Doç.Dr.Sait Yılmaz etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Doç.Dr.Sait Yılmaz etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

19 Kasım 2018 Pazartesi

BAŞKANLIK SİSTEMİ, ABD, TÜRKİYE’YE ÖRNEK OLABİLİR Mİ?

BAŞKANLIK SİSTEMİ; ABD, TÜRKİYE’YE ÖRNEK OLABİLİR Mİ? 

Doç.Dr.Sait Yılmaz* 
* İstanbul Aydın Üniversitesi Ulusal Güvenlik ve Strateji Araştırma Merkezi (USAM) Başkanı, saityilmaz@aydin.edu.tr 


“Tiranlık, demokrasiden bazı halk kesimlerine karşı düşmanlık almıştır ve onları açık ya da gizli yöntemlerle çökertir ve rakip olarak karşısına çıkabilecek ya da yönetimin işleyişini engelleyebilecek kimselerin özgürlüğünü engeller (hapise atar). Tiranlıkların kullandığı yöntemlerden ilki; öne çıkanları (sivrilenleri) kesmek ve bağımsız görüşleri olan adamlardan kurtulmaktır. Toplumsal, 
kültürel ya da benzeri amaçlarla insanların bir araya gelmelerine izin verilmez. Tiranların diğer bir yöntemi de halkı izlemek, ne yaptıkları gizlenemez hale getirmektir. Tiran, uyruklarının arasında söylenen her ve yapılan her şeyden haberli olmaya çalışır. Sürekli olarak yükümlülüklere boyun eğmek zorunda kalan halk, bağımsız düşünmemeye alışır.. Özetle tiran, uyruklarının bağımsız kafaları olmamasını, birbirilerine güvenmemelerini ve herhangi bir şeyi gerçekleştirecek güçte olmamalarını ister… Tiranlığa karşı girişilen saldırıların başlıca iki nedeni; nefret ve aşağılanmadır. Maddi kuvvetle birleşmiş doğal cesaret, insana her şeyi göze aldırır. Yöneticiler halkı ezerlerse ya da halk bölünürse her zaman devrim çıkması olasılığı vardır1.” 

 Giriş 

Türkiye’de son yıllarda yoğunlaşan ‘başkanlık’, ‘yarı-başkanlık’ sistemi gibi hükümet sistemi arayışları, 1960’lı yıllardan beri zaman zaman siyasal gündemi 
meşgul etmektedir. Başkanlık sistemi tartışmaları, ilk defa ve ciddi bir biçimde Turgut Özal’ın Cumhurbaşkanlığı döneminde kamuoyunun gündemine girdi. Başbakanlığı döneminde sıklıkla Cumhurbaşkanı’nın yetkilerinin fazlalığından şikâyet eden Özal, kendisi Cumhurbaşkanı olduktan sonra bu düşünceleri değişti2. Özal’dan sonra başkanlık sistemi tekrar Süleyman Demirel tarafından gündeme getirilse de pek fazla yankı bulmadı. Uzunca bir aradan sonra, başkanlık sistemi tartışmaları AKP iktidarı döneminde Başbakan Erdoğan tarafından önce 21 Nisan 2003 tarihinde ve müteakiben geçtiğimiz günlerde tekrar siyasi gündeme taşındı. Başkanlık sisteminin Türkiye’de istikrarsızlığa çözüm olacağını savunanların başkanlık sisteminden ne anladıkları, ne tür bir model önerdikleri açık değildir. Bunun nedeni, başkanlık sistemi isteği yapan liderler bugüne kadar bir sistem ihtiyacından çıkan çok kişisel isteği ile öneriye yaklaşmışlardır. Amerikan sistemine işaret edilmesi dışında bir detay ile 
karşılaşmıyoruz. Temel çıkış noktaları mevcut parlamenter sistemin yürütme organının elini güçsüzleştirdiği savıdır. Bu makalede, tarihsel tartışmalara ve ABD sistemine bakarak Türkiye’de başkanlık sisteminin uygulanabilirliğini tartışacağız. 

 Örnek Alınan ABD Sistemi; Anayasal Plutokrasi 

Amerika iddia edildiği ya da sanıldığı gibi ‘demokrasi’ değil, seçimle işbaşına gelen temsilcilerin çıkardığı yasalar çerçevesinde hukukun üstünlüğüne dayalı 
‘anayasal bir cumhuriyet’tir. Ne Bağımsızlık Bildirgesi, ne de ABD anayasası, demokrasiden iyi bir şey olarak bahseder. Bununla beraber Amerika’da yaşayan 
herkes bunun demokrasi olduğunu söyler. Thomas Jefferson’a göre3; “Demokrasi halkın yüzde 51’inin diğer yüzde 49’unun haklarını ele geçirdiği ve bir güruhu yönetmekten başka bir şey değildi.” Anayasayı yazanlar bu nedenle anti-demokratik mekanizmalar getirmişlerdi. Bunlardan en çok eleştirileni ise seçim sistemidir. 

Getirilen sistem (temsilci demokrasi) zengin bir sınıfı öncelikle ve en iyi bir şekilde temsil eden bir düzen doğurdu yani plutokrasiye yol açtı. Amerikan sistemindeki problemin temelinde para, güç ve etki döngüsü yatmaktadır. Noam Chomsky, "1787'de ABD Anayasa Konferansı'nda James Madison'ın vurguladığı şekilde ABD, zengin azınlığı çoğunluktan korumak ilkesi üzerine kurulmuştur” demektedir4. Kurucular, monarşiden kaçınmak için birbirini dengeleyen üç ayrı yönetim alanı yarattılar; yasama, yargı ve yürütme. 

Amerikan rejimi bir demokrasi değil hegemonyayı elinde tutan zenginler tarafından yönetilen, onlara hizmet eden ve nesilden nesile geçen bir tür 
‘plutokrasi’dir. Ülkedeki değişimler güç, zenginlik ve imtiyaz peşinde koşan plutokratlar tarafından belirlenmektedir. İki büyük parti özellikle ikincil konularda farklı görüşlere sahip gibi gözüküyor olsa da ikisinin de mevcut plutokrasiyi değiştirmeye niyeti yoktur. Seçim sonuçları her zaman adaletsiz bir toplum düzeni, ekonomik olarak iyi kesimin yükün çoğunu taşıyan alttaki kesim tarafından sürekli olarak sübvanse edildiği kısır değişmez bir yazgı yaratmakta dır. Amerikan seçimlerinde ancak iki büyük partinin birinden aday olduğunuz takdirde seçilme şansınız yüksektir ve bu adaylık için büyük bir para gücüne ihtiyacınız vardır. Politikacıları satın almak için kullanılan para seçildikten sonra onları seçtirenlere vergi verenlerin cebinden geri döner. Her modern seçim kampanyası bu döngü ile biter. Kısaca, kim seçilirse seçilsin konuşan paradır. Amerikan medyasının %80’ini beş medya grubu kontrol etmektedir. Adayın ihtiyacı olan medya ve iletişim ağı zengin ve güçlü kesim tarafından kontrol edilir. Ulaştırma, insan kaynağı, yerel bürolar, medya reklâmcılığı ve profesyonel danışmanlar ulusal kampanyaların parçasıdır. 

Temsilciler tüm nüfusu değil onlara en çok çalışan zenginleri öncelikle ve en iyi şekilde temsil eder. Hükümet ve yargı gerçek bir bağımsızlığa sahip değildir. Yargı mensuplarının atanması ABD Başkanı’na kendi ideolojisini uygulama imkânı tanımaktadır. Amerika’daki yönetici sınıf; silahlı kuvvetler ve diğer devlet güçleri üstünde tekel sahibi mutlak bir siyasi güce sahip bir gücün diktatörlüğü dür.5. 

Amerika’da dünyanın herhangi bir ülkesinden çok daha fazla siyasi mahkûm vardır. Hapishaneler gelişen bir endüstridir ve özel şirketler evlerden daha fazla toplama kampı inşa etmektedir. Özetle, Amerika’da demokrasi sadece bir masaldır ve gerçekten demokratik olarak adlandırılabilecek tek bir kurum dahi yoktur. Amerika’da çoğunluğun fikri ne olursa olsun elit tabaka bildiğini okur, gerekirse medyayı kendi görüşlerini yayacak propaganda için kullanır. Bu aslında Amerika’nın ülke dışındaki müdahaleleri için gerekçe olarak kullandığı tiranlık düzenidir. Bu tiranlık da tüm imparatorluk gibi yayılmacı amaçlar için vardır. Amerikan anayasası ise bu imparatorluğun vicdanı değil vasıtasıdır. 

Parlamenter Sistem ve Başkanlık Sistemi 

Devlet yönetimi sistemleri başlıca; parlamenter sistem, başkanlık sistemi ve meclis hükümeti sistemi olmak üzere üçe ayrılmakla birlikte biz ilk ikisi üzerinde 
duracağız. Parlâmenter sistemlerde devlet başkanları tarafsız ve genellikle partiler üstü bir konumdadır; devlet ve milletin bütünlüğünü temsil ederler. Böyle tarafsız bir devlet başkanının siyasal mücadeleyi ılımlılaştırıcı bir rolü vardır. Devlet başkanı, çatışan taraflar (parlamento-hükümet) arasında arabulucu veya hakem rolü üstlenebilir. Parlâmenter sisteminin başlıca güçlü yanları şunlardır6; 

(1) Parlâmenter sistemde tıkanıklıkların çözüm yolu vardır, çünkü parlâmenter sistem esnektir. 
(2) Parlâmenter sistem kutuplaşmaya yol açmaz. 
(3) Parlâmenter sistemlerde devlet başkanının uzlaştırıcı bir etkisi vardır. 

Parlâmenter sistemin başlıca zayıf yanları şunlardır; 

(1) Parlâmenter sistem istikrarsız veya zayıf hükümetlere yol açar. 
(2) Parlâmenter sistem düşük nitelikli bir demokrasiye neden olur. Parlâmenter sistemin istikrarsız hükümetlere yol açmasının nedeni, koalisyon hükümetleri ve koalisyon hükümetlerinin nedeni de çok-partili sistemdir. Bir ülkede parlâmenter sistem iyi bir şekilde işlerken, bir başka ülkede kötü bir şekilde işleyebilmektedir. Dolayısıyla parlâmenter sistemin performansı, ülkeden ülkeye değişebilmektedir. 

 Temsili rejimin hükümet şekillerinden Başkanlık Hükümeti, yazılı anayasaların en eskisi olan 1787 tarihli Amerika Birleşik Devletleri anayasasının kabul ettiği bir hükümet şeklidir. Terim olarak, başkanlık sistemi, Amerikan iç harbinden önce, İngiliz gazetecilerin Amerikan hükümet rejimini belirtmek üzere kullandıkları bir ifadeden çıkmıştır. Kısaca, başkanlık rejimi, Amerikalıların kendi şartlarına göre oluşturdukları bir rejimdir. Bu rejimin temel özelliği, demokrasiyle kişisel iktidarı birleştirmesidir7. 

Kuvvetli bir icra organı yaratılmaya çalışılmıştır. Güçler ayrımına göre, yasama organı yasaları yapmakta, Başkan bu yasaları uygulamakta, Federal Anayasa Mahkemesi ise yasalara uygunluğu denetlemektedir. Kongre’ den geçen bir yasa Başkan tarafından veto edilebilirken, antlaşmalar ve üst düzey bürokratların atamaları Senato’nun onayını gerektirmektedir. Kongre’nin ve Başkanın birçok eylemi Anayasa Mahkemesi’nin mütalâasına tabidir8. İcra organını tek başına Başkan temsil eder. Başkan, modern diktatörlükleri imrendirecek kadar yüksek otorite ve manevi nüfuz sahibidir. 

Başkanın yüksek otoritesinin hukuki kaynağı olan Amerikan Anayasasına göre; Başkan, aynı zamanda başbakandır. Bakanlar, Başkanın sekreteri durumunda dırlar. Hükümetin politikasının istikametini çizmek tamamen Başkana aittir. Bunların kendi başlarına hiçbir teşebbüs ve karar yetkileri yoktur. Her biri 
Başkanın emrinde ve onun şahsına bağlıdır. Başkan, sekreterleri hiç bir kayda bağlı olmadan dilediği zaman azleder. Bakanların tayininde Anayasaya göre Senato’nun muvafakatini almak lazım ise de, uygulamada Senato, Başkanı serbest bırakmakta, şahsi politikasına yarayacak elemanları seçmesine bir engel çıkarmamaktadır. 

Bakanların Kongre’ye karşı siyasi sorumlulukları yoktur. Yani bunları Kongre düşüremez. Federal Devletin askeri kuvvetleri Başkanın emrindedir. Başkan, 
Amerikan ordusunun Başkomutanı’dır. Generalleri ve ordu komutanlarını dilediği gibi tayin ve azledebilir. Başkan, kendi başına savaş ilan edememekte ve bunun için Kongre’nin onayı gerekmektedir. Hükümet ve idare faaliyetlerine istikamet vermek bakımından Kongre’nin haiz olduğu en mühim kuvvet bütçeye olan hâkimiyetidir. Başkanın kanun teklif etme yetkisi olmadığı gibi, devlet bütçesini hazırlama yetkisi de yoktur. Mali konulardaki tüm yetkilerin Anayasa tarafından Kongre’ye bırakılmış olması, bu kurumun dış politika sürecindeki etkisinin artmasına yol açmıştır. 

