Doç. Dr. Atilla SANDIKLI etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Doç. Dr. Atilla SANDIKLI etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

15 Şubat 2020 Cumartesi

İRAN NÜKLEER KRİZİNİN TÜRKİYE’YE OLASI ETKİLERİ BÖLM 1

İRAN NÜKLEER KRİZİNİN TÜRKİYE’YE OLASI ETKİLERİ BÖLM 1


Ahmet Davutoğlu, İran nükleer krizi, Türkiyeye etkileri, Hürmüz bogazı, İran Nükleer gücü, Doç. Dr. Atilla SANDIKLI, Bilgehan EMEKLİER,
bilgesam,İran-Irak Savaşı, ABD İran Savaşı,



BİLGE ADAMLAR KURULU RAPORU 
Hazırlayanlar: 
Doç. Dr. Atilla SANDIKLI* 
Bilgehan EMEKLİER** 


RAPOR NO: 47 
MAYIS 2012 
Açıklama: Açıklama: bilgesam

İRAN NÜKLEER KRİZİNİN TÜRKİYE’YE OLASI ETKİLERİ 
BİLGE ADAMLAR KURULU RAPORU 
Hazırlayanlar: 
Doç. Dr. Atilla SANDIKLI 
Bilgehan EMEKLİER 
Bilge Adamlar Stratejik Araştırmalar Merkezi 
Mecidiyeköy Yolu Caddesi No:10 
Celil Ağa İş Merkezi Kat:9 Daire:36 
Mecidiyeköy / İstanbul / Türkiye 
Tel: +90 212 217 65 91 Faks: +90 212 217 65 93 
www.bilgesam.org 
bilgesam@bilgesam.org 

MERKEZ- ANKARA
Atatürk Bulvarı Havuzlu Sok. No:4/6 
A. Ayrancı / Çankaya / Ankara / Türkiye 
Tel : +90 312 425 32 90 Faks: +90 312 425 32 90 
Copyright © BİLGESAM MAYIS 2012 
Bu yayının tüm hakları saklıdır. Yayın Bilge Adamlar Stratejik Araştırmalar Merkezi’nin 
izni olmadan elektronik veya mekanik yollarla çoğaltılamaz. 

BİLGE ADAMLAR KURULU 
Başkan 
Salim DERVİŞOĞLU (E. Oramiral) 

Başkan Yardımcıları 
İlter TÜRKMEN (E. Bakan/Büyükelçi) 
Sami SELÇUK (Prof. Dr. / Yargıtay Onursal Başkanı) 

Kurul Üyeleri 

Kutlu AKTAŞ (E. Bakan/Vali) 
Özdem SANBERK (E. Büyükelçi) 
Sönmez KÖKSAL (E. Büyükelçi) 
Güner ÖZTEK (E. Büyükelçi) 
Necdet Yılmaz TİMUR (E. Orgeneral) 
Oktar ATAMAN (E. Orgeneral) 
Sabahattin ERGİN (E. Koramiral) 
Nur VERGİN (Prof. Dr.) 
Orhan GÜVENEN (Prof. Dr.) 
Ali KARAOSMANOĞLU (Prof. Dr.) 
İlter TURAN (Prof. Dr.) 
Çelik KURTOĞLU (Prof. Dr.) 
Ersin ONULDURAN (Prof. Dr.) 


SUNUŞ 

İran nükleer krizi, 2002 yılından bu yana uluslararası gündemdeki önceliğini ve önemini korumaktadır. Nükleer kriz, İran’ın hem Türkiye’nin sınır komşusu olması hem de bölge jeopolitiğinin stratejik aktörü olması bakımından Türkiye’yi yakından ilgilendirmektedir. Bu nedenle Türkiye, krizin doğrudan tarafı olmasa da son iki yılda oynadığı arabuluculuk rolü ile sorunun barışçıl çözümünde yoğun çaba harcamakta, bu konuda kapasitesinin tüm imkânlarını kullanmaktadır. Krizin doğrudan tarafları olan İran ile ABD ve AB arasındaki iletişim ve diplomatik arayışların çıkmaza girdiği dönemlerde Türk karar mercilerinin krizin 
diplomatik yöntemlerle çözümlenmeye çalışılmasında aktif rol üstlenmesi, müzakerelerin sürdürebilirliği açısından önem arz etmektedir. 

“İran Nükleer Krizinin Türkiye’ye Olası Etkileri” raporunda, İran nükleer krizinin geleceği ve Türkiye’ye etkileri üç senaryo üzerinden incelenmiştir. Raporda; İran’a askeri operasyon yapılması, İran’ın Hürmüz Boğazı’nı kapatması ve Şii-Sünni çatışmasının yaşanması gibi belli başlı olasılıklar üzerinde durulurken, bu üç senaryonun birbirini tetikleme potansiyelinin yüksek olduğu ve aralarında herhangi bir önceliğin bulunmadığı değerlendirilmektedir. 

Diplomatik arayışlardan çok uzun zamandır bir sonuç elde edilememesi, sürecin krize dönüşmesi ve barışçıl stratejilerin gün geçtikçe tüketilmesi, olası bir sıcak çatışma ortamını ve bununla ilgili kötümser senaryoları gündeme getirmektedir. Bu nedenle rapor realist bir perspektifle kaleme alınmış ve çalışmada daha önce tarafımızca hazırlanan “Kaos Senaryolarının Merkezinde İran” başlıklı rapordan da faydalanılmıştır. Rapor, 20 Nisan 2012 tarihinde gerçekleştirilen Bilge Adamlar Kurulu’nun toplantısında tebliğ edilmiş ve toplantıda kurul üyelerinin eleştiri ve önerileri doğrultusunda geliştirilerek yayına hazırlanmıştır. Bu 
süreçte raporun hazırlanmasına büyük katkılar yapan ve kurul raporu olarak yayınlanmasına karar veren Bilge Adamlar Kurulu üyelerine teşekkür ederiz. Rapordaki tüm eksiklik ve kusurlar tarafımıza ait olup faydalı olmasını dileriz. 

Doç. Dr. Atilla Sandıklı 


Giriş 

Tahran yönetimi, Şah döneminde başlatılan ve 1980-1988 İran-Irak Savaş’ında olduğu gibi kimi zaman askıya alınmasına rağmen yine de kararlılıkla devam edilen nükleer programını İran iç ve dış politikasının önemli bir enstrümanı ve süreklilik unsuru olarak görmektedir. İran siyasi kültürüne Humeyni döneminden miras kalan ve “bağımsızlık”, “Batı-karşıtlığı” ve “bölgesel liderlik” gibi parametreler üzerine inşa edilen dış politika anlayışının ana eksenini oluşturan nükleer program, İran halkını ortak bir hedef etrafında birleştirmektedir. İran’ın 
nükleer programı yalnızca iktidar ve muhalefeti ulusal güvenlik ve ulusal çıkar çatısı altında bütünleştirmemekte, aynı zamanda rejimin sürekliliği konusunda bir meşruiyet kaynağı olarak görülmektedir. Dolayısıyla İran’da hem iktidar hem de muhalefetin büyük çoğunluğu, nükleer faaliyetlerin devam etmesi noktasında fikir birliğine sahiptir. 

Bölgenin lider gücü ve küresel bir aktör olmak için nükleer programını rasyonel bir dış politika aracı olarak gören İran, 2002 yılında Washington ve Tahran arasında başlayan ve kısa sürede çok taraflı bir krize dönüşen nükleer faaliyetlerini kararlılıkla devam ettirmektedir. ABD önderliğindeki Batı dünyası İran nükleer programının askeri amaçlı olduğunu ve Tahran’ın nükleer silah üretmeye çalıştığını ileri sürerken, İran ise nükleer faaliyetlerinin sivil amaçlı 
olduğunu ve hedeflerinin barışçıl nükleer enerji üretmek olduğunu öne sürmekte dir. 

Soğuk Savaş döneminde Şah yönetiminin iktidarda olduğu süreç boyunca İran’ın nükleer faaliyetlerini bizzat destekleyen ABD ve AB bu kez İran nükleer programına karşı çıkmakta; Rusya ve Çin ise 1979 Devrimi’nden önceki tutumlarının aksine Tahran’ın nükleer çalışmalarına destek vermektedir. 

Bu yönüyle İran nükleer krizi, 11 Eylül sonrası beliren yeni uluslararası sistemde “sistemsel bir katalizör” işlevi görmekte ve uluslararası aktörler arasında farklı bakış açılarına neden olmaktadır. Küresel sistemin yeniden şekillendiği bu kriz sürecinde Türkiye ve Brezilya gibi bölgesel aktörler ise arabulucu rolü oynayarak nükleer krizin diplomatik yöntemlerle çözümlenmesine gayret etmektedir. Bu nedenle Türkiye, diplomatik müzakerelere ev sahipliği de yaparak kriz çözümünü barışçıl yollarla gerçekleştirmeye özen göstermektedir. 

Buna karşın İran nükleer krizini diplomatik yöntemlerle çözme girişimlerinden sonuç alınamaması ve bu yöndeki umutların azalmaya başlaması, krizin çatışmaya dönüşme ihtimalinin yüksek olduğuna dair yorumları beraberinde getirmektedir. Üstelik İran ile ABD karar alıcılarının söylemsel ve retorik açıdan giderek sertleşmesi ve iki aktör arasında sıcak bir çatışma yaşanacağına ilişkin değerlendirmelerin uluslararası kamuoyunun gündemine yerleşmesi, İran’ı küresel kaos senaryolarının merkezine oturtmaktadır. Bu senaryoların ilki, 
İran nükleer tesislerinin ve füze sistemlerinin ABD veya İsrail tarafından vurulması; ikincisi, Hürmüz Boğazı’nın İran tarafından kapatılması; üçüncüsü ise İran’ın Şii-Sünni çatışmasına zemin hazırlayacak politikalar izleme olasılığıdır.1 Bu çerçevede raporda öncelikle tarihsel süreçte Türkiye-İran ilişkileri ve İran nükleer krizindeki güncel gelişmeler incelenecek, ardından öngörülen üç senaryo tartışılacak ve gerçekleşmesi durumunda bu senaryoların Türkiye’yi nasıl etkileyeceği üzerinde durulacaktır. 

1. Tarihsel Süreçte Türkiye-İran İlişkileri 

Türkiye’nin en büyük komşusu olan İran ile ilişkileri tarihsel süreçte her zaman büyük önem taşımıştır. Bu ilişkiler 1639 Kasr-ı Şirin Anlaşması’ndan itibaren istikrarlı bir gelişme göstermiş ve bu anlaşma sonrasında iki ülke arasındaki sınır bazı ufak ayarlamalar dışında günümüze dek değişmemiştir. Buna karşın 1639’dan sonra sınır bölgesinde çıkan ayaklanmalardan kaynaklanan bazı ihtilaf ve çatışmalar yaşanmıştır. Örneğin 1720 yılında iki ülke arasında 20 yıl süren bir savaş başlamıştır. 1821-1823 yılları arasında iki ülke yine karşı karşıya gelmiş, 
Erzurum Anlaşması ile sınırın aynen korunması karara bağlanmasına rağmen sınırın işaretlenmesi konusunda ihtilaf ve sınır ihlalleri devam etmiştir. Sınırın işaretlenmesi ancak 1914 yılında gerçekleşebilmiştir.2 

Türkiye Cumhuriyeti kurulduktan sonra ikili ilişkilerde bazı sorunlar yaşanmıştır. Mesela İran’daki dini sınıf ve muhafazakâr kesimler, Atatürk’ün gerçekleştirdiği reformlara ve Türkiye’de laik bir sistemin inşa edilmesine tepki göstermiştir. Musul sorunu ve 1925’te Doğu Anadolu’da başlayan isyan sırasında İranlı aşiretler sık sık sınır ihlallerinde bulunmuş ve Musul sorunu çözüldükten sonra da bu ihlaller zaman zaman devam etmiştir. İki ülke arasında 1926 yılında imzalanan Güvenlik ve Dostluk Anlaşması’nda taraflar bu eylemlere son 
vermeyi ve gerekli önlemleri almayı taahhüt etmiş, ancak sınır olayları yine de sürmüştür. 

