunla affa uğramış iseler de) 1997-2003 tarihleri arasında kamu kurum ve kuruluşlarının Yüksek Disiplin Kurullarının irtica, kılık-kıyafet vb nedenlerle verdikleri meslekten çıkarma, memurluktan çıkarma gibi disiplin cezalarına yeniden görüşülme imkânı tanınması gereklidir.

Adaletin tesisinin son ayağı kurumsal reform adını verdiğimiz, bir daha post-modern olsun olmasın yeni bir darbe veya darbe girişimi yaşanmaması, toplumun ve yargının gözü önünde hak ihlalleri yaşanmaması için gerekli toplumsal, siyasi, idari ve hukuki ortamın oluşturulması ve toplum tarafından sahiplenilmesini sağlayacak reform niteliğindeki yapının tesisidir. Bu amaçla yapılması gerekenler 28 Şubat sürecinin sonrasında farklı kesimlerce farklı şekillerde dile getirilmiş durumdadır. Darbe ürünü 1982 anayasasının 
yerine toplumun çoğunluğunun kabulü ile toplumun her kesiminin asgari müştereklerde buluştuğu bir anayasa, MGK’nın anayasal bir kurum olmaktan çıkarılması, laiklik ilkesinin anayasadan çıkartılması, vatandaşların din, inanç ve ibadet hürriyetinin özel yaşamlarında, kamusal alanda ve kamu hizmetinde hiçbir sınırlama olmaksızın kullanılabilmesinin açık hükümlerle anayasada yer alması, genelkurmay başkanlığının Milli Savunma Bakanlığına bağlanması, TSK, kolluk kuvvetleri ve istihbarat kurumlarının şeffaflığını, idari ve mali denetimini kesinkes sağlayacak denetim ve gözetim imkânının sağlanması, idarenin takdir yetkisi adı altında keyfi kararlar vermesinin önlenmesi babında “ Genel İdari Usul Kanunu”nun kanunlaştırılması, Avrupa Parlamentosu tarafından kabul edilen 



Avrupa Doğru İdari Davranış Kanununun iç hukuk sistemine dâhil edilmesi, 657 ve özel kanunlardaki disiplin hükümlerinin yoruma imkân vermeyecek şekilde açık ve net olması, disiplin soruşturmasının usul ve esaslarının CMK gibi açık ve net yetki ve usul kurallarına bağlanması, askeri okulların Milli Eğitim Bakanlığı denetim ve gözetimine açılması, İl İdaresi Kanununun 11/D maddesinin tüm yetkinin kolluk kuvvetlerine insiyatif bırakmayacak şekilde yeniden düzenlenmesi gibi reformlar bu başlık altında sayılabilir.

İdeolojiler sistemlerini devam ettirmek için, kendi üstlerinde bağımsız sivil frenlerin olmasını istemezler. Belirli bir grubun tikel çıkarlarını, evrensel çıkarlar gibi göstererek haklılaştırmaya çalışırlar. Gerçekleri perdelemek için ise her zaman geçerli birçok mazeretleri icat ederler ya da asılsız iddiaların karışıklığı içinde, hiç kimseyi ikna etme endişesi taşımadan süslü püslü örtülerle olayları kamufle etmeye çalışırlar. Ülkemizde 28 Şubat sürecinin öncesinde ve sonrası nda yaşanan gelişmelerde, olayları perdelemek için en fazla kullanılan “irtica” ile “dini siyasete alet” iddialarını bu pencereden değerlendirmekte fayda vardır. “İrtica” fobisiyle, son yüz yıl içinde birçok defalar, toplumun talepleri baskı altında tutularak sessizleştirilmiştir. Her ne zaman ki, toplumun arzuları iktidar mevkilerinde makes bulmuşsa, daima nevrotik tepkilerle bastırılarak geri adım atmaya zorlanılmıştır.

Şu an gelinen nokta ise, devletin ve ideolojisinin fetişleştirildiği müstebit idarenin hâkimiyeti ile sivil toplum anlayışını benimseyen demokratik, hürriyetçi bir sistem tercihinin yapılmasına dayanmıştır. Bireyi devlet gücü karşısında koruyacak sivil bir toplumun bulunmadığı sistemlerde, devlet kutsallaşmış ve halkıyla arasında uzun bir mesafe meydana gelmiştir. Bu sebeple acilen, devletin halkını yönetilecek bir sürü olarak görme alışkanlığının değişime uğraması gerekmektedir. Bunun yolu ise, sivil toplum anlayışının benimsenmesiyle devletin kolayca müdahale edemeyeceği bir kamu alanı oluşturmaktan ve demokratik sistemi de toplumun diğer kesimleri için baskı aracı olarak 
kullanılmasını engellemekten geçmektedir.

Bugün, milyonlarca insanın askeri bir darbeye bile sevinmesini sağlayacak bir kaos ortamının yaratılmasının, darbe ortamından beslenen güçlerin uzun soluklu çabaları sonucu oluştuğunu biliyoruz. Üstelik bu güçler hiçbir şekilde bu çabalarından vazgeçmiş de değiller; son birkaç yıldır Ergenekon davası ile 12 Eylül’ün zemininin nasıl hazırlandığını, aynı planların bugün için de mevcut olduğunu, her an uygulamaya konulmak üzere hazır bekletildiklerini, hatta zaman zaman uygulamaya konulduklarını da biliyoruz. Kimi zaman kaos çıkarmak için laiklik elden gidiyor görüntüleri verdiler, kimi zaman ülke parçalanıyor diye bağırdılar, kimi zaman misyonerler gençlerimizi kandırıyor diye yırtındılar, kimi zaman da “şeriat geliyor” diye harekete geçtiler, 28 Şubat 1997’de olduğu gibi...

Darbe heveslisi generallerin bir kısmının bugün hapiste olması bizi aldatmasın; darbelere karşı verdiğimiz mücadelede bir adım geri çekildiğimiz anda, onların ileri doğru on adım atacaklarına emin olalım. Onları bulundukları ve ait oldukları yerden kurtarmak isteyenlerin hızla harekete geçeceğinden emin olalım.


7. Dipnotlar

1 28 Şubat sürecinde tesettür mağazalarında peruk da satılmaya başlanmıştı. Türban veya başörtüsü yasağının genellikle laiklik ve irtica tartışmaları çerçevesinde ele alındığı ve bu süreçte kadın haklarının -en azından birçok boyutuyla- yeterince tartışılmadığı görülmektedir. Özellikle kadın hakları konusunda seçici davranan ve daha çok gelenekten ve bu yöndeki yasadan kaynaklanan ihlallerle ilgilenen birçok kadın derneğinin, bu yasak dolayısıyla gerçekleşen taciz ve kadın bedenine saldırı anlamına gelecek ihlaller karşısında dramatik bir suskunluk arz ettikleri görüldü. Oysa bu yasak pek çok kamu görevlisinin erkeksi güdülerini taciz yoluyla tatmin etmelerine fırsat veren 
biçimlerde de uygulanıyordu ve uygulanmaktadır. Başını açmak zorunda kalan İmam-Hatip lisesi öğretmeni bir kadın, kendisine en fazla dokunan uygulamalar dan birinin, okula yapılan ani baskınlarda sıraya dizildiklerinde, bir görevlinin tek tek bütün kadınların saçlarını çekerek, başındakinin peruk mu, yoksa kendi saçı mı olduğunu “kontrol etmesi” olduğunu ifade etmişti.

2 Cumhuriyet Türkiye’sinde ilk sıkıyönetim, o zamanki adıyla örfî idare uygulaması, 1925 yılında, Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerinde yaşanan Şeyh Sait isyanından sonra başlatılmış ve 1950 yılına kadar sürmüştür. Ardından, Aralık 1978 ayında, Kahramanmaraş’ta meydana gelen olaylar nedeniyle Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerindeki 13 ili kapsayan sıkıyönetim uygulaması başlatılmış; 12 Eylül 1980 askeri darbesiyle, sıkıyönetim tüm yurda yayılmıştır. Sıkıyönetim uygulaması, 19 Mart 1984 tarihinden itibaren kademeli olarak kaldırılmış ancak, terör örgütü PKK’nın silahlı eylemleri üzerine, 19 Temmuz 1987 tarihinde Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgesindeki bazı illeri (Bingöl, Diyarbakır, Elazığ, Hakkari, Mardin, Siirt, Tunceli ve Van) kapsayacak şekilde olağanüstü hal uygulamasına geçilmiştir. Bu maksatla kurulan 
Olağanüstü Hal Bölge Valiliği sorumluluk alanındaki il sayısı 1990 yılında 13’e yükselmiştir. Olağanüstü hal uygulaması, 30 Kasım 2002 tarihinde tamamen sona erdirilmiştir.

3 Türkiye, 27 Mayıs 1960 darbesinde 1 yıl 4 ay, 12 Mart darbesinde 2 yıl 8 ay, 12 Eylül darbesinde ise 3 yıl 2 ay süreyle askeri yönetimler tarafından idare edilmiştir. 

4 Türkiye’de Cumhuriyetin ilanından bugüne kadar geçen sürede, ülkenin çeşitli yerlerinde uygulanan sıkıyönetimin süresi 25 yıl, 9 ay, 18 gündür. 

5 Harbiyeli subaylar ve İttihat ve Terakki Cemiyeti mensupları tarafından, 1800’lerin sonunda Sultan Abdülaziz’ suikast tertip edildiği, 1900’lerin başın da ise Sultan Abdülhamid’e karşı çeşitli suikast ve darbe girişimlerinde bulunulduğu bilinmektedir.

6 Marx’ın Hegel’den ödünç aldığı “kendi için şey” kavramının sınıf bilinci gelişmiş işçi sınıfını tanımlamak üzere kullanılan hali. Marx’a göre, sınıf bilinci gelişmemiş proletarya, sınıf çıkarlarının ve dolayısıyla sınıfının bilincine sahip olmadığı için “kendinde sınıf”tır. “Kendi için sınıf” olabilmesi, bilinçlenmesine ve bunu fark etmesine bağlıdır. 