 Başkanlık Sisteminin Fayda ve Mahzurları 

Başkanlık sisteminin birçok avantajı olduğu ileri sürülmektedir. Seçmenler için daha fazla seçme olanağı sağlar. (Meclis seçimleri için oy verdikleri parti ile başkanın partisi farklı olabilir.) Başkanın halk tarafından seçilmesi, seçim öncesinde seçmenlerin seçimden sonra hangi hükümetlerin kurulacağını bilerek oy vermesini kolaylaştırır ve seçilmişlerin hesap vermeye açık olmasını sağlar. Başkanlık rejiminde yasama meclisi üyeleri, hükümetin varlığının devamı kaygısı olmaksızın yasalar üzerinde bağımsız karar verebilirler. Başkan’ın görev süresinin sabit olması yürütmenin istikrarına katkıda bulunur. Başkanlık rejiminde halkın doğrudan seçtiği başkan ile toplumdaki çeşitli eğilimleri temsil eden yasama meclisi arasındaki güç dengesi etkin bir yönetim için olumlu bir zemin hazırlar. 

 Başkanlık sisteminde seçimler, ya hep ya da hiç biçiminde oynanan bir oyunu andırır. Başkanlık sisteminin zayıf yanlarının başında başkanların başarısız da olsa, süreleri doluncaya kadar görevde kalmaları gelmektedir. Başkanın önerdiği yasalara sürekli muhalif olan bir meclis, yasama sürecini kesintiye uğratır ve işleyişi engeller. Amerikan Anayasası; yasama, yürütme ve yargı iktidarlarını ayrı ayrı ellere verirken; yürütme iktidarının çok kişiye oranla tek kişi tarafından daha iyi idare edileceğini savunarak yürütme gücünü tek elde toplamıştır. Bu noktada güçlü bir yönetim yaratma kaygısı, gücü paylaştırarak dağıtma eğiliminin önüne geçmiş, aynı zamanda sistemin temel mantığını da sarsmıştır. Bu sistemde oyların çoğunluğunu kazanan kimse, yürütme organını belirli bir süre ele geçirir ve önemli, yüksek siyasal kararları tek başına alabilir. Böyle bir durum ise, muhalefetin kendisini güçsüzlük duygusuna kaptırmasına ve dolayısıyla rejime karşı güven beslememesine neden olmaktadır. Bu açıdan, başkanlık sisteminde iktidar-muhalefet ilişkilerin çok gerginleşeceği şüphesizdir. Yürütme ile yasamanın, ayrı ayrı siyasi partilerin eline geçmesi durumunda ise, yine siyasal uzlaşma (consensus) geleneği güçsüz, tersine siyasal uzlaşmazlık (disconsensus) eğilimi güçlü toplum yapımızda, siyasal mücadelelerin 
çok sert geçeceğinden ve rejim açısından tehlike doğuracağından endişe edilebilir. 

Başkanlık sisteminin önemli sakıncalarından biri de bu sistemin uzlaştırıcı, gerilimleri azaltıcı ya da yatıştırıcı bir gücünün bulunmamasıdır. Avrupa’daki 
parlamenter sistemlerde bu uzlaştırıcı güç ya kral ya da cumhurbaşkanıdır. Parlamenter sistemde cumhurbaşkanı, başbakanın istemi üzerine parlamentoyu fesih yetkisine sahiptir. Parti disiplininin olduğu ülkelerde başkanlık sistemi çalışmaz. Kıta Avrupa'sındaki tüm parti sistemlerinden farklı olarak, ABD partileri arasında ideolojik ayrılık yoktur. Tek bir liberal partinin içindeki eğilimler olarak nitelendirilebilir. Bu ülkede parlâmenterler parti grup kararlarına bağlı olmadıkları için, başkanlar ve kongre çoğunluğu farklı partilerden olsalar da yasama-yürütme arasında işbirliği sağlanabilmektedirler. Bu da iki güç arasında denge kurulmasını kolaylaştırmaktadır. 

Onun içindir ki, disiplinli partilere dayalı bir siyasi hayatta, ABD tipi Başkanlık rejiminin uygulanması genellikle askeri darbelere yol açmıştır. Bu nedenle, Başkanlık sisteminin ABD dışında sürekli bir uygulaması yoktur. Bu sistem, tamamen ABD gibi pek çok dengelerin bir arada bulunduğu federal yapılı bir devlette, üstelik ekonomik açıdan hayli güçlü liberal bir ülkede uygulanma zemini bulabilmektedir. Diğer ülkelerdeki başkanlık sistemi örneklerinin hepsi kesintiye uğramaktadır ve demokratik niteliklerden kopuktur. 

 Türkiye’de Başkanlık Sistemi Tartışmaları 

 Geçmişte yapılan tartışmalar esnasında öne çıkan öneriler; Cumhurbaşkanına parlâmentoyu fesih yetkisinin verilmesi, doğrudan genel oyla seçilmesi gibi daha ziyade yarı-başkanlık sistemine yaklaşan düzenlemeler ile buna ilave olarak yetkilerinin artırılması gibi başkanlık sistemine denk düşen kurumsal düzenlemeleri içermekte idi9. 1982 Anayasası, önceki anayasaya tepki olarak yasama-yürütme ilişkilerinde yürütmeyi güçlendiren, yürütme içinde de Cumhurbaşkanı'na önemli yetkiler veren düzenlemeler getirmiştir10. Yasama-yürütme ilişkileri parlâmenter rejim çerçevesinde kalmasına karşın, Cumhurbaşkanı'na, kriz yönetimi durumunda (olağanüstü hal) Hükümet Başkanlığı yetkileri vermiştir. Ancak, normal dönemler için bu yetkiler sınırlı tutulmuştur. Bu düzenlemenin potansiyel bir yetki çatışmasına zemin oluşturduğu Özal’ın Cumhurbaşkanlığı döneminde ortaya çıkmış ve ilk kez bir Cumhurbaşkanı başkanlık sistemine geçiş talebini gündeme getirmiştir. 

Özal, başkanlık sisteminin tartışılmasını isterken, uzlaşma geleneği zayıf olan Türkiye'de koalisyonların etkin olamadığını ve ülkeye zaman kaybettirdiğini 
belirtmiştir. Bunun yanında Türkiye'nin heterojen yapısına bu sistemin daha uygun olabileceğini, çünkü çoğunluğun seçtiği başkanın ülkenin bütünlüğünü temsil edeceğini ileri sürmüştür. 1982 Anayasası ile yasama, yürütme ve yargı alanına bu yetkiler (md.104) zaman zaman Cumhurbaşkanı ile Başbakan arasında gerilimlere yol açmış ve açmaktadır. Bakanların aynı zamanda milletvekili olmalarından kaynaklanan sorunlar da yönetimin etkinliğini azaltıcı rol oynamaktadır. Siyasal partiler devletin kontrol ettiği kaynakları kendi yandaşlarına kayırmacı bir biçimde dağıtarak oy desteği sağlamaya çalışmaktadırlar. Milletvekilliği ile bakanlık konumunun aynı kişide birleşmesi, yeniden seçilebilme kaygısıyla hareket eden bakanların zamanlarının önemli bir kısmını seçmenlerinin iş takipçiliğine ayırmalarına yol açmakta, bu da bakanlıkların yapması gereken uzun vadeli politikalar geliştirme işlevini ikinci plana itmektedir. 

 Başkanlık sistemini önerenlerin temel savı, yürütmenin güçlendirilmesidir. Çünkü siyasal istikrarsızlığın nedeni yürütmenin güçsüzlüğüdür. Hâlbuki bugün için durum tam tersidir. AKP iktidarı tek başına iktidara gelerek sadece yürütme üzerinde değil, yasama ve yargı üzerinde de önemli bir güç kazanmış, kuvvetler dengesi bozulmuştur. Cumhurbaşkanlığı makamının da bu parti adayı tarafından seçilmiş olması ve hükümetin uygulamaların sembolik birkaç karşı çıkış dışında tamamen destek vermesi ve hatta daha da ileri gitmesi, Türkiye’deki sorununun yürütme ile ilgili değil, kuvvetler dengesinin nasıl garanti alınacağı ile ilgili olması gerektiğini göstermektedir. 1961 Anayasası’nda 1971 yılında yapılan değişiklikler ve 1982 Anayasası gerek yürütmenin cumhurbaşkanlığı kanadını, gerekse yürütmenin elindeki idare aygıtını yeterli ölçüde güçlendirmiştir. Dolayısıyla sorun, zayıf yürütme sorunu değildir. Yasama, yürütme ve yargı organları arasındaki dengeyi çağdaş kurallar düzeyine çıkarma sorunudur. Mevcut sistem içinde yeterince güçlü olan yürütmenin karşısında en az kendisi kadar güçlü ve bağımsız bir yargıya ve parlâmentoya tahammül göstermesi, siyasallaşan kamu bürokrasisinin yerine uzman bürokrasinin yaratılması, atanmışlarla seçilmişlerin hâkimiyet alanlarının net olarak belirlenmesi istikrarsızlığı çözecek anahtarlardır. 

 Türkiye’de Parlâmenter Sistem 

 Ülkemizin sosyo-ekonomik, politik ve psikolojik koşulları açısından sakıncalı olabilecek başkanlık sistemi, her şeyden önce çoğulcu bir demokrasi ortamı içinde işleyeceğinden, seçilmek dileğiyle halkın önüne çıkan bir başka adayı da ister istemez belli bir siyasal akımın ya da partinin adayı olacaktır. En azından böyle bir başkan adayı da, seçim kampanyasına belli bir siyasal akımın ya da partinin desteği altında katılacaktır. Öyleyse, hem başkanlık sistemini, yeni devlet başkanının güçlü olması için doğrudan halkça seçilmesini istemek, hem de aynı devlet başkanının yansız ve partiler üstü kalmasını savunmak, sistemin mantığı ile bağdaşmaz. 

Demokraside vatandaşın görevi sadece oy vermek yani seçmek değildir. Türkiye’de demokratik kültür eksikliği vardır, vatandaş demokratik haklarının farkında değildir. 
Devlet, vatandaşa hizmet etmek için vardır ama sandıktan çıkan iktidar hükmetmek için gelmektedir. Hâlbuki ona verilen yetki seçim döneminde verdiği sözleri tutması içindir. Halk, devletin halkın hizmetkârı olduğunu, devletin kendi kontrolünde olduğunu anlayacak bir kültüre sahip olmalıdır. 

 Sadece silahlı kuvvetler değil yasama, yürütme ve yargı da halka açık olmalıdır. Örneğin Türkiye’de soruşturma aşaması dışında gizlilik olmaması 
gerekirken, yargı aşamasında da gizlilik uygulanmaktadır. Yargı ve yasamada devlet sırları hariç (gizli oturumlar gibi) gizlilik olmamalıdır. Demokrasinin diğer bir olmazsa olmazı; “hesap verilebilir” olmaktır. Devletin organları kontrol edilebilmeli, tıpkı diğer ülkelerde olduğu gibi devlete vergi ödeyen vatandaş harcanan her kuruşun hesabını sorabilmelidir. Demokrasinin özü, devletin bireyden değil, bireyin devletin acımasızlığından korunmasıdır. Bu da demokrasinin sürdürülebilirlik ya da meşruiyet ilkesi ile alakalıdır. Meşruiyet, sadece yasalara uygun olmak değil, evrensel değerlere de göre hareket etmektir. Çünkü yasalara göre yapılan pek çok şey (ifade özgürlüğünü kısıtlamak gibi) evrensel değerlere aykırı olabilir. Bu nedenle evrensel değerler ve insan hakları bakımından ülkenin hukuk tablosunun ortaya çıkarılması 
gereklidir. Bu eksiklerin tamamlanması için güvenlik sorunları nedeni ile belirli bir zaman ve psikolojik altyapının olgunlaşması gerekebilir. 

Bugün Türkiye’de demokratik parlâmenter düzen bütün kurumlarıyla mevcuttur. Türkiye’nin sistem sorunu da yoktur fakat acil çözüm bekleyen önemli sorunları vardır. Bir türlü çözümlenemeyen bu sorunlar genelde yapısal sorunlar olup, her biri ayrı bir reform konusu niteliğindedir. Türkiye’nin yeniden yapılanması, 
değişen çağa ayak uydurabilmesi için; Siyasi Partiler Kanunu, Medeni Kanun, Ceza Kanunu, Seçim Kanunu Mahalli İdareler Kanunu gibi temel kanunlardan, devlet kurum ve kuruluşlarını, ekonomik yapıyı düzenleyici kanunlara kadar her alanda yasal değişikliklere ihtiyacı vardır11. Türkiye’nin anayasa geleneği de başkanlık sistemine karşıdır. Milli mücadele döneminin meclis hükümeti sisteminden başlayarak günümüze değin süren anayasa düzenlemelerimiz, bu karşıtlığı açıkça ortaya koymaktadır. Türkiye için hem özgürlükçü ve çoğulcu demokrasiyi yaşatabilecek, hem de anayasal düzenlemeler bakımından tarihsel çizgiye ve sürece ters düşmeyecek bir siyasal sistem, ancak parlamenter sistem olabilir. 

