Annan Planı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Annan Planı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

26 Kasım 2019 Salı

TÜRKİYE’NİN KIBRIS POLİTİKASI 2009 BÖLÜM 1

TÜRKİYE’NİN KIBRIS POLİTİKASI 2009  BÖLÜM 1




Nasuh Uslu*
* Prof. Dr., Kırıkkale Üniversitesi, Uluslararası İlişkiler Bölümü.


TÜRK DIŞ POLİTİKASININ 2009 YILI GELİŞMELERİ

ÖNSÖZ

“Bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olmaya” son verme konusunda üzerimize düşeni yapmak kaygısıyla serüvenine başlayan Türk Dış Politikası Yıllığı ülkemizde uluslararası ilişkiler literatüründe halen daha var olmaya devam eden büyük boşluğu doldurma konusunda katkı sunmayı amaçlamaktadır. Gelişmiş ülkelerle karşılaştırıldığında Türkiye’de, özellikle Türkçe yazılmış uluslararası ilişkiler konulu eserlerin gerek sayı ve gerekse içerik olarak ciddi eksiklikleri olduğu ilgili alanın uzmanları tarafından sürekli olarak dile getirilmektedir. 
Mevcut eserlerin nicelik olarak yetersiz olmalarının yanında uluslararası ilişkiler alanında Türkiye’nin yaşadığı en temel problem, konunun uzmanları tarafından yazılmamış, bilgi üzerine inşa edilmeyen, dayanaksız analiz ve yorumlar ile komplo teorileri ve spekülatif varsayımlardan oluşan kitapların sayısının her geçen gün artmasıdır. 

Türk Dış Politikası Yıllığı, Türkiye’nin dış politikasının değişik alanlarına ilişkin verilerin, konunun uzmanları tarafından belirli bir sistematik içerisinde ve olayların anlaşılmasını kolaylaştırıcı bir biçimde okuyucuya aktarılmasını sağlamayı hedeflemektedir. Aktarılan bu verilerin analizi konusunda okuyucuya yol gösterilmekte, ancak aktarılan bilgilerden okuyucunun kendi analizini yapmasına da fırsat tanınmaktadır. Bunun yanında, yıllığın ikinci bölümünde yer alacak olan Türk dış politikasına ilişkin bağımsız makaleler daha çok 
analiz ağırlıklı olacaktır.

TÜRK DIŞ POLİTİKASI YILLIĞI 2009

Türkiye gibi, giderek artan bir şekilde bölgesinde önemli roller üstlenen bir ülkenin dış politikasını inceleyen düzenli bir yıllık çalışmasının bugüne kadar yapılmamış olmasının ciddi bir eksiklik olduğu düşüncesiyle 2009 yıllığıyla başlayan bu projenin sürekli olacağını, her yılın ortasında, bir önceki yıla ilişkin Türk dış politikası gelişmelerinin inceleneceği yeni bir kitabın yayınlanmasının planlandığını ifade etmek istiyoruz. Bu şekilde, Türk dış politikasına ilgi duyan okuyucuların, öğrencilerin ve araştırmacıların faydalanacağı bir çalışmanın Türk uluslararası ilişkiler literatürüne kazandırılması temel amacımızdır.

Söz konusu olan bir yıllık olduğu için, atıflar ve kaynakça konularında farklı bir yöntem izlenmiştir. Okuyucuyu sıkmamak amacıyla, yararlanılan gazetelerin ve haber ajanslarının önemli bir kısmı internetten alınmasına rağmen, internet adresleri verilmemiş, sadece haberin ismi, hangi gazete ya da haber ajansından alındığı ve haberin yayınlandığı tarih bilgileri yazılmıştır. Söz konusu haberlerin asıllarına ulaşmak isteyen okuyucuların, ilgili gazete ya da haber ajanslarının internet sitelerinden, haber başlığı ve tarihini yazmak suretiyle arama yapmaları yeterli olacaktır.

Bu kitabın ve Türk Dış Politikası Yıllığı’nın bundan sonraki sayılarının okuyucuya faydalı olmasını diliyoruz.

Burhanettin Duran
Kemal İnat
Muhittin Ataman


GİRİŞ.,

Kıbrıs Sorunu Görüşme Süreci

Kıbrıs sorununun yakın tarihine bakıldığında Rum ve Türk toplumlarının liderleri Klerides ile Denktaş, Kıbrıs sorununa kapsamlı bir çözüm bulabilmek için 2002 yılı içinde Eylül ayının sonuna kadar BM’nin himayesinde 58 kez bir araya geldikleri, ancak herhangi somut bir ilerleme sağlayamadıkları görülür. Sürece müdahale eden BM Genel Sekreteri Kofi Annan, Kıbrıs’la ilgili olarak hazırladığı 
planı 11 Kasım’da taraflara sundu. Denktaş’ın sağlık sorunları ve Ankara’daki hükümet değişikliği nedeniyle Türk tarafı plana resmi bir yanıt vermekte gecikti; Rum tarafı ise planı müzakere zemini olarak gördüklerini, fakat mevcut şekliyle kabul edemeyeceklerini belirtti. Tarafların itirazı üzerine bazı noktaları değiştirilen ve 10 Aralık’ta tekrar taraflara iletilen planın (BM, AB ve ABD temsilcilerinin yoğun çabalarına rağmen) 12 Aralıktaki AB’nin Kopenhag Zirvesi sırasında imzalanması mümkün olmadı. Kopenhag Zirvesi’nden sonra Denktaş ve Klerides sekiz kez bir araya geldi, ancak 16 Şubat’ta Kıbrıs Rum Kesimi’nde yapılacak başkanlık seçimi dolayısıyla görüşmeler istenen sonuçları vermedi. Rum seçimlerinde Annan planını eleştiren ve Klerides’i fazla esnek olmakla suçlayan Tasos Papadopoulos cumhurbaşkanı seçilince süreç daha da güçleşti. 

Kofi Annan, 26 Şubat’ta adaya gelerek planın üçüncü şeklini taraflara sundu ve liderleri resmi yanıtlarını bildirmek üzere Hollanda’nın Lahey kentine davet etti. Annan, taraflardan her halükarda planın referanduma götürülmesi taahhüdünde bulunmalarını istemekteydi, ancak 10 Mart’ta Lahey’de Annan, Denktaş ve Papadopoulos arasında gerçekleştirilen görüşmelerden olumlu bir sonuç çıkmadı. Bu arada Rum yönetimi 16 Nisan 2003’te Atina’da düzenlenen törende diğer 9 aday ülkeyle birlikte AB’ye katılım anlaşmasını imzaladı.

16 Nisan 2003’te Atina’da düzenlenen törende diğer 9 aday ülkeyle birlikte AB’ye katılım anlaşmasını imzalaması ve 1 Mayıs 2004 tarihinde Rum yönetiminin AB üyesi olmasının kesinleşmesi karşısında uluslararası alanda dışlanmak ve AB sürecini zora sokmak istemeyen Türk hükümeti, 2004 başında Kıbrıs’la ilgili diplomatik bir girişim başlattı. Türk hükümetinin ABD ve BM nezdinde yaptığı girişimler sonucunda Kofi Annan, Denktaş ve Papadopoulos’la yaptığı görüşmelerde kendilerine “evet ya da hayır” şeklinde yanıtlanmak 
üzere iki sayfalık bir metin verdi. Buna göre, Denktaş ve Papadopoulos 22 Mart’a kadar metni müzakere edecek, 29 Mart’a kadar bir anlaşma sağlanamaması halinde Türkiye ve Yunanistan devreye girecek, yine uzlaşma sağlanamazsa, Annan tarafından eksiklikler giderilecek ve 1 Mayıs’tan önce Kıbrıs’ın her iki kesiminde referandum yapılacaktı. Her iki taraf metni kabul etti, böylece anlaşma sağlanamasa da referanduma gitmeyi kabul etmiş oldular. Gerçekleştirilen referandumlarda Kuzeyde plan için %65 kabul oyu çıkarken, Rumların %70’in üstündeki bir oranla planı reddetmeleri, planın kabul edilmesini isteyen Batılı çevrelerde büyük bir hayal kırıklığı doğmasına ve Kıbrıs’la ilgili havanın büyük oranda Türk tarafı lehine dönmesine neden oldu.

Aralık 2004 AB zirvesinde Türkiye’ye üyelik görüşmelerine başlama tarihi verilirken sonraki süreçte kendisine AB ile 1995 yılında imzaladığı Gümrük Birliği anlaşmasının kapsamını Kıbrıs Rum kesimine de genişletme zorunluluğu ve Kıbrıs’taki askerlerini çekmesinin önemi hatırlatılmış ve 2006’dan itibaren bu çerçevede Türkiye’ye yönelik sekiz faslın açılmaması şeklinde yaptırım uygulanmaya başlanmıştır. KKTC’ye yönelik ticari yaptırımların ise Avrupa Adalet Divanı tarafından alınan bir karar uyarınca gerçekleştiği belirtilerek,  kaldırılmalarının zorluğuna işaret edilmiştir. Çözümsüzlük durumu, Mehmet Ali Talat ile Dimitris Hriftosyas’ın seçilmelerine kadar devam etti.

