DARBELERİ etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
DARBELERİ etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

31 Temmuz 2017 Pazartesi

TÜRKİYEDE SİYASET VE ASKERİ İŞLERİN DENETİMİ


TÜRKİYEDE SİYASET VE ASKERİ İŞLERİN DENETİMİ


Askeri İşlerin Denetimi 
TÜRKİYE BÜYÜK MİLLET MECLİSİ  DARBELERİ ARAŞTIRMA KOMİSYONU  RAPORU 
Dönem: 24 
Türkiye Büyük Millet Meclisi  Demokrasiye Girişi 
Kasım 2012   S. Sayısı: 37  
Türkiye Büyük Millet Meclisi (S. Sayısı: 376) 

     İkinci Dünya savaşı başlangıcına kadar Türkiye’de genel bütçe harcamaları içinde savunmanın yeri yüzde 30 - 35 arasındadır. 1929 Dünya Krizinin etkisiyle askeri harcamalarda 1937’e kadar mutlak değer olarak bir düşme görülmekteyse de, bu yıldan, 1944’e savaşın bitimine kadar sürekli artış olmuştur. İkinci Dünya Savaşı boyunca toplam bütçe harcamasının yaklaşık yüzde 60 – 65’i askeri amaçlar için kullanılmıştır. 1961 Anayasasında parlamentonun mali denetimini düzenleyen 127. maddesinin ilk şeklinde; 
Sayıştay’ın genel ve katma bütçeli dairelerin bütün gelir ve giderleri ile mallarını parlamento adına denetlemek ve kanunlarla verilen inceleme, denetleme ve hükme bağlama işlevini yapmakla görevli olduğu şeklinde getirilen düzenlemede istisnalara yer verilmemiştir. 12 Mart 1971 Müdahalesinden sonra gerçekleştirilen Anayasa değişikliği ile: 
Silahlı Kuvvetlerin elinde bulunan Devlet mallarının Türkiye Büyük Millet Meclisi adına denetlenmesi usulleri, Millî Savunma Hizmetlerinin gerektirdiği 
gizlilik esaslarına uygun olarak kanunla düzenlenir. denilerek gizlilik kıstası getirilmiş ve bu düzenleme 1982 Anayasasında da benimsenmiştir. 

‘Gizlilik’ konusunun askeri harcamalar üzerinde bir örtü şeklinde anlaşıldığı bu eğilim, bir yanda anayasadaki parlamento adına Sayıştay’a mali denetim yetkisi veren düzenlemenin özüne aykırı olurken; öte yanda askeri harcamaların parlamento denetiminden kaçınılmasına yol açmaktadır. Askeri harcamaların her kuruşunun hesabını soran ve günlerce bu konularda tartışmalı oturumlara sahne olan Meşrutiyet Meclisi Mebusan’ı ile Millî Mücadele Meclisinin sahip olduğu yetkiler açısından düşünüldüğünde, Cumhuriyet dönemi meclislerine ait mali 
denetim yetkisine getirilen kısıtlamalar soru işareti taşır.215 

1924 Anayasası döneminde gelenek olmuştu: Atatürk ve İnönü Cumhurbaşkanı iken, her yıl parlamento açılışında konuşmalarında orduya usulen değinilirdi. Çok şeye ayrıntılı olarak yer verildiği halde sıra bu kuruma gelince: Ordumuzu en yeni vasıtalarla mütemadiyen teçhiz etmeye çalışıyoruz. Yüksek kıymetini arttırmaya verdiğimiz ehemmiyet ise daha ziyadedir. Ordunun çalışmalarından ve bütün milletin vatan müdafaası için severek ve isteyerek çalışma şevkinden memnuniyet belirtilirdi. Yalnızca Celal Bayar (1957 yılı dışında, o yılki açış konuşması çok kısadır) hemen her yıl öbür sorunlar gibi rejimin ordu politikasını çizmiş, yapılan çalışmalar ve tasarlanan işler hakkında meclise bilgi vermiştir. 1960 darbesinden beri tek parti dönemindeki eğilime dönüldüğü gözlenmektedir. Orduyu konuşmayan bu eğilimin en çarpıcı örneği Başbakan İsmet İnönü’nün 27 Kasım 1961 günü parlamentoda okuduğu 1. Koalisyon Hükümeti programında ifadesini bulur: Millî Savunmanın karakteri itibarıyla teferruatını arz etmeme imkân yoktur. Ordumuz, varlığımızın başlıca teminatı olarak milletçe aziz bildiğimiz bir 

Bu büyük millî müessesenin her bakımdan vazifesini ifa edecek kudrette olmasını hükümet daima göz önünde bulunduracaktır. İstisnalar dışında parlamentolar orduyu konuşmaktan hep kaçınmış, hatta bütçe görüşmeleri sırasında siyasi parti sözcülerinin takındıkları tutum “orduya selam, oldubitti vesselam” tekerlemesiyle anlatılır olmuştur. Oysa Meşrutiyet Türkiye’sinde ve 1920 Ankara Meclisi’nde askeriye ile ilgili konular, harcamalar günlerce hatta haftalarca tartışılır, gerektiğinde hükümetten hesap sorulurdu. Kimseye ve en başta Türk Silahlı Kuvvetleri’ne yararı olmayan bugünkü eğilim Türk Parlamentoculuğunun önemli bir zaafıdır. Yetkilerine sahip çıkamayan, 
onları kullanamayan parlamentonun askeri darbelerle kapatılmasına sivillerin karşı duramayışlarındaki bir neden de bu zaaftır. Ordu dâhil hiçbir kurum tabu olmamalıdır.216 Parti-devlet sisteminin yürürlükte olduğu totaliter rejimlerde, silahlı kuvvetler siyasal güç tekelini elinden tutan konuma tabidirler. Bu rejimlerde ordunun idari özerkliği zayıftır. Siyasi komiserler ordu için faaliyet gösterirler. Totaliter gücün kaçınılmaz olarak ana destek gücü olmak durumunda olan silahlı kuvvetler, aynı zamanda bu rejimlerde iktidar için en güçlü 
potansiyel tehlikedir. Totaliter rejimlerde, siyasal güçle silahlı kuvvetler arasında hem bir tamamlayıcılık ilişkisi hem de karşılıklı şüpheye dayalı bir yapısal gerginlik yaşanır. Bu gerginliğin tür ve yoğunluğuna göre, totaliter rejimlerde ordu, kaynak tahsisi ve kullanımı konusunda, diğer kurumlara nazaran ayrıcalık elde edebilir. Ama bu ayrıcalık, son tahlilde, totaliter yapının merkez güçleriyle yapılması gereken pazarlık sürecini ortadan kaldırmaz. Buna karşılık, totaliter rejimlerde ordu siyasal ve toplumsal olarak dilsizdir. SSCB veya Nazi 
Almanya’sında ordunun konumu bu açılardan benzerdir. Demokratik rejimlerde de ordular, siyasal ve toplumsal olarak dilsizdirler. Bu dilsizlik karşılığında silahlı kuvvetlerinin harcamalarının belirlenmesi konusunda sivil siyasal güçler göreli bir özerkliği çoğu yerde kabul ederler. 

ABD’de askeri harcamalar parlamentoda didik didik edilip, incelenirken, Fransa’da bu konu Meclis komisyonlarında daha global bir değerlendirmeyle yetinilerek geçilir. Ama askerlik hizmetinin tanımı, süresi gibi konularda silahlı kuvvetler temsilcileri teknik bilgi veren uzman konumundadırlar. Aynı şey, silahlanma stratejileri ve genel dış güvenlik stratejisinin tespiti konusunda da geçerlidir. Türkiye’de ordunun konumu, demokratik ve totaliter rejim örneklerindeki konuma uymuyor. Kısa süreler için birkaç kez yaşanmış olmasına rağmen, söz konusu olan askeri diktatörlük de değil. Bu nedenle siyaset literatüründe, Türkiye’deki rejimin karma yapısını pretoryen cumhuriyet217 olarak tanımlamak mümkündür. TSK’nın kurum olarak elinde tutuğu özerk ve üstün konum, pretoryen cumhuriyet yapısının ayırıcı özellikleri içinde en önemlisidir. Bu yapıda güç ve ondan türeyen ayrıcalık ve üstünlük hakları (bunlar kısmen yasal kısmen fiili haklardır ve hepsi toplumsal bir zımni kabule dayanırlar), şahsi değil zümreseldir. Pretoryen cumhuriyetin merkez zümresi konumunda olan TSK, rejimin pretoryen özelliklerinin giderek ağır bastığı 12 Eylül sonrasından günümüze kadar, giderek daha fazla kendi içine kapalı ve kendi kendine üreten bir toplumsal zümre, bir tür sosyal sınıf özellikleri sergilemektedir. Ama bunu yaparken, sadece “kendisi için sınıf” olma özelliği değil, bir yönetici sınıf görünümü sunmaktadır. TSK mensupları, kendi profesyonel alanları dışındaki sorunların da ilgilisi ve çözümlerinin sorumlusu olarak kendilerini görmekte ve bunu ifade etmektedirler. 