 Başkanlık Sisteminin Türkiye İçin Uygulanabilirliği 

Ülkemizde başkanlık sistemini isteyenlerin dayandıkları dört temelden söz edebiliriz: 

(1) Siyasi istikrar isteği. 
(2) Hızlı gelişme için güçlü icra. 
(3) Tarihsel geçmişimizin başkanlık sistemine uygunluğu. 
(4) Başkanlık sisteminin diktatörlük ve askeri darbeye neden olmadığı. 

Son gerekçeyi savunanlar; ülkemizde başkanlık rejimi olmadığı halde üç kez askeri darbe olduğunu, darbelerin temelinde rejimin parlâmenter sistemde tıkanması ve sosyo-ekonomik nedenlerin bulunduğunu söylemektedir. 
Türkiye’de liderlerin kurumlardan daha önemli olduğu dikkate alınırsa, halkın oyundan çıkacak bir başkanın bürüneceği ilk kimlik megalomanlık olabilecektir. 
Seçilecek bir başkanın kendisini gereğinden fazla önemseyerek, odak noktası haline getirmesi kuvvetle muhtemeldir12. Başkanın partisinin parlamentoda çoğunluğa hâkim olması durumunda, başkan ile kabine üyeleri arasındaki aşırı bağımlılık ilişkisi, aşırı parti disiplininin varlığıyla birleştiğinde durum daha da vahimleşecektir. Sistemin kilitlenmesi durumunda, yürütme kendi gücünü korumak için elinde tuttuğu idare aracılığıyla etkili olmaya çalışacaktır. Bu olgu bir yandan yürütmeyi otoriter eğilimlere sevk edebileceği gibi, diğer yandan hızla siyasallaştırılan kamu bürokrasisinin partizan niteliğini pekiştirebilir, dikta rejimine yol açabilir. 

Başkanlık sistemiyle parlamenter sistem arasında en önemli ayrılık, yürütme yetkisinin kaynağında görülür. Başkanlık sisteminde yürütme yetkisi, halkça seçilen bir devlet başkanına; parlamenter sistemde ise, parlamentodan kaynaklanan ve ona karşı sorumlu olan bir hükümete aittir. Çağdaş anayasal demokrasilerin hepsinde egemenliğin ulusta olduğu kabul edilir. Onun için de, gücünü doğrudan doğruya halkın oylarından alan ve yönetimin üst noktasında bulunan bir kamu makamı sahibinin, yani Başkanın, güçsüz ve etkisiz olması düşünülemez. Başkanlık sisteminde başkanın bir partiye mensup olacağı ve genellikle de partinin lideri durumunda bulunacağından hareketle başkanın seçimi için gerekli olan yüksek çoğunlukların Türkiye’de iki büyük partiyi öne çıkaracağı, yasama temsilcilerinin seçiminde de dar bölge sistemi uygulandığı takdirde adayların kişiliği öne çıkacağı için Mecliste kalitenin yükseleceği iddia edilmektedir13. Ülkemizde de iki küçük partinin bile birleşemediği, “küçük olsun ama benim olsun” ilkesinin geçerli olduğu dikkate alındığında, iki partili sistemin oluşması sadece hayal gözükmektedir. 

 Silahlı Kuvvetlerin konumları ile yönetim sistemi arasında tam bir bağ kurmak mümkün değildir. Silahlı Kuvvetlerin sistem içindeki konumu devlet gelenekleriyle ve toplum yapılarıyla doğrudan ilintilidir. Türkiye’de bir sistem değişikliği olsa bile bunun Silahlı Kuvvetlerin sistem içindeki gerçek yerini değiştirmesi kolay değildir. Askerlik bir meslektir ama sivillik bir meslek değildir. Askerin demokratik kontrolü; devlet sırrı olabilecek konular dışında askeri konuların şeffaflaşmasını, askerlerin günlük hayatımızın bir parçası olmasını gerektirmektedir. Parlamento, devlet sırlarına saygı göstererek, askeri bilgileri açıp-saçmadan kontrolü sağlamalıdır. İktidar; askerler, istihbarat ve diğer güvenlik güçlerinin eşgüdümünü sağlamalıdır. Ordunun siyasetten arınması kadar, siyasetin de ordu, istihbarat ve yargının dışında kalması hatta kolluk 
güçlerini (polis vd.) kendi ideolojik aleti haline getirmemesi gereklidir. Askerlerin konumu ülkeden ülkeye değişen iç ve dış koşullar, tarihi değerler nedeni ile farklılık arz eder. Türkiye’de askerlerin ülke güvenliği ve rejimin korunması açısından özel bir yeri vardır. Bu konum zedelenmemelidir. 

 Sonuç 

 Bugün olduğu gibi, siyasal kültürümüzde uzlaşmacı değerlerin zayıflığı, hoşgörü eksikliği dikkate alınırsa, “kazananın her şeyi aldığı, kaybedenin her şeyi 
kaybettiği” seçimler, siyasetin rekabet alanı olmaktan çok savaş alanı olarak telakki edildiği bir ülkede, kutuplaşma ve çatışmaların olmasına yol açacaktır. Seçim sistemi özellikle önemlidir. Öyle bir sistem oluşturulmalıdır ki hem tüm kesimler temsil imkânı elde etsin, hem de meclis güçlü bir iktidar çıkarabilsin, koalisyon hükümetleri ya olmasın ya da olacaksa iki partiyi geçmesin. Türkiye’de seçmenlerin politikayı çoğu kez akıl yerine imajlarla algıladığı görülmektedir. Böyle bir ortamda sırf medyatik özellikleri ya da popülist söylemleriyle seçilmiş adayların geniş yetkilere kavuşması önemli rejim sorunları doğurabilir. Halbuki Türkiye’de parlâmenter sistem tıkanmamıştır. Sistemin reforma ihtiyacı vardır. Tıkanıklar parlâmenter sistemden kaynaklanmamaktadır. 

Başkanlık sistemi arayışları Türkiye'nin parlâmenter rejimle edindiği deneyimleri ve ödediği bedelleri yok saymaktadır. Başkanlık sistemi yasamanın 
sorunlarını çözememekte, sadece yürütmeyi güçlendirmektedir. Türkiye'nin temel sorunu ise yasamanın görevlerini tam anlamıyla yerine getirememesidir. Türkiye’de kurulacak yeni anayasa düzeni için, en başta değerlendirilmesi gereken tarihsel gözlem odur ki, Türk toplumu kendine yaraşır bulduğu bir siyasal yaşayış biçimi üzerinde tercihini belli etmiştir. Bu tercih, çeşitli kesintilere karşın, yaklaşık iki yüzyıldan beri hep aynı doğrultuda ilerlemek isteyen toplumumuz için, özgürlükçü ve çoğulcu demokrasidir. Demokrasi geleneğimiz başkanlık sistemini kaldıracak nitelikte değildir. Bu sistem demokratik gelişmesi ni henüz tamamlamamış ülkemizde yürütme ile yasamanın birbirine karışmasına ve böylece yürütmenin fiilen üstünlüğüne sebep olacaktır. Mustafa Kemal Atatürk’ün Cumhuriyeti, tek bir kişiye bağımlı "Başkanlık Sistemi" üzerine kurmaması anlamlıdır. 


KAYNAKÇA 

ARI, Tayyar: Lobiler, Alfa Yayınları, (İstanbul, 1997). 
ARISTOTELES: Politika, Remzi Kitabevi, Türkçesi: Mete Tunçay, 4. Basım, (İstanbul, 1993). 
BERK, Aaron: America is not a democracy and should never hope tobe one, (2008). 
http://mustangdaily.net/america-is-not-a-democracy-and-should-never-hope-to-be-one/ 
CHOMSKY, Noam: America is not a Democracy, By, America is not a democracy, 
nor was it intended to be. (June 16, 2007), 
http://www.trinicenter.com/articles/2007/160607.html 
GÖZLER, Kemal: Türkiye’de Hükümetlere Nasıl İstikrar ve Etkinlik Kazandırılabilir?, Türkiye Günlüğü, Sayı 62, Eylül-Ekim 2000. 
HUDSON, William E.: American Democracy in Peril: Eight Challenges to America's Future, CQ Press, (Washington, 2006). 
KUZU, Burhan: Türkiye İçin Başkanlık Sistemi, Fakülteler Matbaası,(İstanbul, 1997). 
ÖRGÜN, Faruk: Başkanlık Sistemi – Dar Gelen Gömlek, Bilge Yayınevi, (İstanbul, 1999). 
SERDAROĞLU, Rıfat: Türkiye’de Sistem Sorunu, Kanomat Matbaacılık, (Ankara, 2001). 
ŞIVGIN, Halil: Başkanlık Sistemi, Demokrasiyi Geliştirme Vakfı, (1997). 
TOSUN; Tanju: Başkanlık ve Yarı-Başkanlık Sistemleri, Alfa Yayınları, (İstanbul, 1999). 

DİPNOTLAR;

1 Aristoteles: Politika, Remzi Kitabevi, Türkçesi: Mete Tunçay, 4. Basım, (İstanbul, 1993), s.164. 
2 Tanju Tosun: Başkanlık ve Yarı-Başkanlık Sistemleri, Alfa Yayınları, (İstanbul,1999), s.2. 
3 Aaron Berk: America is not a democracy and should never hope tobe one, (2008). http://mustangdaily.net/america-is-not-a-
democracy-and-should-never-hope-to-be-one/ 
4 Noam, Chomsky: America is not a Democracy, By, America is not a democracy, nor was it intended to be. (June 16, 2007), 
http://www.trinicenter.com/articles/2007/160607.html 
5 William E. Hudson: American Democracy in Peril: Eight Challenges to America's Future, CQ Press, (Washington, 2006), p.23. 
6 Kemal Gözler: Türkiye’de Hükümetlere Nasıl İstikrar ve Etkinlik Kazandırılabilir?, Türkiye Günlüğü, Sayı 62, Eylül-Ekim 2000, s.25-47. 
7 Halil Şıvgın: Başkanlık Sistemi, Demokrasiyi Geliştirme Vakfı, (1997), s.18. 
8 Tayyar Arı: Lobiler, Alfa Yayınları, (İstanbul, 1997), s.19. 
9 Burhan Kuzu: Türkiye İçin Başkanlık Sistemi, Fakülteler Matbaası, (İstanbul, 1997), s.59. 
10 Faruk Örgün: Başkanlık Sistemi – Dar Gelen Gömlek, Bilge Yayınevi, (İstanbul, 1999), s.25. 
11 Rıfat Serdaroğlu: Türkiye’de Sistem Sorunu, Kanomat Matbaacılık, (Ankara, 2001),s.4. 
12 Tosun: a.g.e., (1999), s.123. 
13 Kuzu: a.g.e., (1997), s.73. 

***

10 Ekim 2018 Çarşamba

BAŞKANLIK SİSTEMİ; ABD, TÜRKİYE’YE ÖRNEK OLABİLİR Mİ?

BAŞKANLIK SİSTEMİ; ABD, TÜRKİYE’YE ÖRNEK OLABİLİR Mİ? 

Doç.Dr.Sait Yılmaz
saityilmaz@aydin.edu.tr 

* İstanbul Aydın Üniversitesi Ulusal Güvenlik ve Strateji Araştırma Merkezi (USAM) Başkanı, 


“Tiranlık, Demokrasiden bazı halk kesimlerine karşı düşmanlık almıştır ve onları açık ya da gizli yöntemlerle çökertir ve rakip olarak karşısına çıkabilecek ya da yönetimin işleyişini engelleyebilecek kimselerin özgürlüğünü engeller (hapise atar). Tiranlıkların kullandığı yöntemlerden ilki; öne çıkanları (sivrilenleri) kesmek ve bağımsız görüşleri olan adamlardan kurtulmaktır. Toplumsal, 
kültürel ya da benzeri amaçlarla insanların bir araya gelmelerine izin verilmez. Tiranların diğer bir yöntemi de halkı izlemek, ne yaptıkları gizlenemez hale getirmektir. Tiran, uyruklarının arasında söylenen her ve yapılan her şeyden haberli olmaya çalışır. Sürekli olarak yükümlülüklere boyun eğmek zorunda kalan halk, bağımsız düşünmemeye alışır.. Özetle tiran, uyruklarının bağımsız kafaları olmamasını, birbirilerine güvenmemelerini ve herhangi bir şeyi gerçekleştirecek güçte olmamalarını ister… Tiranlığa karşı girişilen saldırıların başlıca iki nedeni; nefret ve aşağılanmadır. Maddi kuvvetle 
birleşmiş doğal cesaret, insana her şeyi göze aldırır. Yöneticiler halkı ezerlerse ya da halk bölünürse her zaman devrim çıkması olasılığı vardır1.” 