KKTC lideri Mehmet Ali Talat ile Kıbrıs Rum yönetimi lideri Dimitris Hristofyas 21 Mart 2008’de bir araya geldiklerinde kapsamlı bir çözümle sonuçlanacak süreci başlatma ve süreç çerçevesinde ortaya çıkarılacak nihai metni kendi toplumlarının onayına sunma kararı aldılar. Görüşmelerin 3 Eylül 2008’de resmen başlamasından önce, iki liderin temsilcilerinin sorunun esasına ilişkin konuları (yönetim ve güç paylaşımı, toprak, mülkiyet, ekonomi, AB, güvenlik ve garantiler) ele almaları için 6 Çalışma Grubu, güven artırıcı önlemler 
bağlamında çalışma yapması için de 7 teknik komite (suç ve suça ilişkin konular, ekonomik ve ticari konular, kültürel miras, kriz yönetimi, insani konular, sağlık, çevre) oluşturuldu.1 Benimsenen görüşme yöntemine göre liderler altı ana konuyu bir kere görüşecek, her konuyla ilgili anlaşılan ve anlaşılmayan noktaları net bir şekilde belirten tek bir metin ortaya çıkartacak; ikinci aşamada nihai çözümü ortaya çıkartabilmek için birbirlerine bazı şeyler verecekler ve birbirlerinden bazı şeyler alacaklardı (al-ver süreci).2 Ancak uygulamada 
Eylül 2009’da başlayan ikinci aşamada o döneme kadar konuşulan konular üzerinden bir kez daha gidilmesi, anlaşılmayan konularda anlaşma sağlanmaya çalışılması, ondan sonraki üçüncü aşamada anlaşmazlıkların “al-ver” yöntemiyle aşılmasının öngörülmesi durumu ortaya çıktı.3 Yönetim ve güç paylaşımı konusunun görüşülmesi 16 Ocak 2009’da tamamlandı. 28 Ocak’ta liderler birbirlerine mülkiyet konusunda pozisyonlarını içeren resmi belgeleri sundular ve 5 Mart’ta bu konunun görüşülmesini bitirip konuyu yönetim ve güç başlığı altındaki diğer konularla birlikte ele alınmak üzere özel temsilcilerine devrettiler. 11 Mart’ta AB konusu ele alınmaya başlandı, konunun teknik boyutları da teknik uzmanlara devredildi. 21 Nisanda ekonomi konusuna gelinmiş ve Ekonomi Çalışma Grubunun bir haftada üç toplantı yaparak liderler buluşmasına nihai haline yakın bir metin hazırlaması öngörülmüştü. Ancak basit olduğu düşünülen bu konunun görüşülmesinin tamamlanması da 11 Haziranı buldu. 2 Temmuzda iki lider toprak başlığının ilk okumasını tamamladılar ve gelecek 3-4 aylık görüşme programı üzerinde anlaştılar. 10 Temmuzda bu defa liderlerin görüştüğü konu güvenlik ve garantilerdi. Liderler 6 Ağustos’ta görüşmelerin birinci turunu tamamladıklarında altı temel başlıktan üçünde (yönetim ve güç paylaşımı, AB ile ilişkiler, ekonomi) 30 ortak metin hazırlanmıştı.4

İkinci tur görüşmeler 2 Eylül’de başlaması gerekirken Rum tarafı, Türk tarafının kuzey kesiminde dinî yerleri ziyaret etmek isteyen Rumlara Yeşilırmak geçiş noktasında iyi muamelede bulunmadığı gerekçesiyle görüşmeleri ertelediklerini ilan etti. Türk tarafı ise geçişlerle ilgili olarak önceden yapılan anlaşmaya sadık kaldığını, geçişlerin seri olması için yeterli personel sağladığını ve gerekli tedbirleri aldığını belirterek yaşanan sıkıntılardan sorumlu olmadığını belirtti.5 Sonuçta haftada ikiye çıkartılarak daha yoğun hale getirilen ikinci tur görüşmeler başlayabildi. 7 Ekim’de yönetim ve güç paylaşımı ile başkanlık, 21 Ekim’de dış ilişkiler, 22 Ekim’de mülkiyet, 27 Ekim’de federal hükümetin yetkileri ve 2 Kasım’da mülkiyette uygulanacak kriterler konuları ele alındı. Aralık ayı başında Talat’ın Türkiye gezisi sırasında Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ve Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’la yaptığı görüşmelerde Kıbrıs müzakerelerinde daha hızlı ilerleme sağlanabilmesi için yöntem değişikliğine duyulan ihtiyaç ile gelecek dönemde esneklik gösterilebilecek konular ve karşı tarafa iletilecek yeni talepler üzerinde duruldu.6 Ardından Talat, Rum tarafının görüşmeye hazır görünmemesi karşısında farklılıkları azaltacak adımların atılmasına ve farklı bir metot aranmasına vurgu yaparak daha uzun süreli (tam gün) görüşme yapmak, görüşme sürecini hızlandırmak ve mekânı değiştirerek elverişli konularda görüşme yapmak için Ocak ayında Hristofyas ile birbirlerinin evlerinde 
üçer kez bir araya geleceklerini duyurdu.7 Ancak daha sonra liderlerin evindeki altyapı yetersizliği ve zaman kaybı olacağı gerekçeleriyle görüşmelerin BM Genel Sekreterinin Kıbrıs özel temsilcisi Taye Brook Zerihoun’un ara bölgedeki evine alındığı açıklandı.8

Yönetim ve Güç Paylaşımı Konusu

Kıbrıs sorununda Türk tarafının en fazla tercih ettiği şey bağımsızlıktır. Fakat uluslararası konjonktür çerçevesinde bunun mümkün olmadığı bilindiği için Kıbrıs’ın bütünü için öngörülen federasyon içinde özerkliği oldukça güçlü bir federe devlet tercih edilmektedir. Rumlar açısından, milli hayal olan Yunanistan’la birleşmenin (enosis) uluslararası konjonktür çerçevesinde mümkün olmadığı anlaşıldıktan sonra üzerinde durulan seçenek, yönetimini ellerinde bulundurdukları Kıbrıs Cumhuriyeti’nin bütün adaya hâkim olacak 
şekilde üniter bir devlet olarak bağımsızlığının güçlendirilmesidir. Uluslararası koşullar gereği Kıbrıs Türkleriyle ortaklık kurmaları beklendiğinden adı federasyon olan ancak merkezî hükümeti güçlü bir yapıyı tercih etmektedirler. Aslında tarafların uluslararası toplum önünde kabul ettikleri şey, değişik BM Güvenlik Konseyi kararlarında tanımlandığı şekilde, tarafların siyasi eşitliği üzerine kurulu iki bölgeli ve iki toplumlu bir federasyondur. Eşit statüye sahip olan Kıbrıs Türk kurucu devleti ile Rum kurucu devletinin ortaya çıkaracağı 
ortaklık, tek bir uluslararası kimliği/egemenliği olan bir federal hükümetin oluşturulmasını öngörmektedir.9

Federasyonun Kıbrıs için ne kadar uygun bir yönetim şekli olduğu haklı şekilde sorgulanmıştır.10 Federasyonda hem federe devletler ile federal yönetim arasında hem de federal merkezin yasama, yürütme ve yargı erkleri arasında denge sağlanması gerekmektedir. Bosna-Hersek gibi Kıbrıs’ta da aralarında denge kurulması beklenen unsurlar, birbirlerinden kopuk olan ve birbirine düşman gözüyle bakan etnik gruplardır. Birbirlerine karşı aşırı güvensizlik duyan farklı etnik grupların federal bir model çerçevesinde bir araya getirilmesi 
çok zor, hatta imkânsızdır. Taraflar federasyon çatısı altında birleştirildiği ve karşılıklı fedakârlıklarla uzlaştırılmaları sürecinde federalist kontrol ve dengeler gündeme gelmemekte veya görüşmelerde ciddi olarak ele alınmamaktadır. Bu çerçevede ortaya çıkarılacak yapının ne kadar sallantıda ve suni olacağı tahmin edilebilir. Federal merkezin büyük ölçüde çoğunluk olan tarafın eline geçme ihtimalinin yüksek olduğu düşünüldüğünde tek egemenlik, tek kimlik ve tek temsiliyet durumunda zayıf olan tarafın varlığını ve egemenliğini koruma bakımından ciddi bir sorunla karşılaşacağı açıktır.

2009 yılında gerçekleştirilen görüşmelerde Türk tarafının en fazla önemsediği husus, Kıbrıslı Türklerin Rumların hegemonyası altına girmesini engelleyecek şekilde Rumlarla siyasi eşitliğe sahip olmalarının sağlanması olmuştur. Bazı federal kurumlarda (Senatoda) sayısal eşitlik, bazılarında ise (Başkanlık Konseyi, yasama) sayısal yakınlık yoluyla gerçek anlamda siyasi eşitliğin sağlanması ve bu şekilde federal hükümetin Rum kontrolü altına girmesinin engellenmesi halinde Türk tarafı açısından federal hükümetin yetkilerinin arttırılmasında 
sorun kalmayacaktır.11
 Ancak Türk temsilcilerin (örneğin Senatodaki Türk senatörlerin) tamamen Türk halkı tarafından seçilmesi burada önem taşımakta dır.

Oluşturulacak Kıbrıs devletinin ve federe devletlerin egemenliği konusu, 2009 görüşmelerinde hassas bir konu olmayı sürdürmüştür. Rum tarafının tek egemenliğe yaptığı vurgu, üniter devlet anlayışının bir yansımasıdır. Türk tarafında Ulusal Birlik Partisi (UP), federal bir devletin temel şartlarından olan tek egemenliği reddetmekte ve Cumhurbaşkanı Talat’ın bunu kabul etmesini affedilmez bir hata olarak değerlendirmektedir. UBP’nin, iki devletin eşit egemenliği ilkesini savunması, federasyon yerine, Türkiye’de bir dönem 
dile getirilen konfederasyon modelini tercih ettiğini göstermektedir.12 Talat’ı destekleyen mevcut AK Parti hükümeti UBP lideri Derviş Eroğlu’nun bu tür çıkışlarını tehlikeli bulmaktadır. Talat ise görüşme sürecinde iki düzeyde egemenlik kullanılmasının söz konusu olduğunu, kurucu devlet düzeyinde iki tarafın kendi kendilerini yöneteceklerini ve kendi demokrasilerini yaşayacaklarını, federal düzeyde ise liderlerinden biri Türk diğeri Rum olacak ortak hükümet ve ortak program çerçevesinde ortak egemenliğin olacağını belirtmiştir. 

