BİÇİMSEL DEMOKRASİ etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
BİÇİMSEL DEMOKRASİ etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

23 Şubat 2015 Pazartesi

BİÇİMSEL DEMOKRASİ



BİÇİMSEL DEMOKRASİ




17.05.2004/Sayı:56
Yekta Güngör Özden


İç ve dış olaylar öyle hızlı gelişiyor, öyle ilginç değişiklikler izliyoruz ki yorumlamak, değerlendirmek, nedenleri ve sonuçlarını saptayıp bir yargıya varmak, gerçek bir kanı edinmek giderek güçleşiyor. Onbeş günde bir gönderilecek yazı için de hangisinden başlanacağı bilinemiyor. Duraksamayla da olsa yazmaya koyuluyorum. Önce, geçen yazımın sonundaki notun yanlışlığını düzelteceğim. Aslı şöyle olacaktı: “Gerici gazete ve dergilere Türk Silahlı Kuvvetleri’ni sevdirmesi bile TÜRKSOLU’nun başarılarından biridir.” Gerçekten yurdu kurtaran, devleti kuran, saldırılara karşı kendilerini korumak için ölümü göze alan askerlerimize sürekli saldıran gerici medya, TÜRKSOLU sayesinde Silahlı Kuvvetler’i sevmeye başlamıştı. Ama huy değişmiyor. Demokrasinin de koruyucularından biri olan Silahlı Kuvvetlerimize karşı Kıbrıs açıklamaları nedeniyle duydukları sevgi, YÖK Yasa Tasarısı yüzünden tepkiye dönüştü. Daha doğrusu yapay sevgi yerini yine saldırıya bıraktı. Her zaman söylüyorum, gericiler için yurt, bağımsızlık, özgürlük, demokrasi, hukuk, devlet asla önemli değildir. Anlamadıkları, yeterli bilgi edinmedikleri inanç onların her şeyidir. Vatanı olmayanın dini olmayacağını, aklı olmayanın Allah’ı olmayacağını da bilmezler. Kendilerini inançlarının kölesi durumuna getirip onun bekçiliğine soyunurlar. Laiklik sayesinde inançlarını yaşamak olanağını bulduklarını unuturlar, laikliği kaldırmaya çalışırlar. Bir de çekinmeden “Laiklikten yanayız” diye nutuk atarlar. Avrupa’nın 300 yıl bekleyip 300 milyon ölü verdikten sonra kazandığı laikliği kendilerini anasız-babasız ve vatansız bırakmayan Atatürk’ün armağan ettiğini gözardı ederek tüm çirkinliklerini sürdürürler.

Başka konulara geçmeden YÖK yasası değişikliği nedeniyle değinilecek durumlara özetle dokunmayı yararlı buluyorum:

İktidarın anlamsız direnişi, yandaşlarını sevindirmek içindir. Aydınlıktan, akıldan ve bilimden korkuyorlar. Aldatıp avutabilecekleri ancak bilgisiz, eğitimsiz, inanç bağımlılığıyla çağdışı kalmış kimselerdir. Bunların sayısı fazla, oyları gerekli olduğundan inanç sömürüsüyle birlikteliklerini sürdürmeyi başlıca iş bileceklerdir. Bunun gereğini yerine getirmektedirler. Yoksa yalnız imam hatipliler için ülkeyi karışıklığa sürüklemenin anlamı yoktur. İktidar, varlığını koruyup güçlendirmenin yollarını aramaktadır. Ortamında yetişip boy verdiği bahçenin kamulaştırılmasını önlemekte, kendi alanı içinde tutarak verimini almaya çalışmaktadır. Öğretim eğitim programı ayrı okulları genel liselerle aynı durumdaymış gibi onların haklarına eşit kılarak büyük bir haksızlık yapmaktadır. Liselerle aynı durumda iseler adını değiştirip lise yaparlar, başka ayrıcalıklardan vazgeçerler. Ayrıca din alanında eğitilenin, din görevlisi olmak isteyenin başka öğrenim alanını doldurması çelişkisi yaşanmaz. İmam hatiplilerin kendi alanlarında ilerlemesinin yanında meslek okullarını bitirenlerin de aynı doğrultuda eğitim yapmalarına kimse bir şey diyemez. Ama özelliklerini bırakıp genel liseleri bitirenler gibi her alana yönelmenin geçerli bir yanı yoktur. Şimdi imam hatip okullarına başvuru artacaktır. Ara eleman yetiştirmesi beklenen meslek okullarına başvuru azalacaktır. Üniversite kapılarında yığılma büyüyecektir. Bir imam hatip okulu için bir çok şeye yazık olacaktır. Uyarılara inat hızla TBMM Genel Kurulu’na getirilip iktidar çoğunluğunun oylarıyla yasalaştırılma çabası amacın sakatlığını yansıtmaktadır. Bu köktendinci kalkışmanın, kadrolaşmanın, devlet organlarını tümüyle ele geçirmenin tezgahıdır. “Ilımlı İslam” düzenini gerçekleştirme girişiminin bir perdesidir. Tasarının öbür kuralları imam hatiplilerin yayılmasına ilişkin kuralı örten, o nedenle getirilen dolgu kurallardır. Cumhurbaşkanlığı inceleyecek, yargı organı uğraşacaktır. Bunların hiçbirine gerek yoktu. Silahlı Kuvvetler’in iyi niyetli uyarısı da sonuç vermemiştir. Gövde gösterisi, kabadayılık, “seçmene selam” türü davranışın demokrasilerde hiçbir geçerliği yoktur. Bir Başbakana yaraşır konuşma “Demokrasi, katılımcı bir düzendir. Her uyarı ve öneriye açığız. Herkesi ilgiyle dinleyeceğiz. Gereken ne ise özel bir amaç gütmeden onu ülke ve ulus yararına yapmaya çalışacağız. Meclisimize güvenelim. Sakıncalı yanlar varsa giderilir, yararlılar getirilir. Birlikte hazırlayacağız” biçiminde olanıdır. Ama geçmişi, eğitimi, görgüsü, deneyimi, ustası bilinen R. T. Erdoğan’dan başka şey beklenemez.

Bu arada yineleyeyim ki askerlerimizin çoğu sivillerimizin çoğundan daha demokrat. Laiklik olmadan demokrasi olamayacağını biliyorlar. Devletin temel niteliklerinden laikliği korumak Silahlı Kuvvetlerimizin de görevi. Bu önemli konuda görüşlerini açıklaması da çok doğal. Bu duyarlıklarını övgüyle karşılamak gerekirken tersine değerlendirmeler ve olumsuz eleştirilerle karşı çıkmak anlayışsızlıktır. Hele AB Temsilcisi’nin “Geriye adım” sözü tam bir aykırılık, aymazlıktır. Avusturya’da Haider başarısına ırkçılığı nedeniyle karşı çıkan Avrupa’nın köktendincilere hoşgörüsü kendi çıkarlarının ve beklentilerinin belirtisidir. Türkiye’de olanlar Avrupa’da olsa en katı biçimde, en sert önlemleri alırlar. Yurdun kurtarıcısı, laik cumhuriyetin kurucusu Türk Silahlı Kuvvetleri elbet karşıdevrim girişimlerinin karşısında olacaktır. Kıbrıs nedeniyle açıklanan görüşlerle şımaran iktidar her istediğini yapacağını sanmıştır. AB’ne öyle güvenmektedir ki onlar “Gülhane Askeri Tıp Akademisi’ni de sivilleştirin, özelleştirin ya da kapatın” deseler, hemen kollarını sıvayacaklardır. YÖK’teki Genelkurmay’ca seçilen üye askeri okulların bilim görevlisidir. Anayasa’yı bilinçsiz biçimde değiştirmek, iktidarı yeni arayışlara yöneltmiştir. Anamuhalefet partisinin yetersizliği, etkisizliği, yalpalamaları da iktidarın elini kuvvetlendirmiştir.