Bugün sivil siyasal güçlerin TSK tasarrufları konusunda suskun kaldıkları konular, sadece siyasetle ilgili olanlar değildir. Askeri harcamaların boyut ve içeriği hakkında da, özellikle bu konularda ordu hiyerarşisi, sivil siyasi otoriteyi sadece formel bir bilgilendirme ötesinde işe bulaştırmamaya itina eder. Görünüşte harcamalar Millî Savunma Bakanlığı’nın denetimindedir. Ama bütçe görüşmelerinde, millî savunma komisyonun görüşmeleri gizli celsede yapılır. Çok uzun bir zamandan beri, bütçe kanunun eklerinde yer alan, kamu kuruluşlarının kadroları, TSK personeli hariç tutularak yayımlanır. Komisyona gizli oturumda verilen bu bilginin, toplumun ilgili kesimlerinin doğrudan ve açık biçimde kullanamayacağı bir bilgi olarak kalmasına özen gösterilir. Bunun iki nedeni vardır. Birincisi, askerî harcamalar içinde personel harcamalarının artışında ücret artışlarıyla istihdam artışı arasındaki farkı incelemek mümkün olmaz. Ama bu bilgiler, NATO kaynaklarına aktarıldığı için, uluslararası veri tabanlarından temin edilebilmektedir. Her yıl Londra’da yayımlanan Military Balance dergisinden, sadece kendi ordunuzu değil, bütün dünya ordularını ve silah ve cephane konusundaki değişmeleri izlemek mümkün. Bu “çok gizli bilgi” denilen şeylerin çoğu Soğuk Savaş dönemine özgü yalanlar ve bu yalanlar üzerine kurulmuş örgütlenmelerden oluşuyor.218 Askeri sır olarak değerlendirilmesi mümkün olmayan bu bilginin, gizli kalmasına yol açan esas neden simgesel güç kullanımıyla ilgilidir. Gizli olmasının operasyonel bir nedeni olmamasına rağmen, TSK’yı ilgilendiren bu tür bilgilerin simgesel olarak gizli, yani dokunulmaz kalması önemlidir. Askeri strateji açısından gizli kalmasının günümüzde hiçbir yararı olmayan bilgilerin gizlenmesi, Türkiye’de ordunun dokunulmazlık alanını simgelemek açısından anlamlıdır.219 

Türkiye’de devlet sırrı, batılı muadillerinin aksine, tam olarak millî güvenlik devleti anlayışı üzerine oturan ve kapalı tutulması gerekenlerin adıdır. Bir ülkede milli güvenlik denilen kavram eğer militarist bir biçimde belirleniyorsa, herkesin bilmesi gereken kavramlar milli güvenlik ekseni içerisinde devlet sırrına dönüştürülüverir. Bu, devletin sözde milli güvenlik anlayışı içerisinde atacağı bütün hukuk dışı adımları meşrulaştırmaya ve onları çözümsüz bırakmaya yarayan bir araç olarak çalışır. Devlet sırrı; derin devlet, Özel Harp Dairesi, 
kontrgerilla gibi korkunun, ölümün, suikastların kol gezdiği çevrelerde dolaşır. Bu sırlar; Hrant Dink, Doğan Öz, Abdi İpekçi ve Uğur Mumcu gibi siyasi cinayetlerin meşrulaşmasına ve siyasi cinayetler üzerine Türkiye’nin daima bir OHAL düzeni içinde tutulmasına yarayan bir araç oldu. Modern devlette, devlet sırrı denilen olguya parlamento ya da parlamentonun denetiminde olan bir komisyon karar verir. Türkiye’ye bakıldığında, devlet sırrına kimin karar vereceğine ilişkin herhangi bir yasa yoktur ortada, devlet sırrı kavramının asker sırrı kavramıyla özdeşleştiği görülür. Bu açıdan bakıldığı zaman devlet sırrı kavramı aslında askerin, neyin sır olması gerektiğini söylediği şeyin adıdır. Dolayısıyla burada asker ile devletin eşit olduğu gibi bir sonuç ile karşılaşılır. Devlet sırrı kavramı üzerinden Türk siyasal yapısının DNA’sı çok rahat bir şekilde okunabilir, orada devletin aslında “ordu” olduğu görülür. Vurgulanması gereken diğer bir husus da devlet sırrının esasında ne olması gerektiği herhangi bir yasal mevzuatta yoksa bu durumda devlet sırrı aslında yoktur da denilebilir.220 
Türk Ceza Kanunu’nda ve hatta Anayasa’da (26. madde) geçen “devlet sırrı”, Türkiye'de insanların cezalandırılmasına sebep olan, ancak özel olarak tanımı 
yapılmayan bir kavram. Bu kapsamda değerlendirilen belgelerin; ne şekilde belirleneceği, korunacağı, açıklanacağı ve bu hususlara ilişkin yükümlülüklerin neler olduğu belirsizdir. 

Ulusal güvenlik kavramının verdiği olağanüstü durum değerlendirmesi üzerine inşa edilmiş pretoryen cumhuriyetin merkez zümresi olan bir siyasal parti görünümü de sunabilen TSK, aynı zamanda kendisi için var olan bir zümre halinde günümüzde yapılanmıştır. Bu pretoryen zümre, otoriter özellikleri ağır basan cumhuriyet rejiminin nihai dayanağı işlevini görmekte ve bu rejim tarzının toplumsal tahayyülde hâkim konumda yer almaya devam etmesini sağlamakta dır. Otoriter rejimden demokratik cumhuriyete geçişin olmazsa olmaz koşullarından birisi, üstün ve ayrıcalıklı zümre konumunu ve bundan türeyen hikmetinden sual edilmez tasarruflarda bulunmak hakkının sivil siyasal güçlerce sorgulanır olmasıdır. 
Sadece askeri zümrenin siyasal alandaki hâkim konumunun değişmesi değil, askeri harcamaların toplumsal kaynak tahsisi öncelikleri içinde serbest bir değerlendirilmeye tabi tutularak tespit edilmesi pratiğinin yerleşmesi de bu geçişin gerekli adımlarından biridir. 

Bunların gerçekleşebilmesi için, her şeyden önce, demokratik sivil güçlerin kendilerinde bu hak ve yetkiyi görmeleri gerekir. Bu ise, askeri vesayet rejiminin taşıyıcısı olduğu otoriter reflekslerden sivil siyasal güçlerin arınmış olmalarını öngörür. Ne var ki, Türkiye’de muhafazakârlık kadar yaygın biçimde paylaşılan siyasal değer, otoriterliktir. Bu nedenle pretoryen cumhuriyet güçlerinin hâkim konumlarının geri çekilmesi, kendisi için var olan üstün ve ayrıcalıklı bir zümre olarak zümre konumlarını yeniden üretmelerine son verilmesi konusunda yegâne engel TSK değil, kendinde bu hak ve yetkiyi görmeyen, “ordulaşmış millet” ideolojisi içinde toplumsal bilinçleri şekillenmiş egemen siyasal ve toplumsal 
tasavvurdur.221 