Bu çerçevede Talat’ın önerdiği ve Türk tarafında bazı kişilerce tehlikeli bulunan husus, Bakanlar Konseyi yerine yürütmenin başı olacak biri Türk diğeri Rum başkan ve başkan yardımcısının, ortak hükümet programı uygulayacakları için tek bir listeden seçime katılmalarıdır.13 Ancak Talat, Rumların aksine başkan ve başkan yardımcısının halk tarafından değil, Senato tarafından seçilmesini 
önermektedir. Gerekçesi, kalabalık seçmen grubunun bir araya gelip uzlaşmaları ve koalisyon yapmaları çok zor, siyasi eşitliğin olduğu az üyeli Senatoda uzlaşmanın daha kolay olmasıdır.14 Burada önemsenen, seçim sürecinde Rum halkının Türk başkan yardımcısının seçiminde dolaylı da olsa etkili olma olasılığıdır. Bazı Türk eleştirmenlere göre aynı olasılık Senato’da da söz konusu olacaktır. Talat’ın Kıbrıs Türkleri arasında yeterince destek alamayacağı için Rum kesiminden belli çevrelerin de desteğini alarak Türk tarafının temsilcisi olarak 
ortak hükümette yer almayı düşündüğü bile ima edilmektedir.

Diğer taraftan Talat yönetimi, Rum liderlerin seçimlerde birleşik oy pusulası kullanılması önerisini Türk liderleri Rum halkının belirlemesine neden olacağı gerekçesiyle kabul edilemez bulmuş, öneriyi Kıbrıs’la ilgili BM parametrelerinden sapma olarak değerlendirmiş ve şiddetli şekilde eleştirmiştir. Dışişleri Bakanı Turgay Avcı’ya göre, Rumların Rum cumhurbaşkanı ve Türk cumhurbaşkanı yardımcısı ile Rum ve Türk milletvekillerinin parlamentoya tek listeden seçilmesini önermeleri, ortak kararların Rum çoğunluk tarafından alındığı 
üniter bir devlet yapısı ortaya çıkaracaktır.15 Ayrıca, görüşmeler sırasında gündeme gelen Rum devletinde kullanılan oyların KKTC seçimlerinde, KKTC’de kullanılan oyların da Rum seçimlerinde %20 oranında etkili olması önerisi, bazı çevrelerce AKEL ile Cumhuriyetçi Türk Partisi’nin (CTP) bir oyunu olarak nitelendirilmiştir. İddiaya göre, AKEL ile CTP çapraz oylamada birbirlerini destekleyecekler ve bu şekilde UBP gibi milliyetçi partilerin iktidara gelmesini engelleyeceklerdir. Türklerin ayrı seçmen kütükleri ile ayrı seçim pusulasının 
ve böylece ayrı siyasi irade belirleme haklarının 1876’dan beri var olduğu vurgulanarak böyle bir uygulamanın, Türkleri etkisizleştirerek tek devlet ve vatandaşlığa yol açacağı öne sürülmüştür.16

Aslında Rum lider Hristofyas, görüşmeler devam ederken federasyon çözümünün zor bir çözüm olduğunu ve Kıbrıs’ın koşullarına uygun olmadığını açıkça ifade etmiştir.17 Hristofyas’ın BM Genel Kurulunda yaptığı konuşmada Kıbrıs Cumhuriyeti’nin evrim yoluyla bir federasyona dönüşeceğini ve varılacak olan federasyonun da iki otonom bölgeden oluşacağını söylemesi de Türk tarafınca Rumların asıl niyetini ortaya koyan bir itiraf olarak algılanmıştır.18 Hristofyas, BM kararlarından ve uluslararası toplumun Kıbrıs’la ilgili genel beklentisinden dolayı iki bölgeli ve iki toplumlu federasyon hedefini ifade etmek durumunda kalırken tek egemenliğe, tek uluslararası temsiliyete ve tek vatandaşlığa sahip, AB içerisinde ekonomisi birleşmiş bir devlet vurgusunu yapmakta ve Talat’ın tek egemenliği kabul etmiş olmasını büyük bir ilerleme olarak değerlendirmektedir.19 

Görünen o ki, Kıbrıslı Türkler iç işlerine bakabilecekleri bir federasyona kurucu devlet olarak katılmak için kurmuş oldukları devletten vaz geçebileceklerken, Rum tarafı mevcut Kıbrıs Cumhuriyeti’nin federasyon şeklinde sürdürülmesinde ısrarcı olarak Kıbrıslı Türklerin kendilerine dâhil oldukları izlenimi vermeye ve sonraki süreçte devletin üniter yönünü güçlendirmeye çalışacaklardır. Yönetim ve güç paylaşımı konusunda esas konu, Türk temsilcilerin seçiminde Rumların ne kadar pay sahibi olacağı ve federal hükümetin ne derece Rumların etkisine gireceği olmaya devam edecek gözükmektedir. Federe devletler ile federal hükümete tanınacak yetkiler bu konulara göre daha ikincil planda kalmaktadır.

Mülkiyet Konusu

Mülkiyet sorunu, Rum kesiminin elindeki en önemli kozlardan biri olarak gözükmektedir. Rumlar eski mallarına dönme konusunda ısrar ederek adanın her bölgesinde yeniden hâkim duruma gelmeyi ve iki kesimliliği ortadan kaldırmayı düşünmektedirler. Türk tarafı, Rumların imza koydukları sistemi ve Kıbrıs Cumhuriyeti’ni tereddüt etmeden yıktıklarını ve sonraki dönemde de Kıbrıs Türklerini adanın %3’üne sıkışacak şekilde mağdur duruma düşürdüklerini unutmadığı için iki kesimliliği engelleyecek her tür çözüme direnmeyi önemli görmektedir. Yaşanan olaylar ve süreç çerçevesinde kişilerin kaybı tam anlamıyla giderilmeye çalışıldığında kuzeydeki nüfus ve mülkiyet çoğunluğun Rum kesimine geçeceği, zaman içinde kuzeydeki sosyo-ekonomik yapının ortadan kalkacağı ve dolayısıyla Türk tarafının direnmesiyle sorunun çözümlenmemesi söz konusu olacağı için mülkiyet konusunun kişisel temelde ele alınması Türk tarafına göre doğru değildir. Konu, sorununun bir yansıması olarak görülmeli ve sadece 1974’ten önceki mal sahiplerinin hakları değil, mevcut mal sahiplerinin hakları da dikkate alınmalıdır. Türk tarafına göre belli bir mülk sahipliği sorunu görüşülürken tazminat, takas ve iade olmak üzere üç seçenek de açık tutulmalıdır.20

Rumların bu konuda kesin olarak istedikleri ve üzerinde ısrarcı oldukları şey, mülkiyette son söz hakkının 1974’ten önceki sahibine bırakılmasıdır. Bir başka deyişle Rumların hesabı, kuzeydeki toprakların %80’inin eski sahibi olan Rumların en kötü ihtimalle %70’inin geri dönmesiyle kuzeydeki Türk yapısının anlamını yitirmesinin sağlanmasıdır. Hristofyas’ın danışmanı Tumazos Çelebis’in 
“ne kadar çok toprak Rum idaresine geçerse mülkiyet sorununun çözümü o kadar kolaylaşır” demesi, aynı Rum halet-i ruhiyesine işaret etmektedir.21 Türk tarafının gözünde ise mülkiyet konusundaki Rum tutumu, barış ve çözüm yanlısı olmadıklarını göstermektedir ve kendilerini çözüm yerine mevcut durumu devam ettirmeye zorlamaktadır.22 

Rumların bu yöndeki tutumlarına en iyi örneklerden biri de, Avrupa Toplulukları Adalet Divanı (ATAD) ile Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin (AİHM) mülkiyet konusunu hep Rum tarafı lehine değerlendirdiklerini bildikleri için vatandaşlarını 20 yıldır AİHM’ye bireysel başvuru yapmada sürekli teşvik etmeleri 23 ve kendilerine yakın hâkimleri kullanarak ATAD’ı yönlendirmeye çalışmalarıdır. Bunun bir sonucu olarak üç Rum vatandaşı, ABD’de Columbia Eyalet Mahkemesinde KKTC aleyhine eski mallarına ulaşamamaları ve  kullanmamaları karşılığı olarak 400 milyar dolar, manevi tazminat olarak da bir trilyon dolar talep etme yoluna gitmiştir.24

Toplum liderleri arasında gerçekleştirilen görüşmelerde Talat, önce mülkiyeti bütünlüklü çözümün bir parçası olarak gördüklerini ve karar verme aşamasına gelmeden ilkeler üzerinde anlaşılması gerektiğini,25 Şubat ayında yaptığı açıklamada ise tarafların pozisyonları son derece farklı olsa da çözüm için uygulanacak seçeneklerin iade, takas ve tazminat olması hususunda aralarında mutabakat oluştuğunu belirtmiştir.26 Sonraki görüşmelerde gündeme gelen Mülkiyet Kurulları, Türk tarafının gözünde bağımsız ve mülkiyet konularındaki 
sorunların gideceği mahkemenin de içinde yer alacağı genel mekanizmanın parçaları olacaktı. Rum tarafı ise kesin kararın eski mülk sahibine ait olmasında ve kullanıcıların değişik yollarla tatmin edilmesinde ısrar etmekteydi.27 Talat’ın açıklamasına göre, Mart itibariyle Mülkiyet Kurulu mekanizmasının kurulması konusunda taraflar arasında mutabakata varılmıştı. Sonraki görüşmelerde 
belirlenecek kriterler çerçevesinde iki devletin belirleyici olmayacağı bu mekanizma, üç yoldan birini karar olarak seçecekti.28

Türk tarafınca Kasım yapılan açıklamada mülkiyet konusunda taraflar arasında ilk yakınlaşmanın ortaya çıktığı, karşılıklı olarak masaya konulan on ikişer maddeden oluşan kriterlerin yarıya yakınında uzlaşma sağlandığı, bazılarında yakınlaşma olduğu ve tazminat, takas ve iade araçlarının kullanılması ve bu amaçla bir komisyon oluşturulması konusunda uzlaşıldığı belirtiliyordu.29 Sorundan etkilenen mülklerin tasnif çalışmasının devam etmesi de bir ilerleme olarak değerlendirildi. Ancak tasnif bitirildikten sonra her kategorideki 
mülklerle ilgili sorunların çözümüne ilişkin tartışma başlatılabilirdi. 
19 Kasım itibariyle mülkiyet konusunda yakınlaşma metni tamamlanmış ve uzmanların incelemesi ve görüşmesi için hazır hale getirilmişti.30 Ancak taraflar konuyla ilgili tutumlarından geri adım atmadıkları için nihai anlamda bu ilerlemelerin bir anlamı olmayacaktı, çünkü asli nitelikte olan çözüm yolları konusunda anlaşılması mümkün değildi.