Hukuk ve Demokrasi Dersi

İktidarbaşının hukuk konularındaki yavanlığı sırıtmaktadır. Kendisine bilgi vermek durumundakilerin de aynı düzeyde oldukları anlaşılmaktadır. Ulusal egemenlik, ulusal istenç (irade), ulusal uzlaşma konularında öğrenecekleri çok şey vardır. YÖK Başkanı’nın terbiyesini koruyarak söylediklerinden yeterli dersi almadıkları görülmekte, bir ara nasılsa avukat sıfatını alanların çıkışları da bu kanıyı doğrulamaktadır. Ulusal egemenlik ulusundur, TBMM’nin değildir. Yasama, yürütme görevleriyle yargı gücünü toplayan ilk TBMM bile ulusal egemenliğin sahibi değil, temsilcisiydi. Egemenliğin yansıdığı yerdi. Bunun için “Egemenliğin yegânı tecelligâhı” deniliyordu. 1961 Anayasası’ndan beri Ulus’ta olup yetkili organlar eliyle kullanılan egemenliğin asıl kaynağı halktır. Seçimlerle belirlenen yetkili yasama organı ortaya koyduğu ürünleriyle ulusal istenci gerçekleştirir. Yasama organı yalnız yasama alanında yetkilidir. Bölünmez bir bütün olan egemenliğin yürütme alanında iktidar, yargı alanında da bağımsız mahkemeler ulus adına kullanırlar. Ulusal istenç, yasama organındaki çoğunluğun aldığı kararlarla yaşama geçer. Yasama organında muhalefet de vardır. Organ muhalefetiyle bir tüm oluşturur. Muhalefeti dışlayan ulusal istenç söz konusu olamaz. O, ancak çoğunluğun kararı ve istenci olur. Bunu tüm ulusa mal etmek, kendi çoğunluğunu ulus yerine koymak, ne yaparsa geçerli olduğunu savunmak hukukdışı düşmektir. TBMM’nde muhalefet olmasa, tüm üyeleri iktidar partisinden olsa bile ulusal egemenliği bu biçimiyle, tek başına temsil edemez. Ulusal egemenlik, ulusal istencin dayanağıdır. Kaynak, ulustur, halktır. Hukuk biliminde tartışılan, kimi bilim adamlarınca çağdışı kaldığı savunulan anlayışlara, kavramlara, kurumlara, onları kavrayıp anlamadan dayanıp sarılmanın, bilgisizce sığınmanın hiçbir yararı yoktur. Demokrasilerde uzlaşma kendi seçmeniyle değil, tüm ulusla, azlıkta kalanlarla, demokratik örgütlerle, baskı gruplarıyla olur. Kaldı ki, seçime katılanların 1/3’nin oyuyla 2/3 üyelik alarak böbürlenmek yiğitlik değildir.

Ulusal egemenlikle ulusal istenci birbirine karıştırarak, ikisini de yozlaştırarak dayatmada bulunmak, çoğunluk diktasına özenmektir. Buna da kimse aldırmaz, kimse kanmaz. İnancıyla aklına tavan koyanlar, yeterli eğitimden yoksun olanlar, inanç bağımlıları, lider kuklaları bunları bilmezler, bilmek istemezler. Destekçiliğe soyunanlarla akıldanelik yapanlar, başta medya ve siyaset ilgilileri, tarikatçı bilim adamları (!) da böyledir. Profesör sanı taşıyanlardan imam hatiplere destek verenler de kökleri, siyasal beklentileri ve tarikat bağları nedeniyle çabalara katılıyorlar. Meslek liselerini çekici olmaktan çıkarıp herkesi üniversiteye özendiren tutumun yanlışlığı açık. Bu arada duyarlıkları yerinde bulunan kimi öğretim üyelerinin siyasetçileri üniversitelerine çağırıp onları sorgulamak, etkilemek yerine parti gruplarına üstelik az sayıda gidip konuşma yapmaları eleştirilmektedir. Kimi vakıf üniversiteleri ve kimi devlet üniversiteleri başta şeriatçı, tarikatçı, mezhepçi, siyasetçi kadrolaşması belirgin üniversitelerin tersine eylemleri sorunu büsbütün karmaşık duruma getirebilir. Üniversitelerimizi tüm kötülüklerden, siyasal saldırılardan korumak bilinçli her yurttaşın görevidir. Tepkisiz, duyarsız, ilgisiz toplumlar kendi varlıklarına zarar verirler. Üniversitelerin gücünü gösteren geniş katılımlı büyük yürüyüşler, görkemli, etkin toplantılar, sağlıklı ve içtenlikli dayanışma, demokratik kitle örgütlerinin desteği, iktidara karşı yararlı bir uyarı oluşturabilir. Sorun yalnızca bir okul, üniversite ya da eğitim öğretim sorunu değil. Rejimin niteliğine yönelik, gerçekten ulusal bir sorun. Devletin temel niteliklerini sinsice ve kurnazca değiştirme girişimi. Laikliği geçersiz, etkisiz kılma amaçlı bir düzenleme. Kaç kez söyleyip yazdım, irtica iktidara tırmanmıştır. Laik cumhuriyet karşıtlarının eline geçmiştir. Devleti karşıtları yönetmektedir. Kaç kişiye anlatabildim, kaç kişi aldırdı bilmiyorum. Mehter yürüyüşüyle varmak istedikleri istasyonu yıllarca önce söylediler. Bir yabancıya yüzünü öptüren bir bayanın saçını saklamasının çelişkisi nasıl açıklanabilir? Hiçbir değişme, laikliği benimseme, yanlıştan dönme yoktur. Dış çevrelerin her isteği yerine getirilmekte, içerde bilinen okunmakta, şeriat yürüyüşünde direnilmektedir. Bu çarpıklıkları “başarı” diye alkışlayanlar, “renklilik” diye sunanlar kendi bağnazlık ve bağımlılıklarının gereğini yerine getirmektedir. Anlayanlar, tanıyanlar iyi değerlendiriyorlar. Yönelik olduğu kavramlarla değerler nedeniyle Cumhurbaşkanı geri çevirir, TBMM yine kabul ederse Yasa, Anayasa’nın Başlangıcı’na 2., 6., 24., 42., 130., 131., hatta 10. maddesine aykırılığı nedeniyle gündeme gelebilir. Meslek liseleri kullanılarak imam hatip okullarına ayrıcalık getirilmekte, hakkı olmayan konum sağlanmaktadır.