Türk Silahlı Kuvvetleri 24. Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök, Komisyonumuza askerin denetimi hususunda şu açıklamalarda bulunmuştur: 
Denetim konusunda yol alınmıştır. Sayıştay bazı yerleri biliyorsunuz denetliyor. Gayet tabii ki denetlemeli ama tabii bir de zaruretler var. Yani gizli olan şeyi 
denetlemede sıkıntı olabilir mi, olamaz mı? Bence artık o da değişiyor, olabilir çünkü Bulgar geliyor tak, tak kapıyı çalıyor Edirne’de, “Ben orduevinde 
kalacağım, yarın birliğinizi bir denetleyeceğim.” diyor. Ondan sonra, ertesi gün sabahleyin biniyorsunuz arabaya “Beni falanca zırhlı tugaya götürün, tankları 
sayacağım.” diyor, götürüyorsunuz veya sizin uçağınızı alıyor, başka bir ülke kiralıyor, gidiyor başka bir ülkenin üzerinde uçuyor veya Ukrayna’nın uçağı 
geliyor Türkiye’de Açık Semalar Anlaşması, Konvansiyonel Silahlar Anlaşması; bütün bu anlaşmalara imza koymuş bir Türkiye. O bakımdan, artık belki gizli şey olmaz yani Silahlı Kuvvetler de hiçbir zaman “Hayır.” demiyor ama yeter ki bizim saygınlığımıza şey gelecek yani öyle sanki suçüstü… Öyle empoze ediliyor. 
Dolayısıyla, demokratikleşmede adımları atmak, zamanlamak ve bir zaman-olay çizelgesi yapmak çok önemli; İspanya böyle yapmış. Hangi tarihlerde ne 
yapılacak? Bu iş böyle kısa bir şeyle olmuyor. Tam entegrasyon, demokratik leşmeyi bir bütün olarak alıyorum. Onun için bunun böyle adım adım, 
sindire sindire ve akıllıca hâl tarzları araştırarak, bularak yapılmasında fayda var.222 

Türkiye; Askeri 223 giderler için gayri safi yurt içi hâsılasının yüzde 2,4’ünü harcamakta ve 155 ülke içerisinde 15. sırada yer almaktadır. Aynı listede yer alan Fransa, gayri safi yurt içi hâsılasının yüzde 2,3’ünü, Almanya yüzde 1,3’ünü, Brezilya yüzde 1,5’ini, İtalya yüzde 1,6’sını askere harcamaktadır. 

Denetlen(e)meyen ordu sorununu Sedat Laçiner açık yüreklilikle anlatır: 

27 Mayıs’tan bu yana terör başta olmak üzere ulusal güvenlik konuları fiili olarak, hatta bazı hallerde yasal olarak sivil siyasetin yetkisinin dışına itilmiştir. 27 Mayısçılar bankacılıktan eğitime, sağlıktan dış politikaya kadar neredeyse tüm konulara müdahale ettiler. Ama asıl ilgilendikleri alan Ordu’nun yapılanması ve devlet sistemi içinde dokunulmaz hale getirilmesi oldu. Ordu mensuplarının maaşlarına okkalı zamlar ve onları Hükümetlere mahkûm etmeyecek OYAK tarzı 
mali düzenlemeler yaptılar. Zaten Menderes ve iki bakanının idam edilmiş bedenlerini gördükten sonra askerlere meydan okuyabilecek kadar ‘babayiğit sivil siyasetçi’ bulmak da artık zordu. Siyasetçiler darbeyi unutacak gibi olduklarında önce söz ile söz ile uslanmayanı ise kötek ile yola getirdiler. 1960’lar ve 1970’ler boyunca meydana gelen pek çok terör olayı ve karışıklığın içinde karanlık devlet memurlarının olması herhalde tesadüf değildir. 1970’li yıllarda tanınmış bir sağcı ile tanınmış bir solcuyu öldüren silahın aynı olması da tek bir merkezin olayları nasıl da orkestra ettiğini açık bir şekilde gösteriyor olmalıdır. Hükümeti baştan ayağı değiştiren 1971 Muhtırası’nı (veya darbesi) 12 Eylül Darbesi izlemiştir. 28 Şubat Postmodern Darbesi ile birlikte askerin siyaset üzerindeki kesin belirleyiciliği sürmüştür. Darbelerin arasında muhtıralar, muhtıraların arasında ise gizli kapılar ardında ‘ikna çalışmaları’ sivilleri iyiden iyiye sindirmiştir. Böylece siviller esas görev alanlarının barajlar, otobanlar ve duble yollar yapmak, maaşları ödemek, kredi bulmak vb. olduğuna, güvenlik konularının ise ancak askerlerce ele alınabileceğine kanaat etmişlerdir. Türkiye’nin başbakan olma rekortmeni Süleyman Demirel’e neden terörü önleyemediği sorulduğunda verdiği yanıt aslında gerçek tabloyu özetlemektedir: ‘Asker polis ne istemiş de vermemişim.’ Bu sözlerden de anlaşılacağı üzere sivil yönetimler güvenlik konusundaki görevlerini askerin (ve polisin) isteklerini temin etmek olarak tanımlamışlardır. Özal gibi terör politikalarını sorgulamaya kalkanlara ise aracılar gerekli uyarılarda bulunmuş, daha da olmadı bildik yöntemler devreye girmiştir. Her kapalı yapıda olduğu gibi toplumun gözetimi altına girmeyen, denetlenmeyen, eleştirilmeyen ve hesap vermeyen terörle mücadele yapısında da ciddi çürümeler yaşanmaktadır: Türkiye yaklaşık yarım asırdır halının altına süpürdüğü gerçeklerle yüz yüze gelmektedir. Tıpkı sivil kurumları gibi, hatta belki de onlardan çok daha fazla askeri kurumlarının da ciddi sorunlarla karşı karşıya olduğunu toplum daha yeni yeni keşfediyor. Çetelerden sonra, askeri kurumlardaki iç rekabet, çürüme, yolsuzluklar, ihmaller ve karanlık noktalarla yüzleşmeye hazır olmak zorundayız. 

Laçiner, düşüncelerinin devamında TSK’nın başına gelenleri şu şekilde açıklar; eleştirilmeyen, denetlenmeyen ve yanlışları konusunda uyarılmayan her kurum içten içe çürür, çürümeye ek olarak yabancı unsurların bünyesine sızmasına ve yerleşmesine uygun yapılar haline gelir: Hükümetler güvenliğin diğer alanlarıyla birlikte terörle mücadelede de şoför koltuğuna oturamamış, tüm sevk ve idare Ordu’nun eline geçmiştir. Oysa ordular doğaları gereği tüm dünyada terörle mücadelenin lideri olamazlar. Hatta gelişmiş ülkelerde sadece sivil kolluk güçlerine istisnai katkı sağlayan yapılar olabilirler. Fakat Türkiye’de Ordu terörle mücadelenin hem beyni, hem de uygulayıcısı olmuştur. Buna karşın tüm politikaları eleştiriden ve denetimden uzak tutulmuştur. Meclis Ordu’yu veya eylemlerini eleştirememiş, hükümetler buna cesaret edemezken, medya da Ordu ile ilişkilerini koruyabilmek için başını her zaman başka yönlere çevirmiştir. Oysa eleştirilmeyen, denetlenmeyen ve yanlışları konusunda uyarılmayan her kurum içten içe çürür. Çürümeye ek olarak yabancı unsurların bünyesine sızmasına ve yerleşmesine uygun yapılar haline gelirler. Bu tür kurumlarda çürük elmalar ve dış düşmanlar ile içeriden işbirlikleri artar. 

Çeteleşme de çürümenin ardından gelen bir hastalıktır. 

En kötüsü ise eleştirilmeyen, uyarılmayan ve hesap vermeyen kurumlar en temel yeteneklerini de kaybetmeye başlarlar. Önce körelme başlar, ardından pek çok yetenek kaybolur. İşte TSK’nın başına gelen de budur. Meclis tarafından sözde denetlenen, hükümetlerin asla karşısına almak istemediği, Sayıştay’ın siyasi iradenin cesareti kadar ve askerin lütfettiği kadar kışlaya girebildiği bir ortamda terörle mücadelenin asıl liderlik koltukları adeta boş kalmıştır. Meclis terörle mücadelenin fikri ve ahlaki liderliğine bir türlü geçemezken, hükümetler de terörle mücadeleyi sevk ve idare etmeyi asker ve polisin her istediğini yapmak sanmıştır. Böylece hataların hata olduğu bile görülememiş, hatalar yeni hataları getirmiş, mevcut yanlışlar kronikleşirken sorunlar içinden çıkılmaz bir hal almıştır. Buna rağmen yine de hatalar görülememiş, ya da hatalar yasalar, anayasa, diğer devletler, iç ve dış hainler gibi söylemler ile perdelenmeye çalışılmıştır. 