Mülkiyet konusunun ancak Kıbrıs sorunun çözümüyle tam olarak çözüme kavuşturulacağı düşünülürken Türk tarafı, AİHM’nin de talebiyle çözümsüzlük durumunda hak sahiplerinin mağduriyetini gidermek için geçici bir araç olarak Taşınmaz Mal Komisyonunu kurmuştur. Aralık 2005’te AİHM, Xenides ve Arestis’in Türkiye aleyhine açtığı davada Türkiye’den sadece söz konusu davalar için değil, fakat Rumlar tarafından yapılan benzer 1400 dava için etkili bir tazminat mekanizması kurmasını talep etmiştir. Türk kesiminde oluşturulacak 
mekanizmanın kurulması çağrısı Kıbrıs Türklerine değil, belki işgalci olduğunu ima ederek Türkiye’ye yapılmış olsa da Rum hükümeti, Rumlarca yapılacak başvuruların KKTC’nin tanınmasına neden olacağını düşünerek Mahkemenin çağrısına itiraz etmiştir. 
Uygulama döneminde ise Rum hükümeti, vatandaşlarının mülkiyet haklarıyla ilgili olarak komisyona başvurmalarına hukuki çerçevede itiraz edemeyeceğini söylese de bu tür başvurulara karşı olduğunu dolaylı olarak ifade etmiştir. 
Rum parlamentosundaki milliyetçiler komisyona başvuran Rumların mülteci statülerinin kaldırılmasını ve kendilerine sağlanan hükümet yardımının durdurulmasını savunurlarken sıradan Rum vatandaşları arasındaki milliyetçiler de başvuru yapanların cezalandırılmasını istemişler, bu nedenlerden 
dolayı Rumların komisyona başvurusu, olabilecek olan düzeyin çok altında kalmıştır.31

Taşınmaz Mal Komisyonunun Türk tarafı açısından önemi, AİHM tarafından bir iç hukuk yolu olarak kabul edilmesidir.32 
Buna göre Rumların mülkleri konusunda AİHM’ye başvurabilmeleri için iç hukuk yolunu tüketmeleri, yani komisyona başvurmaları gerekecektir. 
AİHM, sekiz pilot davada yaptığı inceleme çerçevesinde komisyonun etkin bir iç hukuk yolu olduğunu 2010 yılı içinde kabul etmiştir. Bu durumda mahkeme önünde bulunan Rum davalarının çekilmesi ve komisyona yönlendirilmesi söz konusudur.33 
Aslında AİHM’nin, komisyonu Türkiye’nin iç hukuk yolu olarak görme eğilimi, KKTC’nin tanınması ve Türkiye’nin işgalci kabul edilmesi bakımından sorun oluşturmaktadır. Ancak AİHM’nin Taşınmaz Mal Komisyonu ile Rum hak sahipleri arasında yapılan anlaşmaları geçerli kabul etmesi ve hükümetlerinin bütün engellemelerine rağmen belli sayıda Rum’un komisyona başvurmuş ve anlaşma yapmış olması, önemli bir aşamayı ve başarıyı temsil etmektedir.34 Mayıs 2009 itibariyle Rumların komisyona yaptığı başvuru sayısı 390’a ulaşmıştı. 

Tarafların karşılıklı anlaşması çerçevesinde dosyalardan 52’si tazminatla karara bağlanırken, 2 başvuru için tazminat ve takas, 4’ü için iade ve tazminat, 1’i için de çözümden sonra iade kararı alınmış,35 tazminat olarak Rumlara toplam 9 milyon 906 bin sterlin ödenmişti. 
Kasım 2009’da basında komisyonun iki Rum’a toplam 50 milyon TL’den fazla ödeme yapacağı ve oldukça yüksek olan bu ödemelerin daha fazla Rum’un komisyona başvurmasına neden olacağı ve mülkiyet konusunda yeni bir boyut katacağı yönünde haberler çıkmıştır.36 
KKTC Mülkiyet Yasasına göre, mülkiyet veya kullanım hakkı gerçek ve tüzel kişiye ait olmayan, konumu ve niteliği uyarınca ulusal güvenliği, kamu düzenini ve kamu yararını tehlikeye düşürmeyecek olan mallar hemen iade kapsamında bulunmaktadır. Tahsisten kullanımda olan veya inkişaf edilmiş malların iadesi yönünde karar alınması halinde iade, çözüm sonrasına ertelenmektedir. Eşdeğer 
karşılığı mallar iade kapsamı dışında olduğu gibi tazminat alan Rumların mülkiyet hakkı ortadan kalkmaktadır.

2009 yılında liderler arası görüşmelere, özellikle mülkiyet konusundaki çözüme, ciddi darbe vuran belki en önemli gelişme ATAD’ın Orams davasında verdiği görüş olmuştur. Adanın kuzey kesiminde mülk satın alan bir İngiliz çiftin Rum mahkemesinde Rum vatandaşlarına ait mülkleri illegal bir şekilde satın aldıkları gerekçesiyle haklarında olumsuz karar verildikten sonra davaya İngiltere’de bakan İngiliz İstinaf Mahkemesi ATAD’tan görüş istediğinde ATAD, Rum mahkemelerinde alınan mülkiyetle ilgili kararların tüm Avrupa ülkelerinde 
dikkate alınması gerektiği yönünde görüş bildirmiştir.37 Bunun anlamı, Rum mahkemelerinin, KKTC’de mülk satın alan yabancıların AB ülkelerindeki mülklerine ve banka hesaplarına el koydurma imkânına kavuşması ve KKTC’de yabancı mülk alımlarının duracak olmasıdır. Diğer taraftan kararı veren ATAD başkanı Yunan Yargıç Vassilos Skovris’in Rum halkına hizmetlerinden ve bağlılığından dolayı Papadopoulos hükümeti tarafından 2 Kasım 2006 tarihinde Makarios 3 nişanı ile taltif edilmiş bir kişi olması, ilginç bir ayrıntı olarak dikkatleri çekmiştir.38

Türkiye ve KKTC açısından bakıldığında AB çevreleri, bu kararla 1963 yılı sonunda Kıbrıs Cumhuriyeti’ni yıkan Rumların adadaki Türkleri temsil etmediği, onlar üzerinde yetki ve egemenliklerinin bulunmadığı ve BM parametreleri çerçevesinde bulunacak kapsamlı çözümün iki kesimliliği içermesi gerektiğini bir kez daha göz ardı etmiş ve taraflardan birini kayırarak siyasi bir sorunu hukuki yolla çözme çabası içine girmiştir. Bu tür kararların uygulanması halinde sorunun karşılıklı fedakârlıklarla kapsamlı bir çözüme kavuşturulması mümkün olmayacak, bir tarafın diğer taraf üzerinde hâkimiyet kuramayacağı yönündeki BM parametresi ihlal edilecek, çözüm felsefesinin temelinde yer alan ortaklığın yenilenmesi gerçekleşmeyecek ve Rumların istediği şekilde Kıbrıs Cumhuriyeti ’nin yetki alanı ve egemenliği kuzeye teşmil edilmiş olacaktır.39 Benzer kararların çözüm sonrasında çıkması durumunda ise uzun gayretler sonucu 
oluşturulmuş yapı çökecek ve çözümsüzlük durumuna geri dönülecektir. 
Türk kesimi karara çok sert tepki vermiş; yönetim, KKTC hükümetlerinin vatandaşlarına verdikleri tapu ve egemenlik haklarının sorgulanamayacağını, devletin tüm organlarının yürürlükteki hukuka sahip çıkacağını ve kuzeyde mülk edinmiş tüm kişilerin haklarının arkasında durulacağını ilan etmiştir. Mecliste temsil edilen siyasi partiler de yaptıkları ortak toplantı sonrasında ATAD kararının müzakere sürecine ciddi bir zarar vereceği yönünde ilgili çevreleri 
uyarmışlardır.40

2. Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,,

***

28 Şubat 2019 Perşembe

Milli Kıbrıs Davamız Nereye, BÖLÜM 2

Milli Kıbrıs Davamız Nereye, BÖLÜM 2

4.İki kesimlilik (Bizonality):
Kıbrıs Barış harekâtımızın ortaya çıkardığı temel parametredir. Korunması Türk tarafı için hayatî önemi haizdir.
Bununla beraber, "İki kesimlilik" parametresinin de, müzakere başlıklarının çeşitli veçhelerinde ve bilhassa mülkiyet bahsinde,  öngörülen veya öngörülebileceği izlenimi alınan bazı düzenlemeler sonucunda aşınmaya maruz bırakılmakta olduğu anlaşılmaktadır.
Esasen, AB standartlarına, normlarına uygun çözüm anlayışıyla elde edilecek çözüm şekli, gereken derogasyonlar ve yasal ve anayasal önlemler kabul edilmediği takdirde, iki kesimliğin zaman içinde aşınmasına ve yok olmasına sebep olacaktır.
İki kesimlilik parametresi, özellikle müzakerelerin "mülkiyet" gündem maddesinde varılmış ve varılacak olan mutabakatların doğrudan etkisine maruz durumdadır.
Liderlerin üzerinde "ciddi ilerleme" sağlandığını açıkladıkları 4 başlıktan biri "mülkiyet" başlığıdır. Bu konuda ortaya çıkan mutabakatlar arasında "öncelikli tercih" hakkının malını kaybetmiş şahıslara verildiğine dair bilgiler alınmaktadır.  Bu bilgiler doğruysa, mülkün şimdiki sahibinin mülkü eski Rum sahibine iade etmek mecburiyetinde kalması durumu ortaya çıkacaktır. Böyle bir uygulama onbinlerce Rumun sırf "mülkiyet" başlığı çerçevesinde Kıbrıs Türk kesimine yerleşmesi ve böylece iki kesimliliğin bozulması sonucunu doğuracaktır.
Ayrıca, "toprak" başlığı altında yapılabilecek hudut ayarlamalarının da yine önbinlerle ifade edilecek sayıda Rum ahalinin Türk kesiminde yerleşmesi neticesine yol açması beklenir.
Bu meyanda toprak ayarlamaları hakkında internette dolaşan,  ne ölçüde ciddi olduğunu bilmediğim özel statülü kantonlar ihdas eden haritanın ve benzerlerini iki kesimlilikle bağdaşmadığı kuşkusuzdur. İnternette dolaşan harita, iki kesimli değil, çok bölgeli toprak ayarlaması ortaya koymaktadır. Karpaz'ın önemli bir bölümünü de Rum kontrolüne bırakmaktadır.
Kaldı ki, Rumlar, BMGS'nin "iki kesimlilik" parametresi hakkında yaptığı tarifi de kabul etmiş değillerdir.
BMGS 1990 yılında "iki kesimliliği" (bi-zonality) şöyle tanımlamıştır:
"İki kesimlilikbir toplum tarafından yönetilecek her bir federe devletin kendi bölgesinde nüfus ve mülkiyet bakımından bâriz bir çoğunluğa sahip bulunmasıdır.[xxxix]
Çözüm arayışında yetkiyle görevlendirilmiş olan kişilerin hafızalarının gündemdeki konuların geçmişi ile de dolu olmasına ihtiyaç vardır. Çünkü, Kıbrıs konusunun çeşitli veçhelerine ait gerçekler geçmişte yatmaktadır.
"İki kesimliğin" (bi-zonality) çözüm şeklinin temel parametrelerinden biri olarak BM literatürüne ve BM'nin  Kıbrıs sorununa ilişkin, tabir caizse, kavram envanterine girişi 9 Ağustos 1980 tarihinde olmuştur. Barış Harekâtımızdan hemen sonra Türkiye çözüm şekli olarak "çok kantonlu" federasyondan söz etmiştir. Daha sonra "iki bölgeli" (bi-regional) federasyon telâffuz edilmiştir.KTFD'nin kurulmasından ve 2 Ağustos 1975'deki Denktaş - Klerides Viyana mutabakatına dayanılarak Ada'da nüfus mübadelesinin gerçekleştirilmesinden sonra Ada'da iki kesimli ve iki devletli bir siyasî coğrafya, toprak, nüfus ve siyasî otorite (devlet) boyutlarıyla ortaya çıkmıştır. Türk tarafı "iki kesimli" çözümden söz etmeğe başlamıştır.
Denktaşile Makarios arasında 12 Şubat 1977 tarihinde yapılan "4 Temel Kural" (4-guidelines) Anlaşması'nı ortaya çıkaran temel düşünce ve güdülen hedef "iki kesimli" bir federal çözüm şekli olmuştur. Bununla beraber, Makarios'un ısrarı karşısında, "iki kesimli" deyimi metinde kullanılmamıştır. "İki kesimlilik" ilkesinin metinde zımnen ifadesiyle yetinilmiştir.
Kıbrıs sorununa çözüm bulmak maksadıyla BMGS'nin iyi niyet görevi çerçevesindeki müzakere süreci yeniden başlatılırken BMGS'nin Kıbrıs Özel Temsilcisi Hugo Gobbi tarafından 9 Ağustos 1980 günü Denktaş ve Kyprianou'nun huzurlarında BMGS adına bir "Açış Beyanı" (opening statement) metni okunmuştur. Açış Beyanı'nın amacı iki taraf arasındaki ortak müzakere zeminini belirlemek olmuştur. Açış beyanında Kıbrıs sorununun " anayasa veçhesinin federal, toprak veçhesinin iki kesimli (bi-zonal) " esasa göre halledileceği ifade edilmiştir. "İki kesimlilik" parametresi böylece BM'nin Kıbrıs sorununa ilişkin terminolojisine ilk defa olarak resmen girmiştir.
"Açış beyanı" üzerinde mutabakat BMGS'nin teklifi üzerine "sükût ile kabul" (acceptance by silence) yöntemi ile sağlanmıştır. Bununla beraber, Kyprianou aynı gece Rum TV'sinde bir konuşma yaparak "iki kesimliliği" kabul etmediğini ve etmesinin de "mümkün olmadığını" açıklamıştır.
Rum liderlerin ve toplumunun "iki kesimliliği" içlerine sindiremedikleri bellidir.
Hristofyas2008 yılında Talât ile müzakerelere başlarken “federasyon formülü Makarios’un verdiği acı bir tavizdir” şeklinde konuşarak “iki kesimli"  çözüme bakış açısını ortaya koymuştur.
Anastasiadis2013 yılında göreve başlaması münasebetiyle düzenlenen törende yaptığı konuşmada "iki kesimli, iki toplumlu" federal çözüm şeklini "ıstırap veren uzlaşı" olarak nitelemiştir.
Rum tarafının çözümle güttüğü hedeflerden birinin de Ada'da "iki kesimli" siyasî coğrafyadan kurtulmak olduğu âşikârdır.
5.Siyasî Eşitlik:
Kıbrıs sorununun "federal" çözümünde "olmazsa olmaz" vasfında bir parametredir.  Nüfus çoğunluğuna sahip olan tarafın tahakkümünü önleyecek temel ilkedir.
BM parametresi olarak "siyasî eşitlik" kavramı, çözümden önce Ada'da fiilen var olan iki bağımsız ve egemen Devlet arasındaki siyasî eşitlik anlamına gelmemektedir. İki toplumlu federal çözüm ortaya çıkınca iki toplum ve onların federe devletleri arasında kurulacak siyasî eşitliktir.
BMGSyine 1990 yılındaki aynı raporunda siyasî eşitliği şu ifadelerle tarif etmiştir:
"Siyasî eşitlik federal hükûmetin organlarına ve idaresine sayısal eşitlikle katılım anlamına gelmemekle birlikte, siyasî eşitlik çeşitli şekillerde yansıtılmalıdır: Kıbrıs Devleti’nin ( State of Cyprus ) federal anayasasının iki toplum tarafından onaylanması ve tadil edilmesi gereği; her iki toplumun federal hükûmetin bütün organlarına ve kararlarına etkili katılımı; federal hükûmetin bir toplumun çıkarları aleyhine karar alabilecek yetkiye sahip olmamasını sağlayacak güvencelerin bulunması ve iki federe devletin eşit ve aynı yetkilere ve işlevlere sahip olmaları.
Bu anlayışın ne şekilde ve ölçüde müstakbel Anayasa'nın hükümlerine hâkim olacağı ve uygulamaya yansıtılacağı bu aşamada belli değildir.
Kıbrıs'ta kurulması öngörülen federal devlet yapısında taraflar arasında siyasî eşitliği sağlayan organların başında, federal devletin cumhurbaşkanı ve cumhurbaşkanı yardımcısı gelir. Cumhurbaşkanı ve yardımcısına ayrı ayrı veya birlikte tanınacak veto yetkisiyle siyasî eşitlik uygulamaya yansıtılabilir.
1984-1985, 1986 ve 1992 (Fikirler Dizisi) çözüm belgelerinde federal devletin cumhurbaşkanının ve yardımcısının beraberce devletin birliğini ve Kıbrıs'taki iki toplumun siyasî eşitliğini temsil etmeleri öngörülmüştü.
Dönüşümlü Başkanlık:
Öte yandan, Siyasî eşitlik parametresinin federal yapıda tecelli edebilmesi için, evvelemirde "dönüşümlü başkanlık" sisteminin kabul görmesi gerekir. Rumların halen bu sistemi kabul etmekten uzak oldukları anlaşılmaktadır.
Egemenliğin Kaynağı:
Ayrıca, Devlet'in "tek egemenliğinin" kaynağının da, anlaşmada, siyasî eşitlik ilkesini yansıtacak biçimde belirtilmesi gerekir.
Aslında, Akıncı'nın ve Anastasiadis'in müzakerelerin çerçevesi olarak kullandıkları Ortak Bildiri'de egemenliğin kaynağı zikredilmiştir. Egemenliğin "eşit olarak Kıbrıslı Rumlardan ve Kıbrıslı Türklerden kaynaklandığı” ifade edilmiştir. Ancak bu ifade tarzı Rum tarafının güttüğü maksatlara hizmet eder mahiyettedir.
Kıbrıs konusuna ilişkin BM terminolojisinde gerçek göz ardı edilerek "halk" kavramına yer verilmiyor olması sebebiyle, egemenliğin kaynağını göstermek için olarak "toplum" kavramının kullanılması icap ederdi. Bu, 1960 Anayasası'nın lâfzına ve ruhuna da uygun olurdu.  Çünkü, 1960 Anayasa düzeninde iki toplum   “eşit kurucu ortak(co-founder) statüsündeydiler. Devlet Kıbrıs Türk ve Kıbrıs Rum toplumlarından oluşmaktaydı. Nitekim, 2004'deki ANNAN Plânı'nın çerçevesinde ortaya çıkan "Kuruluş Anlaşması'nın" ilk cümlesinde  "...1960'da kurulan Cumhuriyet'in ortak kurucuları olduğumuzu hatırlayarak" ifadesine yer verilmiştir.