Yargıda Fırtına

Ümmet anlayışının giderek yaygınlaşmasına çalışıldığı bir “acaip” dönem yaşanmaktadır. Devletin temel niteliklerini, bağımsızlığını, ulusal egemenliğini gözardı eden iktidar, Silahlı Kuvvetlere, üniversitelere çatmakta, işine gelmeyen kararları nedeniyle yargıya sataşmakta, dahası bu organları ele geçirmeyi düşünmektedir. Anayasa Mahkemesi Başkanı’nın durumlarına, adlarına, konumlarına ve adlarına yaraşır düzenleme istemek yerine “Aylık artırımı” istemesi, yerindeliği tartışılır. Bu isteklerini Mahkemeyle ilgili Anayasa değişiklikleri tasarısını Hükümete gönderdiklerini söyledikleri zaman açıklaması, emeklilik yaş sınırının 67’ye çıkarılmasını önermeleri uygun karşılanmamıştır. Hazırlandığı söylenen değişiklik tasarısı Mahkeme ürünü sayılamaz. Karar konusu olamaz. Olsa olsa üyelerin ortak görüşüdür. Böyle ise şaşırtıcıdır. Düzenleme karşılığı kimi olanakların sağlanması görünümü, yargı organların işlevine, niteliğine, ulusal yaşamdaki yerine aykırı düşmektedir. Ortam, koşullar, kimi kişiler yönünden duyulup saptananlar bilinirken “Siz emeklilikte yaş sınırını 67’ye çıkarın, biz de Meclis’in üye seçmesine katılalım” türü yaklaşım sakıncalıdır. Kimilerini kimlerin seçtiği, niçin seçildiği kuşkuları, bu kuşkuları doğrulayan tutumlar ortadayken Meclis’in anayasa yargısına güvensizlik yaratacak ağırlığını savunmak yanlıştır. Cumhurbaşkanının üyelerin tamamını seçmesi de öyle. 1961 Anayasası döneminde olduğu gibi katılan organlar kendileri üyeleri doğrudan seçmelidir. Meclis, koşulları çok iyi belirlenmiş bir seçimle iki üye seçebilir. Cumhurbaşkanı doğrudan 1 asil, 1 yedek üye seçebilir. Asıl üzerinde durulması gereken konu Anayasa değişikliklerinin öz yönünden incelenmesi, biçim yönünden incelemedeki üç koşulun ve parti kapatma davalarındakiyle birlikte 3/5 sınırının, esasına girilerek reddedilen davalara konu kuralların yeniden incelenmesindeki 10 yılın azaltılması olmalıdır. Yargı yakarmaz ve parasal istemleri rakamlarla dillendirmez. Ayrıca, başta Başkan, kendi oyununun “red” olduğunu söylese bile tüm üyeler mahkeme kararını savunur. Karar, karşı oyuyla bir bütündür. Geçerli olan sonuçtur, karardır. Gerekçe bile kararın öğesidir. Bunları gözardı edip benzer konularda gelecek davalar için oyunu açıklar biçimde anlamlı, yanlı, kimi şeyler öğrendiğini söylediği kimi yöneticileri eleştirir biçimde konuşmak doğru değildir. Başkanın bir oyu vardır, kurulda özelliği, ayrıcalığı, ağırlığı yoktur. Yönetim yetkisidir, o kadar. Yönlendirmez, yönetir. Konuşmalarına çok özen göstermesi, konumunun doğal gereğidir. Yargı organlarının aralarında çözümleyecekleri konuları, sorunları kamuoyu önünde üstelik gereksiz özcüklerle tartışmaları güven yitimine neden olur. Bu da organlarına verebilecekleri en büyük zarardır. Anayasa Mahkemesi Anayasa’ya uygun olup olmamaya bakar, ekonomik duruma paraya bakmaz.