7 Her imparatorluk gibi, yüzyıllar boyunca “ordu millet” anlayışının hüküm sürdüğü Osmanlı Devletinde, 1800’lü yılların sonlarından itibaren özellikle ordu ve Harbiye Nezareti üzerinde Almanya’nın etkisi belirleyici olmuştur. Uzun yıllar boyunca Osmanlı ordusuna danışmanlık yapan Alman General Goltz özellikle zikredilmelidir. Zira Goltz’un, Türkiye’ye etkisi askeri alanda kalmamış; Türkçeye “Millet-i Müsellaha (“silahlanmış halk/yurttaş ordusu/milli ordu)” adıyla tercüme edilen eseri, Harp Akademilerinde yıllarca okunması tavsiye edilen kitaplar arasında yer almıştır. Goltz’un sözkonusu askeri-politik anlayışı sadece orduyu değil, Jön Türkleri ve daha sonra İttihat ve Terakki Cemiyeti ve devamı 
olarak cumhuriyetin kurucu kadrosunu etkilemiştir. Şerif Mardin, Jön Türk hareketinin ilk önderlerinden olan Ahmet Rıza’nın “askeri erkanın milleti uyaran bir elit görevini görmesi ve bununla beraber gelen halkın en çok sürekli bir seferberlik halinde bulundurulması fikrini” Millet-i Müsellaha’dan aldığını belirtmektedir.

8 13.07.2013 tarihli ve 6496 sayılı Kanunun 18’inci maddesiyle TSK İç Hizmet Kanununun 35’inci maddesi; “Silahlı Kuvvetlerin vazifesi; yurt dışından gelecek tehdit ve tehlikelere karşı Türk vatanını savunmak, caydırıcılık sağlayacak şekilde askerî gücün muhafazasını ve güçlendirilmesini sağlamak, Türkiye Büyük Millet Meclisi kararıyla yurt dışında verilen görevleri yapmak ve uluslararası barışın sağlanmasına yardımcı olmaktır” şeklinde değiştirilmiştir. Ancak TSK İç Hizmet Yönetmeliğinin 85’inci maddesi halen yürürlüğünü korumaktadır.

9 Mesela (E) Korg. BÖLÜGİRAY, 1999 yılında çıkardığı “28 Şubat Süreci 1” adlı kitabının 167’inci sayfasında, “Atatürk’ün Gençliğe Hitabesi”nin, içerik olarak, Türk gençliğine “durumdan görev çıkarması” yönünde verilen bir direktif olduğunu öne sürerek; kitabını 166’ncı sayfasında “durumdan vazife çıkarma” konusunda şunları söylemektedir. “Bu konu, Harp Akademisi’nin temel eğitim programları içinde önde gelen bir konudur. Öyle ki, üç yıllık Akdemi eğitimi süresince, hemen hemen her gün Akademi öğrencilerine verilen çeşitli taktik ve stratejik harp meselelerinde, öğrencinin meselede verilen savaş durumuna bakarak, “yeni bir görev çıkarması” ve bu göreve göre de bir “karar vermesi” 
istenir.” demektedir. BÖLÜGİRAY, kitabının 158’nci sayfasında ise “Asıl olan iç cephedir” sözünün Atatürk’e ait olduğunu iddia etmektedir.

10 Manşetlerdeki 28 Şubat/Darbeye Giden Yolda Medyanın Rolü, SDE, 28.02.2013

11 Fazıl Hüsnü Erdem, “Türkiye’de ‘İdeolojik Devlet’ Gölgesinde Yargı Bağımsızlığı Sorunu”, Demokrasi Platformu, sayı 2, s. 53 vd.

12 Görevden alınan bürokratların yanında Ankara dışına sürülen bürokratların çokluğu dikkat çekerken, bürokrat atamalarında ilk sırayı Başbakanlık, Tarım, Orman, Çevre, Kültür, Turizm, Sanayi ve Ticaret bakanlıkları aldı. Milliyetçi-muhafazakâr kıyımına giden hükümetin görevden aldığı bürokratların dörtte biri bir yıl iktidarda kalan Refahyol zamanında göreve gelmişti. 500’e yakın emniyet görevlisi bir üst rütbeye terfi ederken, 400 müdürün de görev yeri değişti. DSP il ve ilçe örgütleri, 49 ilde milli eğitim müdürünün değişmesi için başvuruda bulundu. Kadrolaşmada siyasi parti teşkilatlarının ve belirli odakların yanı sıra bazı sendikalar bile devreye girmişti. Hatta Türk-İş Konfederasyonu ve 
Yol-İş Sendikası Başkanı Bayram Meral bile şubelerine faks geçerek, kendilerine yakın bürokratların tespit edilmesi emrini vermişti.

13 Hatta Turist Rehberleri Vakfı ve İstanbul Turist Rehberi Esnaf Odası yazılı açıklama yaparak; “Dünyaya, Müslümanların çoğunlukta bulunduğu tek laik ülke olma özelliği bulunan ülkemizde devlet eliyle demokrasi ve laiklik düşmanı milyonlarca insan yetiştirildiğini açıklayamıyoruz. Yarım milyon gencimizi, nasıl oluyor da sadece din adamı yetiştirmekle sınırlandırılması gereken din okullarından, üst düzey kamu yöneticisi olarak çıkardığımızı anlatamıyoruz. Cami sayısının okul sayısının önüne geçmesine izin veren bir devlet anlayışını izah edemiyoruz” diyordu. (Cumhuriyet 11 Mart 1997)

8. Son Notlar

 [I] 28 Şubat ve İslamcılar, Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce-İslamcılık içinde, Bekir Berat Özipek, İletişim Yayınları, İstanbul, 2005

 [II] Militarist Modernleşme, Murat BELGE, İletişim Yayınları, İstanbul, 2011

 [III] Modern Mahrem, Nilüfer GÖLE, Metis Yayınları, 2001

 [IV] Militarist Modernleşme, Murat BELGE, İletişim Yayınları, İstanbul, 2011

 [V] Nevzat BÖLÜGİRAY, 28 Şubat Süreci 1, Tekin Yayınevi, Ankara, 1999.

 [VI] “Adalet Biraz Es Geçiliyor…”, Demokratikleşme Sürecinde Hâkimler ve Savcılar, TESEV Yayınları, Mayıs 2009

 [VII] TBMM Darbeleri Araştırma Komisyonu Raporu

 [VIII] 28 Şubat’ın ekonomiye faturası 250 milyar, Aksiyon, Şubat 2012

 [IX] 28 Şubat tezgâhından ekonomik örnekler, Okan Müderrisoğlu, Sabah, 30.04.2012


Adres : G.M.K. Bulvarı Ş. Danış Tunalıgil Sokak No: 3/13
Maltepe-Ankara/Türkiye
Tel : (0.312) 231 23 06
Bürocell : (0.533) 741 40 26
Faks : (0.312) 230 65 28
E-Posta : egitimbirsen@egitimbirsen.org.tr
Sahibi : Eğitim-Bir-Sen Adına Ahmet GÜNDOĞDU Genel Başkan
Sorumlu Yazı İşleri Müdürü : Ali YALÇIN
Genel Başkan Yardımcısı Yayın Kurulu : Ahmet ÖZER, Esat TEKTAŞ, Murat BİLGİN, Ali YALÇIN, Teyfik YAĞCI, Ramazan ÇAKIRCI,
Grafik Tasarım : Selim AYTEKİN

http://www.egitimbirsen.org.tr/ebs_files/files/yayinlarimiz/28_subat_rapor_web.pdf



*****

1 Kasım 2016 Salı

SİNCAN YILDIZ KUDÜS ÇADIRI= 28 ŞUBAT BÖLÜM: 4





SİNCAN YILDIZ KUDÜS ÇADIRI= 28 ŞUBAT  BÖLÜM: 






SİNCAN'DA TANK SESLERİ    

  " Sincan.. Yenikent'te tatbikat alanına giden 15 tank ve 20 kadar kariyerin geçişiyle uyandı. ''

   


Tarih; 4 Şubat 1997 Salı. 

   Esasında sabahın erken saatlerinde tankları gördüğümüzde darbe olduğunu falan hiç sanmamıştık. Dolayısıyla da habere verilen süs itibariyle herhangi bir şaşkınlığımız falan da hiç olmamıştı. Olayları günübirlik yaşayanlardan olarak ne Kudüs Gecesi, ne de Yıldız'ın önceden yapageldikleri bize gayet doğal gelmişti. Tıpkı Cem Sultan ile 2. Bayezid-i Veli, Timur'la Yıldırım Beyazıd misali, devlet içi-millet arası bir ihtilâf, bir dikleniş ve niyet kavgası gibi bir şey gelmiş olacak ki en küçük detay bir yana, en büyük mevzuu bile didik didik edilesi cinsten gelmemişti bize ki, her nedense bütün vehimler ve tereddütler umurumuz bile değildi sanki..    Ama, yerel basının bu eksikliğini, ulusal basın ve yayın köteklere maruz kala kala, inadına Sincan'a karargâhını kura kura, gündüzleye ve geceleye geceleye bir çadırın içinden Sincan'ı, Türkiye bir yana bütün dünyaya, Osmanlı'da "Obadan Devlete" misali devletlere tanıştırmıştı. Olayların kucağında, sıcağı sıcağına yazılanlar, bir kenara da daha sonra yazılanlara bakıldığında, içinde bulunduğunuz halde hissedemediğiniz bir deprem menzilinde yaşadığınızın farkına varabiliyorsunuz ancak..   Sabahın erken saatlerinde tankları gören Sincanlılar (ki onlar bir kaç çocuk ve gülerek tank sahiblerine el sallamakta iken) darbe olduğunu sanarak büyük şaşkınlık yaşa(mış)dılar.. Bazı Sincanlılar'ın evlerine kapandığı, bazılarının ise askerleri alkışladığı görüldü.  



  İKİ TANK ORADA KALDI: 

Askeri konvoy Sincan'dan geçişini tamamladıktan sonra iki tankın, Kudüs Gecesi'nin yapıldığı meydana hâkim olan bir yerde kalması dikkat çekti. Parkeden tanklar, Sincan Meydanı'nda konvoyun akşam üzeri dönüşüne kadar bekletildi.    GENELKURMAY; NORMAL FAALİYET: Genelkurmay, motorlu yürüyüş denilen bu geçişin normal faaliyet olduğunu belirterek 6 ayda bir icra edildiğini ve Kudüs Gecesi sonrasına denk gelmisinin tesadüf olduğunu açıkladı.    AA'YA HABER VERİLDİ: Genelkurmay, 'periyodik' diye açıkladığı bu faaliyetle ilgili olarak Anadolu Ajansı'nı da haberdar etti. Ancak şimdiye kadar bu tür motorlu yürüyüş ile ilgili AA dahil, basına hiç bilgi verilmemişti.



    ERBAKAN; GLU GLU: 

Sincan'da yaşananları 'münferit' olarak nitelendiren Erbakan, Sincan'da Tanklı Sabah için "Cumhuriyet Bayramı'nda 240 tane geçiyor" dedi.    ÇİLLER; DENSİZLİK: Cumhurbaşkanı Demirel ile görüşen Çiller, Sincan olaylarını 'densizlik' diye niteledi ve devletin kurumlarının bu konuda gerekeni  yapacaklarını, demokratik kurumlara inanmak gerektiğini söyledi. Hükümetin büyük başarılara damgasını vurduğunu belirten Çiller, Türkiye'yi hükümetsiz bırakmanın yanlış olduğunu vurguladı.  