"Toplum" kavramı federal çözümün esaslarını belirlemek maksadıyla 1984-1985 ve 1986 yıllarında BMGS tarafından taraflara sunulmuş olan Belgelerde de yer almıştır. Federal devletin halkının, Kıbrıs Türk ve Kıbrıs Rum toplumlarındanoluşacağı ifade edilmiştir.
Toplum kavramı, çözüm arayışlarının 1988 - 1992'deki aşamasında BMGS'nin iki tarafla ayrı ayrı yürüttüğü temas ve görüşmelerden sonra hazırladığı "Fikirler Dizisi" (Set of Ideas) isimli müzakere belgesine yansıtılmıştı. Egemenliğin "Kıbrıs Rum ve Kıbrıs Türk Toplumlarından eşit olarak kaynakladığı" hükmüne yer verilmişti. [xl]
Bu hayatî önemdeki konu üzerinde Türk tarafının ısrar ettiğine dair bir işaret göremiyorum.
Bu bahisle ilgili olarak hafızalarımızı tazelemekte fayda vardır.
Kıbrıslı Türkler, Rumlarla birlikte, 1960 Antlaşmaları çerçevesinde “Kıbrıs Cumhuriyeti’nin” eşit statüdeki vatandaşları olarak bireysel hak ve hürriyetler elde etmişlerdir. Ancak bunun yanında toplumsal haklar ve yetkiler de kazanmışlardır. Cemaat Meclisi şeklinde kendi öz yönetim organlarına ve belirli alanlarla sınırlı da olsa, yasama yetkisine sahip olmuşlardır.   Aynı zamanda, Toplum halinde Devlet’in iki kurucu unsurundan biri olarak “kurucu ortaklık” (co-founder) statüsünü elde etmişlerdir. Devlet'in egemenliğine ortak olmuşlardır.
Dr. Fazıl Küçükve Makarios Londra’da varılan mutabakatları “Kıbrıs Türk Toplumu”ve “Kıbrıs Rum Toplumu”  adına ayrı ayrı imzalamışlardır. İmzalar “Kıbrıslı Türkler” ve “Kıbrıslı Rumlar” adına atılmış değildir.
Halbuki, Ortak Açıklama’da egemenliğin “kaynağı” olarak zikredilen “Kıbrıslı Türkler ve Kıbrıslı Rumlar” kavramı toplumsal bir statü ifade etmemektedir. Üniter bir devlette de tek halk olarak Kıbrıslı Rumlardan ve Kıbrıslı Türklerden söz edilebilir. Esasen, Rum tarafının iddiasına göre  “üniter” Kıbrıs Cumhuriyeti’nin halkı, eşit vatandaşlar olarak, Kıbrıslı Rumlar ve Kıbrıslı Türkler ile birlikte her biri birkaç yüz kişiden oluşan Marunî, Lâtin ve Ermeni dinî unsurlardan, gruplardan meydana gelmektedir.  Hepsi bir arada bir bütün oluşturmaktadır. Bunun içindir ki, Rum tarafı ve onlara arka çıkan güçler son yıllarda sürekli olarak “Kıbrıslılar” (Cypriots) kavramını ön plâna çıkarıp kullanır olmuşlardır. Talât – Hristofyas döneminde “Kıbrıslılar” kavramı iki liderin kullandıkları ortak kavramlardan biri haline gelmiştir.
"Kıbrıslılık" kavramı ile Rumların ve onları destekleyen uluslararası çevrelerin güttüğü uzun vadeli amaç bellidir. Bu amaç Rumların büyük nüfus çoğunluğu içinde Kıbrıs Türk nüfusunu eritmektir. Böylece, Kıbrıs'ın bir Yunan adası olduğu iddialarını fiilen gerçekleştirmektir. Bu çarpık amaçlarını tahakkuk ettirebilmek için de çözüm halinde Ada'daki Türk ve Rum nüfusları için belirli sabit bir oran uygulanmasını öngörmektedirler. Çözüm halinde ortak devletin nüfusunun sabit tutulabilmesi için bir kontrol mekanizmasının oluşturulmasını; Kıbrıs Cumhuriyeti'nin kuruluş yılı olan 1960'daki demografik nispetlerin esas alınarak, Türk nüfusun oranının Rum nüfusun 4'de 1'i olmasını teklif etmektedirler.
Rumlar arasında ve Yunanistan'da Kıbrıs sorununun "osmosis" yoluyla gerçekleşebileceğini açıkça savunan Rum ve Yunan siyasetçiler vardır. Bunlardan biri de Yunanistan'ın şimdiki Dışişleri Bakanı Nikos Kotziaz'dır. [xli] Bu düşüncenin altında yatan amaç da aynıdır.
"Egemenliğin kaynağı" konusunda yıllardır ifade edegeldiğim görüşlerimin doğruluğu,  Anastasiadis'in 11 Şubat 2014 Ortak Bildirisi'nin açıklanmasından iki gün sonra düzenlediği basın toplantısında övünerek yaptığı değerlendirme ile kanıtlanmıştır.
Anastasiadisbakınız neler söylemiştir bu konuda:
"Belirtmek isterim ki, egemenliğin, geçmişte kabul etmiş olduğumuz iki toplumdan kaynaklaması yerine bu defa Kıbrıslı Rumlardan ve Kıbrıslı Türklerden kaynaklanacağının kabul edilmiş olması bizim için bir başarıdır (kazançtır); çünkü 1960 Anayasasının tanımladığı şekilde toplumlara değil; Kıbrıs halkının oluşturucu unsurlarına (Kıbrıslı Rumlar ve Kıbrıslı Türkler) atıf yapılmıştır. Böylece, ülkenin halkını oluşturan vatandaşlara ayrı ayrı egemenlik hakkı verilmiş değildir.”
[…I would like to mention that the fact that sovereignty stems equally from the Greek Cypriots and the Turkish Cypriots and not by the two communities like we have accepted in the past, in my view, must be considered an achievement since it refers to the constituent elements that make up the Cypriot people and not to the communities the way they are recognized by the Constitution of 1960. Therefore, no sovereignty is given separately to citizens that make up the people of a country…]
Anastasiadis'in bu yorum hakkında KKTC'den ve Türkiye'den bir itiraz sesi yükselmiş veya karşı bir yorum gelmiş değildir.
Diğer taraftan, 11 Şubat 2014 tarihli Ortak Bildiri’nin 3. maddesinde yer alan  “egemenlik” hakkındaki hüküm Rum tarafının görüşünü yansıtır mahiyettedir.
Çünkü "egemenliğin, "BM üyesi her Devletin BM Yasası çerçevesinde sahip olduğu egemenlik şeklinde olacağı"belirtilmiştir.
BM Yasa’nın 2. maddesinde üye Devletlerin “egemen eşitliği” ilkesi zikredilmektedir. Böyle bir hükmü Ortak Bildiri'ye dahil ettirmekle Rum tarafının güttüğü amacın,  1960 Garanti ve İttifak Antlaşmalarının “egemen eşitlik” ilkesine aykırı olduğunu öne sürerek Antlaşmaların geçerliğini ileride uygun bir fırsatta sorgulayabilmek için peşinen hukukî zemin hazırlamak olduğunda şüphe yoktur.
6. Yeni bir ortaklık Devleti’nin kurulması:
MGK'nın 2008'de Kıbrıs sorununun çözümü için belirlediği ve KKTC tarafından da benimsenmiş parametreler çerçevesinde, çözüm ile "Kıbrıs Cumhuriyeti'nin yerine "yeni bir ortaklık devletinin" kurulması parametresi veya hedefi de vardır. Bu hedefin gerçekleşemeyeceğini  söylemem gerekir.
Çünkü iki Lider'in kabul edip ortak olarak yayınladıkları Bildiri'nin 3. maddesinde açıkça "Birleşik Kıbrıs, Birleşmiş Milletlerin ve Avrupa Birliği'nin bir üyesi olarak..." ifade yer almaktadır.
Bu ifade, çözümün, halen kendisini "Kıbrıs Cumhuriyeti" olarak takdim eden "Kıbrıs'ın" temelinde yeniden birleşme suretiyle ortaya çıkacağını iki Lider'in önceden kabullenmiş olduklarının kanıtıdır. Liderlerde yeni bir ortaklık Devleti kurma iradesi olsaydı, bu takdirde kurulacak yeni devlet için peşinen "Birleşmiş Milletlerin ve Avrupa Birliği'nin üyesi olarak" şeklinde bir ifadeye Ortak Bildiri'de yer vermezlerdi. Yer verilse bile hukuken caiz olmazdı. Çünkü BM ve AB üyeliği ilgili Devlet ortaya çıktıktan sonra gerçekleşebilecek bir durumdur.
Diğer taraftan, bilindiği üzere, Kıbrıs Türk halkının bağımsız devlet kurma yolundaki iradesini içeren 15 Kasım 1983 tarihli Bağımsızlık Bildirisi'nin 22. Maddesi'nde "Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin ilânı, iki eşit halkın ve onların kurdukları yönetimlerin, gerçek bir federasyon çatısı altında yeniden bir ortaklık kurmalarını engellemez” ifadesi yer almıştır. Böylece, Kıbrıs Türk halkı kapıyı federal çözüme açık bırakmıştır. Bununla beraber, kurulabilecek federasyonu da "gerçek bir federasyon" olarak nitelemiştir.
Bu niteleme rastgele yapılmış değildir. Üzerinde düşünülerek, kavramlar ve deyimler bakımından seçici davranılarak Bağımsızlık Demeci'ne dercedilmiş kararlı bir ifadedir. KKTC'nin kuruluş günlerini Ankara'da Kıbrıs dosyasını elinde tutan kişi olarak yaşamış bulunduğum için biliyorum.
Gerçek federasyon”, BMGS'nin, 1990 yılında tarifini yaptığı ve BM Güvenlik Konseyi'nin de benimsediği  “eşitlik” kavramı esas alınarak sözde Kıbrıs Cumhuriyeti’nin anayasasının tadili suretiyle ortaya çıkarılması hedeflenen federal yapı değildir.  “Gerçek federasyon”, Ada'da var olan iki bağımsız ve egemen Devlet’in, müzakere sürecine eşit statüde katıldıkları; kurulmasına halklarının egemen iradeleriyle karar verdikleri ve içinde, egemenliğin kaynağı ve eşit ortağı federe devletler olarak yer aldıkları; egemen yetkilerinin, üzerinde mutabık kaldıkları bir bölümünü, federal Hükûmete devrettikleri yeni bir ortak devlet yapısıdır; yeni bir ortaklık devletidir.
Yani, Bağımsızlık Bildirisi'ndeki ifadeyle, esasen yok hükmünde sayılmış olması gereken 1960 "Kıbrıs Cumhuriyeti'nin" lağvedilerek, ortak Federal Devlet çatısının altında Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti'nin "Kıbrıs Türk Federe Devleti"; "Kıbrıs Cumhuriyeti'nin" de  "Kıbrıs Rum Federe Devleti" statüsü kazanması; gerektiği düşünülmüş ve öngörülmüştür.