1926’da imzalanan başka bir anlaşma ile Ağrı bölgesinde Türkiye lehine sınır düzeltmesi yapılmıştır. Aynı yıl imzalanan Uzlaşma, Yargı Yönetimi ve Hakemlik Anlaşması ile bu sınır düzeltmesi teyit edilmiştir. 1926 tarihli Güvenlik ve Dostluk Anlaşması 1932’de güncelleştirilmiş ve böylece iki ülke arasındaki dostluk istikrarlı bir yapıya kavuşturulmuştur.3 

1926 yılından sonra yaşanan bu olumlu gelişmelerin en önemli nedenlerinden biri, İran’da Kaçar hanedanlığını askeri bir darbe ile sona erdiren ve Türkiye’nin modernleşme sürecini örnek alan Albay Rıza Pehlevi’nin Şah olmasıydı. Şah Pehlevi, 1934 yılında Türkiye’ye yaklaşık bir ay süren bir ziyarette bulundu ve bu dönemde (1925-1941) iki ülke arasındaki dostane ilişkiler gelişti. İki ülke bölgedeki gelişmelere karşı benzer dış politika yaklaşımları sergiledi. 

Buna rağmen İran, petrol kaynakları sayesinde zenginleştikçe iki ülkenin bölgedeki nüfuz rekabeti su yüzüne çıkmaya başladı ve Tahran’ın isteksiz davranması nedeniyle iki ülke arasında ekonomi ve enerji işbirliği bir türlü geliştirilemedi.4 

Albay Rıza Pehlevi’nin oğlu Muhammed Rıza’nın şahlığı döneminde (1941-1979) de ikili ilişkilerin genel itibarıyla istikrar ve barış içinde olduğu söylenebilir. Bu çerçevede Atatürk ve Şah Muhammed Rıza döneminde Türkiye, İran, Irak ve Afganistan arasında Temmuz 1937 yılında imzalanan ve bölgesel işbirliği anlaşması niteliğinde olan Sadabat Paktı ile ikili ilişkilerde başlayan barış ve istikrar süreci, Soğuk Savaş konjonktürünün büyük bir bölümünde devam etti. Aynı şekilde Şubat 1955’te İngiltere, Türkiye, İran, Irak ve Pakistan arasında yapılan Bağdat Paktı ve sonrasında paktın dağılmasıyla oluşturulan Merkezi 
Antlaşma Teşkilatı (CENTO) da Türkiye ile İran arasındaki ilişkilerin işbirliği içinde gelişmesinde büyük rol oynadı. İki devletin Soğuk Savaş döneminde Batı bloğunda yer almaları, ikili ilişkilerin iyi seyretmesinde temel etken olmuştur.5 Ancak Pehlevi hanedanını iktidardan deviren 1979 Humeyni Devrimi, Türkiye-İran ilişkilerinde bir kırılma noktası oluşturmuş ve iki ülkenin birbirlerinin siyasi rejimlerini tehdit olarak algılamaları ilişkileri etkilemiştir. 

İran’da 1979 yılında yapılan devrim ile yönetim sistemi değişmiş ve Şah dönemindeki anayasal monarşiden dini cumhuriyete geçilmiştir. İran’da kurulan yeni siyasal sistem, Türkiye’deki laik devlet düzeniyle tezat teşkil ediyordu. Bu nedenle iki ülke arasında güvensizlik ve kuşku ortamı oluşmaya başladı. Türkiye, İran’da Türkiye’nin laik sistemine karşı yayınlar yapıldığı gerekçesiyle rahatsız olduğunu ileri sürerken, İran ise Türkiye’de devrim ve kendi yöneticileri aleyhine propaganda yapıldığı yönündeki şikâyetlerini ortaya koyuyordu. Türkiye İran’ı devrim ihraç etmekle, İran da Türkiye’yi kendi rejimini yıkmak için faaliyette 
bulunmakla suçluyordu. 

Türkiye-İran ilişkileri, 1980-1988 İran-Irak Savaşı yıllarında özellikle Türkiye’nin tarafsız tutumu nedeniyle gelişme gösterdi. İran ve Irak, Türkiye’nin savaş sırasındaki tarafsızlığına o kadar güvendi ki, karşılıklı haklarının korunmasını Türkiye’nin Bağdat ve Tahran’daki büyükelçiliklerine bıraktı. Bu nedenle İran ile ticaret hacmi bu dönemde 2 milyar dolara ulaştı. Buna rağmen İran ile siyasi ilişkiler kırılgan bir zeminde seyrediyordu. Zira Tahran yönetimi 1990’lı yıllarda PKK terör örgütüne destek vermeye başlamıştı. 



    İran ile ilişkiler 2000 sonrası dönemde ise hızlı bir gelişme gösterdi ve diplomatik temaslar arttı. İki ülke arasındaki ticaret hacmi 2001’de 1,2 milyar dolar iken, bu rakam 2010’da 11 milyar dolara, 2011’de ise 15 milyar dolara yükseldi.6 Enerji Bakanı Taner Yıldız, Şubat 2012’de yaptığı açıklamada Türkiye’nin petrol ithalatının yaklaşık %50’sinin ve Mart 2012’de yaptığı açıklamada doğalgaz ihtiyacının %20’sinin İran’dan yapıldığını ifade etti. Ayrıca iki ülke arasında Türkmenistan doğalgazının İran üzerinden Türkiye’ye sevk edilmesi, İran doğalgazının Türkiye üzerinden Avrupa’ya nakledilmesi ve Güney Pars gaz kaynaklarının belirli fazlarının Türkiye Petrolleri Anonim Ortaklığı (TPAO) tarafından işletilmesi konularında mutabakat imzalandı. Ancak bugüne kadar bu projelerde önemli bir gelişme görülmedi. Bununla birlikte Türkiye’ye yerleştirilen NATO füze kalkanı, Irak’ta son dönemde yaşanan gelişmeler ve Suriye krizi nedeniyle Türkiye-İran ilişkileri 2011’den itibaren hassas bir çizgide seyretmektedir. 


İran Nükleer Programının Kısa Bir Kronolojisi 



İran nükleer programının tarihi arka planı 1950’lerin ikinci yarısına dayanmaktadır. İran 1957 yılında ABD ile nükleer işbirliği anlaşması imzalamış, ardından 1958 yılında Uluslararası Atom Enerjisi Kurumu’na üye olmuştur. 1959’da Tahran Nükleer Araştırma Merkezi kurulmuştur. ABD, İran ile 1957’de yaptığı nükleer anlaşma çerçevesinde 1967 yılında 5 MW gücündeki nükleer 
araştırma reaktörünü Tahran Nükleer Araştırma Merkezi’ne vermiştir. İran, 1968’de Nükleer Silahların Yayılmasını Önleme Anlaşması’nı imzalayarak anlaşmanın yürürlüğe girdiği 1970’te bu anlaşmaya taraf olmuştur. 1974’te Dr. Ekber İtimad önderliğinde İran Atom Enerjisi Kurumu kurulmuştur. Aynı yıl Şah Rıza Muhammed Pehlevi, 20 yıl içerisinde 20.000 MW’lık enerji üretecek nükleer tesisleri kurmayı hedeflediklerini açıklamıştır. ABD yönetimi de İran’ın nükleer 
faaliyetlerini desteklediğini belirtmiştir. İran’ın Şah döneminde başlayan nükleer programına ABD’nin yanı sıra Avrupa devletleri de bizzat destek vermiştir. 

Örneğin 1970’lerin ortasından itibaren Alman Kraftwerk, Siemens ve Fransız Framatome gibi Batılı şirketler ile Tahran arasında nükleer işbirliği anlaşmaları imzalanmıştır. Söz konusu anlaşmalar çerçevesinde nükleer tesislerin inşası, nükleer fizikçilerin eğitimi, nükleer ekipman ve teknolojinin temini gibi konularda İran’ın destekleneceği belirtilmiş ve bunların bir kısmı da gerçekleştirilmiştir. 

Ancak 1979 yılında Humeyni Devrimi ile Pehlevi Hanedanı’na son verilmesi (1925-1979) ve İslam Cumhuriyeti’nin kurulması, İran’ı ABD liderliğindeki Batı bloğundan uzaklaştırırken, Batı’nın İran nükleer programına verdiği desteği kesmesine neden olmuştur. Dini lider Humeyni önderliğindeki Tahran yönetimi, 1980-1988 yılları arasında yaşanan İran-Irak Savaşı nedeniyle nükleer faaliyetleri durdurmak zorunda kalmıştır. Savaşın ardından nükleer programını devam ettirmek isteyen İran, 1990 sonrası süreçte Rusya ile nükleer işbirliği yaparak Moskova tarafından açıkça, Çin tarafından ise Amerikan baskısı nedeniyle üstü örtülü bir şekilde desteklenmiştir. Washington yönetiminin 
2002 yılında, İran’ın Arak ve Natanz tesislerinde nükleer silah üretmeye çalıştığını ileri sürmesi üzerine İran ile ABD arasında başlayan nükleer kriz, 2002’den bu yana tırmanarak devam etmiş ve bu süreçte çok taraflı bir krize dönüşmüştür. 

2. İran Nükleer Krizindeki Gelişmeler ve Türkiye 

Son yıllarda Türkiye-İran ilişkilerinin hızla gelişmesindeki iki ana neden; Türkiye’nin “komşularla sıfır sorun” ilkesi çerçevesinde bölge ülkeleriyle ilişkilerin geliştirilmesine özel önem vermesi ve askeri amaçlı olduğu ileri sürülen nükleer programı nedeniyle Tahran’a uygulanan yaptırımlar sonucunda İran’ın uluslararası sistemden tecrit edilmesidir. Türkiye enerji ihtiyacının önemli bir kısmını İran’dan karşılarken, Tahran ile ihracatını artırarak ekonomisini geliştirmeye çalışmaktadır. Bunun yanı sıra Türkiye nükleer kriz nedeniyle İran’ın olası bir çatışma ortamına çekilmesini ve dolayısıyla bölgedeki mevcut istikrarsızlığın kontrol edilemez boyuta gelmesini önlemek için yoğun bir diplomatik çaba harcamaktadır. 

Bu nedenle Türkiye, Batı ile İran arasında ara buluculuk girişimlerinde bulunmakta ve nükleer krizin çözümü konusunda yapıcı bir rol ve sorumluluk üstlenmeye özen göstermektedir. İran, Türkiye ile ilişkilerini geliştirmek suretiyle hem kriz çözümünde taraf olmaya devam etmekte hem de uluslararası toplumla iletişimini sürdürmeye çalışmaktadır. Tahran yönetimi İstanbul’da 14 Nisan 2012’de yapılan son görüşmeler öncesinde müzakere yeri konusunda 
sorun çıkarsa da gerek Batı dünyası gerekse İran, Türkiye’nin arabuluculuk rolünün devamına sıcak bakmaktadır. 

Türkiye, Batı ile İran arasındaki nükleer krizin çözümü konusunda Viyana’daki görüşmelerden sonuç alınamaması üzerine Brezilya ile birlikte arabuluculuk girişiminde bulunarak söz konusu diplomatik sürecin yeniden başlatılmasına katkı sağlamıştır. İran’ın bu girişimi kabul etmesi neticesinde 17 Mayıs 2010 tarihinde Tahran’da İran Cumhurbaşkanı Mahmud Ahmedinecad, Brezilya Cumhurbaşkanı Lula Da Silva ve Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın 
katılımıyla uranyum takası konusunda bir uzlaşma metni imzalanmıştır.7 Bir anlaşma niteliğinde olmayan Tahran Bildirisi, İran ile Viyana grubu arasında nükleer yakıt takası anlaşması yapılmasını sağlamak amacıyla üç ülkenin mutabakata vardığı bir metindir. 