Aristoteles 

 Giriş 

Türkiye’de son yıllarda yoğunlaşan ‘başkanlık’, ‘yarı-başkanlık’ sistemi gibi 
hükümet sistemi arayışları, 1960’lı yıllardan beri zaman zaman siyasal gündemi 
meşgul etmektedir. Başkanlık sistemi tartışmaları, ilk defa ve ciddi bir biçimde Turgut Özal’ın Cumhurbaşkanlığı döneminde kamuoyunun gündemine girdi. Başbakanlığı döneminde sıklıkla Cumhurbaşkanı’nın yetkilerinin fazlalığından şikâyet eden Özal, kendisi Cumhurbaşkanı olduktan sonra bu düşünceleri değişti2. Özal’dan sonra başkanlık sistemi tekrar Süleyman Demirel tarafından gündeme getirilse de pek fazla yankı bulmadı. Uzunca bir aradan sonra, başkanlık sistemi tartışmaları AKP iktidarı döneminde Başbakan Erdoğan tarafından önce 21 Nisan 2003 tarihinde ve müteakiben geçtiğimiz günlerde tekrar siyasi gündeme taşındı. Başkanlık sisteminin Türkiye’de istikrarsızlığa çözüm olacağını savunanların başkanlık sisteminden ne anladıkları, ne tür bir model önerdikleri açık değildir. Bunun nedeni, başkanlık sistemi isteği yapan liderler bugüne kadar bir sistem ihtiyacından çıkan çok kişisel isteği ile öneriye yaklaşmışlardır. Amerikan sistemine işaret edilmesi dışında bir detay ile 
karşılaşmıyoruz. Temel çıkış noktaları mevcut parlamenter sistemin yürütme 
organının elini güçsüzleştirdiği savıdır. Bu makalede, tarihsel tartışmalara ve ABD sistemine bakarak Türkiye’de başkanlık sisteminin uygulanabilirliğini tartışacağız. 

 Örnek Alınan ABD Sistemi; Anayasal Plutokrasi 

Amerika iddia edildiği ya da sanıldığı gibi ‘demokrasi’ değil, seçimle işbaşına 
gelen temsilcilerin çıkardığı yasalar çerçevesinde hukukun üstünlüğüne dayalı 
‘anayasal bir cumhuriyet’tir. Ne Bağımsızlık Bildirgesi, ne de ABD anayasası, 
demokrasiden iyi bir şey olarak bahseder. Bununla beraber Amerika’da yaşayan 
herkes bunun demokrasi olduğunu söyler. Thomas Jefferson’a göre3; “Demokrasi halkın yüzde 51’inin diğer yüzde 49’unun haklarını ele geçirdiği ve bir güruhu yönetmekten başka bir şey değildi.” Anayasayı yazanlar bu nedenle anti-demokratik mekanizmalar getirmişlerdi. Bunlardan en çok eleştirileni ise seçim sistemidir. 

Getirilen sistem (temsilci demokrasi) zengin bir sınıfı öncelikle ve en iyi bir şekilde temsil eden bir düzen doğurdu yani plutokrasiye yol açtı. Amerikan sistemindeki problemin temelinde para, güç ve etki döngüsü yatmaktadır. Noam Chomsky, "1787'de ABD Anayasa Konferansı'nda James Madison'ın vurguladığı şekilde ABD, zengin azınlığı çoğunluktan korumak ilkesi üzerine kurulmuştur” demektedir4. Kurucular, monarşiden kaçınmak için birbirini dengeleyen üç ayrı yönetim alanı yarattılar; yasama, yargı ve yürütme. 

  Amerikan rejimi bir demokrasi değil hegemonyayı elinde tutan zenginler 
tarafından yönetilen, onlara hizmet eden ve nesilden nesile geçen bir tür 
‘plutokrasi’dir. Ülkedeki değişimler güç, zenginlik ve imtiyaz peşinde koşan 
plutokratlar tarafından belirlenmektedir. İki büyük parti özellikle ikincil konularda farklı görüşlere sahip gibi gözüküyor olsa da ikisinin de mevcut plutokrasiyi değiştirmeye niyeti yoktur. Seçim sonuçları her zaman adaletsiz bir toplum düzeni, ekonomik olarak iyi kesimin yükün çoğunu taşıyan alttaki kesim tarafından sürekli olarak sübvanse edildiği kısır değişmez bir yazgı yaratmakta dır. Amerikan seçimlerinde ancak iki büyük partinin birinden aday olduğunuz takdirde seçilme şansınız yüksektir ve bu adaylık için büyük bir para gücüne ihtiyacınız vardır. Politikacıları satın almak için kullanılan para seçildikten sonra onları seçtirenlere vergi verenlerin cebinden geri döner. Her modern seçim kampanyası bu döngü ile biter. Kısaca, kim seçilirse seçilsin konuşan paradır. Amerikan medyasının %80’ini beş medya grubu kontrol etmektedir. Adayın ihtiyacı olan medya ve iletişim ağı zengin ve güçlü kesim tarafından kontrol edilir. Ulaştırma, insan kaynağı, yerel bürolar, medya reklâmcılığı ve profesyonel danışmanlar ulusal kampanyaların parçasıdır. 

Temsilciler tüm nüfusu değil onlara en çok çalışan zenginleri öncelikle ve en iyi 
şekilde temsil eder. Hükümet ve yargı gerçek bir bağımsızlığa sahip değildir. Yargı mensuplarının atanması ABD Başkanı’na kendi ideolojisini uygulama imkânı tanımaktadır. Amerika’daki yönetici sınıf; silahlı kuvvetler ve diğer devlet güçleri üstünde tekel sahibi mutlak bir siyasi güce sahip bir gücün diktatörlüğü dür5. 

Amerika’da dünyanın herhangi bir ülkesinden çok daha fazla siyasi mahkûm vardır. 
Hapishaneler gelişen bir endüstridir ve özel şirketler evlerden daha fazla toplama kampı inşa etmektedir. Özetle, Amerika’da demokrasi sadece bir masaldır ve gerçekten demokratik olarak adlandırılabilecek tek bir kurum dahi yoktur. Amerika’da çoğunluğun fikri ne olursa olsun elit tabaka bildiğini okur, gerekirse medyayı kendi görüşlerini yayacak propaganda için kullanır. Bu aslında Amerika’nın ülke dışındaki müdahaleleri için gerekçe olarak kullandığı tiranlık düzenidir. Bu tiranlık da tüm imparatorluk gibi yayılmacı amaçlar için vardır. Amerikan anayasası ise bu imparatorluğun vicdanı değil vasıtasıdır. 

Parlamenter Sistem ve Başkanlık Sistemi 

Devlet yönetimi sistemleri başlıca; parlamenter sistem, başkanlık sistemi ve 
meclis hükümeti sistemi olmak üzere üçe ayrılmakla birlikte biz ilk ikisi üzerinde 
duracağız. Parlâmenter sistemlerde devlet başkanları tarafsız ve genellikle partiler üstü bir konumdadır; devlet ve milletin bütünlüğünü temsil ederler. Böyle tarafsız bir devlet başkanının siyasal mücadeleyi ılımlılaştırıcı bir rolü vardır. Devlet başkanı, çatışan taraflar (parlamento-hükümet) arasında arabulucu veya hakem rolü üstlenebilir. Parlâmenter sisteminin başlıca güçlü yanları şunlardır6; 

(1) Parlâmenter sistemde tıkanıklıkların çözüm yolu vardır, çünkü parlâmenter sistem esnektir. 

(2) Parlâmenter sistem kutuplaşmaya yol açmaz. 

(3) Parlâmenter sistemlerde devlet başkanının uzlaştırıcı bir etkisi vardır. Parlâmenter sistemin başlıca zayıf yanları şunlardır; 

   (1) Parlâmenter sistem istikrarsız veya zayıf hükümetlere yol açar. 
   (2) Parlâmenter sistem düşük nitelikli bir demokrasiye neden olur. Parlâmenter sistemin istikrarsız hükümetlere yol açmasının nedeni, koalisyon hükümetleri ve koalisyon hükümetlerinin nedeni de çok-partili sistemdir. Bir ülkede parlâmenter sistem iyi bir şekilde işlerken, bir başka ülkede kötü bir şekilde  işleyebilmektedir. Dolayısıyla parlâmenter sistemin performansı, ülkeden ülkeye değişebilmektedir. 

 Temsili rejimin hükümet şekillerinden Başkanlık Hükümeti, yazılı anayasaların en eskisi olan 1787 tarihli Amerika Birleşik Devletleri anayasasının kabul ettiği bir hükümet şeklidir. Terim olarak, başkanlık sistemi, Amerikan iç harbinden önce, İngiliz gazetecilerin Amerikan hükümet rejimini belirtmek üzere kullandıkları bir ifadeden çıkmıştır. Kısaca, başkanlık rejimi, Amerikalıların kendi şartlarına göre oluşturdukları bir rejimdir. Bu rejimin temel özelliği, demokrasi ile kişisel iktidarı birleştirmesi dir 7. Kuvvetli bir icra organı yaratılmaya çalışılmıştır. Güçler ayrımına göre, yasama organı yasaları yapmakta, Başkan bu yasaları uygulamakta, Federal Anayasa Mahkemesi ise yasalara uygunluğu denetlemektedir. Kongre’ den geçen bir yasa Başkan tarafından veto edilebilirken, antlaşmalar ve üst düzey bürokratların atamaları Senato’nun onayını gerektirmektedir. Kongre’nin ve Başkanın birçok eylemi Anayasa 
Mahkemesi’nin mütalâasına tabidir8. İcra organını tek başına Başkan temsil eder. Başkan, modern diktatörlükleri imrendirecek kadar yüksek otorite ve manevi nüfuz sahibidir. 

Başkanın yüksek otoritesinin hukuki kaynağı olan Amerikan Anayasasına 
göre; Başkan, aynı zamanda başbakandır. Bakanlar, Başkanın sekreteri 
durumundadırlar. Hükümetin politikasının istikametini çizmek tamamen Başkana aittir. Bunların kendi başlarına hiçbir teşebbüs ve karar yetkileri yoktur. Her biri Başkanın emrinde ve onun şahsına bağlıdır. Başkan, sekreterleri hiç bir kayda bağlı olmadan dilediği zaman azleder. Bakanların tayininde Anayasaya göre Senato’nun muvafakatini almak lazım ise de, uygulamada Senato, Başkanı serbest bırakmakta, şahsi politikasına yarayacak elemanları seçmesine bir engel çıkarmamaktadır. Bakanların Kongre’ye karşı siyasi sorumlulukları yoktur. Yani bunları Kongre düşüremez. Federal Devletin askeri kuvvetleri Başkanın emrindedir. Başkan, Amerikan ordusunun Başkomutanı’dır. Generalleri ve ordu komutanlarını dilediği gibi tayin ve azledebilir. Başkan, kendi başına savaş ilan edememekte ve bunun için Kongre’nin onayı gerekmektedir. Hükümet ve idare faaliyetlerine istikamet vermek bakımından Kongre’nin haiz olduğu en mühim kuvvet bütçeye olan hâkimiyetidir. 

Başkanın kanun teklif etme yetkisi olmadığı gibi, devlet bütçesini hazırlama yetkisi de yoktur. Mali konulardaki tüm yetkilerin Anayasa tarafından Kongre’ye bırakılmış olması, bu kurumun dış politika sürecindeki etkisinin artmasına yol açmıştır. 

 Başkanlık Sisteminin Fayda ve Mahzurları 

Başkanlık sisteminin birçok avantajı olduğu ileri sürülmektedir. Seçmenler için 
daha fazla seçme olanağı sağlar. (Meclis seçimleri için oy verdikleri parti ile başkanın partisi farklı olabilir.) Başkanın halk tarafından seçilmesi, seçim öncesinde seçmenlerin seçimden sonra hangi hükümetlerin kurulacağını bilerek oy vermesini kolaylaştırır ve seçilmişlerin hesap vermeye açık olmasını sağlar. Başkanlık rejiminde yasama meclisi üyeleri, hükümetin varlığının devamı kaygısı olmaksızın yasalar üzerinde bağımsız karar verebilirler. Başkan’ın görev süresinin sabit olması yürütmenin istikrarına katkıda bulunur. Başkanlık rejiminde halkın doğrudan seçtiği başkan ile toplumdaki çeşitli eğilimleri temsil eden yasama meclisi arasındaki güç dengesi etkin bir yönetim için olumlu bir zemin hazırlar. 

 Başkanlık sisteminde seçimler, ya hep ya da hiç biçiminde oynanan bir oyunu 
andırır. Başkanlık sisteminin zayıf yanlarının başında başkanların başarısız da olsa, süreleri doluncaya kadar görevde kalmaları gelmektedir. Başkanın önerdiği yasalara sürekli muhalif olan bir meclis, yasama sürecini kesintiye uğratır ve işleyişi engeller. 