Bu çerçevede Kıbrıs Türk halkının Bağımsızlık Bildirisi'nin KKTC Anayasası'nın hükmünde olduğunu vurgulamak gerekir. Anayasa'nın "Başlangıç" bölümünde Kıbrıs Türk Halkı'nın "Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti Kurucu Meclisi'nin yaptığı .... Anayasayı, 15 Kasım 1983 tarihinde kurulan Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin Anayasası olarak kabul ve ilân ederken" güttüğü amaçlardan birinin de "Bağımsızlık Bildirisini yaşama geçirmek" olduğu ifade edilmiştir.
Sürdürülmekte olan müzakerelerde, Kıbrıs Türk halkının Bağımsızlık Bildirisi'ndeki "gerçek federasyon" anlayışına ve güdülen hedefe uygun bir federal devlet kurma egzersizi cereyan etmemektedir. Çünkü müzakereler için esas alınan BM parametreleri ve çözümün çerçevesi olarak alınan 11 Şubat 2014 tarihli Ortak Bildiri "gerçek federasyon" hedefi doğrultusunda çalışma yapmağa müsait değildir.
11 Şubat 2014 Ortak Bildirisi'nin açıklanmasını müteakip Anastasiadis'in tertip ettiği basın toplantısında bu konuda ifade ettiği görüşler de, müzakerelerde "yeni bir ortaklık devletinin" kurulması hedefinin güdülmediği gerçeğini ortaya koymaktadır.
Anastasiadis şunları söylemiştir:
"Ortak Bildiri'nin sanki Kıbrıs'ın iki ortak kurucu devletin (two co-founding states) temelinde yeniden birleşmesine yol açacakmış gibi kaygılı tavır takınanlar var.
Ortak Bildiri'de önceden var olan veya kurucu (founding) veya ortak kurucu (co-founder) olan devletlerden söz ediliyor değildir.  Aksine görüşmelerin iki toplumun liderleri arasında cereyan ettiği açıkça ifade edilmiştir. İki oluşturucu eyaletin (constituent states) Federal Anayasa'ya göre kurulacağına ve federasyonun iki oluşturucu eyaletten müteşekkil olacağına dair sarih bir hüküm vardır. Başka bir deyişle, oluşturucu eyaletler, önceden var olan ve federasyona katılmak için (anlaşmayı) ortaklaşa imzalayan ve (federasyonu) ortaklaşa kuran devletler değillerdir.
Bundan başka, AB'ne Katılım Antlaşması katılımın Kıbrıs Cumhuriyeti'nin ülkesinin tamamı bakımından gerçekleştiğini hükme bağlamıştır. Antlaşmaya göre hükûmetin kontrolü altında bulunmayan bölgesinde AB müktesebatının uygulanması askıya alınmıştır.  Böylece işgalci rejimin gayrimeşruluğu açıkça kabul edilmiştir.
Ortak Bildiri'de, ayrıca, 'Birleşik Kıbrıs BM ve AB üyesi olarak...' diye başlayan bir hüküm vardır.
Bütün bunlar sadece 'kendiliğinden türemenin' (parthenogenesis) reddedildiğini ortaya koymakla kalmıyor, aksine, Kıbrıs Cumhuriyeti'nin federal yapıya dönüşerek devam edeceğinin temin edildiğini gösteriyor.
Şayet bu söylediklerimin aksi varit olsaydı, BM üyeliği için yeniden müracaat etmemiz ve AB üyeliği için yeniden başvuruda bulunup katılım için meşakkatli bir süreci yeniden yaşamamız gerekirdi. Böyle bir mecburiyet öngörülmemiştir. Aksine Birleşik Kıbrıs'ın BM ve AB üyesi olduğu vurgulanmıştır."
The phobic position is being posed that supposedly, through the provisions of the Joint Declaration, the Turkish position is adopted, that the united Cyprus will result by the consolidation of two co-founding states.
There is no reference in the Joint Declaration on the preexisting or founding or co-founding states. On contrary, it is explicitly stated that the talks are being conducted between the leaders of two communities, that even the two constituent states are resulted by the Federal Constitution with an explicit provision, which provides that the federation will be constituted by two constituent states. Namely, the constituent states do not preexist in order to join or co-sign or co-establish a state that exists.
In addition to the above, I would add the following:
i. The EU Accession Treaty provides that the accession refers to the entire territory of the Republic of Cyprus, suspended the implementation of the acquis in the non government controlled area, clearly acknowledging the illegality of the occupying regime.
ii. In the Joint Declaration, it is also quoted that: “The united Cyprus, as a member of the United Nations and of the European Union, shall…”.
Of the aforementioned, it becomes clear that not only the parthenogenesis is not accepted, but on contrary, the continuation of the Republic of Cyprus is ensured in the evolving form of the new status quo, namely the federal structure.
If the contrary was occurred, new application would be required for the country to become a member of the UN, as well as a new application and arduous negotiation for EU accession. There is no such requirement, on the contrary, it foresees the United Cyprus as member of the United Nations and of the European Union. ]
Anastasiadis'inOrtak Bildiri'nin yayınlanmasından 48 saat sonra basın toplantısında dile getirdiği bu görüşler, KKTC Liderliği tarafından teker teker zikredilerek derhal reddedilmiş olması gerekirdi. Bu yapılmamıştır.
Anastasiadisaynı görüşlerini 11 Şubat 2016 tarihinde Kıbrıs Rum Parlâmentosu'nda yaptığı konuşmada da tekrarlamıştır.
Anastasiadis'inbu beyanları Türk basını tarafından kamuoyumuza yansıtılmış da değildir.
Yunanistan Başbakanı Tsipras GKRY'ni ziyareti sırasında 3 Şubat 2015 tarihinde Rum Meclisi'nde yaptığı konuşmada "Kıbrıs Cumhuriyeti’nin toprak bağlamında iki kesimli, anayasal bağlamda ise iki toplumlu.....bir federasyona dönüşmesini hedefleyen müzakereleri desteklediklerini” ifade etmiştir.
Diğer taraftan, Kıbrıs sorununa çözüm bulmak için BMGS'nin iyi niyet görevi çerçevesinde yürütülmekte olan müzakerelerin hedefi, BMGS Kofi Annan'ın döneminden itibaren BMGS'nin raporlarında, Kıbrıs Cumhuriyeti'nin  "yeniden birleştirilmesi" (reunification) şeklinde belirtilmeye başlanmıştır. Yürütülen müzakereler için de "yeniden birleştirme görüşmeleri" (reunification talks) deyimi kullanılmıştır.   BMGS'nin Akıncı - Anastasiadis görüşmelerinin başlamasından sonra yayınladığı raporlara da göz attığımız zaman, çözümün temel hedefinin  "birleşik Kıbrıs" (united Cyprus) olarak zikredildiğini görüyoruz.
"Birleşik Kıbrıs" deyiminde geçen "Kıbrıs" uluslararası toplumun halen mevcut saydığı sözde "Kıbrıs Cumhuriyeti'dir".
Konu hakkında üçüncü ülkelerde verilen resmî demeçlerde ve yabancı basında çıkan yazılarda da Kıbrıs sorununu çözmek için yapılmakta olan müzakereler "yeniden birleşme görüşmeleri" (reunification talks) adlandırılmaktadır.
Öte yandan, Avrupa Parlâmentosu'nun 2015 yılına ait Türkiye Raporunda, Kıbrıs müzakere sürecine ilişkin olarak yer alan ifadeler arasında şöyle denilmektedir:
"Avrupa Parlâmentosu.....Kıbrıs Cumhuriyeti'nin iki toplumlu, iki kesimli bir Federasyona.....dönüşmesini destekler....."
["European Parliament.....supports the evolvement of the Republic of Cyprus into a bi-communal, bi-zonal federation....."]
Bu ifade de, şimdiki müzakere sürecinde sorun çözüldüğü takdirde ortaya "yeni bir ortaklık devletinin" çıkmayacağı gerçeğinin bir başka kanıtıdır.
Kısaca bir kere daha ifade etmem gerekirse, cereyan etmekte olan müzakerelerde anlaşmaya varılırsa, çözüm sözde"Kıbrıs Cumhuriyeti'nin" temelinde ve çatısı altında bir anayasa değişikliğiyle ortaya çıkacaktır. Yani, halen ikiye bölünmüş şekilde var olduğu Türkiye ve KKTC tarafından varsayılan "Kıbrıs Cumhuriyeti" yeniden birleşecektir.  Böylece, "Kıbrıs Cumhuriyeti" yaşatılırken, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti lağvedilmiş olacaktır.
Gerçek budur. Bununla beraber bu gerçek KKTC'de ve Türkiye'de iktidarlar tarafından dile getirilmemektedir. Türk basınında da işin bu veçhesi üzerinde, sınırlı sayıdaki istisnalar dışında, hiç durulmamaktadır. Çözüm süreci sonunda anlaşmaya varılırsa ve bir referanduma gidilirse, Kıbrıs Türk halkının bu gerçeği dikkate almalıdır. Referandumun KKTC'nin varlığı üzerinde bir oylama olduğunu bilmelidir.
Halen müzakere sürecine KKTC müzakerecisi olarak katılan Özdil Nami, Dışişleri Bakanı olarak görev yaptığı dönemde yurt dışı temaslarında “yeni bir ortaklık Devleti’nin kurulması” suretiyle bir çözüme ulaşılması arzusunu değil, “yeniden birleşme” isteğini muhataplarına ifade etmiştir. Özdil Nami 2014 Mart ayı içinde Almanya’nın Der Spiegel dergisinin muhabirinin sorularına verdiği cevaplar meyanında Kıbrıs’ın yeniden birleşmesinin"Almanya’nın yeniden birleşmesi örneğine göre gerçekleşebileceğini" dile getirmiştir. [xlii]