Hataların üzerine gitmek yerine yasalar daha da sertleştirilmiş, güvenlik güçlerinin bütçeleri ve yetkileri daha da arttırılmış ve böylece mevcut gariplikler 
perdelenmiştir. Ordu içindeki iletişim mekanizmasını dahi anlayabilmiş değiliz. Sistemin çok hantal olduğunu, terörist saldırılar karşısında yavaş kaldığını, iletişim ve istihbarat problemleri yaşadığını anlıyoruz. Fakat karşımızda bu eleştirilere önem veren bir yapı da görülmüyor. Bunun yerine eleştirenleri hain ilan eden bir alınganlık var. Çünkü güvenlik güçleri bugüne kadar böyle eleştirilere alıştırılmamışlar.224 


BÖLÜM DİPNOTLARI;

215 Hikmet Özdemir (1993); s. 245, 249. müessesedir. 
216 Hikmet Özdemir (1993); s. 14, 15. 
217 Pretoryen tabiri, Antik Roma’da konsüllerin etrafında oluşan koruma birlikleridir. Pretuar alan, komutan çadırının etrafındaki alana işaret eder ve o alana girmek yasaktır. Roma’da önemli ilkelerden bir tanesi senatonun alanına kimsenin girememesiydi. Bir müddet sonra bu pretuar güçlere, hassa birlikleri oldukları için senatonun kutsal alanına girme izni verildi. Milattan sonra 2. yy’dan sonra pretuar güçler, güçlü birlikler haline geldiler. Böylelikle pretoryen güçler imparatoru deviren yerine, imparator seçen dolayısıyla kendileri için çalışan bir zümre haline geldiler. Roma İmparatorluğu’nun çöküşünden sonra bu güçler likide edildi, ama tabir kaldı. 19.yy’da Marks, Napolyon’un darbesinden sonra seçimle gelmemiş, kendini imparatorluk fikrinin sahibi olarak gören bir kesim için bu tabiri kullanmıştır. Pretoryen güç, seçilerek gelmeyen, kendini iktidarın doğal sahibi olarak gören, bunu darbeyle, entrikalarla sürdürmeye kararlı olan bir çevreyi belirtmek için kullanıldı. Modern siyaset biliminde ise, pretoryen devlet kavramı Latin Amerika’da üst üste askerî ve sivil darbeleri yapanları belirtmek için kullanılmıştır. (Ahmet İnsel, Yeni Asya Gazetesi, 25.06.2007, Erişim: 20 Eylül 2012, 
http://www.yeniasya.com.tr/2007/06/25/roportaj/default.htm) 
218 Mümtaz’er Türköne (2010); s. 49. 
219 Ahmet İnsel (2009); s. 44-48. 
220 Osman Can (2010); s. 176, 177. 
221 Ahmet İnsel (2009); s. 56-57. 
222 Hilmi Özkök, Türk Silahlı Kuvvetleri 24. Genelkurmay Başkanı, TBMM Darbe ve Muhtıraları Araştırma Komisyonu Dinleme Tutanağı, Ankara, 4 Ekim 2012, s. 18. 
223 List of Countries by Military Expenditures, Stockholm International Peace Research Institute (SIPRI), 
(http://en.wikipedia.org/wiki/List_of_countries_by_military_expenditures Erişim: 5 Kasım 2012). 
224 Sedat Laçiner; Şeffaf ve hesap veren bir ordu ihtiyacı, Radikal Gazetesi, 17 Ekim 2008. (Erişim: 13 Haziran 2012) 
http://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aType=RadikalDetayV3&ArticleID=903799&CategoryID=99 

KAYNAK PDF FORMATLI

https://www.tbmm.gov.tr/sirasayi/donem24/yil01/ss376_Cilt1.pdf

TÜRKİYE BÜYÜK MİLLET MECLİSİ  DARBELERİ ARAŞTIRMA KOMİSYONU  RAPORU 
Dönem: 24 
Türkiye Büyük Millet Meclisi  Demokrasiye Girişi 
Kasım 2012   S. Sayısı: 37  
Türkiye Büyük Millet Meclisi (S. Sayısı: 376) 

***

TÜRKİYE BÜYÜK MİLLET MECLİSİ DARBELERİ ARAŞTIRMA KOMİSYONU RAPORU BÖLÜM 2

TÜRKİYE BÜYÜK MİLLET MECLİSİ DARBELERİ ARAŞTIRMA KOMİSYONU RAPORU BÖLÜM 2


Esasen günümüzde yargı konusunda yaşanan gelişmeler MHP'nin endişelerin ve tespitlerinin haklılığını ortaya koymuştur. 

Münhasıran geçici 15. Madde ile ilgili olarak MHP sadece kaldırılmasının yeterli olmayacağını, 12 Eylül döneminin tüm sorumlularının cezai, mali veya hukuki sorumluluk iddiası ile yargı merciine başvurulabileceğini ve açılacak davalarda zamanaşımı süresinin dava sonrası başlayacağını mümkün kılacak aşağıdaki önergelerle Geçici 15. Maddenin değiştirilmesini istemiştir: 

"Madde 25 - Türkiye Cumhuriyeti Anayasasının geçici 15 inci maddesinin birinci fıkrasında yer alan "sürülemez" ibaresi "sürülebilir" şeklinde, "başvurulamaz" ibaresi "başvurulabilir" şeklinde, ikinci fıkrası aşağıdaki şekilde değiştirilmiş ve maddeye son fıkra olarak aşağıdaki fıkra eklenmiştir. 

"12 Eylül 1980 tarihinden, ilk genel seçimler sonucu toplanan Türkiye Büyük Millet Meclisinin Başkanlık Divanının oluşturulduğu tarihe kadar geçen süre içinde, yasama ve yürütme yetkilerini Türk milleti adına kullanan, Milli Güvenlik Konseyinin, bu dönemde kurulmuş hükümetlerin ve Danışma Meclisinin her türlü karar ve tasarruflarını uygulayan idare, yetkili organ, merci ve görevliler tasarruflarından dolayı yargılanabilir." "Açılacak davalarda zaman aşımı süresi bu Kanunun yürürlüğe girdiği tarihte işlemeye başlar." 

"Madde 25- Türkiye Cumhuriyeti Anayasasının geçici 15 inci maddesinin birinci fıkrası aşağıdaki şekilde değiştirilmiş ve maddeye son fıkra olarak aşağıdaki fıkra eklenmiştir. 
"12 Eylül 1980 tarihinden, ilk genel seçimler sonucu toplanan Türkiye Büyük Millet Meclisinin Başkanlık Divanının oluşturulduğu tarihe kadar geçen süre içinde, yasama ve yürütme yetkilerini Türk milleti adına kullanan, 2356 sayılı Kanunla kurulu Milli Güvenlik Konseyinin, bu Konseyin yönetimi döneminde kurulmuş hükümetlerin 2485 sayılı Kurucu Meclis Hakkında Kanunla görev ifa eden Danışma Meclisinin her türlü karar ve tasarruflarından dolayı haklarında cezai, mali veya hukuki sorumluluk iddiası ile yargı merciine başvurulabilir." 

"Açılacak davalarda zaman aşımı süresi bu Kanunun yürürlüğe girdiği tarihte işlemeye başlar." 

Bu önergeler kabul edilmemiştir. Bu önergelerin maçı 12 Eylül 1980 darbesinin yargılanmasını mümkün kılacak bir iradenin tesisi edilerek hukuk labirentleri içinde boşlukların ortadan kaldırılması idi. 12 Eylül 1980 darbesine yönelik olarak başlayan yargılama sürecinde geliştirilen savunma işte bu hukuki boşluklara dayanmaktadır. Eğer Anayasa değişikliği yargılama yönünde somut bir irade koysaydı bu tartışmalar yaşanmayacak ve 12 Eylül 1980 darbesi sürecinin sadece iki şahsa indirgenmesi söz konusu olamayacaktı. 