Amerikan Anayasası; yasama, yürütme ve yargı iktidarlarını ayrı ayrı ellere verirken; yürütme iktidarının çok kişiye oranla tek kişi tarafından daha iyi idare edileceğini savunarak yürütme gücünü tek elde toplamıştır. Bu noktada güçlü bir yönetim yaratma kaygısı, gücü paylaştırarak dağıtma eğiliminin önüne geçmiş, aynı zamanda sistemin temel mantığını da sarsmıştır. Bu sistemde oyların çoğunluğunu kazanan kimse, yürütme organını belirli bir süre ele geçirir ve önemli, yüksek siyasal kararları tek başına alabilir. Böyle bir durum ise, muhalefetin kendisini güçsüzlük duygusuna kaptırmasına ve dolayısıyla rejime karşı güven beslememesine neden olmaktadır. Bu açıdan, başkanlık sisteminde iktidar-muhalefet ilişkilerin çok gerginleşeceği şüphesizdir. Yürütme ile yasamanın, ayrı ayrı siyasi partilerin eline geçmesi durumunda ise, yine siyasal uzlaşma (consensus) geleneği güçsüz, tersine siyasal uzlaşmazlık (disconsensus) eğilimi güçlü toplum yapımızda, siyasal mücadelelerin çok sert geçeceğinden ve rejim açısından tehlike doğuracağından endişe edilebilir. 

Başkanlık sisteminin önemli sakıncalarından biri de bu sistemin uzlaştırıcı, 
gerilimleri azaltıcı ya da yatıştırıcı bir gücünün bulunmamasıdır. Avrupa’daki 
parlamenter sistemlerde bu uzlaştırıcı güç ya kral ya da cumhurbaşkanıdır. 
Parlamenter sistemde cumhurbaşkanı, başbakanın istemi üzerine parlamentoyu fesih yetkisine sahiptir. Parti disiplininin olduğu ülkelerde başkanlık sistemi çalışmaz. Kıta Avrupa'sındaki tüm parti sistemlerinden farklı olarak, ABD partileri arasında ideolojik ayrılık yoktur. Tek bir liberal partinin içindeki eğilimler olarak nitelendirilebilir. Bu ülkede parlâmenterler parti grup kararlarına bağlı olmadıkları için, başkanlar ve kongre çoğunluğu farklı partilerden olsalar da yasama-yürütme arasında işbirliği sağlanabilmektedirler. Bu da iki güç arasında denge kurulmasını kolaylaştırmaktadır. Onun içindir ki, disiplinli partilere dayalı bir siyasi hayatta, ABD tipi Başkanlık rejiminin uygulanması genellikle askeri darbelere yol açmıştır. Bu nedenle, Başkanlık sisteminin ABD dışında sürekli bir uygulaması yoktur. Bu sistem, tamamen ABD gibi pek çok dengelerin bir arada bulunduğu federal yapılı bir devlette, üstelik ekonomik açıdan hayli güçlü liberal bir ülkede uygulanma zemini bulabilmektedir. Diğer ülkelerdeki başkanlık sistemi örneklerinin hepsi kesintiye uğramaktadır ve demokratik niteliklerden kopuktur. 

 Türkiye’de Başkanlık Sistemi Tartışmaları 

 Geçmişte yapılan tartışmalar esnasında öne çıkan öneriler; Cumhurbaşkanına 
parlâmentoyu fesih yetkisinin verilmesi, doğrudan genel oyla seçilmesi gibi daha ziyade yarı-başkanlık sistemine yaklaşan düzenlemeler ile buna ilave olarak yetkilerinin artırılması gibi başkanlık sistemine denk düşen kurumsal düzenlemeleri içermekte idi9. 1982 Anayasası, önceki anayasaya tepki olarak yasama-yürütme ilişkilerinde yürütmeyi güçlendiren, yürütme içinde de Cumhurbaşkanı'na önemli yetkiler veren düzenlemeler getirmiştir10. Yasama-yürütme ilişkileri parlâmenter rejim çerçevesinde kalmasına karşın, Cumhurbaşkanı'na, kriz yönetimi durumunda (olağanüstü hal) Hükümet Başkanlığı yetkileri vermiştir. Ancak, normal dönemler için bu yetkiler sınırlı tutulmuştur. Bu düzenlemenin potansiyel bir yetki çatışmasına zemin oluşturduğu Özal’ın Cumhurbaşkanlığı döneminde ortaya çıkmış ve ilk kez bir 
Cumhurbaşkanı başkanlık sistemine geçiş talebini gündeme getirmiştir. 

Özal, başkanlık sisteminin tartışılmasını isterken, uzlaşma geleneği zayıf olan 
Türkiye'de koalisyonların etkin olamadığını ve ülkeye zaman kaybettirdiğini 
belirtmiştir. Bunun yanında Türkiye'nin heterojen yapısına bu sistemin daha uygun olabileceğini, çünkü çoğunluğun seçtiği başkanın ülkenin bütünlüğünü temsil edeceğini ileri sürmüştür. 1982 Anayasası ile yasama, yürütme ve yargı alanına bu yetkiler (md.104) zaman zaman Cumhurbaşkanı ile Başbakan arasında gerilimlere yol açmış ve açmaktadır. Bakanların aynı zamanda milletvekili olmalarından kaynaklanan sorunlar da yönetimin etkinliğini azaltıcı rol oynamaktadır. Siyasal partiler devletin kontrol ettiği kaynakları kendi yandaşlarına kayırmacı bir biçimde dağıtarak oy desteği sağlamaya çalışmaktadırlar. Milletvekilliği ile bakanlık konumunun aynı kişide birleşmesi, yeniden seçilebilme kaygısıyla hareket eden bakanların zamanlarının önemli bir kısmını seçmenlerinin iş takipçiliğine ayırmalarına yol açmakta, bu da bakanlıkların yapması gereken uzun vadeli politikalar geliştirme işlevini ikinci plana itmektedir. 

 Başkanlık sistemini önerenlerin temel savı, yürütmenin güçlendirilmesidir. 
Çünkü siyasal istikrarsızlığın nedeni yürütmenin güçsüzlüğüdür. Hâlbuki bugün için durum tam tersidir. AKP iktidarı tek başına iktidara gelerek sadece yürütme üzerinde değil, yasama ve yargı üzerinde de önemli bir güç kazanmış, kuvvetler dengesi bozulmuştur. Cumhurbaşkanlığı makamının da bu parti adayı tarafından seçilmiş olması ve hükümetin uygulamaların sembolik birkaç karşı çıkış dışında tamamen destek vermesi ve hatta daha da ileri gitmesi, Türkiye’deki sorununun yürütme ile ilgili değil, kuvvetler dengesinin nasıl garanti alınacağı ile ilgili olması gerektiğini göstermektedir. 1961 Anayasası’nda 1971 yılında yapılan değişiklikler ve 1982 Anayasası gerek yürütmenin cumhurbaşkanlığı kanadını, gerekse yürütmenin elindeki idare aygıtını yeterli ölçüde güçlendirmiştir. Dolayısıyla sorun, zayıf yürütme sorunu değildir. Yasama, yürütme ve yargı organları arasındaki dengeyi çağdaş kurallar düzeyine çıkarma sorunudur. Mevcut sistem içinde yeterince güçlü olan yürütmenin karşısında en az kendisi kadar güçlü ve bağımsız bir yargıya ve parlâmentoya tahammül göstermesi, siyasallaşan kamu bürokrasisinin yerine uzman bürokrasinin yaratılması, atanmışlarla seçilmişlerin hâkimiyet alanlarının net olarak belirlenmesi istikrarsızlığı çözecek anahtarlardır. 

 Türkiye’de Parlâmenter Sistem 

    Ülkemizin sosyo-ekonomik, politik ve psikolojik koşulları açısından sakıncalı 
olabilecek başkanlık sistemi, her şeyden önce çoğulcu bir demokrasi ortamı içinde işleyeceğinden, seçilmek dileğiyle halkın önüne çıkan bir başka adayı da ister istemez belli bir siyasal akımın ya da partinin adayı olacaktır. En azından böyle bir başkan adayı da, seçim kampanyasına belli bir siyasal akımın ya da partinin desteği altında katılacaktır. Öyleyse, hem başkanlık sistemini, yeni devlet başkanının güçlü olması için doğrudan halkça seçilmesini istemek, hem de aynı devlet başkanının yansız ve partiler üstü kalmasını savunmak, sistemin mantığı ile bağdaşmaz. 

   Demokraside vatandaşın görevi sadece oy vermek yani seçmek değildir. Türkiye’de demokratik kültür eksikliği vardır, vatandaş demokratik haklarının farkında değildir. Devlet, vatandaşa hizmet etmek için vardır ama sandıktan çıkan iktidar hükmetmek için gelmektedir. Hâlbuki ona verilen yetki seçim döneminde verdiği sözleri tutması içindir. Halk, devletin halkın hizmetkârı olduğunu, devletin kendi kontrolünde olduğunu anlayacak bir kültüre sahip olmalıdır. 

 Sadece silahlı kuvvetler değil yasama, yürütme ve yargı da halka açık 
olmalıdır. Örneğin Türkiye’de soruşturma aşaması dışında gizlilik olmaması 
gerekirken, yargı aşamasında da gizlilik uygulanmaktadır. Yargı ve yasamada devlet sırları hariç (gizli oturumlar gibi) gizlilik olmamalıdır. Demokrasinin diğer bir olmazsa olmazı; “hesap verilebilir” olmaktır. Devletin organları kontrol edilebilmeli, tıpkı diğer ülkelerde olduğu gibi devlete vergi ödeyen vatandaş harcanan her kuruşun hesabını sorabilmelidir. Demokrasinin özü, devletin bireyden değil, bireyin devletin acımasızlığından korunmasıdır. Bu da demokrasinin sürdürülebilirlik ya da meşruiyet ilkesi ile alakalıdır. Meşruiyet, sadece yasalara uygun olmak değil, evrensel değerlere de göre hareket etmektir. Çünkü yasalara göre yapılan pek çok şey (ifade özgürlüğünü kısıtlamak gibi) evrensel değerlere aykırı olabilir. Bu nedenle evrensel 
değerler ve insan hakları bakımından ülkenin hukuk tablosunun ortaya çıkarılması gereklidir. Bu eksiklerin tamamlanması için güvenlik sorunları nedeni ile belirli bir zaman ve psikolojik altyapının olgunlaşması gerekebilir. 

Bugün Türkiye’de demokratik parlâmenter düzen bütün kurumlarıyla mevcut tur. Türkiye’nin sistem sorunu da yoktur fakat acil çözüm bekleyen önemli sorunları vardır. Bir türlü çözümlenemeyen bu sorunlar genelde yapısal sorunlar olup, her biri ayrı bir reform konusu niteliğindedir. Türkiye’nin yeniden yapılanması,  değişen çağa ayak uydurabilmesi için; Siyasi Partiler Kanunu, Medeni Kanun, Ceza Kanunu, Seçim Kanunu Mahalli İdareler Kanunu gibi temel kanunlardan, devlet kurum ve kuruluşlarını, ekonomik yapıyı düzenleyici kanunlara kadar her alanda yasal değişikliklere ihtiyacı vardır11. Türkiye’nin anayasa geleneği de başkanlık sistemine karşıdır. Milli mücadele döneminin meclis hükümeti sisteminden başlayarak günümüze değin süren anayasa düzenlemelerimiz, bu karşıtlığı açıkça ortaya koymaktadır. Türkiye için hem özgürlükçü ve çoğulcu demokrasiyi yaşatabilecek, hem de anayasal düzenlemeler bakımından tarihsel çizgiye ve sürece ters düşmeyecek bir siyasal sistem, ancak parlamenter sistem olabilir. 

 Başkanlık Sisteminin Türkiye İçin Uygulanabilirliği 

Ülkemizde başkanlık sistemini isteyenlerin dayandıkları dört temelden söz edebiliriz: 

(1) Siyasi istikrar isteği. 
(2) Hızlı gelişme için güçlü icra. 
(3) Tarihsel geçmişimizin başkanlık sistemine uygunluğu. 
(4) Başkanlık sisteminin diktatörlük ve askeri darbeye neden olmadığı. 

    Son gerekçeyi savunanlar; ülkemizde başkanlık rejimi olmadığı halde üç kez askeri darbe olduğunu, darbelerin temelinde rejimin 
parlâmenter sistemde tıkanması ve sosyo-ekonomik nedenlerin bulunduğunu 
söylemektedir. Türkiye’de liderlerin kurumlardan daha önemli olduğu dikkate alınırsa, halkın oyundan çıkacak bir başkanın bürüneceği ilk kimlik megalomanlık olabilecektir. 