İran, söz konusu metne göre düşük düzeyde zenginleştirilmiş 1200 kg uranyumun Türkiye’de muhafaza edilmesini kabul etmiştir. Metinde ayrıca 1200 kg uranyumun Türkiye’de bulunduğu sürece İran’a ait olduğu, İran ve Uluslararası Atom Enerjisi Kurumu (UAEK) yetkililerinin istedikleri zaman Türkiye’deki uranyumun depolanma ve saklanma koşullarını denetleyebilecekleri vurgulanmıştır. Bununla birlikte İran’ın belirtilen hususları kabul ettiğini 
7 gün içinde UAEK'ya bildirmesi; ABD, Rusya, Fransa ve UAEK'dan oluşan Viyana grubunun olumlu cevabına paralel olarak Tahran'daki araştırma reaktörü için gerekli 120 kg yakıtın teslim edilmesinin taahhüt edilmesi gibi takasla ilgili ayrıntılı konulara kesin anlaşmada yer verilmesi öngörülmüştür. İran, anlaşmaya varıldıktan sonra düşük oranda zenginleştirilmiş 1200 kg uranyumu bir ay içinde Türkiye’ye göndermeyi kabul etmiştir. Bu çerçevede metinde, Viyana grubunun da bir yıl içinde 120 kg yakıtı İran'a teslim etmesi gerektiği belirtilmiş ve bildirinin şartlarına uyulmaması durumunda İran’ın verdiği uranyumu geri 
isteme hakkına sahip olduğu ve Türkiye’nin de bu istek doğrultusunda iade işlemini gerçekleştirmesi öngörülmüştür.8 

ABD dışındaki 5+1 üyeleri9 ve UAEK bildiriye ihtiyatla yaklaşmıştır. Tahran yönetiminin kısa bir süre sonra %20 oranında uranyum zenginleştirme faaliyetlerine devam edeceğini açıklaması, İran’ın asıl amacının anlaşmaya varmaktan ziyade uluslararası yaptırımlardan kaçmak olduğu şeklinde değerlendirilmiştir. 



Uluslararası Atom Enerjisi Kurumu (UAEK) 



. 29 Temmuz 1957 tarihinde kurulan UAEK Birleşmiş Milletler bünyesinde faaliyet gösteren özerk bir kuruluştur. Merkezi Viyana’da bulunan kurumun şimdiki başkanı Yukiya  Amano’dur. 

. UAEK’nın temel amaçları; 
. Nükleer enerjinin barışçıl amaçlarla kullanımını sağlamak, 
. Nükleer silahların yayılmasını önlemektir. 
. Temel işlevleri; 
. Nükleer bilim ve teknolojinin barışçıl amaçlarla kullanılması konusunda üye ülkelere destek sağlamak, 
. Denetim mekanizması aracılığıyla ortaya koyduğu nükleer güvenlik standartları çerçevesinde üye ülkelerin taahhütlerini yerine getirip getirmediğini kontrol etmek, nükleer tesisleri korunma önlemleri altında bulundurmak ve nükleer programları denetlemektir. 
. İran, UAEK’ya 1958 yılında üye olmuştur. 


Tahran Bildirisi’ne en fazla tepki gösteren ülke ABD olmuştur. Washington yönetimi İran’ı “yeni yaptırımlar uygulanması konusundaki baskıdan kurtulmaya çalışmakla” suçlayarak, Tahran’ın söz konusu anlaşmayı BM Güvenlik Konseyi toplantısı öncesinde imzalamasına dikkat çekmiştir. ABD, yaptırım tasarısını gündeme taşıması sonrasında Güvenlik Konseyi üyelerinin desteğini aldığını açıklamıştır.10 

Tahran Bildirisi, Türkiye ve Brezilya’nın girişimlerine rağmen beklenen ve istenen uzlaşı zeminini sağlayamamış ve BM Güvenlik Konseyi’nden yeni yaptırım kararı çıkma ihtimaline karşı İran’ın yaptığı diplomatik bir manevra olarak yorumlan mış tır. Bu nedenle Washington yönetimi, İran’a yeni bir yaptırım uygulanması konusunda Güvenlik Konseyi’ne talepte bulunmuştur. Türkiye ve Brezilya diplomatik müzakerelere devam edilmesi gerekçesiyle yeni yaptırımlara karşı çıkmasına rağmen 1929 sayılı yaptırım kararı Türkiye ve Brezilya’nın 
“hayır”, Lübnan’ın ise “çekimser” oyuna karşı 12 “evet” oyu ile Güvenlik Konseyi’nce 9 Haziran 2010’da kabul edilmiştir.11 

Tahran yönetimi, Güvenlik Konseyi’nin yaptırım kararı sonrasında uranyum zenginleştirme çalışmalarının Nükleer Silahların Yayılmasını Önleme Antlaşması’ndan (Non-Proliferation Treaty; NPT) kaynaklanan bir hakkı olduğunu vurgulayarak nükleer faaliyetlerine devam etmiş ve kısa bir süre sonra yaklaşık 40 kg %20 oranında zenginleştirilmiş uranyum ürettiğini açıklamıştır.12 Bu gelişmelere karşın askıda bulunan görüşmelere tekrar başlanması için Türkiye öncülüğündeki diplomatik arayışlar devam etmiş ve 5+1 üyeleriyle İran arasındaki müzakereler bu kez 21–22 Ocak 2011 tarihlerinde İstanbul’da gerçekleştirilmiştir. 



Nükleer Silahların Yayılmasını Önleme Anlaşması (NPT) 

. NPT 1 Temmuz 1968 tarihinde ABD, SSCB ve İngiltere arasında imzalanmış ve 1970’te yürürlüğe girmiştir. Anlaşmayı sonradan Fransa ve Çin de imzalamıştır. Halen 189 ülke anlaşmaya taraftır. İsrail, Hindistan ve Pakistan anlaşmayı imzalamamış, Kuzey Kore ise anlaşmayı imzaladıktan sonra çekilmiştir. 
. Bu anlaşmaya göre 1 Ocak 1967 tarihinden önce nükleer silah ve patlayıcıya sahip olan ABD, SSCB, Fransa, İngiltere ve Çin “nükleer silah sahibi ülkeler” olarak kabul edilmiştir. NPT rejimi, nükleer silahlanmanın 1 Ocak 1967’den önce nükleer silaha sahip olmayan devletlere yayılmasını engelleme amacını taşımaktadır. 
. Bu çerçevede anlaşmanın temel amaçları; 
. Nükleer silahların yayılmasını önlemek, 
. Nükleer silahsızlanmayı gerçekleştirmek, 
. Nükleer enerjinin barışçıl amaçlı kullanımını sağlamaktır. 
. İran, NPT’yi 1970’de onaylayarak NPT rejimine taraf olmuştur. 

İran; rutin denetimlerinin dışında aniden ve herhangi bir izne ihtiyaç duymaksızın UAEK’ya özel denetimler yapma yetkisi tanıyan ve NPT’yi tamamlayıcı bir anlaşma olarak tanımlanabilecek Ek Protokolü 
(1997) 18 Aralık 2003’te imzalamış, ancak hala onaylamamıştır. 

2.Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..,,

***

24 Ekim 2018 Çarşamba

TEMEL ULUSLARARASI HUKUK İLKELERİ

TEMEL ULUSLARARASI HUKUK İLKELERİ 

Doç. Dr. Cenap ÇAKMAK 
Fadime Gözde ÇOLAK 
RAPOR NO: 29 Şubat 2011 
BİLGESAM YAYINLARI 




Şüphesiz “ Temel ” diye nitelendirilebilecek çok sayıda uluslararası hukuk ilkesinden söz etmek mümkündür. Ancak klasik uluslararası hukukun özel önem atfettiği ve birbirleriyle yakından ilişkili iki temel ilke vardır ki bunlar 19. yüzyıl ve erken 20. yüzyıl uluslararası siyasi sistemini şekillendirmiştir. Bunlardan birincisi, bütün devletlerin diğer devletlerin egemenlik haklarına saygı göstermesi gerektiğini ifade ederken ikincisi de bu noktadan hareketle devletlerin diğer devletlerin iç işlerine karışamayacaklarını vurgulamaktadır. 

20. yüzyılın başında Amerikan başkanı Wilson tarafından popüler hale getirilen Self-Determinasyon (halkların kendi geleceklerini tayin etme) hakkı önemli bir uluslararası hukuk prensibidir. Fakat bu prensip 20. yüzyıl küresel siyasi sisteminde kısıtlı bir rol oynamış ve hiçbir zaman yukarıda anılan iki temel ilkeyi zedeleyecek veya ihlal edecek bir şekilde uygulanmamıştır. Bununla birlikte İkinci Dünya Savaşı’ndan itibaren beliren ve zamanla gözle görülür bir ilerleme kaydeden uluslararası insan hakları hukuku veya rejimi, klasik uluslararası hukuk içeriğini ve önceliklerini değiştirmeye başlamıştır. Bu çerçevede yukarıda bahsi geçen iki temel ilke sorgulanır hale gelmiş ve hatta giderek kendi vatandaşlarına temel insan haklarını garanti edemeyen rejimlere müdahale edilebileceği fikrinin doğmasına neden olmuştur. 

Bu eğilim giderek güçlenmiş ve en son Kosova örneğinde de görüldüğü gibi yeni bir boyut kazanmıştır. Yukarıda atıfta bulunulan iki temel uluslararası hukuk ilkesi bu örnekte göz ardı edilmiştir. Dahası, self-determinasyon ilkesi çerçevesinde de bağımsızlığı söz konusu olmayan Kosova’nın küresel siyasi sistemin yeni bir aktörü olarak tanınması yeni bir teamülün ortaya konulması ile mümkün olabilmiştir. Burada Kosova’nın bağımsızlığının tanınmasının temel gerekçesini Sırp yönetiminin Kosova halkına yönelik tutumunun kabul 
edilemezliği oluşturmaktadır. Bu çerçevede Slobodan Miloşeviç’in Lahey’deki uluslararası savaş suçları mahkemesinde Bosna Hersek’te işlenen suçlarla ilgili olarak değil, Sırp egemenliği altındaki Kosova topraklarında işlenen insanlığa karşı suçlar ve savaş suçları ile ilgili olarak yargılandığını belirtmek konuyu izah edebilmek açısından yeterli olacaktır. 

1. Self-Determinasyonla Bölünmek Mümkün mü? 

1.1. Self-Determinasyon ve Pratik Uygulaması 

Self-Determinasyon arzusu ile milliyetçilik arasında hiç şüphesiz çok yakın bir ilişki vardır. Bu çerçevede Fransız Devrimi’nin self-determinasyon ile ilgili gelişmeler üzerinde oldukça büyük bir etkisinin olduğunu söylemek mümkündür. 



Geniş anlamda self-determinasyonun bir halkın kendi geleceğini tayin hakkına sahip olması şeklinde görülebileceği genel olarak kabul edilmektedir. Ancak spesifik örnek-olaylarda hangi grupların meşru bir şekilde bu hakkı kullanma iddiasında bulunabilecekleri çok net değildir. Bu konuda evrensel olarak kabul edilmiş standart ve kurallar mevcut değildir. Şu anda self-determinasyon hakkı olarak ifade edilmekte olan ilke, meşhur Wilson ve diğer self-determinasyon taraftarlarınca evrensel bir tatbikata sahip olacak şekilde düşünülmemiştir. Daha çok, yenilen devletlerin egemenliğinde bulunan halkların bağımsız ve egemen bir devlete sahip olmalarını sağlamak için düşünülmüş bir çözüm yoludur. 

Temel bir uluslararası hukuk kuralı olan self-determinasyon ilkesinin uygulanabilmesi için takip edilebilecek genel ve makbul kurallar formüle edilememiştir. Wilson’ın meşhur ifadesinde, “iyi tanımlanmış ulusal istekler”in azami bir tatmin ile karşılık görmesi olarak atıfta bulunulan self-determinasyonun birçok muğlâk noktası bulunmaktadır. Her şeyden 
öte, “iyi tanımlanmış istekler”in objektif tanımı mümkün değildir. Self-determinasyon hakkını kullanma iddiası ile yola çıkan bütün halklar elbette “iyi tanımlanmış ulusal istekler”e sahip olduklarını iddia edecektir. 