  ECEVİT; REFAH KANLI YOLU SEÇTİ: 

Ecevit, Sincan'daki saldırıyı değerlendirirken Erbakan'ın, "iktidara kanlı mı geleceğiz, kansız mı.. O belli değil" sözlerini hatırlatarak, "RP'nin kanlı yolu seçtiği görülüyor" dedi. 

BAKAN KAZAN; MEDYAYI TEMİZLEYECEĞİZ: Adalet Bakanı Şevket Kazan, Konya Büyükşehir Belediyesi'nin düzenlediği 3. Ramazan Kültür ve Sanat Etkinlikleri'nin kapanış gecesinde, yine medyaya çattı. "Ülkeyi karartan medyayı temizleyeceğiz. Hükümet ortakları olarak tüm yüreğimizi ortaya koyarak bunu başaracağız" dedi.   


VE BÖYLE RPli DE VAR: 

Erbakan ve Refah yöneticilerinin tavırları RPliler'i de isyan ettiriyor. RP Bitlis Milletvekili Abdülhalûk Mutlu, "Cami değil, fabrika istiyoruz. Türkiye'nin tek problemi türban ve cami midir?" dedi.    "Bitlis'e cami yapmaya kalksalar karşı çıkar, fabrika isterim" diyen Mutlu, Kudüs Gecesi'ne de tepki göstererek, "Filistin Gecesi yapacaklarına demokrasi, Güneydoğu gecesi yapsınlar" diye konuştu.  

  SİNCAN'IN TANKLARI BATI BASININDA

    Kudüs Gecesine Türk Silahlı Kuvvetleri'nin tepkisine Dünya Basını büyük ilgi gösterdi. Sincan'daki tanklı sabahı AP Ajansı, "Türk Ordusu'nun aşırı dinciler uyarısı" olarak yorumladı. ABD yönetimi ise "Türkiye'de istikrardan kaygılanmıyoruz" açıklamasında bulundu.    ABD Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Nicholas Barns, bir gazetecinin Sincan'daki olayı kastederek, "Ankara yakınlarında bir müdahale izlenimi verebilecek askeri hareketleri Washington nasıl yorumluyor?" sorusu üzerine, "Türkiye Laik Demokratik ve istikrarlı bir ülkedir. Siyasi istikrara ilişkin hehangi bir kaygımız, ya da kaygı duymamız için bir neden bulunmuyor" dedi.    CHP ve ANAP'ın, Sincan olaylarına "gerekli duyarlılığı" göstermek adına Sincan için gensoru hazırladığı sıralarda yine malûm basında şöyle bir haber geçiyordu; "Hayvan için yakalama emri.. Işın Gürel'e hayvan gibi saldırdıktan sonra tabana kuvvet kaçan Recep GÜLMEZ(!), halâ kaçıyor. Gülmez'in adam bıçaklamadan da sabıkası olduğu ortaya çıktı."    Malûm ulusal basının yine aynı tarih ve 1. sayfasında bir haber daha göze çarpıyordu;     GÖREVDEN EL ÇEKTİRİLDİ..    Kime? Bekir Yıldız'a..İşte o haber: "Yurt çapında infiale yol açan Kudüs Gecesi'nin düzenleyicisi Sincan Belediye Başkanı Bekir Yıldız, İçişleri Bakanı Akşener tarafından, soruşturmanın selâmeti açısından görevden uzaklaştırıldı.    Hakkında yakalama emri çıkartılan, iki gündür ortalıkta görülmeyen Yıldız hakkında Hamas ve Hizbullah liderlerinin posterini asmak, Laik ve Hukuk Düzeni aleyhine konuşma yapmaktan soruşturma açılmıştı.    Sincan'da İnter Star Muhabiri Işın Gürel'e hayvan gibi saldıran Recep GÜLMEZ(!) için de yakalama emri çıkartıldı."    Evet.. Recep Görmez neden geç yakalandı dersiniz. Çok bilir basının soyadını nasıl yazdığına bir bakın, yeter.. 






TANKLAR SİNCAN'DAN NEDEN İKİ KEZ GEÇTİ; " BU KULİS SADECE STAR'DA "   

 4. Şubat 1997 tarihinde görevden, soruşturmanın selâmeti açısından uzaklaştırılan Sincan Belediye Başkanı Bekir Yıldız, Yazar Elemtere Fiş'ci Ahmet Tan'ın "Bu Bekir, o Bekir Yıldız değil" diyerek alaya aldığı insan modelinden her gün biraz daha sıyrılacak ve bütün Türkiye'nin, ismi telâffuz edildiğinde hemen hatırlayacağı bir duruma doğru hızla yol alacaktır. İşte, böyle bir seyrin esaretine alacağı bu Yıldız'dan Adam'ın, 5 Şubat'ta gözaltına alınışı öncesi, Sincan'daki Basın Kampı'nda 'İrticai Haber' peşine düşen onlarca muhabirden ikisi olan Hürriyet'in Muhabirleri Cemal Doğan ile Kâmil Elibol'un, bu olayların üzerinden 6.5 yıl geçtikten sonra, Sincan Kudüs Gecesi'nin çadırında kaynayan Karabiberli olayları; " BU KULİS SADECE STAR'DA " markasıyla Star Gazetesi'ne nasıl değerlendirdiklerine bir bakalım isterseniz:   "TARİH: 4 Şubat 1997 Saat: 08.55- Yer: Olaylı "Kudüs Gecesinin yaşandığı Ankara'nın Sincan ilçesinin Atatürk Caddesi...    Cuma akşamı İran Büyükelçisi Bagheri'nin şeriat" çağrısı yaptığı ve Refah Partili Belediye Başkanı Bekir Yıldız'ın organize ettiği Kudüs Gecesi'nden bir gün sonra. Star TV muhabiri Işıl Gürel'in Mescid-i Aksa'nın maketini yaptıkları parkta röportaj yaparken Sincan Belediyesi'nin park bekçisi eski sabıkalı Recep Gülmez'in yumruklu saldırısına uğramasından sonra Sincan ilçesi bir anda ülkenin birinci gündemine oturdu. Ulusal medya da gelişmeleri yakından izlemek için Sincan'da adeta "üs" kurdu. İlçe ablukaya alındı    Ankara  Emniyet   Müdürlüğü'ne bağlı çok sayıda polis, ilçeyi ablukaya aldı. Tüm polisler, onlarca eve baskın düzenleyerek hem şeriatçı gruplarının gövde gösterisi yaptığı "Kudüs Gecesi "nin organizatörü Refahlı Sincan Belediye Başkanı Bekir Yıldız'ı hem de Işın Gürel'i döven Recep Gülmez'i arıyordu. Sincan'da bütün bu operasyonlar yaşanırken, halk akşam erkenden evlerine kapandı. İlçe bir anda "ölü şehir" görünümüne büründü. Ramazan ayının dondurucu soğuğunda, gazeteciler ilerleyen saatlerde "artık bir şey olmaz"  diyerek ilçeden ayrılmaya başlamıştı. İki muhabir nöbette    O saatlerde ben Kamil Elibol ve Cemal Doğan, dondurucu soğukta, gazetenin aracı içinde nöbete devam ediyorduk, ilçe Emniyet Müdürlüğü önünde saat 02.00'den sonra bizden başka  hiçbir  gazeteci   kalmamıştı. Emniyet Müdürlüğü'nde görevli polisler dahi sahura hazırlanıyordu. O ana kadar yapılan tüm baskınlarda bir sonuç alınamamıştı. Ne Bekir Yıldız, ne de saldırgan Recep Gülmez ele geçirilebilmişti. Biz ise araç içinde beklemeye devam ediyorduk. Gün ağardığında sokaklarda işine gidenler vardı. Araçta nöbetleşe uyuyorduk.



 Ve tanklar geliyor 

   Gün ağardığında yarı uykulu halimiz duyduğumuz palet sesleri ile dağıldı, içinde nöbet tuttuğumuz aracın altı sallanmaya başladı.'Birbirimize dönüp, 'deprem mi oluyor' diye sorduk. Uzaktan tankların bize doğru geldiğini gördüğümüzde ise gözlerimize inanamamıştık. Sincan in en işlek yeri olan Atatürk Caddesi, bir anda mahşeri andıran kalabalığa dönüşmüştü. Etimesgut Zırhlı Birlikler Okulu ve Eğitim Tümen Komutanlığı'na bağlı 20 tank ile 15 kariyer, başlarında elinde telsizli bir Albay'ın emriyle "gövde gösterisi" yapıyordu. Herkes tankların Sincan'ın orta yerinden geçmesine bir anlam veremiyordu. Kaleşnikof logolu Sabır kafetaryasının önünde tank konvoyu kısa bir mola verdi. Tanklara komuta eden Albay'a, "Komutanım hayırdır,  ne oluyor" diye sormuştuk. Heyecanlı görünen komutan, "Bir şey yok, sadece eğitim çalışması yapıyoruz. Akın Üssü'ne bozuk tankları tamir için götürüyoruz" demişti. Biz de kendisine, "Tanklar ilk kez  İstanbul yolu yerine Sincan'dan geçiyor. Bu konuda bir emir mi aldınız" dediğimizde ise, aynı yanıtı almıştık.    Bizler "tarihi ana" tanık olduğumuz fotoğrafları büyük bir heyecanla haber merkezine yetiştirdik. Filmin başına bir şey gelmesin diye idare amiri, filmi uçakla kendisi İstanbul'a götürmüştü.    Sincan'dan geçen  tanklar gündeme damgasını vurmuştu.  Olayı  görüntüleyemeyen tüm gazete ve TV'lerin yöneticileri Genelkurmay'ın telefonlarını kilitlemişti. Sadece bir gazetenin iki muhabirine görüntülenen bu olay, diğer medya kuruluşlarında büyük kriz yaşatmıştı. Bunun üzerine o tarihte Ertuğrul Özkök, Derya Sazak gibi üst düzey gazete yöneticilerinin,  Genelkurmay'a tankları ikinci kez geçirilmesi için ricada bulundukları  konuşulmaya başlandı.  İkinci kez Sincan'a gittiğimizde bu kez saat 16.00'yı  gösteriyordu. Tanklar tekrar aynı istikametten Sincan'dan geçerken Aynı Albay'la tekrar karşılaştık. "Tanklar ikinci kez neden geçiriliyor'' sorumuza, "Bize gelen emre göre hareket ediyoruz" diyerek ayrıldı."          