Kim Yanıldı?

Yıllarca “Atatürk ilkeleri, laiklik, hukuk devleti, demokrasi, insan hakları, eşitlik, bağımsız yargı vd.” diye konuşmalar yaptım, yazılar yazdım. Köktendincilerle Atatürk Türkiyesi karşıtları gerçek dışı değerlendirmelerle eleştirdiler. Birbirleriyle paslaşarak duymadığı, görmediği, okumadığı, hattâ anlamadığı konularda beni suçlayanlar oldu. Bir Genelkurmay Başkanı’nın “Laiklik konusunda bizi uyardınız, bize yol gösterdiniz, bize ışık tuttunuz” sözleri anımsatılınca soruyorum “Yanlış mı yapmışım?” Keşke daha çok anlatsaymışım. Bunca insan yakıldı, öldürüldü, gericiler hâlâ tetikte. Laiklik paranoyaları da “İrtica paranoyası” ile saldırısını sürdürüyor. Daha ne olacaktı? Olanlar yeterli değil mi? Günümüz iktidarının yönü, yolu belli değil mi? Başka ne olması bekleniyor ya da isteniyor? Yargıçlık niteliklerine, görev gereklerine aykırı en küçük bir davranışım olmadığı, Anayasal ilkeleri savunup açıkladığım, yaşamsal değerlerimize saldırılara karşı çıktığım için eleştirilmiştim. Görevime, oylarıma ilişkin eleştiri getirilmedi. Olaylar yanılmadığımı, haklı çıktığımı gösteriyor.