Self-Determinasyon ile ilgili oldukça karmaşık ve tartışmalı başka noktalar da vardır. Bunların başında, kendi kendini yönetme becerisine sahip olmayacakları açık olan ama bu arada bağımsızlık istekleri güçlü halkların durumunun ne olacağıdır. İkincisi, bir azınlığın hakları karşısında, aynı ülke ve siyasi yönetimi paylaşan çoğunluğun haklarının hangi dereceye kadar zarar görmesine izin verileceğidir. Üçüncüsü, bir halk oylaması yapılacak ise, bu oylamanın kapsam ve yeri her zaman o kadar kolay olmayacaktır. Dördüncüsü, bir etnik azınlığa egemenlik hakkı tanındığında ne olursa olsun, her zaman bir grubun başka bir grup içinde azınlıkta kalma riski vardır. Örneğin bağımsızlığı tanındığı takdirde Güney Osetya’daki Gürcü azınlığın durumu ne olacaktır? 

Her ne kadar açık bir şekilde ilk defa ABD Başkanı Woodrow Wilson tarafından 1918 yılında dile getirilmişse de self-determinasyon ilkesine pozitif uluslararası hukuk kuralı niteliği kazandırma girişimi ilk kez Sovyetler Birliği tarafından 1945 yılında toplanan San Francisco Konferansı’nda yapılmıştır. Konferans’ta kavramın ve halkın tanımı yapılmamış olmakla birlikte Sovyet delegeleri, ulusların eşitliği ve self-determinasyonuna atıfta bulunmuştur. 



Self-Determinasyon ile ilgili tartışmalar İkinci Dünya Savaşı sonuna kadar büyük ölçüde teorik düzeyde kalmış ve test edilme imkânı bulmamıştır. 1950’li yıllardan itibaren de özellikle Birleşmiş Milletler çerçevesinde daha sıklıkla tartışılmaya başlamıştır. Bu dönemde Libya’nın İtalya’dan hemen bağımsızlığını almasına karar verilirken Somali için on yıllık bir süre belirlenmiştir. Ancak her iki kararda da bu iki ülkenin kendi kendilerini yönetmek için yeterli kaynak ve kabiliyete sahip olup olmadıklarına bakılmamıştır. 

Bununla birlikte şunu da belirtmek gerekir ki BM özellikle ilk yıllarında self-determinasyon ile ilgili net olmayan bir tutum benimsemiştir. BM Statüsü, self-determinasyondan söz etmekle birlikte bu ilkeye oldukça silik bir vurgu yapmaktadır. Statü self-determinasyonu sadece ilke olarak ele almakta, bu terimden hak veya standart şeklinde bahsetmemektedir. 

Self-Determinasyon ile ilgili uygulamaya yönelik yapılan ilk tartışmalarda “halk” kavramının nasıl tanımlanacağı, diğer bir ifade ile neyin halk olarak görüleceği önemli bir problem teşkil etmiştir. Zira kendi kendini halk olarak ilan eden her grubun bu hakkı kullanmaya yetkili ve ehil olmayacağı açıktır. Böyle bir şeye izin verildiği takdirde uluslararası siyasi düzenin anarşi ile boğuşacağı ve sayısız devletin ortaya çıkmasına izin verilmesi gerekeceği bellidir. 

Bununla birlikte genel kabul gören bir hak ve prensip şeklinde self determinasyonun büyük kabul gördüğü iki temel dönemden söz etmek mümkündür. Ancak her iki dönemde de ilgili hak sadece belirli ülke ve halklar için uygulanmış; dolayısıyla sınırlı bir tatbikat imkânı bulmuştur. Birincisi, Birinci Dünya Savaşı sonrasıdır. Bu dönemde Wilson söz konusu ilkeyi evrensel anlamda kullanmakla birlikte sadece Avrupa’da bazı toplulukların egemenlik hakkı kazanması amacını gütmüştür. İkincisi ise İkinci Dünya Savaşı sonrasıdır. Bu dönemde ise self-determinasyonun uygulanmasında temel eğilim ve amaç denizaşırı imparatorlukların parçalanması sürecini istikrarlı bir şekilde sonuçlandırmaktır. Dekolonizasyon olarak bilinen bu dönemde sıklıkla uygulama alanı bulan self-determinasyon ilkesinin bu dönem sona erdikten sonra eski hızını ve popülaritesini kaybettiği açıktır. 

Dekolonizasyon döneminde bile BM’nin self-determinasyon çerçevesinde bağımsızlıklarına izin verdiği bölgelerin, ana yönetim merkezi veya sömürgeci birim ile fiziksel olarak oldukça ayrı ve uzak olmaları dikkat çekmiştir. Bu nedenle de örneğin Demokratik Kongo Cumhuriyeti’nden ayrılmak isteyen Katanga bölgesinin bu arzusunu Birleşmiş Milletler reddetmiştir. 24 Kasım 1961 tarihli Güvenlik Konseyi kararı, bölgenin bağımsız ve egemen bir devlet olma doğrultusundaki iddialarını tamamen reddetmiş ve Kongo Cumhuriyeti’ ni Kongo’nun dış ilişkilerinden sorumlu tek siyasi varlık olarak tanımıştır. 

Yukarıdaki kısa açıklama self-determinasyonun daha çok sömürge ilişkisinin bulunduğu dönem ve durumlarda daha sıklıkla uygulama imkânı bulduğunu göstermektedir. Ancak belirtmek gerekir ki sömürge ilişkisinin olmadığı bazı özel durumlarda bile uluslararası hukuka göre self-determinasyon hakkı tanınabilmekte dir. Örneğin Doğu Pakistan’daki iç çatışmalarda geçici de olsa problemi çözmek için self-determinasyonun çerçevesini belirlemek üzere bazı ilave kriterler belirlemek mümkündür. Bu kriterler özetle şunları içermektedir: iki bölgenin fiziksel olarak birbirinden ayrı olması ve Batı Pakistan’ın Doğu 
Pakistan üzerindeki hâkimiyeti; iki bölge arasında dil, kültür ve etnik farklılıklar; Batı Pakistan lehine büyük bir ekonomik farklılık; Batı Pakistan ordusunun acımasız eylemleri ve soykırım suçlamasına neden olan tutumları. 

Eğer Self-Determinasyon, bir halkın kendi yönetimini, geleceğini ve siyasi kurumlarını seçme özgürlüğü ve hakkı ise bu hakkın aynı zamanda bir devletin ülkesel bütünlüğe sahip olma hakkı ile önemli bir tezat oluşturacağı açıktır. Birleşmiş Milletler de birçok örnekte ayrılıkçı hareketlere karşı soğuk davranmış ve ayrılıkçılığın self-determinasyon ilkesi çerçevesinde meşrulaştırılmasına izin vermemiştir. Bunun en önemli nedeni ise, kendi üyelerinin ülkesel bütünlüğüne yönelik bu tür tehditlere izin verdiği takdirde BM’nin oldukça zor bir durumda 
kalacağıdır. 

Self-Determinasyon çok farklı bir şekilde uygulama alanı bulabilmektedir. Bunların arasında şu ana kadar en fazla gözlenen formları şunlardır: Asya ve Afrika devletlerinin bağımsızlıklarında olduğu gibi sömürge hâkimiyetinden kurtulma; bunun tersi, yani bir devletin egemenliğinde kalma iradesi; bir devleti barışçı bir şekilde sona erdirme ve sona eren devlet ülkesi üzerinde yeni bir devlet oluşturma; Bangladeş ve Eritre örneklerinde olduğu gibi tartışmalı ayrılma hakkı; Almanya örneğinde olduğu gibi bölünmüş devletlerin yeniden birleşmesi ve sınırlı otonomi hakkı. 

Buradan hareketle self-determinasyon ilkesi çerçevesinde Türkiye’nin bölünebileceğini ya da parçalanacağını söylemek mümkün değildir; modern dünyada self-determinasyon ile ilgili uygulamaların hiçbirinin Türkiye’nin bölünmesi için bir temel teşkil etmesi veya bir model olarak sunulabilmesi söz konusu değildir. Bu nedenle de sırf halkların kendi geleceklerini tayin etme hakkı ilkesel olarak vardır diye Türkiye’de bulunan grup veya topluluklar Türkiye’den ayrılmayı talep edemeyeceklerdir. Dolayısıyla ne uluslararası sistemi var eden temel ilkeler, ne de self-determinasyon ilkesi Türkiye’nin bölünme veya 
parçalanmasına sebep olacak nitelikte değildir. 

2. Bölünmeye Neden Olan Uygulamalar., 

Bununla birlikte yukarıdaki açıklama Türkiye’nin bölünmeyeceğinin bir garantisi olarak algılanmamalıdır. Günümüz küresel siyasi sistemi 20. yüzyıldakinden önemli ölçüde farklılıklar içermektedir. Kabaca bu değişikliğin, sistemin odağının kısmen de olsa değişmesi ile ilgili olduğunu söylemek mümkündür. 20. yüzyıl dünyası milli devletlere vurgu yaparken günümüz küresel sistemi en azından ilkesel olarak insan güvenliğini de dikkate almaktadır. 

Elbette ki sistemin tamamen birey odaklı olduğunu söylemek naiflik olacaktır; ama en azından insan güvenliği ve haklarının ciddi anlamda dikkate alınması şeklinde kendini gösteren bir temayülün olduğunu söylemek de mümkündür. 

Bu eğilimin somut sonuçları da Soğuk Savaş sonrası dönemde bazı devletlerin 
bağımsızlıklarını kazanmasında kendini göstermiştir. Orta Asya ve Kafkasya bölgesinde ve Balkanlar’da bağımsızlıklarını kazanan ülkeler örneğinde self-determinasyondan söz etmek mümkün ise de Doğu Timor ve Kosova gibi bazı örneklerde self-determinasyondan farklı bir teamül etkili olmuştur. 

Özellikle Kosova Örneğinde daha belirgin bir şekilde takip edilen bu teamüle göre her ne kadar devletlerin egemenliklerinin korunması birincil önemde ise de, kendi vatandaşlarına karşı sistematik şiddet siyaseti izleyen bir yönetime karşı uluslararası toplumun harekete geçmesi ve gerekirse mağdur grubun korunması mümkün olabilmiştir. Buna göre örneğin Kosova’da çoğunluğu oluşturan Arnavutların Sırbistan tarafından yönetilmeye devam ettikleri takdirde sistematik saldırılara maruz kalacakları düşüncesi Kosova’nın bağımsızlığının temel gerekçesi olmuştur. 

Bu da Türkiye Açısından şu anlama gelmektedir: Türkiye’de yaşayan grup veya toplulukların temel hakları garanti edildiği ve korunduğu sürece Türkiye’nin bölünmesi söz konusu değildir. Ancak sistematik ayrımcılık ve ciddi boyutlarda insan hakları ihlalleri ile birlikte belli bir grubu hedef alan şiddet günümüz uluslararası hukuk anlayışında mazur görülmemekte ve içişlerine karışmama ilkesine bir istisna olarak değerlendirilmektedir. 

3. İnsan Hakları ve Kürtçü Siyaset 

Bölünmeyi önlemenin en etkin yollarından bir tanesi şeffaf ve demokratik bir yönetim düzeninin güçlendirilmesidir. Bu da istikrarlı ve kararlı bir şekilde insan hakları ve demokratik değerlere vurguyu gerektirmektedir. Pragmatik bir açıdan böylesi bir tutum hem devletin evrensel hukuk standartlarına uymasını sağlayacak ve hem de Kürtçü siyasetin elinde bir süredir araçsallaştırılan insan hakları, demokrasi ve özerklik gibi bazı kavramların yerli yerinde kullanılmasını sağlayacaktır. 

İkinci Dünya Savaşı’ndan itibaren popülaritesi gittikçe artan ve günümüzde küresel düzlemde gördüğü ilgi zirveye ulaşan insan hakları, DTP ve BDP gibi etnik Kürtçü siyasi partilerin elinde pek de şeffaf olmayan parti hedeflerine ulaşmada kullanılan bir araç haline gelmiştir. Gelinen noktada bu siyasi çizginin insan hakları ve demokrasi ilgi ve vurgusunun çok da içten olmadığı iddia edilebilmektedir. Ancak özellikle de dış dünyaya karşı partinin ve terör örgütünün olduğundan farklı bir biçimde sunulması için insan hakları ve demokrasi odaklı ve vurgulu söylem söz konusu siyasi çizginin temsilcileri tarafından kullanılmaya devam edecekmiş gibi görünüyor. 