       YILDIZ ARTIK GÖZALTINDA

    Sincan Kudüs olaylarına önüne gelenin tepki koyduğu.. bilenin de bilmeyenin de Nasreddin Hoca misali icazet alıp Sincan'a yüklendiği, bazı köşe yazarlarını devletin tepesine, Bagheri için "bu adamı gönderin!" gibi emrivakiler, Işın Gürel'i darb eden Recep Görmez için "bulun bu hayvanı" gibi telkinler gönderdiği.. Kimilerinin Uğur Mumcu Anıtı önünde, 
" Sürekli aydınlık için bir dakika karanlık "lı pencerelere karşı; " Sürekli aydınlık, Türkiye Laik'tir, Laik kalacak. Suskun toplum istemiyoruz. Susma! Sustukça sıra sana gelecek! " türünden sloganlarla eylemlere geçtiği.. Bu yüzden Sanayi Bakanı Yalım Erez'le, Çiller'in takışıp: " Bakanlığa paraşütle gelmedim " restllerinin görüldüğü.. Öfkeli Çiller'in Sağlık Bakanı Yıldırım Aktuna'yı muhatap almayacak kadar öfke ve hiddet seline kapıldığı..    Yani.. " Sincan için, iyi-kötü, hayır-şer ve yalan-yanlış ne varsa yapıldı " denilecek  cinsten akşamüstü işlerin süregeldiği bir 5 Şubat günü, nihayet Bekir Yıldız gözaltına alınıyordu. Polis nezaretinde Emniyet'e götürüler ve çok rahat hareket eden Yıldız'ın cep telefonu ise hiç susmuyor, bir yerlerden telefon geliyor ve  O' da bir yerlere telefon ediyordu.    Nihayet, Kudüs Gecesi'ni düzenlemekten sorumlu ve her yerde iki gün boyunca harıl harıl aranan Bekir Yıldız, ifadesi alınmak üzere korumalarıyla geldiği Ankara DGM'de, Kudüs Gecesi soruşturmasını yürüten Savcı Nuh Çetinkaya ile görüşmek istese de, "Meşgûlüm" diyen Savcı ile görüşemiyor, DGM Karakolu'na alınıyor, sonra da Şube'ye götürülüyordu. Bu demekti ki, Yıldız'ın Terörle Mücadele Ekipleri'nce gözaltına alınışıydı. DGM'den çıkan Bekir Yıldız, sitemle gazetecilere: " Basın bizi çok seviyor. Sağolun, sizin sayenizde bunlar oldu.! " dese de olan oluyordu..   Şubede daha önce de DEPli milletvekillerinin tutulduğu adı 'HİLTON', ruhu azap, yeis olan nezarethanede tek kişilik hücreye mahkûm ediliyor, ifadesi ise oruçlu olması sebebiyle iftar sofrasından ihtar sofrasına bırakılıyordu.    Haberde deniliyor ki; " Yıldız orucunu ağabeyinin getirdiği yemekle nezarethanede açtıktan sonra namaz kıldı."   



Yıldız'la Belediye Başkanı seçilmezden önce, Hedef Ankara ile devam eden gazetecilik dönemimizde oldukça iç içe olma durumundaydık. Bu itibarla ben, ondan küçük, ağabeyden ziyade birader vasıflı üç erkek kardeşini biliyorum. Ama bu her şeyi bilen basına göre de; "Bekir Yıldız'ın Hilton'da bir ağabeyi oldu. Daha doğrusu bir ağabeyi doğdu.."    Olay gecesi Işın Gürel'le tartışanlardan biri de Abdülhakim Çiçekli'ydi. Gözaltına alınanlar arasında Çiçekli de vardı. Çiçekli çıkarıldığı mahkeme tarafından alınan ifadeleri doğrultusunda serbest bırakılırken, Filistin mücadelesinin ruhuyla mütenasip oynatılan, ama içine " Şeriat Propagandası " malzemesi sokuşturulan tiyatroda rol alan Selçuk Öz, Mustafa Akbeyaz, Alim Çiçekli ve Burhan Polat hakkında gözaltı kararı alınıyordu. Anlaşılıyordu ki DGM kapısından, bundan böyle bir çok Sincanlı Kudüscüler girip çıkacaktı.    Veya uzun yıllar sonra çıkmaya mahkûm olacaktı.    Ama Recep Görmez halâ ortalarda görünmeyecekti. Görmez'in bulunamamasından çıldırma pozisyonlarına giren malûm tokat yeyici basın, öyle bir kamu oyu baskısı yaratıyor(!)du ki, bu yaratılmış(!) kamuoyundan en çok etkilenen ve baskılara hukuki anlamda cevap vermeye mecbur kalan isim ise Sincan Adliyesi'nin Hakimi Şükrü Köse oluyordu.    Kudüs Gecesi'nden tam on yıl sonra, Kayseri'nin Yeşilhisar İlçesi'nde oturmakta olan Köse, bir dost sohbetinde; "ah Sincan.. ne günlerdi o günler!" dercesine Kudüs Geceli günlerine dönüyor, bir hatıra naklediyordu: "Recep Görmez'i kamuoyunun büyük baskısı dolayısıyla gözaltına aldık. Yani; "bir tokata o ceza değmezdi" demek istediyse, değmezdi. Bu söze haykıran mı var. Soruyoruz öyleyse; Hande Ataizi’ne tokat nakşeden Sevda Demirel’e ne yaptınız ha?    

GÖRMEZ NASIL BİR İŞ GÖRMÜŞ?

    " Bulun bu hayvanı, yakalayın bu iti " gibi kişiye özel ağır hakaretlerin bile, birdenbire kaosa itilen insanlara hoş geldiği zaman diliminde Sabah, yine bombasını patlatıyor ve "Saldırgan komutanına ateş etmekten hükümlü!" başlığını atarak Işın Gürel'in (!) terbiyecisi Recep Görmez'i adli makamlara ifşa ediyordu.   



Peki Görmez o işi nasıl becermiş? Bakıyoruz:    " Görmez'in Silahlı Kuvvetler'de en ağır suçtan biri olan 'amirine ve üstüne saldırı' suçundan hüküm giydiği belirtildi. Halen kayıp olan saldırganın 15 Eylül 1991 tarihinde, Milli Saraylar Muhafız Birliği'nde askerliğini yaptığı sırada, Piyade Çavuş Gürkan Kalaycıoğlu'na taaruzda bulunduğu ortaya çıktı.     Yapılan yargılama zabıtlarında Görmez'in çavuş deyip dememe konusunda Kalaycıoğlu ile tartışmaya girdiği ve sinirlenerek kasaturayla çavuşuna altı kez saldırdığı ifadeleri mevcut. Bu saldırının devamı olarak da Görmez'in tüfeğine şarjör takarak çavuşunu kovaladığı ve 'seni öldüreceğim!' diyerek ardından üç el ateş ettiği sabit görüldü. Yapılan yargılama sonucunda 21 Ocak 1992 tarihinde Görmez'e 6 yıl hapis cezası verildi.    Saldırgan, Sincan Belediyesi'nde kadrolu olarak işe başlamak için 10 Ocak 1997 tarihinde Kuzey Deniz Saha Komutanlığı'na başvurarak hakkındaki infaz kararını istedi. Bu dilekçenin yanı sıra Görmez, muhabire saldırısından 5 gün önce, 27 Ocak tarihinde tekrar Askeri Mahkeme'ye başvurarak, eski hükümlülerden faydalanma tüzüğü gereğince savcılıktan belge istedi. Askeri savcılık da Görmez'in bu isteğini yerine getirerek, 'çalışmasında sakınca yoktur' belgesini verdi.     Çavuşuna altı kez saldıran ve 6 yıl hapis cezası yiyen Görmez'in yerinde görülen isteğine cevab; 'çalışmasında sakınca yoktur' ve 'hükümlü' ibaresine karşı, insanın aklına şimdi şöyle bir soru sormak geliyor: 'Nasıl bir iş gördünüz?' Anlayabildik mi dersiniz?    Böyle bir haberin hemen altına bakıyoruz; "Basını susturmaya kimsenin gücü yetmez" diklenmesi var.1958'de suratına tokat yiyen, zamanın Basın Konseyi Başkanı Oktay Ekşi ve olaya infiali bulunanlar, Işın Gürel'e yapılan saldırıya sessiz kalmıyorlar. Peki ne yapıyorlar? Şöyle; " İnter Star Muhabiri Işın Gürel'e önceki gün (yani tarihten tarihe bakacak olursak, 4 Şubat'ta ) yapılan saldırı, olayın meydana geldiği Sincan'da dün, 12 basın meslek örgütünün başkan ve üyelerince protesto edildi. 



Yapılan ortak açıklamada basına saldırının demokrasiye saldırı olduğu belirtilerek, "kaba kuvvet ve cinayetler basını dün susturamadığı gibi yarın da susturamayacaktır" denildi.     Otobüsle Sincan'a gelerek Atatürk Anıtı önünde açıklama yapan örgüt üyeleri, (pardon örgüt başkanları) Gürel'e yapılan saldırıyı protesto ettiler. Aralarında Çağdaş Gazeteciler Derneği, Ekonomi Muhabirleri Derneği, Türkiye Gazeteciler Sendikası'nın da bulunduğu 12 dernek ve sendika başkanı tarafından imzalanan açıklamayı okuyan Gazeteciler Cemiyeti Başkanı Nazmi Bilgin, Gürel'e saldıranlar kadar, rejim düşmanlığına müsamaha gösterenlerin de suçlu olduğunu söyledi. Bilgin; "Olay Başkent'in göbeğinde kurtarılma bölgeleri, rejimi yıkmaya yönelik toplantıları izleyenlerin suratına indirilen tokattır" dedi. 

    EKŞİ'NİN AÇIKLAMASI




    Basın Konseyi Başkanı Oktay Ekşi de (dün) yaptığı yazılı açıklamada medyanın 'kirli' olarak nitelendirilmesine tepki göstererek, 'oy sahtekârlığı yapan milletvekillerinin yanında, medyamız billûr tanesi kadar berraktır" dedi.    Oktay Ekşi'nin açıklama yaptığı, Örgüt Başkanları'nın Atatürk Anıtı önünde protestoya devam ettiği esnalarda Sincan Belediye Meclisi de Yıldız'ın maaşına zam yapmakla meşgûldü. Bu toplantı, Sincan Belediye Başkanı Bekir Yıldız'ın gözaltına alndığı gün yapılıyordu. Sincan Belediye Meclisi tarafından, toplantının başlarında Işın Gürel'e yapılan saldırı kınanıyordu. Meclis, Belediye Başkanvekili Nurullah Bülbül'ün başkanlığında başlayan toplantıda, ilk konuşmacı olarak Rüstem Taş'a söz veriliyordu. Gündem dışı söz alan Refah Partisi Meclis Gurup Başkanı Rüstem Taş, "Gürel'e yapılan saldırıyı kınıyoruz" diyerek söze başlıyor ve "bu olayları bazı siyasiler şov için kullanıyorlar. Bu vesileyle dinimize saldırıyorlar" şeklinde de tepkisini ortaya koyuyordu. Taş, bu noktada bize göre kısmi hak sahibiydi. Zira Kudüs Gecesi sadece siyasilerin değil basının da, yayının da, ötenin de, berinin de şov malzemesi yapılıyordu. Ve bize göre, üzerine vazife olan da, olmayan da 'durumdan vazife çıkarır' olmuştu.    Yine meclis üyelerinden MHP Gurubu da Gürel'e yapılanı kınasalar da, olayların temelinde dine saldırı için malzeme üretildiğine işaret ediyorlardı. 