Darbelerden kurtulmak, insan haklarına dayalı demokratik bir rejim kurmak ve kurumsallaştırmak, her şeyden önce demokrasiye inanan bireylerden ve siyaset kurumundan geçmektedir. Darbelere dayanıklı, sağlıklı bir demokrasinin tesisi ise ekonomik, siyasi, ahlaki ve kültürel alanlarda verilecek çok boyutlu ve tutarlı bir mücadeleye bağlıdır. Darbe karşıtı mücadele, tutarlı bir ahlaki ve siyasi bilinçten bağımsız düşünülemez. Bunun anlamı, hangi nedenle ve kime karşı yapılmış olursa olsun, demokrasiye yönelik müdahaleleri reddetmek, 
demokratik kural ve işleyişi sonuçlarından bağımsız olarak savunmayı öngören bir ahlaki perspektifi yerleştirmektir. Bunun için "iyi darbe-kötü darbe" ayrımıyla mücadele etmek zorunludur. 27 Mayıs'ı veya 28 Şubat'ı atlayarak 12 Eylül'ün kurbanlarını anmayı, ya da 12 Eylül'ü atlayarak 27 Mayıs'ı 28 Şubat'ı tercih edenleri suçlamak yerine topyekûn darbelerin karşısında durmak, her bir darbe yapıcıyı, öteki kurbanlarla yüzleşmelerini sağlamak daha erdemli, daha tutarlı bir yoldur. Bizler kategorik olarak bütün darbeleri gayrimeşru ilan etmeyi mümkün kılacak ahlaki ve siyasi bir duruşu tesis etmek zorundayız. Türkiye'de bugüne kadar başarılamayan maalesef budur. Geçmişi değiştirmek, onun acılarını telafi etmek, darbe ve muhtıraların kurbanlarını veya kaybettiklerini geri getirmek mümkün değildir. Ancak önceki kuşakların yapamadığını yapmak, çocuklarımıza özgür, adil ve insanca yaşayabilecekleri bir hukuk devleti bırakmak mümkündür. Demokratik standartların yükseltilmesi açısından ordu ile siyaset arasındaki ilişkilerin genel çerçevesinin yeniden belirlenmesi ve yönetim işlevinin halkın meşru temsilcileri tarafından yürütülebilmesinin sağlanması zorunludur. 

Askeri bürokrasi Türk siyasi hayatını tarih boyunca siyasetin sınırlarını zorlayan ve onun alan genişletmesini engelleyen bir parametre olarak da etkisini göstermiştir. Askerî darbeler, Türkiye'de toplumsal olarak ortaya çıkan taleplerin meşruiyet içerisinde siyasileşerek devlete girdi sağlamasını engelleyen, normal demokratik mekanizmanın işleyişinin temelini teşkil eden süreci engelleyen bir geleneği oluşturmuşlardır. Bu durum toplumsal açıdan ülkenin kendi iç dinamiklerini harekete geçirerek sağlıklı bir modernleşme sürecinin tamamlanmasını mümkün kılacak gelişmelerin de önlenmesi anlamına gelmektedir. 

Şüphesiz millet iradesine dayalı demokrasiyi hukuk devleti içinde güçlendirmek iradesini münhasıran asker-sivil ilişkiler kapsamında irdelemek kafi değildir. Gücün millete egemenliği ve millet iradesi üzerindeki baskısının zaman içinde mahiyet değiştirdiği dikkate alındığında demokratik hukuk devletine yönelik tehdit odaklarının ve uygulamalarının da aynı sonucu verebileceği de dikkate alınmalıdır. Nitekim askeri müdahalelerin yönteminin dahi zaman içinde doğrudan ve dolaylı şekilde farklı mahiyetler aldığı görülmüştür. Bu süreçler dikkate alındığında doğrudan askerin yönetime el koyması yanında, askeri gücün sivil yönetime uyarılar yapması, el koyma tehditleri, askeri gücün yargı, sermaye, medya ve siyasi kurum ve kişiler üzerinde oluşturduğu baskı veya vesayet yoluyla sivil yönetimi etkilemesi gibi süreçler demokrasi tarihimizde yaşanmıştır. 

Şüphesiz bu noktada elinde gücü olanın, farklı yöntemleri kullanarak millet iradesini demokratik sayılmayan yöntemlerle etki altına alması ve böylece gerçek anlamıyla millet iradesinin hür ve gerçek biçimde tesisini kontrol altına alması ve yönlendirmesinin demokratik süreçleri dejenere ettiği de açıktır. 


Demokrasi içinde ülkeyi yönetmek sorumluluğunu üstlenenlerin de elde ettiği güçle baskı, korku, sindirme yöntemlerinin de demokrasiye zarar verdiği açıktır. Bu kapsamda yargının siyasi gücün etkisi altına alınması, medyanın özgürlüğünün önündeki fiili engeller, demokraside denge ve denetim kanallarının tıkanması, eleştiri ve muhalefet imkânlarının fiili kısıtlanması gibi hususların zikredilmesi mümkündür. Toplumsal tercihlerin oluşmasında son derece önemli olan siyasi ve toplumsal muhalefet ve eleştirilerin şu veya bu şekilde oluşturulan "korku tüneli" içine sokulması veya böyle bir algı oluşturmasının da demokratik sürecin sağlığını etkilediği açıktır. Demokratik hukuk devletinin tam manasıyla tesisi hususundaki eksikliklerin sadece asker-sivil fay hattı üzerinde tanımlaması ve odaklaması yukarıda bahsi geçen uygulama ve anlayışların yeterince gündeme taşınmasını da engellemektedir. Demokrasiyi sadece oy vermek olarak tanımlamak, oy vermeyi de hür tercihlerin ortaya çıkma sürecinden ve demokratik yönetim anlayışından ayırmak mümkün değildir. Sivil idarenin giderek daha otoriter olması, demokratik tercih ve düşüncelerin yeşermesine uygun bir zemin oluşturmamasını görmeyip sadece oyla meşrulaştırılması 
demokrasinin kökleşmesini ve kavranmasını engellemektedir. "Darbe gelecektir" diye halkı korkutarak öbür taraftan demokrat kisvesi altında "sivil darbe" olarak nitelendirilecek anlayışların makul ve meşru kabul edilmesi mümkün değildir. 

Demokrasiyi sadece araçsallaştırarak "Otoriterleşen bir hükümet, totaliter bir görünüm kazanan iktidar pratiği ve 'ben yaptım oldu' dayatmasını genelleştiren yönetim eğilimi" dünyanın her yerinde ve Hitler ve Mussolini gibi tarihin her döneminde demokratik değerleri ve anlayışı özümsemiş bir idare olarak tanımlanmayacağı açıktır. Demokrasi üzerinde tehdit oluşturan zihniyetleri yalnızca siyaset dışında aramak ve dikkatleri yalnızca bu yöne çekmek, bu konudaki tarihi tecrübelerimizi göz ardı etmek olacaktır. 

Ülkemizin politik geçmişinin bize kazandırdıkları, tehlikenin yalnızca siyaset dışından değil, yanlış siyaset ve demokrasi algısının da en az darbeci zihniyetler kadar demokrasimize zarar verebileceğini işaret etmektedir. 

Muhalefetin yaşamasına ve kendisini geliştirmesine imkân tanımayan ve tahammül göstermeyen sistemleri demokratik parlamenter rejim, bu anlayış sahiplerini de demokrat olarak tanımlamak mümkün değildir. 

Bu itibarla demokrasiyi yaşatmanın yolu sadece dış müdahale kanallarını kapatmaktan değil, bunun yanında diğer siyasal görüşleri de dinlemeyi öğrenmiş, farklı düşüncelerine saygı gösteren, onların da haklı olabileceğine ihtimal veren köklü bir demokratik zihniyet dönüşümünden geçmektedir. 

Kendi dışındaki tercihleri yok sayan bu siyasal körlüğün de demokratik hayatımıza tıpkı dışarıdan olduğu gibi içeriden de darbe vuracağını artık anlamak ve bilmek gerekmektedir. 

Onun için, burada esas olan "ele geçirme" psikolojisinden sıyrılmak, "olursa benim olsun ve benin dediğim olsun" zihniyetinden bir an önce arınmak olmalıdır. 

Bütün müdahale arayışları demokratik siyasal sisteme olan güvenin zayıflaması ile artacak ve toplumsal destek bulacak; demokrasiye olan inancın artması ile son bulacaktır. 

Bu nedenle milletimiz nezdinde siyasî sisteme karşı duyulan güvensizliğin tohumlarını ekmekten; itici, uzaklaştırıcı, aşağılayıcı tavırlardan kaçınmak siyasetçinin temel görevleri arasında olmalıdır. 