İnsan hakları ve demokratikleşmeye etnik Kürtçü siyasetçiler tarafından daha fazla sahip çıkıldığı bir ortamda geniş halk yığınları ve bazı bürokratik kurumlar da insan hakları felsefesi ve söylemine daha da yabancılaşmakta ve insan hakları savunuculuğunu teröre destek gibi algılayabilmektedir. Bunun tehlikeli bir gidiş olduğu açıktır. Bu nedenledir ki “insan hakları” gibi evrensel bir kavram ve eğilim DTP ve yerine kurulan BDP gibi içine kapalı, demokratik ilkeleri içselleştirmeye karşı dirençli ve etnik siyaset üzerine kurulu bir siyasi çizginin elinden kurtarılmalıdır. Ya da bu siyasi çizginin aktörleri insan hakları ve  demokratikleşmeye dayalı söylemlerinin gereklerini yapmaya doğal ve meşru yollardan zorlanmalıdır. 



Etnik Kürtçü siyasi çizginin insan hakları söylemini zaman zaman kendi gündemleri için bir dayanak ve destek olarak kullandığına dair çok sayıda örnek mevcuttur. Her şeyden önce DTP ve BDP’nin demokrasi ve insan hakları söylem ve vurgusu zaman zaman tutarsız, belirsiz ve yüzeysel kalmıştır. Bu siyasi çizginin aktörleri çoğu kere kendilerinin icat edip tanımladığı, ama somut bir anlam ifade etmeyen yeni terkipler ile halkın karşısına çıkmaktadırlar. Bunun son örneği “demokratik özgürlük”tür. Kavramın ne ifade ettiğinin belirgin olmaması bir tarafa, DTP’nin ve daha sonrasında da BDP’nin kavramla neyi amaçladığı uzunca bir süre muğlâk kalmıştır. “Demokratik,” “konfederasyon,” “federasyon,” 
“özerklik,” “eyalet sistemi” gibi insan hakları ve demokratikleşme alan literatürüne ait kavramlardan kısa aralıklarla yeni ama anlamsız terkipler ortaya atan etnik Kürtçü siyasetin temsilcileri bununla vitrin düzenlemesi ve süslemesi yapmaktadır. Hiç şüphesiz başta eski İnsan Hakları Derneği (İHD) Başkanı Akın Birdal olmak üzere çok sayıda BDP’li gerçek anlamda insan hakları savunucuları olarak görülebilir. Ancak bu durum parti olarak DTP’nin ve BDP’nin çekici kavramları harmanlayarak “suni” ve içi boş yeni kavramlar “uydurarak” 
meşruiyet arayışına girdiği gerçeğini değiştirmeyecektir. 

4. Etnik Kürtçü Taleplere Karşı Daha Fazla “İnsan Hakları” Vurgusu 

Terör ile arasına perde çekemeyen ve bu nedenle de insan hakları vurgusu inandırıcılıktan normalde uzak olan etnik Kürtçü siyasetin temsilcisi oldukları bilinen DTP ve BDP gibi partileri kapatmak ve siyasi sahneden uzaklaştırmak gerçekçi bir çözüm değildir. 

Demokratik ve evrensel hukuka saygılı bir devlet özelliklerini de yansıtmamaktadır. Bu tür siyasi örgüt ve hareketleri kapatmak veya yasaklamak yerine söz konusu siyasi çizginin temsilcisi partilerin sıklıkla ve bilinçli bir şekilde atıfta bulunduğu insan hakları ve demokratikleşme söyleminin tekel altına alınamayacağı fiili olarak gösterilmelidir. Teorik olarak demokrasi ve insan hakları yanlısı olduklarına şüphe olmayan siyasi partiler bunu tavırlarına, söylemlerine ve uygulamalarına özenle yansıtabilmelidir. Geniş halk kitlelerinin 
ve bu kitlelerin siyasal tercihlerini siyasi alana taşıyan partilerin insan hakları ve 
demokrasiye özel bir önem atfettiği bir ortamda etnik Kürtçü siyaset “insan hakları” ve demokrasi odaklı söylemi ile öne çıkamayacaktır. Bu söylemini devam ettirse bile ki aksini arzu etmek için hiçbir neden yoktur aslında— insan hakları ve demokrasinin Türkiye’deki birkaç temsilcisinden biri olma iddiasında ve görünümünde olamayacaktır. 

SONUÇ 

Böyle bir ortamda ABD’nin Irak’tan çekilmesi ile ilgili oluşan tedirginliklerin hepsi gayet makul görünmektedir. Öncelikli sıkıntı ise, bölgede oluşabilecek güç boşluğudur. ABD’nin 2003’ten beri varlığı bölgede gruplar arasında yaşanabilecek olan çatışmaları engellemektedir. Fakat ABD’den sonra gruplar arasındaki sıkıntılar çatışma halini alabilir. Bu çatışmalar göz önünde 
tutulduğunda özellikle kuzeyde Türkmenler, Kürtler ve Araplar arasındaki çözülememiş toprak uyuşmazlıkları, petrolün paylaşımı gibi konuların yer aldığı göze çarpmaktadır. Sünni yönetimli Irak’ın Evlatları grubu Irak ekonomisine ve hükümetine dâhil olamamıştır ve hala zararlı bir güç durumundadır. Irak’ta ekonomi ve elektrik şebekesi gibi temel altyapı sistemleri vasat durumdadır. Ve tabii ki, Iraklıların yeni bir hükümet kurma mücadelesi kötü yönetimin mevcudiyetinin sonucudur. Bu sebeple birçok akademisyen, Irak’taki farklı etnik 
gruplar arasında bir iç savaş öngörmektedir. 

Geçen yüzyılda yaşanan iç savaşlar hakkında yapılan akademik çalışmalar gösteriyor ki %50 oranında iç savaşlar ateşkesin ardından 5 yıl içerisinde yeniden baş gösteriyor. Eğer bir ülke ganimet olarak görülen altın, elmas ya da petrole sahipse bu oran daha da artıyor. Burada dikkat çekici nokta, eğer büyük bir güç ABD’nin Irak’ta yaptığı gibi barış gücü ya da uzlaştırıcı görevinde uzun vadeli bir biçimde katkı sağlamaya hevesli olduğunda, iç savaşın tekrar 
başlama olasılığı üçte birden düşük bir ihtimal halini alıyor. Dolayısıyla ABD’nin şu an Irak’a yaptığı katkılar oldukça önemlidir. Burada değinilmesi gereken bir diğer konu ise, iç savaşın kamuoyunun istemesiyle çıkmayacağıdır. Birçok insan iç savaşı bir felaket olarak görmektedir. İç savaşlar çoğu zaman liderlerin amaçlarını zor kullanarak elde edebileceklerini düşünmesi sonucunda yeniden alevlenebilmektedir. Genelde büyük bir devletin askeri gücü devreye girdiğinde liderler ikna edilmekte ve savaşmaktan vazgeçmektedirler. Bu nedenle 
ABD’nin bölgesel güçlerle ya da uluslararası organizasyonlarla işbirliği içinde Irak’ta barış ve istikrarın kurulmasına katkı sağlaması gerekmektedir. 

Raymond Odierno kendisiyle konu ile ilgili yapılan mülakatta Kürt askerlerinin bir yıl içerisinde Arap ağırlıklı Irak ordusunda yer alamaması durumunda Birleşmiş Milletler barış güçlerinin bir seçenek olabileceğini belirtmişti. General Odierno, Birleşmiş Milletler güçlerinin gerekli olmamasını umduğunu da eklemiştir. Öte yandan Odierno iki kültür arasındaki tansiyonun ve Irak’ın kuzeyindeki petrol zengini bölgelerin her iki grup tarafından kendi bölgeleri olarak gösterilmesinin yıllardır çözüme ulaşmadan kaynadığının farkındaydı. Irak’lı Kürtler, Arap ağırlıklı merkezi Irak hükümetine karşı bir hareket olarak; Ninevah, Tamim ve Diyala gibi birçok bölgeyi kendi otonom bölgelerine dâhil etmek istemektedir. 
Amerikalı bir üst düzey askeri yönetici, ABD kuvvetlerinin 2011’in sonunda çekilmesinden sonra eğer Araplar ve Kürtler arasındaki tansiyon azalmazsa Birleşmiş Milletler barış kuvvetlerinin kuzeydeki ihtilaf konusu olan toprakları korumasının söz konusu olabileceğini belirtmiştir. 

Öte yandan, Irak’ta kalacak olan yaklaşık 50 000 Amerikan askerinin adı farklı şekilde anılmaya başlasa da bu askerlerin çoğu hala muharip birliklere mensuptur. Irak’taki ana birlikler muharip tugaylar olarak değil, danışma ve destek tugayı olarak isimlendirilmektedir. 

Ancak muharip tugaylarla bu tugaylar arasında yapısal ve personel farkı asgaridir. Irak’taki ABD güçlerinin eski komutanı David Petraeus’un 2007-2008’de yürüttüğü strateji sonucunda, görevlerinin askeri operasyonlar çerçevesinden çıkıp sivillerin yöneteceği bir görev haline geldiği Amerikalı siyasetçiler tarafından ortaya konmuştur. Dahası Irak’ta güvenlik 2005-2006 yıllarıyla karşılaştırıldığında son dönemde oldukça iyi bir noktaya gelmiş olsa da gelecek aylarda ve yıllarda ne olacağı belirsizliğini korumaktadır. 

Sadece Kürtler ve Araplar arasında yaşanan bu tartışmaların bile, 2012 sonrasında bir güç boşluğuna neden olabileceği söylenebilir. Ancak Kürtler ve Arapların birbirleriyle savaşmak yerine Irak’taki el Kaide gibi bir ortak düşmana karşı birleşebilecekleri ümit edilmektedir. Son zamanlarda birçok bölgede barış içinde birlikte yaşanabilmesinin böylesi bir ümidi yeşerttiği söylenebilir. 

Kürt-Arap anlaşmazlığına ek olarak ABD’li yetkililer yükselen bir İran tehdidinden bahsetmektedir. İran’ın bazı Şii gruplara destek vermesi Araplar ve Kürtler arasında yaşanan çatışmaya yeni bir boyut kazandırabilir. Kuzey Irak’ın ayrı bir devlet olması durumunda ise benzer bir ayrışmanın Şii gruplar için öngörülebilir olması Irak’ta tüm dengelerin sarsılabileceğine işaret etmektedir. 

Güç boşluğunun doğurabileceği bu ihtimallere ek olarak, 2010 seçimlerinin ardından Irak’lı liderlerin beklenenden daha büyük bir özgüvenle politikalarını belirledikleri dikkat çekmektedir. Özellikle Maliki’yi destekleyen çoğunluğun bir kısmının anti-Amerikancı din adamı Mukteda el-Sadr’ın takipçilerinden olması endişelere neden olmaktadır. Maliki parlamentoda Arap, Kürt ve Şii’lere yer vererek bu endişeleri bir nebze olsa dindirmiştir. Ancak Maliki’nin ABD’li birlikler çekildikten sonra, Irak’ın güvenliğini, birliğini ve egemenliğini kendi başlarına koruyabileceklerini belirtmesi çekincelerin bir kez daha gözden geçirilmesine 
sebep olmuştur. 

Toparlamak gerekirse, ABD’den sonra 2003 ile kıyaslandığında göreceli olarak düzen sağlanmış ve özellikle kuzeyde Kürtler ilk etapta istediklerini elde etmiş olsa da, Araplar ve Kürtler arasında sınırların belli olmaması, petrol gelirlerinin paylaşımı gibi konular büyük sorunlara neden olabilecek gibi görünmektedir. Üstelik ABD, İran’dan algıladığı tehditten ötürü Irak’tan çekildikten sonra bölgedeki varlığını destek gruplarıyla devam ettirecektir. 

Tüm bu süreçte Türkiye için kritik günlerin başlayacağını iddia etmek yanlış olmayacaktır. Bölgede İran nüfuzunun artması Türkiye’nin çekindiği diğer bir konudur. Bu sebeple Ankara, Irak’taki gruplarla dengeli ve diyaloga dayalı ilişkiler yürütmeye çalışmaktadır. Kürt grupların doğacak güç boşluğundan faydalanarak kuzeyde bağımsız bir Kürt devleti kurması ilk etapta mümkün görünmese de Türkiye’nin temkinli politikalar izlemesi gerekmektedir. Özellikle Kürt sorununun halledilememesi ve Kuzey Irak’ın Türkiyeli Kürtler için bir cazibe merkezi halini alması ihtimali bölgenin Türkiye için oldukça güç bir hal alması ile sonuçlanacaktır. 