MHPli Meclis Üyesi Seyfettin Öner ise belediyenin, eleştirdiği uygulamaları içinde 48 kişinin işten atılmasına, bunların arasında bir türbanlı bayanın da bulunduğuna işaret ediyordu. 
      MHPli Meclis Üyesi Naci Soylu ise Bekir Yıldız'la ilgili görüşlerin ortaya koyarken, O'nu "imzasını Fatih'in Tuğrası'na benzeten insan" olarak yorumluyor du ve diyordu ki; " Sincan'ı bu duruma getiren Belediye Başkanı'nın bu imzayı atması boşuna değildir ."    O gün, 15'i RPli, 7'si MHPli, 2'si CHPli ve 1'i de bağımsız olan 25 belediye meclis üyesinin katıldığı toplantıdan çıkan karar, ' Sincan Belediye Başkanı Bekir Yıldız'ın yeni maaşı 210 milyon lira ' şeklindeydi.     
   Ama bu maaşı Yıldız'ın uzun bir süre kullanma şansı elbette ki olmayacaktı.. 



  İSTENMEYEN ADAM BAGHERİ ÇEKİP GİTSİN  

Sabah'ın köşe yazarı Fatih Çekirge'nin 'bu adamı geri, İran'a gönderin!' diye yazmasının ardından henüz yarım gün (!) geçmişti. Dışişleri Bakanı Onur Öymen'e bir soru geliyordu: 'Büyükelçi Bagheri hâlâ neden Ankara'da tutuluyor?' 5 Şubat 1997 Çarşamba Günü Genelkurmay'a giden Onur Öymen burada 'Şeriat' çağrısında bulunan büyükelçiyi hâlâ neden Ankara'da tuttuğu yönünde bir soru ile karşılaşıyor, bundan rahatsız olan Genelkurmay geri gönderilmesi hususunda düşüncelerini Öymen'e aktarıyordu.    Bu istek sadece Genelkurmay'a ait değildi. Başkent'teki bir çok kurum ve kuruluşlarla, zirvedeki isimler aynı görüşü paylaşıyorlardı. Nihayet ortak karar Bagheri'nin 'İstenmeyen Adam' ilân edilmesi üzerine alınıyor, bu sürpriz gelişme üzerine bir dışişleri yetkilisi şu açıklamayı yapıyordu: "Bagheri'nin Şeriat çağrısı yapması kabul edilemez. Bagheri'nin bu konuşmadan sonra Ankara'da kalmakta olduğu her saat Türkiye için içeride ve dışarıda sıkıntı yaratıyor. Batı ile ilişkilerimizi ciddi biçimde zedeliyor."    Genelkurmay başta olmak üzere pek çok kurum ve kuruluşun Bagheri'yi istenmeyen adam ilân ettiği esnalarda Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel  de Refah-Yol için aynı kanaate benzer bir kanaatle tepkisini ortaya koyuyordu. Demirel, Erbakan'ın Taksim'e cami, karayoluyla Hac yolculuğu ve kurban derilerinin toplanma usulüyle ilgili kararlarına, "bunların gündeme gelmesi gerginliğe yol açmıştır. Ben bu konuda tarafım" diyerek laiklik için yemin ettiğine dikkat çekiyordu.     Genelkurmay eski Başkanı, DYP Kilis Milletvekili Doğan Güreş, Asker'in aklın yolunda olduğuna işaretle "böyle sıkıntılı bir ortamda darbe yapsın. RP'nin yaptıkları orduyu da rahatsız ediyor, ama asker demokrasiye açıktır. Sincan'da yürüyen tanklar sebebtir. Oranın havasını almak gerekiyordu. Ama bunu espiri olarak söylüyorum" diyordu.

   REFAH DARBESİ TEHLİKESİ VAR 

   DSP Lideri Bülent Ecevit de "Türkiye askeri darbe ile değil, Refah darbesi ile karşı karşıya. Refah, darbe inadını sürdürürse, halkın gücüyle gelinir, ama Türkiye de büyük zarar görür. Halk, Meclis'ten Hükümet'in düşürülmesini bekliyor" derken Çiller de bir laiklik çıkışında bulunuyordu. 

   TÜRKİYE'Yİ DAR EDERİZ; DYP Gurubu'nda son gelişmelerle ilgili bir konuşma yapan Çiller, 'laiklik bizim siyasi teminatımız altındadır. Şayet gerçek bir tehlike söz konusu olursa, buna teşebbüs edenlere Türkiye'yi dar ederiz. İşte hepsi bu kadar' diyordu.    Başbakan yardımcısı Tansu Çiller darbe ile ilgili söylentilere sert tepki veriyor, 'hiç bir sorunun demokrasi dışında çözümü yoktur. Vardır diyenlerin demokrasinin kendisiyle bir sorunu olanlardır. Demokrasi mutabakatı sona ererse kıyamet kopar' şeklinde görüş bildiriyordu. 

   İRAN BÜYÜKELÇİSİ TERÖRDE BAŞROLÜ OYNUYOR

 Anap Lideri Mesut Yılmaz'a göre ise İran Büyükelçisi Muhamed Rıza Bagheri bir teröristti. Yılmaz, Sincan'daki gelişmelerle Türk Bayrağı'nın indirildiği Hadep kongresindeki yapılanları denk ve eşdeğerde buluyor ve de şöyle diyordu: "Türkiye'de dini terör tahrikçiliği yapan bir adama diplomat denmez. Dense dense terörist denir. Yapılması gereken bu densiz büyükelçiyi sınırdışı etmektir."    Aslında bu konuda söylenecek çok söz söylenmişti, ama ortaya konacak bir çok görüş, konmaya devam edecekti. Zamanı geldikçe söylenen ve ortaya konanları da, biz de zamanı geldikçe yazmaya devam edeceğiz.




 OLAYLAR  ÇİLLER'İ ERBAKAN'DAN SOĞUTMAYA YETİYOR

    Basının her zaman gündemine aldığı ve her fırsatta da Laik Cumhuriyet'e yönelik bulduğu Sincan Kudüs Olayları, her cepheden ve her kesim tarafından ele alınıyor, ele alındıkça da işin içine Refahyol Hükümeti, dolayısıyla Erbakan çekilerek istenilen mesafe katedilmeye çalışılıyordu. Ama bu türlü tavırlara karşı hem Çiller, hem de Erbakan anında tepki veya karşı cevabta bulunarak durumu izaha, daha doğrusu haklılık yönünde ortalığı yumuşatmaya çalışıyorlardı.    Böylece Çiller, ortağı Erbakan'ın partisinden olan Bekir Yıldız'ın da, ortağı Erbakan'ın da "Sincan, cami ve türban olayları"nı yapay buluyor, bunların hükümet meselesi olmadığını belirterek; "halkın iktidara getirdiği bir partiye 'çekil' demek yanlıştır. RP sistemin içindeki bir partidir. Demokrasi karşıtı hareketlerden kaçınmalıyız" diyor, sözü geçmişte DP ve AP'ye karşı da yapılanları demokrasi dışı bulduklarını ve bu türden olayarın partilerini güçlendirdiğini ifade ediyordu.    Gerçekten de 2004 yerel seçimlerine, ondan daha öncesine, 2002 genel seçimlerine bakıldığında RP'nin devamı Fazilet'ten koparak Adalet ve Kalkınma açılımlı AK Parti'yi kuranlarla ortaya konulan tercih ve milli teveccüh, DYP ile geçmişin partileri DP ve AP'yi andırıyordu. "Tanklar artarsa AB hâyâl"  diyen Çiller, "Sincan'daki tanklar ülkede daha çok geçmeye başlarsa Avrupa Birliği hâyâl olur" yorumu yapmakla, DYP camiası GİK toplantısından müsbet karar çıkartıyor ve hükümete RP ile devam kararına imza atıyordu. 



    Bu arada RPliler'in Sincan Belediye Başkanı Bekir Yıldız'ı suçsuz bulması, bazı çevrelerce şok olarak görülüyor ve "Sincan'da tankların dolaşmasına yol açan kriz tüm sıcaklığıyla yaşanırken, DYP'ye (güya) şok gelecek kararla RPli vekillerin Yıldız'ı suçsuz bulduğu gibi, RPli vekillerden Yasin Hatipoğlu ile Lütfi Esengün'ün İran Elçisi'nin tertiplediği iftar yemeğine katılması, '2. Şok' olarak basının gündeminde yer alıyordu. Hemen bu arada bazen hayvan, bazen de İt yapılan Recep Görmez'in, arada bir soyadı Gülmez'e terfi ettirilen 'Recebim'in lâkabı bu defa, 'Kara Yumruk'a çıkartılıyor, 'Kara Yumruğa kelepçe..

'' SALDIRGAN YAKALANDI! " haberi veriliyordu; " Sincan'da İnter Star Muhabiri Işın Gürel'e saldıran Recep Görmez, iki günlük takipten sonra (6 Şubat'ta) Sincan'da yakalandı. Görmez Emniyet Müdürlüğü'nde gazetecilere, 'Yahudi Uşakları!' diye bağırdı. Saldırgan, gazeteci Gürel'i dövmesi konusunda, 'hakettiği için vurdum. Pişman değilim' dedi. Bu arada saldırganın İstanbul'da askerlik yaparken de komutanını öldürmeye teşebbüs ettiği için hapis yattığı açıklandı."   Ve nihayet Büyükelçi Bagheri için de istenmeyen adam ilânı ile Tahran yolu görünüyor. O günün basınında yer alan bu haberin satır aralarında şu cümle de var: "Erbakan, Büyükelçi Bagheri'nin istenmeyen adam ilân edilmesine razı olmadı."   Ama Bagheri artık ülkede resmen 'İstenmeyen Adam' durumundaydı ve İran'a dönmesi kaçınılmazdı..