Demokrasiye ve millet egemenliğine müdahalelerin siyasal sonuçlar doğurduğu açıktır. Her bir müdahalenin, yapıldığı dönemde ve sonrasında siyasal bir sonuca yöneldiği ve bu siyasal amaçtan da ayrılamayacağı, ideolojik tercihleri doğurduğu açıktır. Darbe ve müdahalelerle siyasi partilerin dayandığı temel siyaset anlayışına karşı toplumsal yöneliş başka aktörlere yöneltilmiş ve bu aktörlerin siyasal dönüşümüne zemin hazırlanmış veya bu dönüşüm amaçlanmıştır. Bu süreçlerde siyasal aktörlerin etkisi ele alınmalıdır. 1960, 1980 ile 28 Şubat süreci gibi darbe ve müdahaleler sonucu oluşan yeni siyasal yapılanmanın doğurduğu sonuçların ve dönüşümün etkisi incelenmelidir. 
Darbelerle, muhtıralarla siyaset hayatının oluşturduğu ana mecralar kesintiye uğratılmış, siyasi partilerin tecrübeleri yok sayılmış, halkın tercihleri köklü ve tecrübeli siyasi hareketler yerine konjonktürel partilere yönlendirilmiştir. Böyle bir yapısal gelişme demokrasinin vazgeçilmez unsurları olan siyasi partileri etkilemiş, siyasi partilerin halkla kurumsal ilişkilerinin ve halka karşı sorumlu luğunun yerine, daha dar alanda kişisel veya grupsal sorumluluklar etkin olmuştur. Böylesine bir durum, seferber edilen seçmen kitleleri oluşturmaya yönelik bir siyaset anlayışını doğurmuştur. 

Darbe ve müdahalelerin ortaya çıkardığı bir diğer sonuçta halk nezdinde doğurduğu mağduriyet algısı ile siyasette haksız rekabete yol açmasıdır. Askeri bürokrasinin siyasi müdahalelerinin mahiyeti bazı siyasi partiler için fırsat oluşturabilmektedir. Nitekim bu algının seçim meydanlarında kullanıldığı ve halkın tepkisel tercihlerine yol açtığı görülmüştür. Böylece oluşturulan bir ortam siyasi rekabeti haksızca etkilemekte ve seçmen tercihleri yönlendirilmektedir. Böylesine bir sonucun son müdahale yöntemleri ile etkili olduğu açıktır. Şüphesiz böylesine bir müdahalenin siyasi tercihleri etkilemek amacıyla yapılıp yapılma dığı hususlarının da irdelenmesi kaçınılmazdır. Ancak bu şekilde müdahalelerin siyasi amaçlarının ortaya konması mümkün olabilecektir. Nitekim 28 Şubat süreci sonrasındaki siyasi yapılanmalar, 27 Nisan sonrasında 4 Mayıs 2007'de Dolmabahçe'de yapılan görüşmeler müdahalelerin ve müdahale girişimlerinin mahiyetini ortaya koyabilecektir. 

Demokratik süreç ve yönetim anlayışına yönelik müdahalelerin sadece ülke içinde güç paylaşımı arayışından kaynaklandığını ifade ederken, bu süreçlere dış unsurlarının etkisini göz ardı etmek süreçleri ve sonuçları tam manasıyla sorgulanma sonucu doğurmaz. 12 Eylül öncesinin Soğuk Savaş şartlarında, Türkiye'nin stratejik pozisyonu, dönemin küresel iki bloğunun karşılaşma arenası ve oyun sahası olması ülkemizin sıkıntıya girmesinde önemli bir rol oynamıştır. 1980'de iki kutuplu dünya düzeninde Kuzeyden gelen büyük tehlikeye karşı 
Türkiye'nin bir siper olarak Batı için bir yararı vardı. Artık Arap baharında, İslam dünyasında; Türkiye, Batı için ancak Ortadoğu petrolleri konusundaki ve güneyden gelen tehditler için bir müttefiktir. Bu dış stratejik konumlandırmanın Türkiye'de yer alan güç odakları üzerinde hem aktörleri, hem yöntemi, hem de mahiyet itibariyle etkisi ele alınmalıdır. 

Batıcı bloğun ideolojik ve stratejik tercihlerinin müdahalelerin hem oluşmasında hem de sonuçlarında oluşturduğu etkinin boyutları, milli egemenliğe ve bağımsızlığa dayalı cumhuriyetimizin bu vasıfları da dikkate alınarak incelenmelidir. 

28 ŞUBAT TÜRKİYE BÜYÜK MİLLET MECLİSİ ARAŞTIRMA KOMİSYONU RAPORUKASIM 2012

KAYNAK PDF FORMATLI

https://www.tbmm.gov.tr/sirasayi/donem24/yil01/ss376_Cilt1.pdf


3 CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..,


***

TÜRKİYE BÜYÜK MİLLET MECLİSİ DARBELERİ ARAŞTIRMA KOMİSYONU ÖNERGE GEREKÇELERİ BÖLÜM 1




TÜRKİYE BÜYÜK MİLLET MECLİSİ DARBELERİ ARAŞTIRTIRMA KOMİSYONU ÖNERGE GEREKÇELERİ BÖLÜM 1

Türkiye demokrasi tarihi maalesef aynı zamanda onun kesintiye uğrayışının, muhtıra ve darbelerin talihsiz hatıraları ile doludur. Oysaki darbelerle 
demokrasilerin sekteye uğratılması, askıya alınması hatta ortadan kaldırılması demokratik hukuk devletlerinde olmaması gereken arizi bir görüntüdür. Ülke yönetimlerinin demokrasi dışı unsurlarla ele geçirilmesi ve sivil iktidarın yerine ara rejimlerin bir darbe ya da muhtırayla birlikte hakim kılınmaya çalışılması o ülke demokrasilerinin olgunlaşmasını ve süreklilik arz etmesini her zaman sekteye uğratır. 

Siyasi tarihimizde neredeyse her on yılda bir gerçekleşen, kimi zaman muhtıra, kimi zaman darbe, kimi zaman da postmodern darbe olarak nitelendirilen, 
demokrasimizi inkıtaya uğratan girişimlerin ülkeye verdiği zararları hep birlikte yaşadık. Parlamenter rejimi yıkmaya dönük bu tür girişimlerin bir daha 
gerçekleşmemesi için söz konusu darbelerin araştırılması, darbecilerin ve darbe zihniyetinin gerek hukuki gerekse idari olarak soruşturulması bu 
anlamda büyük bir önem kazanmaktadır. Dünyanın birçok ülkesinde mevcut olduğu kadarıyla veya asgari ölçüleriyle bile demokratik bir siyasi rejimde yaşamamızı engelleyen, her dönemde kurbanlarına tarifsiz acılar yaşatan ve milletimizde onulmaz yaralar açan darbeler nasıl bu kadar kolay yapılabiliyor? Neden bizde "darbelere dayanıklı" bir sosyo-politik düzen inşa edilemiyor? Neden darbe tehlikesi, sürekli olarak başımızın üzerinde Demokles'in kılıcı gibi sallanıyor? Eğer bir gün Türkiye bu beladan kurtulacaksa, bunun zemini ne olabilir? Bu sorulara verilecek sağlıklı cevaplar aynı zamanda "Darbelerle hesaplaşıyoruz" söyleminin sağlıklı bir zemine oturtulmasına da yarayacaktır. 

Bu demokrasi dışı müdahalelerin gerçekleşmesinden önce toplumsal yapı sürekli olarak tahrik edilmiş, toplumsal farklılıklar kaşınmış, bu yıllarda yaşanan çeşitli siyasî olaylar, çatışma ve terör, Türkiye'nin demokratik gelişmesinin önünde ciddî bir engel teşkil etmiştir. 

Özellikle oluşan sağ-sol kutuplaşmasında Sovyetler Birliği'nin ideolojik etkisi olmasına rağmen, bu etkiyi büyük ölçüde Türkiye'yi istikrarsızlaştırmak isteyen 'Batılı istihbarat' örgütlerinin yönlendirdikleri de bugün ortaya çıkmışı bulunmaktadır. 