Seçilecek bir başkanın kendisini gereğinden fazla önemseyerek, odak noktası haline getirmesi kuvvetle muhtemeldir12. Başkanın partisinin parlamentoda çoğunluğa hâkim olması durumunda, başkan ile kabine üyeleri arasındaki aşırı bağımlılık ilişkisi, aşırı parti disiplininin varlığıyla birleştiğinde durum daha da vahimleşecektir. Sistemin kilitlenmesi durumunda, yürütme kendi gücünü korumak için elinde tuttuğu idare aracılığıyla etkili olmaya çalışacaktır. Bu olgu bir yandan yürütmeyi otoriter eğilimlere sevk edebileceği gibi, diğer yandan hızla siyasallaştırılan kamu bürokrasisinin partizan niteliğini pekiştirebilir, dikta rejimine yol açabilir. 

Başkanlık sistemiyle parlamenter sistem arasında en önemli ayrılık, yürütme 
yetkisinin kaynağında görülür. Başkanlık sisteminde yürütme yetkisi, halkça seçilen bir devlet başkanına; parlamenter sistemde ise, parlamentodan kaynaklanan ve ona karşı sorumlu olan bir hükümete aittir. Çağdaş anayasal demokrasilerin hepsinde egemenliğin ulusta olduğu kabul edilir. Onun için de, gücünü doğrudan doğruya halkın oylarından alan ve yönetimin üst noktasında bulunan bir kamu makamı sahibinin, yani Başkanın, güçsüz ve etkisiz olması düşünülemez. Başkanlık sisteminde başkanın bir partiye mensup olacağı ve genellikle de partinin lideri durumunda bulunacağından hareketle başkanın seçimi için gerekli olan yüksek çoğunlukların Türkiye’de iki büyük partiyi öne çıkaracağı, yasama temsilcilerinin seçiminde de dar bölge sistemi uygulandığı takdirde adayların kişiliği öne çıkacağı için Mecliste kalitenin yükseleceği iddia edilmektedir13. Ülkemizde de iki küçük partinin bile birleşemediği, “küçük olsun ama benim olsun” ilkesinin geçerli olduğu dikkate alındığında, iki partili sistemin oluşması sadece hayal gözükmektedir. 

 Silahlı Kuvvetlerin konumları ile yönetim sistemi arasında tam bir bağ kurmak 
mümkün değildir. Silahlı Kuvvetlerin sistem içindeki konumu devlet gelenekleriyle ve toplum yapılarıyla doğrudan ilintilidir. Türkiye’de bir sistem değişikliği olsa bile bunun Silahlı Kuvvetlerin sistem içindeki gerçek yerini değiştirmesi kolay değildir. Askerlik bir meslektir ama sivillik bir meslek değildir. Askerin demokratik kontrolü; devlet sırrı olabilecek konular dışında askeri konuların şeffaflaşmasını, askerlerin günlük hayatımızın bir parçası olmasını gerektirmektedir. Parlamento, devlet sırlarına saygı göstererek, askeri bilgileri açıp-saçmadan kontrolü sağlamalıdır. İktidar; askerler, istihbarat ve diğer güvenlik güçlerinin eşgüdümünü sağlamalıdır. Ordunun siyasetten arınması kadar, siyasetin de ordu, istihbarat ve yargının dışında kalması hatta kolluk 
güçlerini (polis vd.) kendi ideolojik aleti haline getirmemesi gereklidir. 

Askerlerin konumu ülkeden ülkeye değişen iç ve dış koşullar, tarihi değerler nedeni ile farklılık arz eder. Türkiye’de askerlerin ülke güvenliği ve rejimin korunması açısından özel bir yeri vardır. Bu konum zedelenmemelidir. 

 Sonuç 

   Bugün olduğu gibi, siyasal kültürümüzde uzlaşmacı değerlerin zayıflığı, 
hoşgörü eksikliği dikkate alınırsa, “kazananın her şeyi aldığı, kaybedenin her şeyi kaybettiği” seçimler, siyasetin rekabet alanı olmaktan çok savaş alanı olarak telakki edildiği bir ülkede, kutuplaşma ve çatışmaların olmasına yol açacaktır. Seçim sistemi özellikle önemlidir. Öyle bir sistem oluşturulmalıdır ki hem tüm kesimler temsil imkânı elde etsin, hem de meclis güçlü bir iktidar çıkarabilsin, koalisyon hükümetleri ya olmasın ya da olacaksa iki partiyi geçmesin. Türkiye’de seçmenlerin politikayı çoğu kez akıl yerine imajlarla algıladığı görülmektedir. Böyle bir ortamda sırf medyatik özellikleri ya da popülist söylemleriyle seçilmiş adayların geniş yetkilere kavuşması önemli rejim sorunları doğurabilir. Halbuki Türkiye’de parlâmenter sistem tıkanmamıştır. Sistemin reforma ihtiyacı vardır. Tıkanıklar parlâmenter sistemden kaynaklanmamaktadır. 

   Başkanlık sistemi arayışları Türkiye'nin parlâmenter rejimle edindiği 
deneyimleri ve ödediği bedelleri yok saymaktadır. Başkanlık sistemi yasamanın 
sorunlarını çözememekte, sadece yürütmeyi güçlendirmektedir. Türkiye'nin temel sorunu ise yasamanın görevlerini tam anlamıyla yerine getirememesidir. Türkiye’de kurulacak yeni anayasa düzeni için, en başta değerlendirilmesi gereken tarihsel gözlem odur ki, Türk toplumu kendine yaraşır bulduğu bir siyasal yaşayış biçimi üzerinde tercihini belli etmiştir. Bu tercih, çeşitli kesintilere karşın, yaklaşık iki yüzyıldan beri hep aynı doğrultuda ilerlemek isteyen toplumumuz için, özgürlükçü ve çoğulcu demokrasidir. Demokrasi geleneğimiz başkanlık sistemini kaldıracak nitelikte değildir. Bu sistem demokratik gelişmesini henüz tamamlamamış ülkemizde yürütme ile yasamanın birbirine karışmasına ve böylece yürütmenin fiilen üstünlüğüne sebep olacaktır. Mustafa Kemal Atatürk’ün Cumhuriyeti, tek bir kişiye bağımlı "Başkanlık Sistemi" üzerine kurmaması anlamlıdır. 

KAYNAKÇA 

ARI, Tayyar: Lobiler, Alfa Yayınları, (İstanbul, 1997). 
ARISTOTELES: Politika, Remzi Kitabevi, Türkçesi: Mete Tunçay, 4. Basım, (İstanbul, 1993). 
BERK, Aaron: America is not a democracy and should never hope tobe one, (2008). 
http://mustangdaily.net/america-is-not-a-democracy-and-should-never-hope-to-be-one/ 
CHOMSKY, Noam: America is not a Democracy, By, America is not a democracy, nor was it intended to be. (June 16, 2007), 
http://www.trinicenter.com/articles/2007/160607.html 
GÖZLER, Kemal: Türkiye’de Hükümetlere Nasıl İstikrar ve Etkinlik Kazandırılabilir?, Türkiye Günlüğü, Sayı 62, Eylül-Ekim 2000. 
HUDSON, William E.: American Democracy in Peril: Eight Challenges to America's Future, CQ Press, (Washington, 2006). 
KUZU, Burhan: Türkiye İçin Başkanlık Sistemi, Fakülteler Matbaası,(İstanbul, 1997). 
ÖRGÜN, Faruk: Başkanlık Sistemi – Dar Gelen Gömlek, Bilge Yayınevi, (İstanbul, 1999). 
SERDAROĞLU, Rıfat: Türkiye’de Sistem Sorunu, Kanomat Matbaacılık, (Ankara, 
ŞIVGIN, Halil: Başkanlık Sistemi, Demokrasiyi Geliştirme Vakfı, (1997). 
TOSUN; Tanju: Başkanlık ve Yarı-Başkanlık Sistemleri, Alfa Yayınları, (İstanbul, 1999). 

 DİPNOTLAR;

1 Aristoteles: Politika, Remzi Kitabevi, Türkçesi: Mete Tunçay, 4. Basım, (İstanbul, 1993), s.164. 
2 Tanju Tosun: Başkanlık ve Yarı-Başkanlık Sistemleri, Alfa Yayınları, (İstanbul,1999), s.2. 
3 Aaron Berk: America is not a democracy and should never hope tobe one, (2008). http://mustangdaily.net/america-is-not-a-
democracy-and-should-never-hope-to-be-one/ 
4 Noam, Chomsky: America is not a Democracy, By, America is not a democracy, nor was it intended to be. (June 16, 2007), 
http://www.trinicenter.com/articles/2007/160607.html 
5 William E. Hudson: American Democracy in Peril: Eight Challenges to America's Future, CQ Press, (Washington, 2006), p.23. 
6 Kemal Gözler: Türkiye’de Hükümetlere Nasıl İstikrar ve Etkinlik Kazandırılabilir?, Türkiye Günlüğü, Sayı 62, Eylül-Ekim 2000, s.25-47. 
7 Halil Şıvgın: Başkanlık Sistemi, Demokrasiyi Geliştirme Vakfı, (1997), s.18. 
8 Tayyar Arı: Lobiler, Alfa Yayınları, (İstanbul, 1997), s.19. 
9 Burhan Kuzu: Türkiye İçin Başkanlık Sistemi, Fakülteler Matbaası, (İstanbul, 1997), s.59. 
10 Faruk Örgün: Başkanlık Sistemi – Dar Gelen Gömlek, Bilge Yayınevi, (İstanbul, 1999), s.25. 
11 Rıfat Serdaroğlu: Türkiye’de Sistem Sorunu, Kanomat Matbaacılık, (Ankara, 2001),s.4. 
12 Tosun: a.g.e., (1999), s.123. 
13 Kuzu: a.g.e., (1997), s.73. 



***

12 Şubat 2018 Pazartesi

SURİYEDEKİ İÇ SAVAŞIN GERÇEK YÜZÜ VE TÜRKMENLER,

SURİYEDEKİ İÇ SAVAŞIN GERÇEK YÜZÜ VE TÜRKMENLER, 


Suriye’deki iç savaşın gerçek yüzü ve Türkmenler.. 
Doç.Dr.Sait Yılmaz 

15 Nisan 2017 




 Suriye.deki iç savaş altıncı yılında. Son olarak, İdlib bölgesinde sivillere yönelik kimyasal gaz kullanımı ve buna reaksiyon olarak, ABD.nin Doğu Akdeniz.deki bir savaş gemisinden yaptığı füze saldırısı gündeme oturdu. Suriye.de 2005-2011 yılları arasında alt yapısı hazırlanan “diktatörü kovma” senaryosu, Libya.daki başarılı olamadı. Esat düşünüldüğünden daha dayanıklı çıktı ve bu sefer, Rusya seyirci kalmadı. Bugüne kadar, Suriye.deki çatışmaların ana dönüm noktalarını aşağıdaki şekilde özetleyebiliriz; 

 - Esat rejim güçleri ile 90 ülkeden savaşçıların yer aldığı muhalif grupların (El  Kaide uzantısı El Nusra cephesi) savaşı (2012). 

 - Lübnan Hizbullah.ı ve İran ile bağlantılı güçlerin çatışmaya dâhil olması; 2013 yılında ortaya çıkan IŞİD.ın 2014.de Musulu ele geçirmesi ve savaş alanında en 
önemli hedef olması. 

 - ABD, Ekim 2014.de ortaya çıkan PYD.yi Suriye.nin işgalinde kullanmaya başlaması ve PKK uzantısı YPG.yi meşru güç kabul etmesi, 

- Rusya.nın Ekim 2015.de iç savaşa müdahil olması ve Suriye haritasının Esat lehine değiştirmeyi başlaması; Halep bölgesinde büyük ölçüde kontrolü sağladıktan sonra Batıya doğru ilerlemesi. 

 - Türkiyenin 2016 yılında Suriyenin kuzeyindeki ara bölgeye girmesi ve Rusya inisiyatifinde Astana Sürecinin başlaması ve Suriyenin doğusundaki çatışmalar için Rusya ve Türkiyenin garantörü olduğu ateşkes ilan edilmesi. 

 Gelinen aşamada Rusya ve İran.ın arkasında Esat.ın rejim güçleri bir yandan başta İdlib ve Şam bölgesi olmak üzere Suriye.nin Batısında Suudi Arabistan ve 
Katar.ın arkasında olduğu İslamcı güçlerden bölgeyi temizlemeye çalışırken, diğer yandan Doğu.ya doğru ilerledi ve Münbiç ile birleşti. Doğu.da Rakka ve IŞİD.a yönelik operasyonların sonucu beklenirken, Rusya ise yeni Suriye Anayasası ve barış süreci ile ilgili inisiyatif almış durumda. Son 5 yılda Suriye.den büyük göç alan Ankara ise Fırat Kalkanı ile Kürt koridorunu kestiği iddiasında ama bu koridoru zaten Kürtlerle anlaşma niyetinde olan Ruslar ve Esat El Bab.ın güneyinden zaten kurdular. Türkiye nin ara bölgede ne kadar kalacağı tartışılırken, Suriye.deki Türkmenlerden bahseden yok. Bu makalede, Suriye.deki iç savaşın gerçek yüzü yanında tıpkı Irakta olduğu gibi yüzüstü bırakılan Suriyeli Türkmen kardeşlerimizin durumunu ortaya koyacağız. 