  SESLERİ KESMEYE ÇALIŞIRSANIZ VAHŞET GÖRÜRSÜNÜZ Üst satırlarda DP ve AP ile DYP arasındaki mazi ilişkilerinden hareketle, geçmişin Refah Partisi'nin; Fazilet ve de "Değişen Gömlek" olsa da AKP ile misyon ve kader bağını ifadelendirmiştik. İşte o kader birliğinin zincirindeki halkalardan sadece birini teşkil eden, zamanın İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Recep Tayyip Erdoğan, belki de, 2002 yılında kendi kuracağı partinin genel başkanı sıfatıyla iktidara gelip başbakan olacağının farkına varmadan, hissetmeden bir RPli olarak şöyle sesleniyordu:




 SESLERİ KESMEYE ÇALIŞIRSANIZ VAHŞET GÖRÜRSÜNÜZ;

    İstanbul Büyükşehir Belediyesi'nin eğitim yardımında bulunduğu doktora öğrencileriyle tanışma yemeğine katılan Recep Tayyip Erdoğan, yaptığı konuşmada; "bu ülkede sessiz yığınlar var. Eğer sesleri dayatma mantığıyla kesmeye veya kısmaya çalışırsanız, kusura bakmayın, dünyada ve yabancı ülkelerde gördüğünüz vahşetleri Türkiye'de de görürsünüz" diyordu.    25 Şubat günü bu şekilde konuşan Erdoğan, bir gün sonra da katıldığı bir törende, "vahşet olabilir demedim, böyle bir mantık vahşeti görür, dedim" diyerek kendini savunmaya çalışıyordu.    Orduyu mu kastediyorsunuz? diye soran bir gazeteciye, Erdoğan'ın cevabı ise şöyle oluyordu: "Hangi düşünceden olursa olsun, hangi inançtan olursa olsun, kimin sesi kısılıyorsa aynıdır. Ben bir ilke konuştum. Belli bir gurubun sesini ifade etmedim!."    Orduya matuf bir cevab alınamayınca soru yön değiştiriyordu; " Cezayir'i mi kastediyorsunuz? " Erdoğan'ın buna da cevabı; " Irk ayrımından kaynaklanan iç savaşın yaşandığı Ruanda'yı kastediyorum " şeklinde oluyordu. Anadolu Ajansı bu konuşmayı 25 Şubat günü şöyle aktarıyordu:    " 27 Mart 1994 yerel seçimleri öncesi " Biz sessiz çoğunluğun sesi, Kimsesizlerin kimi olarak geleceğiz " demiştik. O şekilde geldik. Bu ülkede sesi kısılmak istenenler var. Eğer sesler dayatma mantığıyla kesilmeye çalışılırsa, bazı yabancı ülkelerde gördüğünüz vahşet Türkiye'de de görülebilir."  

HASAN CEMAL’DEN LAİKLİK DERSİ 

   Hasan Cemal.. 7 Şubat 1997 tarihli Sabah'ta -bir kereye mahsus ve biz okuyucuları bir ilkokul talebesi seviyesinde tutarak- laiklik dersini nasıl veriyor, bir bakalım:    "Laiklik, insanlık tarihinde büyük bedeller ödenerek gelinen bir aşamadır. Tarih içinde laikleşme süreci aynı zamanda özgürleşme sürecidir. Laiklik bir yerde demokrasinin de alt yapısıdır. Laikliği altından çektin mi, demokrasi de yıkılır gider."   



Hasan Cemal ile sohbeti olan CHP Lideri Deniz Baykal da O'na diyordu ki; "RP'nin vizyonu İslâmi bir cumhuriyettir" diyen Tayyip Erdoğan değil miydi? Benim referansım demokrasi değil, İslâm'dır, diyen Erbakan değil mi? Taksim'e cami derken, İstanbul'u ikinci defa fethetmekten söz eden Sincan Belediye Başkanı değil mi? Laiklere Şeriat şırıngası yapmaktan dem vuran (ya da Kayseri Belediye Başkanı değil miydi; kinleri nefretleri içinizde biriktirin. Bu kadar bekledik, biraz daha bekleyelim" diye İslâm için açıkca Şeriat çağrısı yapan) Hoca.. Şimdi bunlara sessiz mi kalacağız. Tepki gösterilmeyecek mi? Laiklik ve demokrasi konusundaki duyarlık ve tepkiler darbeye çağrı değildir. Laiklik olmasa demokrasi de olmaz. Laiklik ve demokrasiyi bir arada koruyacağız. Adam kalkmış, 'Şeriat şırıngası yapacağız' diyor. % 20 oyluk bir güç Türkiye'nin burnuna çengeli takmış, istediği yere götürecek mi bizi? Buna sessiz mi kalacağız? Tam tersine sessizlik Türkiye'yi daha kötü bir noktaya götürür. Sessiz kalırsak işte o zaman laiklikten de demokrasiden de oluruz."     Bu ve buna iç içe giren bir çok makalede, nice kişilerin hemen her konuşmasında işi döndürüp dolaştırıp Sincan'a ve Kudüs Gecesi'nin gidişatına bağladığını görüyoruz. Haaa.. bu arada o kişilerin sözlerinde üslûp, âdab ve edeb dışı sözler yok mu? Var.. Peki onlara bir diyeceği olan var mı? Yok.. Daha önce de not ettiğimiz gibi Recep Görmez'e İt ve Hayvan lâkabını takanların istediği Işın Gürel nezaketi, her iki yönden baktığınızda zıtlık göstermez mi? Yukarıdaki satırların arasında CHP Lideri Deniz Baykal'ın "Türkiye'nin burnuna çengeli takmış" ifadesinden ben bir 'Ayı Türkiye' anlarım. Ya siz ne anlıyorsunuz?     Netice şu; Bekir Yıldız'ın mizanseni Hamas ve Hizbullah Örgütü Liderleri ağırlıkta olan Kudüs Çadırı, Yani Kudüs camii, Kubbetü's Sahra modeli elbette sıkıntı verici. Ve vurucu Receb'in davranışı da hoş karşılanıcı cinsten değil. İçki yasağı, Laik Demokratik Cumhuriyet'in Tekel Tüzüğü açısından uygun yasak sayılmıyor. Hindi'yi, Domuz'a endeksli Noel'lere göre değil de, Yılbaşı Geceleri'ne maletseniz de, elin imiğini tutmaya senetli değilsiniz. Buraya kadar tedbir, irade, inisiyatifinizde zaafiyetiniz varsa, suçtan muafiyetiniz yok.. Suçlu addedileceksiniz.    Ama, size İt, size Hayvan, diyenlerle bir. Hattâ öfkeleri içinde Türkiye'nin burnuna çengel takmayı, konunun izahatına bağlayanlarla bir..

    Ama görülüyor ki, Refahlı camianın her yaptığını ve dediğini kuşkudan öte nazarla değerlendirirken, amiyane tâbir kullananlar için bu hâl, " bir tepki hâli " oluyor hep..




  TIPATIP AYNISI KAYSERİ ÜNİFORMASI

    Sincan'da gelişen ve adeta Türkiye'de Refah karşıtı siyasilerde infial meydana getiren Kudüs Gecesi'nin ardından on gün kadar bir zaman geçmiş..    Çadır, olay gecenin ardından da alelacele sökülmüş, ama Bekir Yıldız. iki günlük firarının (!) sonrası Emniyet'e teslim olmuş ve Hilton'a yerleştirilmiş. Bir süre, malûm medyanın kovaladığı esas firari Recep Görmez, itliğini ve hayvanlığını Hürriyet'e tercih etmiş ve yakalanmış. Konuşanlar sınırsız, yazanlar yasaksız yazmış-konuşmuşlar. Böylece sular durulmaya başladı, derken Hürriyet, 13 Şubat tarihli baskısında yine manşete " TIPITIP AYNISI " başlığını yerleştirerek Sincan'ı bu defa Kayseri Üniforması ile yan yana getiriyor.     Nedir o Kayseri Üniforması? O şöyledir;    "Refah kadrolarının ilham kaynağının Ortadoğu'da terör estiren (buyrun, bugün de İsrail'e bir şey uydurun!) Hamas ve Hizbullah Örgütleri olduğu ortaya çıktı." diye spot atıyor ve devam ediyoruz:    "Erbakan'ı Kayseri'de koruyan ve Refahlılar'ın 'bunlar üniforma değil' dedikleri özel kıyafetli gençler ile Hizbullah ve Hamas militanlarının üniformalarının birbirinin aynı olduğu anlaşıldı.

    TÖREN DE AYNI: 

Hizbullah militanları 7 Şubat'ta, Beyrut'ta düzenlenen Kudüs Günü'ne RPli gençlerin giydikleri benzeri üniformalarla katıldı ve Kudüs'teki Kubbetü's Sahra Camii'nin maketini taşıdı. Sincan'daki Kudüs toplantısı da aynı camiye benzetilerek kurulan bir çadırda yapılmıştı. 

   POSTERLER İRAN'A: 

   Anadolu Ajansı dün, Sincan'daki Kudüs Gecesi'nde asılan Hizbullah ve Hamas Liderleri Musa Sadr ve Fethi Şakaki'nin posterlerinin daha sonra İran Büyükelçiliği'ne teslim edildiğini duyurdu."    'Kayseri'de Üniforma' ile 'Sincan'da Çadır Cami' üst yazısının altına yerleştirilen iki resimden Kayseri'ye ait olanında üniformalı, yani Kudüs Günü'nde Beyrut'taki Hamaslılar'ın giydiği üniformaya benzer üniformalı gençler var. Sincan'a ait olanın da ise Kudüs Çadırı ve alt yazıda da şu not: "Erbakan'ı Kayseri'de koruyan RPli gençler, Hamas militanlarının üniformalarının aynısını giymişlerdi. Sincan'daki Kudüs töreni de Beyrut'taki törenin aynıydı."    Bu konudaki en ince detaya dayanan yoğun araştırma çabalarına baktığınızda, basının amaç üstü bir tempo içinde olduğu ve Fi tarihinden bu yana en nadide haber hazinesini bulduğu hususu karşımıza çıkıyor.    Tarih, acaba, böyle bir hazine zeminini bir daha basının karşısına çıkarır mı dersiniz? 



 YILDIZ: BENİ KURBAN SEÇTİLER:!" DE.. KİMLER?