Sürece uluslararası hukuk perspektifinden bakıldığında, her ne kadar siyasi ortamın böyle bir bölünmeye izin verecek bir potansiyeli varmış gibi görünse de, özellikle halkların kendi kaderlerini tayin etme retoriğinin pratikte genellikle devletlerin egemenlik haklarına saygı ve içişlerine karışmama gibi ilkelerle çakıştığı ortadadır. Öte yandan son zamanlarda kimi örneklerde, self-determinasyon ilkesinin uygulanmasında devletin üzerine düşen görevleri 
yerine getirip getirmemesinin de dikkate alındığı ortadadır. Dolayısıyla Türkiye için özel olarak, Kuzey Irak’ta bağımsız bir devlet oluşumu dikkate alındığında, kısa ve orta vadede böyle bir ihtimal hukuki anlamda tartışılamaz. Tartışılsa dahi Türkiye’nin Kürt vatandaşlarına gerekli sosyo-kültürel hakları tanımasıyla hukuki bağlamda Türkiye’nin etkilenmeyeceğini söylemek mümkündür. Aksi durumda Türkiye kendi izleyeceği politikalar sebebiyle konjonktürden kaçınılmaz olarak etkilenecektir. 

Bölgedeki gelişmeleri doğrudan etkileyebilecek bir diğer gelişme de Türkiye’deki siyasi ve ekonomik istikrarın devam etmesi ve Türkiye’nin hızla büyüyerek cazibe merkezi olmasıdır. Bu çerçevede elde edilecek ve sürdürülecek olumlu sonuçlar Türkiye’deki ve bölgedeki barış ve istikrar ortamının devamına önemli katkılar sağlayacak, aksi bir durum ise hem Türkiye’deki hem de bölgedeki olumsuz gelişmeleri tetikleyebilecektir. 

Bu çerçevede Tunus ve Mısır başta olmak üzere birçok Ortadoğu ülkesinde meydana gelen halk ayaklanmaları karşısında Batılı devletlerin bölge istikrarı adına Türkiye’yi adres gösteriyor olmaları önemlidir. Malumu ilam kabilinden olsa da, bu noktada sahip olduğu potansiyelin Türkiye’ye bölge ülkeleri için model rolü oynama imkânını verdiği hatırlanmalıdır. Türkiye’nin bölge halkları arasında güçlenen imajı ve demokrasi tecrübesi Türk dış politikası adına önemli fırsatlar sunmaktadır. 

ABD’nin Irak’tan çekilmesi, Amerikan etkisinin bölge ülkeleri üzerinde giderek zayıflaması bağlamında değerlendirildiğinde daha da anlamlı hale gelmektedir. Mısır ve Tunus’taki halk hareketleri ABD’nin bir süpergüç olarak bölgede etkinliğini kaybetmeye başladığını göstermiştir. Bu toplumsal tepki sürecinde devreye girmekte zorlanan ABD ve AB, bölgesel politika geliştirme ve bu politikaları kabul ettirme konusunda artık daha fazla zorlanmaktadır. 
Bu da Türkiye’nin kendi bölgesel vizyonunu uygulama adına bir fırsat anlamına gelmektedir. Böylesi bir fırsat ise ancak bölgesel dinamiklerin ve bölgedeki gelişmeleri etkileyen farklı faktörlerin iyi analiz edilmesi ile değerlendirilebilecek tir. 


BİLGESAM YAYINLARI 

Kitaplar 

Çin Yeni Süpergüç Olabilecek mi? Güç, Enerji ve Güvenlik Boyutları 
(Ed.) Doç. Dr. Atilla SANDIKLI 

Değişen Dünyada Türkiye'nin Stratejisi 
Doç. Dr. Atilla SANDIKLI 

Türkiye'nin Bugünü ve Yarını 
E. Bakan-Büyükelçi İlter TÜRKMEN 

Türkiye Cumhuriyeti'nin Ortadoğu Politikası 
E. Bakan-Büyükelçi İlter TÜRKMEN 

Türkiye’nin Vizyonu: Temel Sorunlar ve Çözüm Önerileri 
(Ed.) Doç. Dr. Atilla SANDIKLI 

İleri Teknolojiler Çalıştayı ve Sergisi (İTÇ 2010) Bildiri Kitabı 
Prof. Dr. M. Oktay ALNIAK 

IV. Ulusal Hidrojen Enerjisi Kongresi ve Sergisi Bildiri Kitabı 
Prof. Dr. M. Oktay ALNIAK 

Selected Articles of Hydrogen Phenomena 
Prof. Dr. M. Oktay ALNIAK 

Raporlar 

Rapor 1: Küresel Gelişmeler ve Uluslararası Sistemin Özellikleri 
Prof. Dr. Ali KARAOSMANOĞLU 

Rapor 2: Değişen Güvenlik Anlayışları ve Türkiye’nin Güvenlik Stratejisi 
Doç. Dr. Atilla SANDIKLI 

Rapor 3: Avrupa Birliği ve Türkiye 
E. Büyükelçi Özdem SANBERK 

Rapor 4: Yakın Dönem Türk-Amerikan İlişkileri 
Prof. Dr. Ersin ONULDURAN 

Rapor 5: Türk-Rus İlişkileri Sorunlar-Fırsatlar 
Prof. Dr. İlter TURAN 

Rapor 6: Irak'ın Kuzeyindeki Gelişmelerin Türkiye'ye Etkileri 
E. Büyükelçi Sönmez KÖKSAL 

Rapor 7: Küreselleşen Dünyada Türkiye ve Demokratikleşme 
Prof. Dr. Fuat KEYMAN 

Rapor 8: Türkiye'de Bağımsızlık ve Milliyetçilik Anlayışı 
Doç. Dr. Ayşegül AYDINGÜN 

Rapor 9: Laiklik 
Türkiye'deki Uygulamaları Avrupa ile Kıyaslamalar Politika Önerileri 
Prof. Dr. Hakan YILMAZ 

Rapor 10: Yargının İyileştirilmesi/Düzeltilmesi 
Prof. Dr. Sami SELÇUK 

Rapor 11: Yeni Anayasa 
Türkiye’nin Bitmeyen Senfonisi 
Prof. Dr. Zühtü ARSLAN 

Rapor 12: Türkiye'nin 2013 Yılı Teknik Vizyonu 
Prof. Dr. M. Oktay ALNIAK 

Rapor 13: Türkiye-Ortadoğu İlişkileri 
E. Büyükelçi Güner ÖZTEK 

Rapor 14: Balkanlarda Siyasi İstikrar ve Geleceği 
Prof. Dr. Hasret ÇOMAK-Doç. Dr. İrfan Kaya ÜLGER 

Rapor 15: Uluslararası Politikalar Ekseninde Kafkasya 
Yrd. Doç. Dr. Fatih ÖZBAY 

Rapor 16: Afrika Vizyon Belgesi 
Hasan ÖZTÜRK 

Rapor 17: Terör ve Terörle Mücadele 
M. Sadi BİLGİÇ 

Rapor 18: Küresel Isınma ve Türkiye'ye Etkileri 
Doç. Dr. İrfan Kaya ÜLGER 

Rapor 19: Güneydoğu Sorununun Sosyolojik Analizi 
M. Sadi BİLGİÇ 
Dr. Salih AKYÜREK 
Doç. Dr. Mazhar BAĞLI 
Müstecep DİLBER 
Onur OKYAR 

Rapor 20: Kürt Sorununun Çözümü İçin Demokratikleşme, Siyasi ve Sosyal Dayanışma Açılımı 
E. Büyükelçi Özdem SANBERK 

Rapor 21: Türk Dış Politikasının Bölgeselleşmesi 
E. Büyükelçi Özdem SANBERK 

Rapor 22: Alevi Açılımı, Türkiye’de Demokrasinin Derinleşmesi 
Doç. Dr. Bekir GÜNAY-Gökhan TÜRK 

Rapor 23: Cumhuriyet, Çağcıl Demokrasi ve Türkiye’nin Dönüşümü 
Prof. Dr. Sami SELÇUK 

Rapor 24: Zorunlu Askerlik ve Profesyonel Ordu 
Dr. Salih AKYÜREK 

Rapor 25: Türkiye-Ermenistan İlişkileri 
Bilge Adamlar Kurulu Raporu 
Yrd. Doç. Dr. Fatih ÖZBAY 

Rapor 26: Kürtler ve Zazalar Ne Düşünüyor? 
Ortak Değer ve Sembollere Bakış 
Dr. Salih AKYÜREK 

Rapor 27: Jeopolitik ve Türkiye: Riskler ve Fırsatlar 
Doç. Dr. Atilla SANDIKLI 

Rapor 28: Mısır’da Türkiye ve Türk Algısı 
M. Sadi BİLGİÇ-Dr. Salih AKYÜREK 

Rapor 29: ABD’nin Irak’tan Çekilmesi ve Türkiye’ye Etkileri 
Doç Dr. Cenap ÇAKMAK-Fadime Gözde ÇOLAK 

Demokratikleşme ve Sosyal Dayanışma Açılımı 
Bilge Adamlar Kurulu Raporu 

İleri Teknolojiler Çalıştayı ve Sergisi (İTÇ 2010) Sonuç Raporu 
BİLGESAM 


Dergiler 

Bilge Strateji Dergisi Cilt 1, Sayı 1, Güz 2009 
Bilge Strateji Dergisi Cilt 1, Sayı 2, Bahar 2010 
Bilge Strateji Dergisi Cilt 1, Sayı 3, Güz 2010 
Bilge Strateji Dergisi Cilt 2, Sayı 4, Bahar 2011 


Söyleşiler 

Bilge Söyleşi-1: Türkiye - Azerbaycan İlişkileri 
Doç. Dr. Atilla SANDIKLI ile Söyleşi 
Elif KUTSAL 

Bilge Söyleşi-2: Nabucco Projesi 
Arzu Yorkan ile Söyleşi 
Elif KUTSAL-Eren OKUR 

Bilge Söyleşi-3: Nükleer İran 
E. Bakan-Büyükelçi İlter TÜRKMEN ile Söyleşi 
Elif KUTSAL 

Bilge Söyleşi-4: Avrupa Birliği 
Dr. Can BAYDAROL ile Söyleşi 
Eren OKUR 

Bilge Söyleşi-5: Anayasa Değişikliği 
Doç. Dr. Atilla SANDIKLI ile Söyleşi 
Merve Nur SÜRMELİ 

Bilge Söyleşi-6: Son Dönem Türkiye-İsrail İlişkileri 
E. Büyükelçi Özdem SANBERK ile Söyleşi 
Merve Nur SÜRMELİ 

Bilge Söyleşi-7: BM Yaptırımları ve İran 
Doç. Dr. Abbas KARAAĞAÇLI ile Söyleşi 
Sina KISACIK 

Bilge Söyleşi-8: Füze Savunma Sistemleri ve Türkiye 
Doç. Dr. Atilla SANDIKLI ile Söyleşi 
Eren OKUR 

Bilge Strateji Dergisi Cilt 2, Sayı 4, Bahar 2011 

***

TÜRKİYE'NİN BÖLÜNME RİSKİ NEDİR?

TÜRKİYE'NİN BÖLÜNME RİSKİ NEDİR? 


Doç. Dr. Cenap ÇAKMAK 
Fadime Gözde ÇOLAK 
RAPOR NO: 29 Şubat 2011 
BİLGESAM YAYINLARI 


Irak’ın kuzeyinde bağımsız bir Kürt devletinin kurulması Türkiye’nin güvenliği açısından önemli sorunlar doğurabileceği gibi ülkenin yıllardır mücadele ettiği PKK terörü bağlamında da ilave sorunlara neden olabilecektir. Bundan daha önemlisi ise Kuzey Irak’ta bağımsız bir Kürt devletinin kurulması uzak bir ihtimal de olsa böyle bir gelişme Türkiye’nin bölünmesine sebep olabilecek şartları doğurabilir. Bu ihtimal son derece uzak olmakla birlikte ABD’nin Irak’tan çekilmesi bağlamında dikkate alınması gereken bir konuya işaret etmektedir. 