 Suriye’deki iç Savaşın Kısa Geçmişi.. 

ABD.nin Suriye.de 2012.de başlattığı iç savaşın geçmişi 1940 ve 1950.lere dayanıyor. CIA, 1940.ların sonunda Suriye hükümetine topraklarında bir ABD 
şirketine petrol boru hattı inşa etmesini istemiş, reddedilince de Batı düşmanı ve Komünist olmakla suçlamaya başlamıştı. Önce Şam.da bazı askeri liderler ile 
buluşarak darbe yapmayı dene diler1. CIA.nın Suriye.deki ilk askeri darbe girişimi Mart 1949.da oldu. Aslında Suriyeliler, Fransız sömürgecilerden kurtulunca Mart 1949.da tam da Amerikan modeline uygun bir laik demokrasi kurmuşlardı. Ancak, Suriyenin demokratik seçimle başkanı seçilen Şükrü El-Kuvvetli Amerikalıların Trans-Arap boru hattını onaylama konusunda tereddüt etmişti. Amerikan projesine göre, boru hattı S.Arabistandaki petrolü Suriye üzerinden Lübnan limanlarına taşıyacaktı. CIA, bir darbe ile Şükrü El-Kuvvetlinin yerine Hüsni El Zaim isimli bir diktatör oturttu 2. Bu şahıs önce Amerikan projesini onayladı ve ardından dört buçuk aylık parlamentoyu dağıttı. Takip eden birkaç darbeden sonra Suriye halkı tekrar demokrasi istedi ve 1955.de tekrar El-Kuvvetli.yi ve onun Ulusal Partisi.ni seçti. Ancak, yıllar içinde Amerikan sevgisinin yerini Sovyet eğilimleri almıştı. Dulles hemen Şam.a iki darbe sihirbazı gönderdi. Musadık.ın devrildiği, İran.daki Operasyon Ajax darbesinden sonra sıra Suriye.ye gelmişti. 1957.de CIA ve MI6 birlikte 3 üst düzey Suriyeli lidere suikast planladılar. Suriye istihbarat başkanı, genelkurmay istihbarat başkanı ve Komünist Partisi başkanı suikast ile öldürüldü. Amaç, sadece Suriye.deki rejimi devirmek değil, o sıralarda CIA kontrolünde olan Irak ve Ürdün tarafından işgalini de sağlamaktı3. Bu dönemde bugünküne benzer şekilde siyasi olarak Özgür Suriye Komitesi ve buna bağlı askeri direnişçi gruplar oluşturuldu. Ordu dağılacak ve ülke karışacaktı. Suriye.de, CIA tarafından Temmuz 1957.de düzenlenen darbe girişimi başarısız oldu. Amerikalılar Suriye.den kovulmuştu ama seçimle iş başına gelmiş Baas rejimine 
yönelik CIA oyunları devam etti4. 1961.de ABD ve bölge ülkelerinin desteklediği darbe ile Suriye, Birleşik Arap Cumhuriyeti.nden ayrıldı ama iki yıl sonra yapılan ikinci darbe ile bu kez Baasçılar iktidarı ele geçirdi. 

1976-1982 döneminde Suriye.de ayaklanan Müslüman Kardeşler.in arkasında CIA vardı ve CIA tüm operasyonu Amman.dan yönetiyordu5. Bu dönemde Suriye.de Müslüman Kardeşler militanları Baas yanlısı gördükleri birçok aydın, gazeteci, asker, üniversite hocası ve memuru sokakta öldürdü. Hafız Esat.a karşı iki kez başarısız suikast girişiminde bulundular. Ardından Halep ve Hama.da ayaklanma başlatarak, iktidarı ele geçirmek istediler. 2 Şubat 1982.de Esat.ın Hama.da Müslüman Kardeşler.e karşı başlattığı ve 10 gün süren harekât bugün İslamcıların Hama Katliamı dedikleri olaydır6. Müslüman Kardeşler, 2011.de gene Hama.da ayaklanma ile iktidarı ele geçirme savaşında ABD ve bölge ülkelerinin vasıtası oldular. Suriye.deki rejim, Esat ailesi tarafından yönetilen bir Alevi rejimi değildir. Baba Hafız Esat zamanında ülke güvenliği Alevi subaylarla Sünni iş adamlarının bulunduğu bir askeri-tüccar kompleksinin elinde idi. Baba Esat, bu iki kesimin çıkarları arasında her zaman bir denge gözetiyordu. Şam.daki ayaklanmalar ABD büyükelçisi Robert Ford tarafından tetiklenene kadar, Beşar Esat, teknoloji ile arası iyi olan, liberal ve demokrat yani Batılı biri idi. Suriye rejimi oldukça laikti ve yüzde 80.i Sünni olan ülkede, Esat ailesine sadık güçlü bir ordu ve istihbarat örgütü kurulmuştu. Beşar Esat ülkesini liberal değerlere göre geliştirmeye çalışıyordu ve Ortadoğudaki en ılımlı rejime sahipti. Suriye ile ilgili ilk işaret, Cumhurbaşkanı Yardımcısı Albülhalim Haddam.ın Aralık 2005 te Paris.e kaçması ve muhalefet bayrağını açması oldu. Suriye.deki ayaklanma Tunus ve Mısır.daki hareketlere göre zamanlanmış ve koordine edilmişti 7. Wikileaks belgelerinde ABD nin 2006-2011 döneminde yani ayaklanma başlamadan beş yıl önceden beri Suriye.deki muhalif grupları finanse ettiği ve silahlandırdığı yer almakta idi8. 

2011 yılında Tunus, Mısır, Libya ve Yemen.de ayaklanmalar başladığında CIA, Suriye.de çoktan yerini almıştı. ABD Dış işleri Bakanlığı ve NED, 2006 yılından beri Suriyedeki muhalif grupları fonları ile destekliyordu 9. Ortada gene Batı tarafından eğitilmiş ve donatılmış İslamcılar vardı. Bunların bir kısmı Libya.dan gelip, Suriye.ye geçti. Nisan 2011.de Suriyeli Müslüman Kardeşler Örgütü üyelerinin ülkeye kabulü ve siyasete girmesinin sağlanması teklifini Esat reddedince10; Özgür Suriye Ordusu (ÖSO) tugayları kurulmaya başlandı. İsyancılara hedef olarak Halep.i gösterilmişti ve Esat.ın altı ay içinde düşeceğini hesaplanmıştı Suriye.de ise Mart 2011.de Derada başlayan ayaklanmaların arkasındaki kilit oyuncu, ABD.nin sessiz ve gölgede kalmayı seven diplomat larından Robert Ford idi. 17-18 Mart 2011.de Dara.da ayaklanma başlatıldığında tıpkı Ukrayna.da Maydan Meydanı.nda olduğu gibi çatılara yerleştirilmiş keskin nişancılar (sniper) polise ve göstericilere ateş ederek, eylemleri tetikliyordu. CIA ve diğer istihbarat örgütleri yeni cihatçı bulmak için seferber olmuşlardı. Beş yıl içinde yaklaşık 80 ülkeden sayısı 100 bini bulan terörist Suriyeye geçti. Hem Esata zarar verecek hem de çoğu ölecek, bir taşla iki kuş vuracaklardı. Batının hesabı tutmadı; yeni dalgalarda daha fazla cihatçı geldi, sayı arttı, IŞİD ve El 
Nusra güçlendi. ABD yardımları ve bu savaşçılar yıllarca önce El Kaide uzantısı El Nusraya sonra da ondan doğacak olan IŞİD.a gitti. 2 Ekim 2013.de CIA, eğit-donata tabi ettikleri 100 bin kadar militanın 20 binin radikal İslamcı olduğunu itiraf etti. Kasım 2014.de ÖSO nun yenilmesi ve 14 bin militanının Halep.ten çekilmesi Suriye askeri planının iflasının resmi kanıtı oldu. ABD, ılımlı İslamcılar ile radikal İslamcılar arasında çok ince bir çizgi olduğunu fark etti. Esatı devirmek için çalışan muhalif gruplar; El Nusra, Ahrar Eş Şam ve İslami Cephe artık ABD için terör örgütü idi. IŞİD, 12 Eylül 2013.te ÖSO ile savaşa başladığını açıkladı. Libya ve Suriye.de bizzat ABDnin kurduğu ve desteklediği bazı gruplar zaman geçtikçe patronlarına cephe almaya başladılar. 

 Suriye’deki İç Savaşın Bugünü.. 

Türkiye.nin Suriye politikası iç savaşın başlangıcından beri Katar ile aynıdır ve hala değişmemiştir; Esat.ın gitmesi ve yerine İhvan (Müslüman Kardeşler) 
yönetiminde bir devlet kurulması. Suudi Arabistan, Müslüman Kardeşler ile dost olmadığı için bu hedeften ayrı düşmüştür; Esat.ın gitmesini, yerine Vahabi birinin gelmesini istemektedir. ABD ise Suudi Arabistan, Türkiye ve Katar.ın hedefleri karşısında “politikasızlık politikası” izledi ve hiçbirini desteklemedi. Kendisi için en tutarlı vasıta olarak Kürtleri seçti. 

İç savaşın başında Suriye, kendi gücüne uygun bir askeri strateji seçmişti. Bütün Suriye.yi elde tutacak güçleri olmadığından ülkeyi savunmayı üç öncelik 
bölgesine ayırdılar; 

- Bazı bölgelerden vazgeçtiler ve boşaltılar; bunlar Suriye.nin doğusunda IŞİD.İn ele geçirdiği savunmasız bölgeler oldu. 

- Bazı bölgeleri eski müttefiklerine devrettiler; PYD bölgesi. 

- Önem verdikleri bölgeleri (Şam-Halep) olduğu korumak için iç kesime çekildiler, buralarda toparlandıktan sonra saldırıya geçtiler. Şimdi kuzey (İdlib), Şam güneyi ve Doğu.da IŞİD.ın elindeki bölgeleri aldıktan sonra sıra PYD bölgesine gelecek. 

Batı Cephesi; 

Suriye.de savaşan İslamcı güçleri en radikal olanlardan başlayarak şu şekilde sıralayabiliriz; 

- IŞİD, 

- El Nusra (İdlib), 

- Ahrar Eş Şam (İdlib, Humus), 

- İslam Ordusu (Şam), 

- Güney Cephesi (Deraa), 

- İhvan Grupları (Feylak, Şam ve Rahman lejyonları) (Şam, İdlib) 

Bu örgütlerden yeni ismi Şam Tahrir Örgütü olan El Kaide uzantıları şu gruplardan meydana geliyor; 

- Şam Fetih Cephesi (El Nusra), 

- Nurettin Zengi Grubu, 

- Ahrar Örgütünden ayrılanlar, 

- ÖSO.dan bazı gruplar. 

Türkiye.nin desteklediği ÖSO ise şunlardan meydana geliyor; 

- Türkmenler (1500 kişi), 

- Şam Cephesi (3 bin), 

- Feylak-ı Şam (Bin), 

- Hamza Grubu (3 bin). 


Tablo 1: Suriye’de Kim Nerede ve Kim Destekliyor? 

Muhalif İslamcı güçlerin ya da diğer adı ile Özgür Suriye Ordusu çatısı altındaki unsurların bulunduğu bölgelerdeki sivil nüfus yaklaşık rakamlar ile şu şekilde 
sıralanabilir; 

- İdlib (1 milyon 250 bin), 

- Şam banliyösü (500 bin), 

- Deraa (200 bin), 

- Fırat Kalkanı bölgesi (750 bin), 

- Humus (60 bin). 

Doğu Cephesi; 



Harita 1: Suriye’de Durum (6 Nisan 2017) 

ABD ve PYD.nin askeri kanadı olan YPG/PKK, devam eden çatışmalar ile Rakka şehrini ele geçirmeye hazırlanırken, Türkiye de bu harekâta müdahil olmak, 
ara bölgedeki konumunu güçlendirmek istedi ama bunu ne ABD ne de Rusya istemedi. IŞİD.in 200.ü El Bab bölgesinde olmak üzere Suriye.de 5 bin, Irak.ta 10 bin militanı var. IŞİD.in kontrolü altındaki Rakka-Deyrizor arasındaki bölgede 500 bin kişi civarında sivil halk yaşadığı değerlendirilmektedir. Suriye sınırları içindeki Kürt kökenlilerin dağılımı ise yaklaşık olarak şu şekildedir; Afrin (300 bin), Münbiç (150 bin), Kobani (50 bin) ve Kamışlı (500 bin). PYD, bölgesinde PKK dışında diğer Kürt özellikle Barzani gruplarını bile istemiyor. Ancak, tüm gücü ABD.ye endeksli ve onlar çekilirse kısa zamanda yok edileceklerini biliyorlar. Petrol, Haseki ile Rakka arasındaki bölgede ve PYD.nin eline geçmiş durumda. PYD bölgesinde hem petrol hem de tarım olduğundan, bunları iç piyasaya (Esat, Barzani ve IŞİD) satarak para kazanıyorlar. Rakka.ya gitmeye ve IŞİD.i temizlemeye çok gönüllü değiller ama ABD.nin desteğinin sürmesi, IŞİD üzerinden meşruiyet sağlamak ve kendi alanlarını 
genişletmek için savaşa devam ediyorlar. 