  28 Şubat'a bir kaç gün var.. Yani Şubat Ayı'nın son haftasının Pazartesi'si, Salı'sı. 'Rejime ve laikliğe yönelik tehditler'in ele alınacağı MGK'nın 28 Şubat toplantısına bir kaç gün kala..    Nedense, önce "mum söndü oynuyorlar!" deyip, sonra da, "ben mum söndü oynuyorları, o anlamda söylemedim. Sözlerim çarpıtıldı. Böyle bir polemik nedeniyle samimi Alevi vatandaşlarımızdan bazıları üzülmüş olabilir. O Alevi vatandaşlarımızdan elbette özür diliyorum" şeklinde konuyu yumuşatmaya çalışan Adalet bakanı Şevket Kazan'ın, Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel'e şikâyet edildiği..    DYP Lideri, Hükümet ortağı Tansu Çiller'in, "hiç kimse dini tekelinde görmesin. Camiyle fetih olmaz" diyerek, ortağı Erbakan'a demokrasi uyarısında bulunduğu..     Başbakan Erbakan'ın "laikliği ve demokrasiyi asıl savunan biziz. Oturun oturduğunuz yerde. Rahat size batmasın. Laiklik davranış biçimidir. Bunun için dinin yerine laiklik konulamaz. Dini kaldırıp yerine laikliği koymaya kalkarsan, elinde firen pedalı olan bir kazazededen farkın kalmaz" sözleriyle, cami projesine karşı çıkanları, "sen kimsin? % 3. Karışamazsın. Buna gücün yetmez, dış güçlere alet ve yem olursun" diyerek azarladığı..     RP Genel Başkan Yardımcısı, İstanbul Milletvekili Aydın Menderes'in, "umuyorum ki, 28 Şubat zihinlerde, 'bunlar eridi mi, erimedi mi?' sorularına mahal kalmayacak şekilde sonuçlansın. Türkiye de her sabah 'müdahale olur mu, olmaz mı?' diye Papatya falları açılan bir ülke kalamaz. Şimdi top hükümetin ayağında. Yoksa parlamentodadır. Milli Mücadele'yi gerçekleştiren TBMM'nin böyle bir meseleyi çözemez damgasıyla damgalanmasını kabul edemem" diyerek bir kaç gün sonra alınacak 28 Şubat Kararları'nı adeta o günden 'görür/görmez' intibaını verdiği..    Özetle, artık Türkiye'nin yeni bir döneme, yeni bir başlangıca ayak basmaya doğru yöneldiği ve yöneltildiği bir zamanda, Bekir Yıldız için enteresan bir ifadeyle karşılaşıyoruz:




     BEKİR YILDIZ İLÂHLARA KURBAN SEÇİLDİ

    Refah Partisi Genel Başkan Yardımcısı Rıza Ulucak yaptığı bir açıklama ile şöyle diyor: "Ruhlar kurban istedi. Başarılı bir belediye başkanını kurban ettiler. Bana göre Öküz'ün altında Buzağı aradılar. Kudüs Gecesi ilk değil, geçen yıl da yapılmıştı. Eğer konuşmalar ölçü alınıyorsa geçen yıl daha ağır konuşmalar olmuş, ama, o zaman kimse başkanın üstüne gitmedi. Demek ki sorun Kudüs Gecesi değil, RP'nin iktidarda olması. Anlaşılan, etkili bazı karanlık güçler hâlâ Refah Partisi'nin iktidarını hazmedememişler."    Kurban seçilme konusunda, aradan tam 2994 gün geçtikten sonra, 19 Nisan 2005 tarihinde, Bekir Yıldız'ın Sincan Yerel  Gazeteleri'nden Öze Çağrı'ya verdiği demeçte aynı ifadeyi kullandığını görüyoruz. Yıldız diyordu ki; "daha önceki sünnet şöleninde, sünnet organizasyonunda yer alan iki doktor, 'Kudüs Gecesi'nde çadırı biz kuralım' dediler. Ve çadırı yaptılar. Biz de böyle bir komploya geldik. Burdan benim çıkardığım şu; "BENİ KURBAN SEÇTİLER!"    İşte esasen bu cümlenin açılması lâzım. O iki meçhul doktor, provake plânı, Yıldız'ın zeki ve ileri görüşlü biri olmasına rağmen nasıl böyle bir zaafa düşüşü sorulmalı, tahlil edilmeli ve cevabı alınmalı.. idi.  




   DEMİREL'DEN ERBAKAN'A MEKTUP

   Sanayi ve Ticaret Bakanı Yalım Erez, "İslâmi devlet isteyen kişinin aklından zoru vardır. O'nun yeri siyaset falan değil, O'nun yeri akıl hastanesidir. Ben, Cumhurbaşkanı kadar, vaktimi ayırıp bunlara cevap vermem" falan dese de, o günlerde Süleyman Demirel'in muhatap almaya mecbur olduğu Başbakan Necmettin Erbakan'a yazdığı bir mektup vardı. İşte o mektup:    "Türkiye Cumhuriyeti Devleti Anayasa'nın 2. Maddesi'nde Cumhuriyet'in nitelikleri 'Demokratik, Laik ve Sosyal bir Hukuk Devleti'dir' şeklinde belirlenmiştir. Anayasa'nın 4. Maddesi'nde ise bunların değişmeyeceği ve değiştirilmeyeceğinin teklif edilemeyeceği yazılıdır.    Anayasa'nın 120, 121 ve 122. Maddeleri devletin kurumları ile ilgili tedbirleri öngörmüştür. Cumhuriyet'in niteliklerine, devletin temel esasına yönelmiş tehdit ve tahrikler hem toplumda, hem de devletin kurumlarında huzursuzluk yaratmaktadır. Köktendinci cereyanlara karşı fevkalâde hassasiyetler vardır. Bunun neticesi olarak dikkatinizi çekiyorum. Laik düzeni korumak için kanunlar aynen uygulanmalıdır.    Anayasa'nın 124. Maddesi gereği devrim kararları uygulanmalıdır. Köktendinci cereyanlar devlet kurumlarına sokulmak istenmektedir. Bu cümleden olarak okullar, yerel yönetimler, üniversiteler, yargı organları ve silâhlı kuvvetler korunmalıdır.    

Süleyman Demirel/CUMHURBAŞKANI" 

    Bir süre basın ve yayın organlarında yer alan "Erbakan'a Mektup" meselesi Demirel tarafından önce tekzibe sebeb olsa da, çok geçmeden yazıldığı ortaya çıkmış ve Erbakan'ın uyarıldığı görülmüştü.'Sayın Necmettin Erbakan/Başbakan' başlığı ile yazılan mektubun imza sahibi Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel'e böyle bir mecburiyet yükleyen manevi hava, bir bakıma Sincan'dan 'taraf' esen bir Bekir Yıldız rüzgârının havası olarak telâffuz edilse yeridir. Zira, hemen her beyanatın bir yerinde ' Kudüs Gecesi ve Bekir Yıldız ' yer almıştır.




 MGK TOPLANIYOR.. 2. İSTENMEYEN ADAM GİDİYOR

   Uzunca bir süre.. ki bu süre, günler içinde kenetlenerek uzunluk kazanacak, o mektupların detayına ve tahliline kafa yormakla geçecektir. Bu arada Hükümet içinde de bir takım kaymalar ve hareketlenmeler görülecektir. Sonra.. sonrasında Milli Güvenlik Kurulu toplanacak ve 28 Şubat kararlarına imza koyacaktır.    Çok değişken ve mühim bir dönem başlatan, bir o kadar tartışılan ve 'haklı mı, haksız mı' tartışmalarına da yıllar sonra kapı aralayan 28 Şubat'ın icraatcıları o gün şu isimlerden teşekkül ediyordu: Genelkurmay Başkanı Orgeneral İsmail Hakkı Karadayı, Kara Kuvvetleri Komutanı Hikmet Köksal, Hava Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Ahmet Çörekçi, Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral Güven Erkaya ve Jandarma Genel Komutanı Orgeneral Teoman Koman.    Komutanların, Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel'in başkanlığında gerçekleştirilecek toplantıda öncelikli olarak; Adalet Bakanı Şevket Kazan'ın, DGM tarafından tutuklanan Sincan Belediye Başkanı Bekir Yıldız'ı cezaevinde ziyaret etmesini ve 'parti adına yapıldı' açıklaması yapılan ziyaretin, RP'nin bu yöndeki amacı olan kişilere psikolojik açıdan cesaret ve destek vermesini, Anayasa'ya aykırı olduğu halde Başbakan Erbakan'ın Başbakanlık Konutu'nda tarikat liderlerine yemek vermesini görüşecekleri biliniyordu. Bunların yanısıra ele alınacak konular arasında son dönemde açılan okul ve cami sayısının karşılaştırılması, toplumda organize edilmiş silâhlanma hareketlilikleri, daha ziyade artış gösteren pompalı tüfeğe sahip olma ve Kayseri'de Refah İl Örgütü (!), (İl Başkanlığı)'nın üniformalı güvenlik birimi oluşturması ile yeni bir ordulaşma psikolojisinin yayılması da yer alıyordu.   Derken, İran'ın Erzurum Başkonsolosu Said Zare de bir ay önce Sincan Kudüs Gecesi'nde konuşan Bagheri gibi 'TC'nin içişlerine müdahale' tavrı ile dikkati çekiyordu. Zare, Sincan'dan geçen tankların gerekçesi olarak Genelkurmay Başkan Yardımcısı Orgeneral Çevik Bir'in 'balans ayarı yaptık' açıklamasına tepki gösterince, 2. Persona Non Grata (istenmeyen 2. Adam) ilân ediliyor ve 48 saat içinde ülkeyi terketmesi emrediliyordu. Bu arada İran'dan Büyükelçilerimizi çekmemiz, İran'ın tavır, tutum ve açıklamaları, zaten iyiden iyiye ekşiyen meselelere tuz-biber ekiyordu. Elbette böylesine ağır ve başdöndürücü havada seyreden olayların akabinde, 28 Şubat'ta biraraya gelen MGK Erkânı'ndan hiç kimse tolerans ve müsamaha olan bir kararı bekleyemezdi..    Neticede de 28 Şubat kararları, RP'nin ortağı Refahyol'un da sonunu hazırlayan en etkin kararlardan oluyordu. Bana göre DYP Bitlis Milletvekili Doğan Güreş, darbeyi telâffuz edenlere; 'darbeyi konuşmak acizliktir' şeklinde mesajlar gönderse de ve darbe yapılmamış olsa da, 28 Şubat kararları bir darba yapılmış kadar etkisini gösteriyordu. Daha sonra darbe olmuşcasına devletin kurumları ve kuruluşlarında bir tesir görülmedi mi, görmedik mi dersiniz?    Görüldü ve çok gördük. Şimdi aklımıza-fikrimize 'Neden 28 Şubat?' diye bir soru gelse cevabımız nasıl olurdu? İşte bu, 'Neden 28 Şubat'ın cevabını en uzman ve olayların da içinde bulunan zamanın Mit Müsteşarı Bülent Orakoğlu'ndan dinleyelim. 