Bu kapsamda, 27 Mayıs 1960 yılında darbe yapılmış, sonrasında dönemin başbakanı ve iki bakanı asılarak demokrasi tarihimizde onulmaz bir yaranın açılmasına sebep olunmuştur. Arkasından ülkedeki anarşi gerekçe gösterilerek 1971 Muhtırası ve nihayetinde toplumda daha büyük travmalara yol açacak 12 Eylül 1980 Darbesi gerçekleşmiştir. Yine 28 Şubat 1997 yılında tarihe post modern darbe olarak geçen bir darbenin yanı sıra 27 Nisan 2007 yılında da E-Muhtıra olarak adlandırılan demokrasiyi inkitaya uğratma girişimlerine şahit olduk. Bütün bu yapılan darbeler, demokrasimize dönük siyaset dışı müdahaleler daha çok acıya, gözyaşına, demokrasi bilincimizin yaralanmasına neden olmuş, hükümetler cebir, şiddet ya da baskı yoluyla görevden uzaklaştırılmış, millet iradesinin temsil edildiği parlamento fesh edilmiş, demokrasinin vazgeçilmezi sayılan siyasi partilerin uzun süreli siyaset yapmalarının önüne set çekmiş, her defasında yeni siyasal mühendislik projelerine geçit vermek suretiyle partiler arasında da haksız bir rekabete yol açmıştır. 

Darbelerin toplumumuzda ve siyasi hayatımızda ne büyük yaralar açtığına dair en iyi örnek hiç şüphesiz 12 Eylül 1980 darbesidir. 12 Eylül 1980 Darbesinde yaşanan travmanın ne boyutta olduğunu görmek için rakamlara müracaat etmek yeterli olacaktır. 12 Eylül Darbesinde, 650.000 kişi gözaltına alındı. 1 milyon 683 bin kişi fişlendi. Açılan 210 bin davada 230 bin kişi yargılandı.7 bin kişi için idam cezası istendi. 517 kişiye idam cezası verildi. Haklarında idam cezası verilenlerden 50'si asıldı. 71 bin kişi TCK'nin 141, 142 ve 163. maddelerinden yargılandı. 98 bin 404 kişi örgüt üyesi olmak suçundan yargılandı. 388 bin kişiye pasaport verilmedi. 30 bin kişi sakıncalı olduğu için işten atıldı. 14 bin kişi 
yurttaşlıktan çıkarıldı. 30 bin kişi siyasi mülteci olarak yurtdışına gitti. 300 kişi kuşkulu bir şekilde öldü. 171 kişinin işkenceden öldüğü belgelendi. 937 film sakıncalı bulunduğu için yasaklandı. 23 bin 677 derneğin faaliyeti durduruldu. 3 bin 854 öğretmen, üniversitede görevli 120 öğretim üyesi ve 47 hâkimin işine son verildi. 400 gazeteci için toplam 4 bin yıl hapis cezası istendi. Gazetecilere 3 bin 315 yıl 6 ay hapis cezası verildi. Gazeteler 300 gün yayın yapamadı. 39 ton gazete ve dergi imha edildi. Cezaevlerinde toplam 299 kişi yaşamını yitirdi. 
Bu darbelerden toplumun her kesimi zarar görmüştür, ancak en çok da demokrasinin olmazsa olması sayılan siyasi partiler darbelerin, müdahalelerin muhatabı olmuşlar en büyük yarayı da onlar almışlardır. Bu dönemde pek çok parti gibi Milliyetçi Hareket Partisi de kapatılmış, MHP ve Ülkücü Kuruluşlar davasında bu millete vatan aşkıyla bağlı olan ülkücü milliyetçi gençlerden kimisi idam sehpalarında can vermiş, kimisi senelerce zindanlarda kalmıştır. 33 duruşmaya sahne olan "MHP ve Ülkücü Kuruluşlar Davası"nda 587 kişi 
yargılanmış, 220 ülkücünün idamı istenmiş, 9 ülkücü genç idam edilmiştir. Bu anlamda MHP bu darbenin en büyük mağdurudur. 

Bütün bu soruşturmalar, idam kararları, ölümler, işkenceler 12 Eylül beş generalin yönetime el koymasıyla sınırlı bir hadise olarak görmüyoruz. İki generali yargılamak 12 Eylül'ü yargılamak demek değildir. Çünkü bütün bunlar askeri, bürokratik pek çok fail tarafından gerçekleşmiştir. Bu nedenle darbelerle hesaplaşırken, hesaplaşmanın sembolik olmaktan öteye geçmesi için darbeye zemin hazırlayan, darbeyi yapan, darbe zihniyetini sürdüren bütün bir sistemin ve zihniyetin ele alınması kaçınılmazdır. MHP, milli egemenliğe ve demokrasiye aykırı hukuk dışı müdahaleleri siyasi ve hukuki meşruiyetten yoksun olduğunu ifade etmektedir. MHP'nin kurucusu Sayın Alpaslan Türkeş "En kötü demokrasi en iyi darbe idaresinden daha evladır." Şeklinde demokrasiye bakışını ortaya koymuştur. MHP'ne mensup milletvekillerinin 12 Eylül 1980 darbesi sürecinde yapılan uygulamalar hakkında 13 Ocak 1993 tarihinde TBMM'ne verdiği ve 21 Ocak 1993 tarihinde okunan araştırma önergesinin gerekçesi MHP'nin siyasal duruşunu gayet açık bir şekilde ortaya koymaktadır: 

"Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanlığına 

1980-1983 yılları arasında, yönetim birimleri ile güvenlik araştırma, yargılama yapan birimlerin dönemin başlatılan tüm soruşturma ve yargılamalarında, işkenceler, C-5 işkence barakalarına da feryatlar yükselmiş, bugüne kadar bu dönem araştırılmamış, sorgulanmamış ve sorumlular belirlenmemiştir. 
1980 askerî müdahalesi, 11 Eylül 1980 günü dorukta olan anarşiyi, her ne hikmetse, aynı görev, aynı silah, aynı eleman ile 12 Eylül sabahı birden kesivermiş ve işledikleri Anayasa suçunun kılıfını yönetimleri zamanında hazırlayarak, anarşinin ve faili meçhul olayların taraf ve müsebbipleri şunlardır diyerek kamu karşısında, belki de kendilerinden sonra dahi bu suçu 
işleyebilecekleri, demokrasiyi ihlal ve çiğnemenin kolaylığını sergilemiş ve sivil idare, demokrasi, insan hakları, kişilik dokunulmazlığı ayaklar altına alınmıştır. 
Dünyanın her yerinde demokrasi ve anayasanın ihtilalle kesintiye uğratılması suçtur. Ancak, bizde ihtilalle teamül haline getirilmek istidadı göstermiştir. 
Biz, bu ihtilal dönemini aralamalıyız. 

Bu nedenle; 

1. Bu dönemde yapılan sorgulamalar sırasında işkenceler yapılmış mıdır? 
2. "C-5" adı altında işkence barakaları hazırlanmış ve kurulmuş mudur? Kimler, ne için, nerelerde kurmuşlardır? 
3. İşkencelerin ve C-5 işkence barakalarının müsebbip ve failleri kimlerdir? Bugün devletin hangi kademe ve noktalarındadırlar? 
4. İşkence iddialarına karşı konsey, zamanın Hükümeti ve ilgili bakanlar ve sıkıyönetim komutan-lıkları ne gibi işlem yapmıştır. 
5. Bu olaylar sırasında faili meçhul olayların çözümünde ödül, ikramiye, para yardımı veya teşviki yapılmış mıdır? 

Bu hususların Yüce Meclis çatısı altında araştırılmasını istiyoruz. Anayasanın Geçici 15 inci maddesi bu araştırmaya yasal engel değildir. Çünkü; 

1. Medeni Kanun yönünden; 12 Eylül sonrası suç ve faili araştırmalarında bu kanun yokmuş gibi sınırsız bir şekilde cümle medeni haklar ihlal edilmiş, 
bu ihlâlin gerekçesi veya varılmak istenen neticesi nedir? 
2. Türk Ceza Kanunu yönünden; Suç izafe edilen kişi yargılanıp aleyhine hüküm tesisine kadar masum kabul edilir. 
Yargılama organları karşısındaki kişiyi suçlu değil, suç işlediğinden şüphelenilen olarak görür. Bu, kişiye saygıdır. Kişinin, insan oluşundan kaynaklanan haklarına saygıdır. 
12 Eylül yönetimi döneminde kişi bu yönüyle masum kabul edilerek mi yargılanmıştır? Yoksa, önce mahkum edilip, sonra mı yargılanmıştır? 
3. Ceza Usulü Muhakemeleri Kanunu yönünden de yasal kriterler çiğnenmiştir. 
4. Bütün bu işler yürürken suç veya suçlar oluşmuş mudur? Araştırma talebimize konu 5 ana maddede sıraladığımız hususlar araştırılmalı ve bütün bu 
hususların cevapları verilmelidir. 