 Türkiye.nin Suriye.deki rolü Ateşkes garantörlüğüne yani ateşkesi gözetlemeye indirgendi. Rusların YPG ile dostluğu onun içinde askeri varlık bulunduracak düzeye ulaştı. Kürt Koridorunun kurulması için Esat güçlerini Münbiç.e taşıyan Rusya, yeni Suriye Anayasası.nda Kürtlere güçlü bir otonomi (güvenlik, dış politika ve enerji kaynakları üzerinde söz hakkı hariç) vermeye hazırlanıyor. Esat, sınır boyunca özerklik vereceği Kürtlerden Türkiye.ye karşı bir tampon bölge kurmaya sıcak bakıyor. Rusya YPG.yi hem ABD.nin elinden almak, hem de Esat.ın gücü yetmeyeceği için Kürtleri bir şekilde Suriye.ye entegre etme hesabı peşindedir. 


ABD.nin bu durumda Kürtleri ne yapacağı, Rakka.dan sonra planının ne olduğu önemli. ABD.nin Kürtlere vereceği Rusya.nın kinden az olmamalı ki etkisi sürsün. PYD bölgesinde 100 bin kadar savaşçı var ve bunun 4.500 kadarı Türkiye.den YPG/PKK.ya katılanlar. Rojava Peşmergeleri ya da diğer deyimle Barzani.nin PYD bölgesindeki güçleri sanıldığı kadar etkili değil. Arap aşiretleri ile YPG bölgesinde etkin olma gayreti ise sadece Türkiye.nin iç politikaya yönelik bir beyhude uğraşıdır. 

 Türkiye şu an girdiği ara bölgede Sünni Arapların muhafızlığını yapıyor. Türkiye.nin Suriye.deki çıkmazları; Ruslar, Fırat Kalkanı ve İdlib. PYD bölgesi zaten hiçbir zaman hedef alınmadı. Kürt koridorunu önleme söylemi, Arap bölgesi açmanın bahanesi oldu. Türkmenler ise Suriye.de yok sayıldı. İran, Rusya ve Irak; Esat.ın yanında, ABD ve Rusya, YPG/PKK.nın yanında ve gelinen aşamada Barzani de Türkiye ile yolları ayırmak istiyor. Afrin.de PKK ile kucaklaşan Ruslar, Ateşkes Gözlem Merkezi kurduklarını iddia ediyor. Ruslar; İdlibdeki İslamcıların silahlarını teslim edip, masaya gelmesini istedi. Rusların, Türkiyeden istekleri; ÖSOyu çek, ara bölgeden çık, Rakkayı unut. İdlib.tekiler Türkiyeyi artık dinlemiyor, Astanaya bile gelmediler. Esat, Kürtleri Anayasayı görüşmeye davet etti. Sonuçta Suriye.de Rusya ve Esat.ın dediği olacak, Kürtlere güçlü bir özerklik ile Suriye sahnesini düzenleyecekler. Yakında İdlib bölgesinde çetin çatışmalar olacak ve Sünni savaşçılar biraz uzun sürse de sahneden gidecek. Esat, Erdoğan.dan 15-20 milyar tazminat istemeye hazırlanıyor. ABD ise Rakkadan sonra tamamen Irak.a yüzünü dönecek. 

 Suriye Halkı ve Türkmenler.. 

Suriye.de yaşayan Türkmenlerin sayısı ile ilgili resmi bir rakam yok. Çünkü Suriye.de yapılan nüfus sayımınde etnisite dikkate alınmıyordu. 2004 yılında yapılan Suriye genel nüfus sayımına göre ülke nüfusu 17 milyon iken, savaş başlamadan hemen önce yani 2011 yılında bu sayının 23 milyon civarında olduğu tahmin ediliyor. Bu nüfustan; 500 bin kişi savaş esnasında öldü ve yaklaşık 11,5 milyon kişi (%50) ülke içinde (7 milyon kişi) yer değiştirdi veya ülke dışına (4.5 milyon kişi) göç etti. Bugünkü Suriye nüfusunun dağılımına bakarsak; 12 milyon kişi Esat yani rejim güçlerinin kontrolündeki bölgede yaşıyor. 

CIA kayıtlarına göre Suriye.de %3 Türkmen var ama gerçek rakam bu değil. Suriye.deki Türkmen sayısı 3.5 milyon (%15.2) civarındadır. Bu Türkmenleri üç gruba ayırabiliriz; 

(1) Türklük bilinci olup, Türkçe konuşanlar (1.5 milyon), 

(2) Türklük bilinci olup, Türkçe bilmeyenler (1 milyon), 

(3) Türklük bilincini kaybetmiş ve Türkçe bilmeyenler (1 milyon). 

Bu gruplardan ilk ikisi bugün daha çok muhalif grupların bölgeleri (İdlib, Humus) içinde ya da Türkiye.ye gelmişlerdir. Üçüncü grup ise çoğunlukla Esat 
güçlerinin (Halep, Hama) kontrolü altındaki bölgelerdedir. 

Suriye.de iç savaş çıkmadan önce Türkmenlerin bir etnik kimliği yoktu. Suriye rejimi onları Türkiye.nin bir uzantısı olarak görmüş, Türkçe kitap, kaset vb. her şey yasaklanmıştı. İddia edilenin ekonomik bakımdan ve eğitim seviyesi olarak en geri durumda bırakıldılar. Suriye Türkmenlerinin tamamı (10 bin kişilik Abdal grubu gibi birkaç küçük grup hariç) Sünni mezhebindendir. Türkmenler yedi bölgeye dağılmış olduğu gibi, bu bölgeler içinde de dağınık durumdadırlar. Türkmenlerin Suriye içi dağılımı aşağıdaki gibidir; 


Harita 2: Suriye’de Etnik durum 


- Halep (1 milyon 250 bin), 

- Hama ve Humus (1 milyon), 

- Bayır Bucak (Lazkiye) (250 bin), 

- Şam (750 bin), 

- Golan (40-50 bin), 

- Rakka (50 bin), 

- İdlib (50 bin). 

Türkiye.ye gelen 2.5 milyon Suriyeli yanında 500 bin civarında da Türkmen var. Suriye Türkmenleri en çok İstanbul (300 bin), Antep (50 bin), Osmaniye (50 bin), Hatay (30-40 bin), İzmir (20 bin), Malatya (20 bin) ve Konya.da (15 bin) yaşamaktadır. 150 bin civarında Suriyeli Türkmen.in Lübnan.a göç etmek zorunda kaldığını da not edelim. 
Ankara.daki iktidar için Türkmenler hep bir iç politika malzemesi olarak kullanıldı. Mezhep esaslı Suriye politikası içinde Türkmenler için ayrı bir sayfa olmadı. Gelecekte de Türkmenlerin ne olacağı umurlarında değildir. Suriye Türkmenlerinin en önemli sorunu Ankara.nın kendileri ile ilgili hiçbir politikası olmaması, sadece sahada ihtiyaç halinde kullanılmalarıdır. Türkiye.ye gelen Suriyeli Araplar vatandaşlığa geçebilmekte, 300 bin civarında kişinin vatandaşlığa alınma hedefi var. Türkmenler, birkaç istisna (akrabası olanlar) dışında bu hakka sahip değildir. Türkiye.deki Suriyeli Türkmenler, vatandaş olmak en azından çifte vatandaşlık istiyorlar. Suriye.ye gidipgelmek istiyorlar ama izin verilmiyor. Suriye.deki Türkmenlerin ise çıkışına izin verilmiyor. Gelen Türkmenler Suriye.de özel sektörde meslek sahibi olduklarından, 
Türkiye.de kendi işlerini kurdular ve geçim sorunları yok. Halep.teki sanayi erbabı işlerine Türkiye.ye özellikle İstanbul, Konya ve İzmir.e taşıdı. Devlet, Türkmenlere para vermiyor yani maddi destekleri yok. Diğer Suriyeliler ise BM.nin para desteği ile birlikte PTT kart ve Kızılay.dan 700-900 TL arası para yardımı alıyorlar. Bunlara ayrıca ev kirası ve gıda desteği veriliyor. Türkiye.deki 3 milyon Suriyeli göçmenin geleceğini şöyle öngörebiliriz; bunların bir kısmı barışın sağlanması halinde geri dönecek, bir kısmı vatandaş olacak. Bir seçenek de bunların Avrupa.ya gönderilmesi kozu ancak bu işleyecek gibi gözükmüyor. Öte yandan, Ruslar ve Esat güçleri, İdlib.i sıkıştırmaya başladı ve muhtemelen oradan da bir milyonu aşkın göçmen gelebilir. 

Sonuç.. 

Suriye.deki iç savaşın geleceğine bakacak olursak; 

- İdlib.de içlerinde barışı hiçbir zaman istemeyen El Nusracıların bulunduğu gruplar sonuna kadar direnmek niyetinde ve Astana görüşmelerine bile gitmediler. 

- Daha güneydeki gruplar, zamanla Esat güçleri tarafından eritilecek. 

- Kürt bölgesi en sorunlu özerk bölge olacak; Suriye rejimi ile PKK uzantısı PYD ilişkileri geçmişte iyi idi. PYD.yi 2003 yılında Suriye istihbaratı PKK.yı 
barındırmak için kurdu. PYD, özerkliğe daha sıcak bakıyor ama zamanla bağımsızlık elde etmek stratejisi izliyorlar. Bunun için belirleyici unsur, denize çıkış koridoru bulmaları. Bunun için iki yol var; ya Hatay.ı ele geçirmek ya da Türkmen Dağı üzerinden Suriye içinde denize bir koridor açmak. Akdeniz.e açılmayan bir Kürt devletinin Suriye.de yaşamayacağını hesaplıyorlar. 

Irak.ta asimile olmasına ve dağılmasına göz yumulan 3.5 milyon Irak Türkmeninin kaderi Suriye Türkmenlerine benziyor. Bir zamanlar çoğunlukla yaşadığı Türkmenlerin yaşadığı, tarihi Türk şehirleri Kerkük ve Musul gibi yerlere Barzani.nin uydurma Kürt devletinin bayrağı asılırken sessiz kalıyoruz. Suriye.de bir milyon toplama Kürt devlet ya da özerk bölge kurmaya çalışırken 3.5 milyon Suriye Türkünün esamesi okunmuyor. Bunun temelinde yatan neden ise Ankara.daki iktidarın ideolojisi yani dinin, Türklüğün önünde gelmesi. Barzaninin Sünni olmasıdır. Suriye.de Türkmenlerden çok daha az nüfusu olan Kürtler, devlet kurma en azından kuvvetli bir özerklik peşinde iken; Fırat Kalkanı ve İdlib bölgesinde Arap bölgesi kurmak için alt yapı çalışması yapan Türkiye.nin aklına ne Irak.ta ne Suriye.de bir Türkmen devleti ya da bölgesi kurmak gelmiyor. Asıl düşünülmesi gereken nokta; Suriye.de Esat.a karşı olmak, Irak.ta ise Barzani.nin yanında olmak bu ülkelerin bölünmesinin taraftarı olmak demektir. 

Türkiye, bölge ülkeleri kadar bölgedeki büyük güçler ile de ilişkilerini normalleştirmek ve rasyonel bir politikaya dönmek istiyorsa mezhep esaslı bir 
politikadan vazgeçmelidir. Türkiye.nin bir Türkmen politikası olmalı ve İran ile dostluğun bu coğrafyada bizim için bir zorunluluk olduğu unutulmamalıdır. İhvan ve mezhepçi bir politikaya devam edildiği sürece Esat düşmanlığı devam edecek, ABD ve Rusya ile de ortak bir projede buluşmak mümkün olmayacaktır. Rusya-Türkiye ilişkileri gittikçe kötüleşebilir çünkü İdlib.te muhtemelen kitlesel ölümler yaşanacaktır. Öte yandan, Türkiye.nin ara bölgede kalması uluslararası hukuk bakımından gittikçe daha zor olacaktır. ABD ve PYD.nin Rakka.ya yönelik başlattığı operasyon doğuya doğru gidiyor ve Musul.da devam eden operasyon ile birlikte IŞİD buralardan çıkarılabilir. Ancak, IŞİD, yok olmayacak, muhtemelen Rakka güneyine, çöle çekilecektir. IŞİD, her devletin kendi planını uygulamak için faydalı terör örgütü olmaya devam ediyor. Son sözümüz, eğer Suriye ve Irak bölünecekse Türkiye, Sünni diye Arap ve Kürtlere değil, Türkmenlere bir devlet ya da özerk bölge kurmanın alt yapısını hazırlamalıdır. 


 ****