  Orakoğlu yayınlattığı 'DARBEYİ RAPOR ETTİM / DEŞİFRE' İSİMLİ KİTABININ 305 ve 308 sayfaları arasında Neden 28 Şubat'ı şöyle değerlendiriyor:




     "Türkiye, göreve başladığım tarihlerde ve sonrasında konjöktürel açıdan zor ve sıkıntılı bir dönemi yaşıyordu. Rejim bunalımı ve tehlikesi çeşitli medya ve ulusal basın tarafından devamlı olarak gündeme getiriliyor, Refahyol Hükümeti'nin milletvekillerinin laiklik karşıtı tüm faaliyetleri medya ve ulusal basın tarafından flaş haber olarak gündeme getiriliyordu. Tabiri caizse bir irtica paranoyası ve avı başlatılıyordu. Refahyol Hükümeti'nin Hazıran 1996 tarihinde fiilen göreve başlamasıyla birlikte Başbakan Erbakan'ın tarikat liderlerine Başbakanlık'ta verdiği yemek, Kudüs Gecesi, Sincan'dan tankların geçişi, Başbakan Erbakan'ın olaylı Libya gezisi, Fadime Şahin, Ali Kalkancı, Mercümek Olayı ve 8 Müslüman ülkeden oluşan D-8'lerin dışişleri bakanlarının ilk toplantısını Türkiye'nin öncülüğünde Türkiye'de yapmasının başta ABD, AB ülkeleri ve İsrail'de yarattığı rahatsızlıkla Türkiye'nin dış politikasında bu ülkelerin Ortadoğu, Balkanlar ve Kafkaslar'daki politikalarına ters düşebilecek faaliyetlerde bulunması muhtemel Refahyol Hükümeti'nin düşürülmesi, doğrudan bu ülkelerin hedefi haline gelebiliyordu. İçte ve dışta büyük bir kuşatma altına alınan Refahyol Hükümeti'nin yıkılması için medya ve ulusal basının eline bu hükümetle ilgili olarak 5-10 yıl öncesine kadar giden laiklik karşıtı belgeler ulaşıyor ve sürmanşet haber olarak bu bilgiler veriliyordu. O dönemin medya ve ulusal basınında yer alan bu haberlere kısaca bir göz atalım: -Ordu, Sincan'daki olaylara değişik bir tepki gösterdi. Tatbikat gerekçesiyle dün sabah Sincan'dan 20 tank 15 kariyer geçti. Geçen Cuma günü düzenlenen Kudüs Gecesi'nde Belediye Başkanı Bekir Yıldız ile onur konuğu İran Büyükelçisi Bagheri'nin 'Şeriat Çağrısı' yaptığı, daha sonra da Refahlı militanların gazetecileri dövdüğü Sincan Meydanı'na dün sabah 08.55'te tanklar geldi. 

-ÜRPERTEN YEMİN: 

İrticai örgütlerce açılan Kur'an kurslarında öğrencilere laiklik ve Atatürk düşmanlığı aşılayan bir yemin ettiriliyor. Genelkurmay İstihbarat Dairesi tarafından hazırlanan ve Milli Güvenlik Kurulu toplantısında okunan raporda Diyanet İşleri Başkanlığı'nın gözetim ve denetimi dışında kalan Kur'an kurslarıyla körpe beyinlerin laiklik ve rejim düşmanlığıyla şartlandırıldığı bildirildi. 

-İPLER GERİLİYOR BU NE REZALET: 

Refah; türban, Taksim ve Çankaya'ya cami ile kurban derisi konusunda ısrar ediyor. DYP'de tepki artıyor. Erbakan'a en yakın isimlerden Hasan Hüseyin Ceylan yaptığı açıklamada partisinin Merkez Karar Kurulu'nun bu konularda geri adım atmamaya karar verdiğini açıkladı. Refah Partisi Genel Başkan Yardımcısı Oğuzhan Asiltürk ise 'türban ve cami bugünün tartışması değildir. Kararlar daha önceden alınmıştır' dedi. 

-İRTİCA PKK'DAN TEHLİKELİ:

 Oramiral Erkaya; 'Aşırı dinci akımlar Türkiye'nin birinci sorunu haline geldi'  dedi. Erkaya şunları söyledi; 'Yıllardır devletin geleceği için birinci tehdit PKK terörüydü. Ancak güvenlik güçleri görevini yaptı ve PKK olayı kontrol altına alındı. Aşırı dinci akımlar ise bugün, PKK tehdidinden daha büyük bir tehlike haline geldi. Tehlike üç boyutludur; Laik Cumhuriyet'e, çoğulcu demokrasiye ve sosyal hukuk düzenine yönelik tehlike." 

-EN KRİTİK MGK:

 28 Şubat'taki MGK'da Genelkurmay Başkanı Orgeneral Karadayı'nın önemli bir konuşma yapması bekleniyor. Cumhurbaşkanı Demirel'in başkanlığında toplanacak MGK'da konuşacak olan Orgeneral İsmail Hakkı Karadayı, son dönemde Atatürk ilke ve inkilaplarıyla laikliğe karşı girişilen ' Sistemli Hareketler ' üzerinde duracak ve bu gelişmelerden  duyulan rahatsızlığı dile getirecek. 

PAŞALARA GÜVENCE:

 Erbakan, 28 Şubat'taki Milli Güvenlik Kurulu toplantısında partisinin rejime yönelik art niyeti olmadığını anlatacak. Genelkurmay Başkanı Orgeneral Karadayı gibi, Başbakan Erbakan da MGK toplantısına hazırlanıyor. Erbakan, son gelişmelerden kaygı duyan Cumhurbaşkanı'nın başkanlığında yapılacak toplantıda Ordu-Refah gerilimini azaltmaya çalışacak. 




-MERCÜMEK HAKKINDA ZİMMET SUÇLAMASI:

 Refah'ın kasası Süleyman Mercümek, Bosna için toplanan paraları 'zimmetine geçirmek' suçlamasıyla İstanbul 7. Ağır Ceza Mahkemesi'nde yargılanacak.

-YETKİM OLSA SEÇİME GÖTÜRÜRÜM: Cumhurbaşkanı Demirel son siyasi gelişmeleri Milliyet'e değerlendirdi: Rahatsızlık var: Demirel, Cumhuriyet'in temel niteliklerini değiştirmek için yola çıkacak hiç bir heyetin uzun ömürlü olamayacağına dikkat çekti. Askeri müdahalenin söz konusu olmadığını belirten Demirel, 'kim dini istismar edip, rejimin karakterini değiştirmeye kalkarsa başsavcı karşısına çıkar' dedi. Cumhurbaşkanı, demokrasinin bir 'fair-play' olduğunu, kartları açık ve dürüst oynamak gerektiğini vurguladı ve 'aksi takdirde Cumhuriyet'in canına okursunuz' diye konuştu. 'Ben tarafsızım, ama cumhuriyet konu olunca tarafım' diyen Demirel, varlığını cumhuriyete borçlu olan her kuruma seslendi: 'laik rejime sahib çıkın!' 

ÇEVİK PAŞA'YA RP'DEN DİVAN-I HARB TEHDİDİ:

 RP'nin asker kökenli milletvekili Sıddık Altay, Org. Çevik Bir'in, Sincan tankları için ABD'de; 'demokrasiye balans alyarı yaptık' demesine çok kızdı. 'Ben yetkili olsam o generali derhal emekli eder, Divan-ı Harb'te yargılar ve ordudan ihraç ederdim.' 

ÇEVİK PAŞA HÜKÜMETİ UYARDI:

 'Atatürk ilkeleri, laiklik konusunda kimseye taviz vermeyiz. Hükümetin de bu prensiplere tam olarak uymasını bekliyoruz.' Genelkurmay 2. Başkanı Çevik Bir, içeriği bu olan konuşmayı Washington'daki Türk Amerikan Konseyi'nin önceki geceki kapanış balosunda yaptı.'  SİNCAN'DA 4 ACZİMENDİ   Mit Müsteşarı Bülent Orakoğlu'nun DEŞİFRE ettiği Darbe Raporu'nda, Neden 28 Şubat? sorusunun altına yerleştirdiği irtica paranoyası içinde tarif ettiği olaylardan biri de Aczimendi Vak'ası'dır. Orakoğlu'nun Müslüm Gündüz dışında Fadime Şahin ve Ali Kalkancı ikilisinin adını vererek kısaca irticai faaliyette rol alanlara dikkat çektiği özet ifeadeleri hemen burada biraz uzatacak olursak, o günlerde ülkede bir Aczimendiciler Harekatı vardı. Bu harekatın en önemli manzaraları; elde Âsa, yüzde uzun ve sivri sakal, başta kendilerine has sarık, vücutta şalvar üstü beyaz gömlek ve siyah pardesü ve de bakışlarda keskinlik idi.





    Aczimendiciler, müridlik silsilesiyle, Müslüm Gündüz isimli Şeyhin de liderliğinde hızla çoğalma temayülü içindeydiler. İşte o sıralarda Mürid kazanma ve Rabıta'yı genişletme amacıyla Sincan Mareşal Çakmak'ta ikâmet eden Saffet Fıçıcı'ya da bir ziyaret yapılıyordu. Başta Ahmet Arslan olmak üzere Haydar Aksu ve Hasan Şafak'ın gerçekleştirdiği ziyaretten haberdar olan Sincan TEM Büro Ekipleri, Aczimendi Tarikatı'na mensup bu dört kişiyi Kılık-Kıyafet Yasası'na muhalefetleri dolayısıyla göz altına alıyordu.    Üstleri arandığında tarikata ait bir çok döküman bulunuyor ve bir süre önce cezaevine konulan Müslüm Gündüz'ün müridlerine yazdığı mektuplar ile yazışma adresleri ele geçiriliyordu. Sonra da 4 müridden sadece Ahmet Arslan tutuklanıyordu.    Bu olayın muhtevasına ve gerçekleşme zamanına baktığımızda tarihler 11 Şubat 1998'i gösteriyordu.

Bu ne demekti? 
Postmodern Darbe 28 Şubat 1997'de olmuştu. 

Ama, 11 Şubat 1998'de bile, hâlâ tankların gelip geçtiği Sincan'da, konuşulan Kudüs Geceleri'ne tuz-biber olucu böylesine enstantaneler de vukua gelebiliyordu.


http://bekiryalcinkaya.tr.gg/Sincan-Y&%23305%3Bld&%23305%3Bz-Kud.ue.s-%C7ad&%23305%3Br&%23305%3B%3D-28-&%23350%3Bubat-d--4.htm