Çünkü : 

- Dönemde işkenceler, işkenceciler vardı ve bu insanlık suçu, failleriyle araştırılmalıdır. 
- Özel işkence barakaları vardı. Kuranlar, kurulması emrini verenler ve yararlananlar araştırılmalıdır. 
- Bu işkence suçluları halen yetkili noktalarda sinsice yeni bir ihtilal, yeni bir demokrasi çiğneme özlemi içerisinde faal olup olmadıkları, gelecek nesillere ibret 
   olması bakımından araştırılmalıdır. 
- Dönemin sıkıyönetim mahkemelerinin bildikleri gibi, çalışma sistemi ile yasaları aşarak, çiğneyerek verdikleri kararları, yargılama dosyaları araştırılmalıdır. 

Çünkü: 

a) Bunu işkencelere maruz kalanlar istiyor. Bu istek gök gürültüsünü geçecek boyutlarda ve feryatlar halindedir. 
b) Bunu, işkenceye maruz kalanların babaları, anaları istemektedir. 
c) Bunu, işkence sonucu devletinden korkan, şüpheye düşen, devletine güvenmek isteyenler istemektedir. 
d) Sayın vekil arkadaşlarım, bunu millet istiyor, bunu asil istiyor. 

Ben biliyorum ki, tarih denilen tanık, çok hassas bir ses ve görüntü kaydedici edasında her şeyi işlemekte, kaydetmektedir. 
Öyleyse, hep birlikte bu tarihi aralayalım. Çünkü tarihi aralamazsak, bizi de, aynı tozlanacak sayfaları arasına atacaktır ve bu tozlu sayfaların her on yılda bir 
yakılmasına devam edilecektir. 
Gelin bu tarihin sayfalarını, bu on yılın sonu yaktırmayalım. 
Gelin hep beraber tarih yazalım. 
Demokrasinin kendi bünyesinde, problemlerini kendisinin çözeceği Türkiye'ye yelken açalım. 
Bu yüz yıl sürse de. 

Yukarıdaki konuların tespiti için Anayasa ve içtüzüğün ilgili maddeleri uyarınca Meclis araştırması açılması hususunda gereğini saygılarımızla öneririz." 
MHP Genel Başkanı 3 Nisan 2012 TBMM Grup toplantısında şu tesbiti yapmıştır: "Bilinmelidir ki, 12 Eylül 1980 ihtilali; öncesi ve sonrasıyla tarafsız, objektif ve sağlıklı bir değerlendirmeye ihtiyaç duyan kara bir dönemin adıdır. 
Ve o talihsiz ve cinnet döneminin en büyük zararını görmüş, çilesini çekmiş ve azabıyla yüz yüze kalmışların başında MHP ve ülkücü hareket gelmektedir." 
Özellikle 12 Eylül 1980 darbesi başlatılan bir kovuşturma münasebetiyle siyasetin gündeminde yer almıştır. İşte MHP olarak yargı sürecine müdahil olmuştur. MHP Genel Başkanı bu iradeyi şu şekilde ifade etmiştir: "Milliyetçi Hareket Partisi son derece haklı ve yerinde bir şekilde, 32 yıl önceki demokrasi karşıtı müdahaleden en çok zarar gören taraflardan birisi olması bakımından, yürüyen söz konusu davaya müdahil olmuştur. 

Zira milliyetçi-ülkücü hareket, 12 Eylül askeri ihtilalinin gerçek anlamda çilesini ve müşkülatını yaşamış, bunun bedelini de işkencelerle ve idamlarla ağır bir şekilde ödemiştir. 
Bahsi geçen konu kapsamında partimizin ve camiamızın herkesten önce ve fazla söyleyecek sözü ve karşılanması gereken hakkı bulunmaktadır." 
MHP genel başkanı Sayın Devlet Bahçeli son olarak 3 Nisan 2012 tarihinde darbelerle ilgili olarak şu tesbitleri ifade etmiştir: 
"Türkiye, 1960 sonunda içine girdiği sosyal şiddet ve toplumsal cepheleşmenin doruğunu 1980'den önceki puslu ve kanlı yıllarda yaşamıştır. 
12 Eylül ihtilaline giden sürecin parke taşları 1970'li yılların tehlikeli ve tuzaklarla çevrili ortamında döşenmiştir. 
Ölümler, kavgalar, kinler, öfkeler sosyal ve toplumsal yapıyı yangın yerine çevirmiştir. İdeolojik ayrışma gönüllerin, duyguların ve müştereklerin altını oymuş; kurtarılmış mahalleler, işgal edilmiş okullar, bölünmüş şehirler, birbirine hasım kamplarda mevzilenmiş toplumsal kesimler yaşanan faciaların ve felaketlerin özeti olmuştur. 
Üstelik 12 Eylül öncesinin Soğuk Savaş şartlarında, Türkiye'nin stratejik pozisyonu, dönemin küresel iki bloğunun karşılaşma arenası ve oyun sahası olması ülkemizin sıkıntıya girmesinde önemli bir rol oynamıştır. 
Başkalarının nam ve hesabına çalışan ajan provokatörlerin ektiği fitne tohumları denetimsiz ve kontrolsüz büyüyen habis ur gibi toplum ve devlet bünyesine yayılmış ve tesiri altına almıştır. 
Bu nedenle yabancı ve yıkıcı emeller, tezgâhlar, oluşumlar, istihbarat düzenekleri aradıkları imkân ve iklimi kolayca bulmuşlardır." 
MHP'nin 12 Eylül 1980 darbesine karşı duruşu ve bu darbenin mağduru olarak 1993 yılında verdiğimiz araştırma önergesindeki işkenceler, kötü muameleler, yargı sürecine müdahaleler olmak üzere belirtilen hususların da araştırma konusu yapılması siyasi ve hukuki meşruiyetin bir gereğidir. Kaldı ki bu hususların yargı kapsamı dışında bırakılması ancak ve ancak bu muamelelerin üstünün örtülmesine hizmet eder. 

12 Eylül 1980 darbesine yönelik bir yargılamanın başlaması ile bu süreç öncesinde 12 Eylül 2010 tarihinde yapılan referandum sonucunda geçici 15. Maddesinin kaldırılmasına yönelik Anayasa değişikliği sürecinde siyasi partilerin tavrı da yine tartışma konusu yapılmıştır. MHP söz konusu Anayasa değişikliğinin esası itibariyle yargının siyasallaşması, kuşatılması ve gücün vesayeti altına alınması sonuçlarını doğurabileceğini ifade ederek karşı tavrını oluşturmuştur. Öyle ki demokratik bir hak olarak yapılan Anayasa değişikliğine yönelik ortaya koyduğumuz tavıra karşı maalesef "Hayır diyenler darbecidir." Denmek suretiyle demokrasi dışı bir yaklaşım sergilenmiştir. 12 Eylül 1980 darbesi sonrası 1982 
Anayasası için yapılan referandumda Kenan Evren'in "Anayasaya hayır kampanyası açan vatan hainleri!" ifadesiyle 12 Eylül 2010'da yapılan referandumda "Hayır diyenler darbecidir" yaklaşımı arasındaki benzerlik ilginçtir. 1982 yılında Anayasa'ya hayır diyen yüzde 8.5 oyu vatan haini, 2010'da da yüzde 42 oyu da darbeci ilan eden zihniyet esasen ötekileştirici ve 
baskıcı zihniyetin bir yansıması benzer mahiyette olmuştur. 

28 ŞUBAT TÜRKİYE BÜYÜK MİLLET MECLİSİ ARAŞTIRMA KOMİSYONU RAPORUKASIM 2012

KAYNAK PDF FORMATLI

https://www.tbmm.gov.tr/sirasayi/donem24/yil01/ss376_Cilt1.pdf


2 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..,



***