Burada en önemli nokta Kuzey Irak’ta kurulacak bağımsız bir Kürt devletinin Türkiye Kürtlerine cazip gelmesi ihtimalidir. Buna paralel olarak hâlihazırda bölücülükten vazgeçtiğini açık bir şekilde ifade eden PKK terör örgütünün silahlı çatışmanın tonunu ve şiddetini artırma ihtimalidir. PKK’nın ayrı bir Kürt devleti hedefinden vazgeçerek Kürtlerin siyasi ve kültürel hakları için mücadele ettiğini ifade etmeye başlamış olması bir yönüyle örgütün bu hedefi gerçekçi bulmamasına bağlanabilir. Hâlbuki Kuzey Irak’ta kurulacak bir bağımsız Kürt devleti PKK açısından silahlı mücadeleye yeni bir anlam yükleyebilecektir. 

Otuz yıldan beri bölücü ve ayrılıkçı bir siyasi hedef çerçevesinde faaliyet gösteren PKK terör örgütünün hedeflerine ulaşamayacağı ve Türkiye’yi bölemeyeceği genelde hamasi ve daha çok bir umuda işaret eden bir söylemle dile getirilmektedir. Bununla birlikte bunun tam aksi bir retorik de Türkiye’nin bir cendere içinde sıkıştığını ve büyük güçlerin en azından bazılarının Türkiye’yi bölme hedefini sürekli gündemlerinde tuttuklarını ima etmektedir. 

Sıklıkla Sevr Antlaşması’na atıfta bulunması nedeni ile liberal ve iyimser çevrelerce Sevr Sendromu olarak da isimlendirilen bu düşünce çizgisi bir kenara bırakıldığında Türkiye’nin bölünme ve parçalanma riski daha gerçekçi bir zeminde tartışılabilecektir. 

Küresel siyasi hesaplar ne olursa olsun, dünya siyasi sisteminin alacağı şekil önemli ölçüde uluslararası hukuk parametreleri çerçevesinde belirlenecektir. Burada spesifik uluslararası hukuk kurallarından ziyade küresel sistemi var eden genel ilkelere atıfta bulunmak gerektiğini belirtmekte fayda vardır. Yoksa uluslararası anlaşma ve sözleşmelerde ifade edilen kuralların sıklıkla ihlal edildiği herkesin malumudur; ancak genel ilkelerin devamlı ve sistemli bir biçimde ihlali o kadar kolay değildir. 

Bu nedenle de Türkiye’nin parçalanma ve bölünme riskinin gerçekçi bir analizi için günümüz uluslararası hukuk anlayışına yön veren temel ilkeleri dikkate almak gerektiği açıktır. Bu çerçevede belirtmek gerekir ki klasik uluslararası hukuk anlayışına göre Türkiye’nin bölünmesi ya da parçalanmasının söz konusu olamayacağını söylemek mümkündür. Ancak, değişen ve daha çok transnasyonel bir niteliğe bürünen günümüz uluslararası hukukuna 
göre Türkiye’nin toprak bütünlüğünün garanti edilmesi büyük ölçüde Türkiye 
vatandaşlarının evrensel hak ve hürriyetlerinin sahici bir biçimde korunmasına bağlı olacaktır. 


 ***

KUZEY IRAK’TA BAĞIMSIZ KÜRT DEVLETİ KURULABİLİR Mİ?

KUZEY IRAK’TA BAĞIMSIZ KÜRT DEVLETİ KURULABİLİR Mİ? 

Doç. Dr. Cenap ÇAKMAK 
Fadime Gözde ÇOLAK 
RAPOR NO: 29 Şubat 2011 
BİLGESAM YAYINLARI 


ABD’nin Irak’tan çekilmesi bağlamında Türkiye’yi yakından ilgilendiren önemli bir konu Kuzey Irak’ta bağımsız bir Kürt devletinin kurulup kurulamayacağıdır. Bununla bağlantılı başka bir önemli sorun da bağımsız bir Kürt devletinin kurulması durumunda Türkiye’nin nasıl bir tutum takınacağıdır. ABD’nin Irak’ı işgal sürecinde Kuzey Irak’ın elde ettiği otonom statü ile ilgili olarak zaman içinde belirgin bir şekilde pozisyon değiştiren Türkiye bu sürece hazırlıksız olmadığını göstermiştir. Bugün gelinen noktada artık Türkiye, Irak’ın anayasal 
süreç dâhilinde alacağı siyasi şekle saygı göstereceğini ima etmektedir. Ancak bunun bağımsız bir Kürt devletinin tanınması da dâhil olmak üzere yakın döneme kadar kimsenin dillendirmek bile istemeyeceği ihtimalleri kapsayıp kapsamadığı henüz net değildir. 

Bu çerçevede ilk olarak bağımsız bir Kürt devletinin kurulmasının yakın bir gelecekte mümkün olup olmadığının tespiti önem kazanmaktadır. 2010 yılının sonlarında toplanan Kürdistan Demokratik Partisi (KDP) kongresinde konuşan parti lideri Mesut Barzani bu bağlamda dikkat çekici birtakım mesajlar vermiştir. Konuşmasında Kürtler arasında birlik olması gereğini ima eden Barzani gerek Türkiye ve gerekse bölge açısından büyük önem taşıyan bağımsız bir Kürt devletinin kurulup kurulamayacağı ile ilgili tartışmaya da katkıda bulunmuştur. 

Daha önceki açıklamalarında kendisinin ve Kürtlerin şimdilik bağımsız bir Kürdistan gibi bir hedeflerinin olmadığının altını çizen Barzani son konuşmasında Kürtlerin kendi geleceklerini tayin etme haklarının olduğunu hatırlatmıştır. Bir yönüyle önceki tutumu ile çelişki sergiler gibi görünen bu açıklama aslında bütüncül açıdan bakıldığında daha ziyade tamamlayıcı niteliktedir. 

Kısaca ifade etmek gerekirse, Barzani hiçbir zaman Kürtlere ait ayrı bir devletten tamamen vazgeçtiklerini söylememiştir; aksine her Kürdün kalbinde kendilerine ait bir devlette yaşama umut ve isteğinin olduğunun altını çizmiştir. Fakat şartların henüz böylesi bir adım için uygun olmadığını hatırlatarak şimdilik kendilerinin ve diğer Kürtçü aktörlerin bu yönde kısa vadeli bir hedef belirlemediğini açık yüreklilikle ifade etmiştir. 

Bu açıdan bakıldığında aslında Barzani’nin self-determinasyona atıfta bulunması yeni bir istek veya hevese işaret etmemektedir. Diğer bir ifadeyle, daha önceki tutumuyla farklılık arz edecek önemli ve radikal bir değişiklik dile getirmemiştir. Ancak bu gelişmeyi önemli yapan nokta söz konusu açıklamanın büyük bir kongrede ve aralarında Iraklı yöneticilerin olduğu bir yerde yapılmış olmasıdır. Bir başka önemli nokta da konuşmanın özünün bu mesaja ayrılması ve yine kongrenin Kürtlerin kendi geleceklerini tayin etmeleri sürecinin bir başlangıcı olarak tanımlanmasıdır. 

Elbette Barzani de halen şartların bağımsız bir Kürt devletinin kurulması için uygun olmadığının farkındadır. Bu açıdan konjonktürü iyi okuduğunu ve gelişmeleri de iyi değerlendirdiğini söylemek mümkündür. Ancak yine de Kürtlerin bağımsızlık haklarının bâki ve saklı olduğunu da her fırsatta yenileme gereğini hissetmektedir; daha da önemlisi, bunu sabırlı bir şekilde sürdürdüğü politikasının bir parçası olarak yapmaktadır. 

Fakat, Barzani’nin de farkında olduğu üzere, kısa vadede bağımsız bir Kürt devletinin kurulmasının önünde ciddi engeller vardır. Bunlardan bir kısmı elbette sadece bu döneme mahsustur; ama bir kısmı da daha yapısal ve bu nedenle de aşılması daha zordur. Uzun vadede ise ne olacağını söylemek tabi ki zordur; ama sabırlı ve bütüncül bir politika Barzani’nin istediğini elde etmesine olanak verebilecektir. 

Kısa vadede ise bağımsız Kürt devletinin kurulmasının önündeki en önemli engel, bölünmüş bir Irak’ın Amerikan çıkarlarına hizmet etmeyeceği ve ABD’nin Ortadoğu vizyonu ile örtüşmeyeceği gerçeği ile yakından ilişkilidir. Uzun detaylardan kaçınarak bu bağlamda şunu söylemek mümkündür: Irak’ın işgali, bölge konusunda uzmanlaşan analistlerin haberini verdikleri Şii hilali etkisi ve tehlikesini daha görünür hale getirmiştir. Yıllardır beklemede olan farklı aktörlerin kapalı tutulduğu Pandora’nın kutusu artık açılmıştır. İşgal ABD açısından hiçbir sorunu halletmediği gibi yeni sorunlara da yol açmıştır. Ki bunların başında İran’ın nüfuz alanının işgalle birlikte görünür düzeyde genişlemiş olması gelmektedir. 

Böyle bir ortamda Irak’ın bölünmesine izin vermek Irak’ı usulca İran’a teslim etmek anlamına gelecektir. Mevcut haliyle Irak’ın İran etkisine tam olarak girmesinin önündeki en önemli, ama bu rolü oynamaya da pek hevesli olmayan, engel Kuzey Irak’ta Kürtlerin varlığıdır. Irak Şiilerini bir blok gibi değerlendirmek doğru olmasa da, bugün Iraklı Şii grupların en azından bir kısmı İran’la ortak hareket ediyor görüntüsünü vermekten çekinmemektedir. Bu da ABD 
açısından durumun oldukça ciddi olabileceği anlamına gelmektedir. 

Aynı çerçevede üzerinde durulması gereken ikinci önemli faktör uluslararası hukukun self-determinasyon ile ilgili düzenlemelerinin her isteyen topluluğa kolayca bağımsızlık imkânı tanımıyor olmasıdır. Evet, ulusların kendi kader ve geleceklerini tayin hakkı vardır; ancak bu hak mutlak ve sınırsız değildir. Diğer bir ifadeyle söz konusu hakkın kullanılması birtakım başka koşulların sağlanmasına bağlıdır. En basitinden self-determinasyonun, uluslararası 
camianın bir üyesi olan bağımsız bir devletin “egemenlik” hakkını ihlal etmiyor olması gerekmektedir. Bu da self-determinasyon ilkesine dayanarak bağımsızlık ilanının ancak merkezi devletin rızası ile mümkün olabileceği anlamına gelmektedir. Irak örneğinde de bağımsız bir Kürdistan, ancak merkezi bir hükümet ile buna olanak tanıyan bir antlaşma yapılması ile mümkündür. Bu ise hâlihazırda oldukça uzak bir ihtimaldir. Ancak Barzani, böylesi bir fırsatı sunan konjonktür oluştuğunda bağımsızlık için hazır olmak istemektedir. 


***

ABD’NİN IRAK’TAN ÇEKİLMESİ VE MUHTEMEL ETKİLERİ

ABD’NİN IRAK’TAN ÇEKİLMESİ VE MUHTEMEL ETKİLERİ 


Doç. Dr. Cenap ÇAKMAK 
Fadime Gözde ÇOLAK 
RAPOR NO: 29 Şubat 2011 
BİLGESAM YAYINLARI 



ABD Başkanı Obama seçim kampanyası sırasında verdiği sözlere büyük ölçüde sadık kalarak Irak’taki Amerikan askerlerinin sayısının Ağustos ayı sonunda 50.000’e indirileceğini teyit etmiştir. Bu yeni hamleyle birlikte Ağustos ayı sonu itibariyle Irak’ta savaşa doğrudan katılacak Amerikan askerinin kalmayacağı tahmin edilmiştir. Bu tahminler büyük ölçüde gerçekleşmiş ve planlanan takvimden önce Amerikan muharip güçleri ülkeyi terk etmiştir. 