Kimileri için ne söyleyip yazılsa boş. Yanlışlarında, yanılgılarında öyle direniyorlar ki katılıklarını tanımlamak güçleşiyor. Türban yalanıyla dayatılan sıkmabaşı -ne için ve nasıl kullanıldığını bile bile- inanç özgürlüğü kapsamında savunan; Atatürk’ü anlamayan ve tanımayan; din-inanç bilgisizliğine karşın dindarlıktan ötede köktendinci olan; evrensel ve ulusal değerlerle ilkelerin bilincinden yoksun, partizanlığı, eşitsizliği, çıkarcılığı, güdülmeyi yeğleyen kimileri iktidarın körükçülüğüne, kürekçiliğine soyundular. Medyanın büyük kesiminin durumu ortada. Ahmet Taner Kışlalı’nın Cumhuriyet gazetesinde 23.06.1996’da yayınlanan makalesindeki “Ilımlı İslam” günümüzün dayatması olarak yavaş yavaş benimsetilmeye çalışılmaktadır. Suskunluğa gömülenler tehlikenin ayırdında değildir. Ya da işlerine öyle gelmektedir. ABD’nin Irak işgali, sonuçtaki fiyaskoyla belirginleşmişken eklenen işkence vahşeti ve iğrençliği kimilerini etkilememektedir. Irak’ta Türk askerinin başına geçirilen çuvala tepkisiz kalan yöneticiler işkence rezaletini uygun bulmuşçasına bir sessizlik içindedirler. Bu durumları inanç konusunda içtenliksiz olduklarının da kanıtıdır. İnancı, iktidar için sömürdükleri giderek daha çok gerçekleşmektedir. Kimi karayollar, kimi ulu zenginler, kimi ünseverlerle gülcemaller tersini benimsetmeye çalışsalar da. Kimi muhalefet partilerinin imam hatip düzenlemesinde iktidara destek vermesi de köktendinci oylardan yararlanma amaçlıdır. Din hâlâ siyaset malzemesi, oy aracı sayılıyorsa demokrasi biçimsel bir demokrasidir. Eğitim hakkı, bilgi edinme hakkı, özetle yaşam hakkı gözardı edilen ülkelerde insanlık dışlanmış demektir. “Değişimci” geçinen goygoycuların NATO Zirvesi’ni bombalama sanıklarını unutup laikliği savunanlara saldırması kimlere ve neye hizmet ettiklerinin belgesidir. Bunlara adam olmayı anlatmak, ahlaktan ve adaletten sözetmek boşunadır. Kimileri Irak için pişmanlık açıklayıp kendini özeleştiriye bağlı tutmakta, kimileri yinelemeler, yollamalar, alıntılarla kendi karanlığının yıldızı olmaya çabalamaktadır. Bilgiçlik taslayarak, yandaşlık yaptıklarını överek yansızlığını iyice yitirenler kendilerinden utanacaklardır. Toplumu aldatanların savunduğu “...ekonomik ve toplumsal gelişme ve renklenme, dışa açılma gücü” gülünçlüklerini artıran, boşluk belirtileridir. Hukuk dışı yolları isteyenler, özleyenler varmış gibi yazıp şeriatçı eylemlere gözünü kapamak, irtica tehlikesine değinenleri aşağılayıp suçlamak, döneklerin ve sapkınların işidir. Yargıya hakarete varan tutumlarıyla ne olduklarını ve olabileceklerini gösterenler iktidarın sorumluluğuna ortaktır. Kimileri de “Kemalizm döneminde çağdaşlaşmaya boş verildi” diyecek kadar nankördür ve kendinde değildir. Düşmanlığın böylesine güç rastlanır. Bunlar muhalefet yokluğuna değinmez. Bunlar yabancıların yargımıza hakaretlerini, cezaevi kapılarını yumruklamalarını, etnik terörü, soykırımına varan saldırıları düşünce özgürlüğü olarak değerlendirmelerini, AB’nin ve ABD’nin yanlılıklarını, dayatmalarını, aşağılamalarını, ermeni soykırım tasarılarının birbirini izlemesini, Trabzon Valisi’nin seçkin bir sanatçıya olumsuz davranışını, Gaziantep öğretmenevinde çarşaflılar alınırken modern giyimli bir bayanın geri çevrilmesini, Anayasa’nın 90. maddesinin batıdaki örneklerinin ötesinde düzenlenmesini sineye çekerler. Özelleştirme yağmasına ses çıkarmazlar. Neredeyse devleti satacak duruma gelen uygulamaları gülümseyerek izlerler. İşsizlik, özelleştirilen kuruluşlarda sendikasızlaştırma umurlarında değildir. İçkisini yudumlamak, dolarını istif etmek onlara yetmektedir. Yoksulluk sınırının giderek artması, açlık sınırının büyümesi onları düşündürmez. Liselerin, öğrencilerin, öğretmenlerin, ailelerin suçlanması onları ilgilendirmez. Yargıda uygulanacak dinlence süresine aldırmazlar. Kıbrıs’ta rumların “hayır”, Türklerin “evet” demesine karşın rumların kazancı, Türklerin zararı, KKTC parlamenterlerinin AB toplantısında temsil hakkının kabul edilmemesi, ambargonun kalkmaması, verilen sözlerin tutulmaması onların sorunu sayılmaz. KKTC Başbakanı’nın tutumu ve sözleri dokunmaz. İktidarın dokunulmazlık çelişkisi, eğitimi, dış siyaseti, ekonomiyi, toplumsal barışı, herşeyi bozup uzlaşma ve başarıdan sözederek aldatma ve avutması onları bağlamaz. İstanbul Emniyet Müdürü’nün kendini kanundan da üstün görerek “Emrin kanunsuz da olsa yerine getirilir, yerine getirtirim, getirmeyeni götürürüm” yollu sözleri bunları uyarmaz. Ama hepsini unutup Atatürk’e ve Atatürkçülere çatarlar. Çalmadıkları kapı, aşındırmadıkları eşik, öpmedikleri el ve etek yoktur. Kapılandıkları yerde ders vermeye kalkışırlar. “Cumhuriyetin din okullarını yok ettiği” yalanına sarılıp iktidara yanaşarak palazlanırlar.