Bölgede kalmaya devam edecek olan Amerikan askeri ise destek amaçlı fonksiyonlar üstlenecektir; Irak yetkililerine danışmanlık ve rehberlik işlevi görecek bu askeri varlık ayrıca ülkedeki Amerikan çıkarlarını koruyacaktır. Amerikan askerleri sadece Irak güvenlik güçlerini eğitmeye devam edecek ve teröre karşı operasyonlara katkı sağlayacaktır. 

Bundan çok daha önemlisi ise askeri çekilme takviminin herhangi bir aksaklık olmadan işlemeye devam etmesi yılsonunda Irak’ta Amerikan işgalinin bitmesi anlamına gelecektir. 2008 yılında ABD ile Irak hükümeti arasında imzalanan SOFA anlaşmasına göre 2011 yılının sonunda ülkedeki Amerikan askeri varlığı sona erecektir. Bu takvimin ve söz konusu anlaşmanın öngördüğü çekilme sürecinin ne derece sağlıklı işleyeceği ile ilgili kuşkular, çekilmenin tekrar teyit edilmesiyle ve 2010 Ağustos ayı sonunda gerçekleşen asker sayısındaki indirimle kısmen de olsa giderilmiştir. Elbette asker sayısının 50.000’e indirilmesi ABD’nin Irak’tan 2011 yılı sonunda çekileceği anlamına gelmeyebilir. Diğer bir ifadeyle 
böylesi bir çekilmeye rağmen, başka gelişmelerin vuku bulması halinde ABD’nin tam çekilmesinin ertelenmesinin gündeme gelmesi mümkündür. Ancak gerek Obama’nın bu konuda açık taahhütlerde bulunmuş olması ve gerekse sürecin şu ana kadar büyük ölçüde sorunsuz ilerlemesi bu konuda önemli işaretler vermektedir. 

Çekilmenin öngörüldüğü şekilde 2011 yılının sonunda tamamlanması için güçlü bir neden de bunun Obama yönetimi için artık bir prestij meselesi haline gelmiş olmasıdır. Seçim kampanyasında bu konuya genişçe yer ayırmış olması ve Amerikan halkının artık somut sonuçlar görmek istemesi Obama’yı bu konu söz konusu olduğunda daha hassas hale getirmektedir. Unutmamak gerekir ki Bush’un, iki kere üst üste seçim kazanmış olmasına rağmen popülaritesinin ve inanırlılığının Amerikan halkı nezdinde sorgulanır hale gelmesinde en büyük etken Irak’ta Amerikan askeri varlığının ve diplomasisinin içine girdiği çıkmazdı. 

Obama bu karışık ve sorunlu durumdan ABD’yi çekip çıkarma vaadiyle seçimi kazanmıştır. Dolayısıyla aksine güçlü bir neden olmadıkça çekilme takviminin öngörüldüğü şekliyle sürdürülmesi konusunda özel bir çaba göstereceğini söylemek mümkündür. Zira Afganistan konusunda şimdiden ciddi problem yaşayan Obama’nın benzer bir sorunu Irak söz konusu olduğunda yaşamak istemeyeceği tahmin edilebilir. Muhtemelen Afganistan’da var olan asker sayısının artırılmasından başka bir seçeneğe izin vermeyen bir durum söz konusu olmuştur; ancak benzer bir durum yaşanmadıkça ABD’nin Irak’tan çekilme takvimine sadık kalacağını belirtmek gerekir. Böylesi bir ortam ise ancak yeniden artan şiddetin yaratacağı kaos ile mümkün olabilecektir. Amerikan askeri varlığının azalmasının gündeme geldiği günlerde ve muharip askerlerin tamamen çekilmesinden sonraki süreçte el Kaide’nin saldırılarını yoğunlaştırması bu nedenle sürpriz olarak görülmemelidir. 


Sadece çekilme işaretlerinin verilmiş olmasının bile bu denli bir hareketlenmeye neden olduğu dikkate alındığında Irak’taki Amerikan askeri varlığının tamamen sona ermesinin önemli etki ve sonuç doğuracağını öngörmek mümkündür. Çekilmenin önemli etkilerinden bir tanesi hiç kuşku yok ki bir güç boşluğuna yol açacak olmasıdır. Elbette Ağustos ayı sonundan itibaren ülkede kalacak olan 50.000 Amerikan askeri, işgal başlangıcındaki sayı ile kıyaslandığında sembolik düzeyde kalmaktadır. Bu bağlamda takvimin tedrici bir çekilmeyi öngörmesi önemli ve yerinde bir karar gibi görünmektedir. Ancak hiçbir Amerikan askerinin 
olmadığı bir Irak’ta silahlı grupların cesaret kazanması kuvvetle muhtemel olacaktır. 

Bir başka önemli nokta da çekilme süreci nispeten sorunsuz ilerlerken Irak’ta siyasi istikrarın sağlandığı veya sağlanabileceği yönünde güçlü işaretlerin olmamasıdır. İktidarı bırakmaya niyeti olmadığının işaretlerini veren Nuri el Maliki bazı işaretlere dayanarak totaliter eğilimlere sahip olmakla suçlanmıştır. Ortadoğu’nun hemen hemen tümünde hâkim olan bu güçlü eğilimin, Amerikan askeri varlığının sona ermesi ile birlikte Irak’ta nelere sebep olacağını kestirmek mümkün değildir. Bu çerçevede devrik Irak lideri Saddam’ın yardımcısı ve 
halen hapiste bulunan Tarık Aziz’in Amerikan çekilme sürecini eleştirirken Obama’nın Irak’ı kurtların elinde bırakacağı şeklinde bir çıkış yapması önemli bir gerçeğe işaret etmektedir. Gerçekten de siyasi arenada Amerikan işgali sonrasında Irak’ta ne olabileceği ile ilgili maalesef iyimser olmak o kadar kolay değildir. 

Bununla birlikte bu hiçbir şekilde Obama’nın Irak’ı kendi halinde bırakmaya niyetli olduğu anlamı taşımamaktadır. Amerikan askerlerinin çekilmesine rağmen Obama yönetimi Irak’ta istikrar sağlama adına diplomasiye ağırlık vermeye devam edecektir. Elbette Amerikan ilgisi bununla sınırlı kalmayacaktır; şimdiden çok sayıda petrol anlaşması yapılmış durumdadır ve özellikle Kuzey Irak’ta Amerikan şirketlerinin önemli ayrıcalıklar kazandığı belirtilmektedir. 

İlave olarak bu şirketlerde işgal sürecinde önemli roller üstlenmiş olan Amerikalı diplomat, asker ve politikacıların da kritik pozisyonlarda olduklarını hatırlatmakta fayda vardır. 


***

ABD IRAK'TAN NEDEN ÇEKİLİYOR?

ABD IRAK'TAN NEDEN ÇEKİLİYOR? 


Doç. Dr. Cenap ÇAKMAK 
Fadime Gözde ÇOLAK 
RAPOR NO: 29 Şubat 2011 
BİLGESAM YAYINLARI 


2008 yılında Irak hükümeti ile ABD arasında imzalanan SOFA (Status of Forces Agreement) anlaşmasına göre ülkedeki Amerikan askerlerinin tamamı 31 Aralık 2011 tarihine kadar çekilmiş olacaktır. Çekilmenin gerçekten gerçekleşmeyeceği ile ilgili şüpheler ve kötümser senaryolar en azından şimdilik sürecin belirlenen takvime göre sorunsuz bir şekilde ilerlemesi nedeniyle pek fazla itibar görmemektedir. 

Söz konusu anlaşma hükümleri ve yükümlülükleri arasında olmamasına rağmen, Obama yönetimi ülkede muharip unsur bırakmama ve mevcut asker sayısını belirgin ölçüde azaltma kararı almıştır. Obama’nın tam çekilme tarihini bir kez daha teyit etmesi çekilme sürecinin Amerika tarafından ciddiye alındığını ve bu konuda bir kararlılığın olduğunu göstermektedir. 

1.1. ABD'yi Irak’tan Çekilmeye Sevk Eden Faktörler 

Her şeyden evvel işgalci bir gücün bu konumunu sürdürmesi modern uluslararası siyasi ortamda neredeyse imkân dışıdır. İşgalin sürdürülebilirliği mümkün olmadığı gibi uzayan işgal süreci, işgalci güç için bile artık bir noktadan sonra ciddi bir yük haline gelebilmektedir. Güvenliği adına Filistin topraklarının önemli bir kısmını işgal eden İsrail'in hem de aşırı sağcı bir hükümet döneminde askerlerini bazı işgal bölgelerinden çekmesinin en temel nedeni de budur. Kaldı ki işgalci statüsü işgal eden ülkeye uluslararası hukuka göre önemli  yükümlülükler getirmektedir. İşgalci ülkenin zannedilenin aksine hareket sahasının çok fazla geniş olmaması ve kendi gündemini uygulama konusunda tasarruf yetkisinin kısıtlı olması işgalci statüsünün pek de cazip olmadığını göstermektedir. 

İkinci önemli neden ise işlerin Irak'ta işgalin ilk dönemlerine göre oldukça iyiye gitmesidir. 

Özellikle 2007 yılından itibaren, işgalin ilk yıllarında en önemli problem olan güvenlik sorunu artık yönetilebilir bir hale gelmiş ve bu durum farklı rapor ve resmi görüşlerle teyit edilmiştir. 

Böylece Obama yönetimi çekilme konusunda kararlı bir tavır edinmiştir. Irak gerçeklerine vâkıf olmaya başlayan ve bu bağlamda kabilecilik bağlarının önemini kavrayan ABD yönetimi kabile ve grupların el Kaide karşısında etkin bir tavır takınmaları yönünde önemli çabalar göstermiştir. Bu çabalar büyük ölçüde sonuç vermiştir; bugün el Kaide ve benzeri gruplara Anbar gibi kale konumundaki bölgelerde bile eskisi gibi destek verilmemektedir. 

Bir başka önemli faktör de Irak işgalinin artık Amerikan halkı nezdindeki meşruiyetinin iyiden iyiye zayıflamış olmasıdır. İşgalin ilk yıllarında yüzde 70’lere varan destek bugün yüzde 30’lar seviyesine inmiş durumdadır. Somut sonuçların elde edilemediği kanaati, işgalin gerekçesi olarak gösterilen kitle imha silahları konusundaki iddiaların asılsız olduğunun ortaya çıkması, 11 Eylül'ün psikolojik etkisinin azalmaya başlaması ve daha da önemlisi çatışmalarda verilen 
askeri kayıplar Amerikan halkının işgale yönelik düşüncelerini önemli ölçüde etkilemiş durumdadır. İşgalin bütün yükünün Amerikan halkının vergileri ile karşılandığı şeklindeki pek de yanlış olmayan- kanaat de Amerikan halkının öfkesine neden olmaktadır. Bütün bunların bir sonucu olarak gittikçe artan sayıda Amerikalı, işgalin bir an önce sona ermesini istemektedir. Nitekim aslında Obama'ya seçimde verilen desteğin bir anlamı da budur. 

Tahminlerin aksine Amerikan dış politikası ve dışişleri halkın algılarına ve tepkilerine son derece duyarlıdır. Normalde Amerikan halkının dış politika konularına ilgisiz ve yabancı olduğu bir gerçektir. Ancak halkın dikkatini çekebilmiş konularda halkın ne düşündüğü ve ne tepki verdiği dış politika yapım sürecinde önemli bir etkiye sahiptir. Irak işgali de bu konulardan birisidir. 

Son olarak işgalin maliyetinin büyüklüğü ve Amerikan ekonomisinin son dönemlerde önemli krizler ve problemlerle boğuşması işgalin bir an önce sona erdirilmek istenmesinin arkasındaki temel nedenlerden bir tanesi olarak gösterilebilir. Elbette işgal harcamalarının doğrudan krizler üzerinde belirleyici etkisi olmayabilir. Ancak Irak'taki Amerikan askeri harcamalarının son derece büyük miktarlarda olduğu dikkate alındığında, işgalin finansal boyutunun belirgin bir etkisi olmayacağını söylemek oldukça zordur. 

***