Eğitimin din ağırlıklı değil, bilim ağırlıklı olduğunu bilmeyecek ölçüde bağnazdırlar. Yargıçlık görevine getirilenlerden gerçeklere aykırı biçimde kendine pay çıkaranlar, yazmasını bilemezken karar yazdığını ileri sürenler, tanıyanları güldürenler çıkar. Zaman, en iyi hekim, en yararlı ilaç, en başarılı yargıç olarak herşeyi değerlendirecektir.

Gerginlik

Yurttaşların yüzü gülmüyor. Sorunlar giderek büyürken çözüm arayacak yerde yeni sorunlar üretiliyor. Toplumsal barışı, ulusal dayanışmayı önemsemeyen iktidarın AB’ne girmek için göze aldığı olumsuzluklar, verdiği ödünler yarınlarımızı karartan ağırlıklardır. AB “Kemalizm’i, laikliği yıkmadan, silmeden Türkiye’yi üye yapmama” kararını değişik bahanelerle açıklıyor. Güney Kıbrıs’ı tanıma sözünü bile düşünmeden, tartmadan, ölçüp biçmeden duyuran R. T. Erdoğan, partisi seçimi kazanınca yaptığı ABD gezisinde, Davos’ta, İsviçre’de davrandığı gibi amaçlarına uygun destek beklentisiyle ivedilikle kavuşmuştur. Dış ilişkilerin zorunlu kıldığı özen, karşılıklılık, ulusal yarar, ölçülülük, gerçekçilik ve denge umurunda olmamıştır. Silahlı Kuvvetler’in desteğini almış, buna güvenerek YÖK Yasası konusunda gerginliği seçmiştir. Onun için Silahlı Kuvvetler’in imam hatipler kadar önemi yoktur. İmam hatiplere borcunu düşünen Erdoğan varlığını Silahlı Kuvvetler’e borçlu olduğunu unutmuştur. İmam hatipliler şeriat destekçileridir, kadrolarıdır ama Silahlı Kuvvetler laiklikten yanadır, şeriata karşıdır. Onları dinlemek yerine yıpratmayı, etkisiz kılmayı, dışlamayı, kışlalarına kapatmayı düşünmektedir. Yandaşı medyanın bile uygun bulmadığı gerginliğin nedeni budur. Silahlı Kuvvetler’e katlanamamakta, istediğini yapmanın başlıca engeli saymaktadır. Yalnız dış saldırılar için Silahlı Kuvvetler’i kabul etmek en büyük yanılgılardan biridir. Türkiye’yi ve Türkiye gerçeklerini bilmemektir. Sevr’i unutmaktır. Batıyı hiç tanımamaktır. Köktendincilerin Türkiye’de yaptıklarını uygun bulmaktır. Ulusumuzun en güvendiği kurum olması ilgili her konuda üzerine düşenleri en doyurucu, en düzeyli, en yaraşır biçimde yerine getirmesindendir. Ulusu için koşarak ölüme gidenlerin siyaset için herşeyi en kötü biçimde yapanlarca kötülenmesine ulusumuz katlanamaz.

Geleceğimizi bir çok yönden etkileyecik YÖK Yasası’nın köktendinci açılımlara elverişli kuralları gözardı edilemez. Anamuhalefet partisinin kesin konuşamadığı konuda yargının durumu da düşündürücüdür. Bilime, sanata, spora, laikliğe, özgürlüğe, uygarlığa karşı bir iktidarın sonraları neler yapacağı kestirilemez. Dokunulmazlık dosyaları, çok sanıklı grup, kopyacı, edilgen, dışa bağımlı, vergi kaçakçısını, teröristi koruyan, istemediklerini kötülüklere hedef durumunda bırakan kavgacı yapı. Yazık.

(İleri dergisi ve TÜRKSOLU gazetesinin 2. Yıldönümü gecesinin verdiği mutluluk nedeniyle ilgilileri içtenlikle kutluyorum. Nice yıllara.)

 http://www.turksolu.com.tr/56/ozden56.htm

..