Bu mülâkatı bazı yorumlarla nakleden kaynaklar, Nami Özdil’in  “Kıbrıs’ın yeniden birleşmesinin Almanya’nın yeniden birleşmesi örneğine göre gerçekleşebileceğinden” söz ettiğine hayretle işaret etmişlerdir. Bugüne kadar "Kıbrıslı Rumlardan duyamaya alışık oldukları görüşleri bu defa bir Kıbrıslı Türk’den işitmenin kendileri için sürpriz teşkil ettiğini" vurgulamışlardır.

MGK’nın belirlediği yukarıda zikrettiğimiz parametreler dikkate alındığında,  Almanya’nın yeniden birleşmesinin Kıbrıs sorununa bulunacak çözüm şekline örnek olabileceğini düşünmek mümkün müdür? Böyle düşünmek gaflet değil midir?

Alman Demokratik Cumhuriyeti’nin lağvedilerek Doğu Almanya’nın Batı Almanya’ya yamanması suretiyle gerçekleşen yeniden birleşme, ortaya yeni bir Devlet çıkarmış değildir. Federal Almanya Cumhuriyeti (FAC) varlığını sürdürmüştür. FAC’nin BM, NATO ve AB üyelikleri kesintisiz devam etmiştir.

Türkiye ve KKTC ve Kıbrıs Türk halkı böyle bir çözüm şekli mi öngörmektedirler? Almanya’da tek bir milletten oluşan Alman Devleti İkinci Dünya Savaşı’nın sonucu olarak dış güçler tarafından ikiye bölünmüştür. Kıbrıs’ta tek bir millet var mıdır? 1960 Kıbrıs Cumhuriyeti ortaklık Devleti’nin yıkılması ve bugünkü durumun ortaya çıkması, Ada’da yaşayan ırk, din, dil, kültür, ülkü bakımından birbirinden farklı iki halktan nüfusça büyük olanın diğerini kaba kuvvet kullanarak yok etme emelinin ve giriştiği “etnik temizlik” eyleminin sonucu değil midir?

Ne yazık ki, aynı vahim hatayı, Türkiye'nin AB Bakanı Volkan Bozkır da Lefkoşa'daki "yeşil hattı" "Berlin duvarına" benzeterek yapmıştır. [xliii]

7. "Eşit statüde iki kurucu devlet:

MGK'nınNisan 2008'de belirlemiş olduğu parametrelerden biri de budur.

Peşinen bilinmelidir ki, şimdiki çerçevesinde yürütülen müzakereler sonucunda anlaşmaya varılırsa ortaya ne iki devlet, ne de kuruculuk statüsü çıkacaktır.
Eroğlu - Anastasiadis Ortak Bildirisi'nde kullanılan "Constituent State" kavramı Türkçeye "Kurucu Devlet" olarak tercüme edilmek suretiyle, dilim varmıyor ama, bilerek veya bilmeyerek, Türk kamuoyuna yönelik bir aldatmaca yapılmaktadır. Doğrusu "oluşturucu eyalettir".
İngilizcede "kurmak" mastar  fiili için "to found" fiili kullanılır. "Kurucu Devlet" deyiminin İngilizce karşılığı "founding state" dir.
Biraz önce de işaret ettiğim üzere ANNAN Plânı'nın daha ilk cümlesinde "...1960'da kurulan Cumhuriyet'in ortak kurucuları olduğumuzu hatırlayarak" ifadesine yer verilmiştir.
[....recalling that  we were co-founders of the Republic established in 1960 ]
Oysa, ANNAN Plânı'nda 1960 Kıbrıs Cumhuriyeti'ne atıf suretiyle zikredilmiş olan iki toplumun "ortak kuruculuk" (co-founder) statüsü şimdi yer almamaktadır. 
"Constituent" sıfatı İngilizcede öncelikle "oluşturucu" anlamına gelir. Her federasyonda federe birimler "oluşturucu" birimdir.
Bu çerçevede hatırlatmak isterim ki, Annan Plân’ının parçasını oluşturan “Kuruluş Anlaşması’nın” 2. Maddesinde “Birleşik Kıbrıs Cumhuriyeti’nin, O’nun Federal Hükûmeti’nin ve  oluşturucu eyaletlerinin (constituent States) statüleri ve aralarındaki ilişkiler,  İsviçre’nin, O’nun federal hükûmetinin ve kantonlarının statüleri ve aralarındaki ilişkiler   model alınarak düzenlenmiştir şeklinde bir hüküm yer almıştır.
[“The status and relationship of the United Cyprus Republic, its federal government, and its constituent states, is modeled on the status and relationship of Switzerland, its federal government and its cantons.”]
Yani, ANNAN Plânı'nda Türkçeye alında "oluşturucu eyalet" şeklinde tercüme edilmiş olması gerekirken kamuoyumuza "kurucu devlet" olarak takdim edilmiş bulunan "constituent state" gerçekte İsviçre'deki "kanton" statüsündedir.
İsviçre’de “kantonların” bağımsız ve egemen devlet statüsünde olmadıkları bilinmektedir.
Gerçek böyle olmakla beraber Annan Plânı halka “iki devletli” bir çözüm öngörüyormuş gibi takdim edilmiştir. Bugün de müzakerelerin çerçevesini oluşturan Ortak Bildiri ile ilgili olarak da “iki devletli” çözümden söz edildiği görülmektedir.
Kıbrıs Türk halkına referandumda sorulan soruda dahi bu yanıltıcı hata yapılmıştır.
Yanıltıcıdır, çünkü, Kıbrıslı soydaşlarımızla yaptığım görüşmelerde Annan Plânı çerçevesinde kullanılan "Kıbrıs Türk Devleti" kavramını "KKTC" olarak algılamış olduklarını samimiyetle ifade edenler olmuştur. Türkiye'de de bu algı ve anlayışın varlığına Annan Plânı döneminde  şahit olmuşumdur. 
Varılacak anlaşma kamuoyuna hangi kavramlar kullanılarak takdim edilirse edilsin, müzakereler İngilizce olarak yürütülmektedir. Anlaşmadaki kavramlar, terimler de Anlaşma'nın, Antlaşma'nın İngilizce metnine göre anlam kazanacak ve uygulanacaktır.
Bu konu ile ilgili olarak NTV'deki bir canlı haber yayını vasıtasıyla  şahit olduğum bir olayı sizlerle paylaşmak istiyorum:
Çeşitli vesilelerle örneklerini gördüğümüz üzere, Cumhurbaşkanı Sayın Erdoğan (Başbakanlığı döneminde de) Kıbrıs'a ilişkin demeçlerinde Kıbrıs'ta çözümün "iki kurucu devlet" esasına göre olabileceğini tekrarlaya gelmiştir. Rumlar Türkçedeki "kurucu devlet" deyiminin ne anlama geldiğini iyi bildikleri için Erdoğan'ın bu yoldaki demeçlerini Yunancaya ve İngilizceye doğru biçimde tercüme etmişlerdir. Cyprus Mail ve Famagusta Gazette haberlerinde okuduğum üzere Erdoğan'ın sözünü İngilizceye "founding state" olarak çevirmişler ve BMGS'ne ve AB'ne Türkiye'yi mutabakatlara aykırı kavramlar kullanıyor diye şikâyet etmişlerdir.

NTV'nin haberlerinde izlemiştim. Sayın Davutoğlu Başbakan olduktan sonra ilk dış seyahatini 16 Eylül 2014 tarihinde günübirliğine KKTC'ne yapmıştı. Bu ziyaret sırasında o zamanki KKTC Cumhurbaşkanı Sayın Eroğlu ile birlikte basın toplantısı düzenlemişti. NTV basın toplantısını canlı olarak vermişti. Rum olduğunu tahmin ettiğim bir muhabir İngilizce olarak Davutoğlu'na 'Erdoğan Kıbrıs'ta iki "founding state" den (yani kurucu devletten)oluşan federal bir çözüm şeklinin Türkiye için değişmez bir hedef olduğunu söyledi. Bunu teyid eder misiniz" şeklinde bir soru yöneltmişti. Davutoğlu cevaben "Turkey supports a solution as defined in the joint statemet between the two leaders" (yani, iki liderin Ortak Bildirisi'nde tarif edilen bir çözümü desteklemektedir) mealinde cevap vermişti. Açıkça "yes Turkey is for a federal solution based on two founding states" (evet, Türkiye iki kurucu devlet temelinde bir federal çözümden yanadır) gibi bir  ifade kullanmaktan kaçınmıştı.

Bu millî davamız açısından son derece vahim bir durumdur. Türk kamuoyuna başka, yabancı kamuoyuna başka şey söylenmektedir.

Diğer taraftan, Başbakan Davutoğlu sözünü ettiğim ziyareti vesilesiyle verdiği bir demeçte "sembolik önemi çok yüksek olan bu ziyaretin, KKTC’nin bağımsızlığına, Kıbrıs halkının haklı davasına verilen desteğin bir ifadesi" olduğunu vurgulamıştır. [xliv]

Oysa, halen sürdürülmekte olan Akıncı - Anastasiadis müzakereleri anlaşma ile sonuçlanırsa KKTC'nin varlığının sona ermesi, ne yazık ki önceden kabullenilmiş hazin ve vahim bir netice olacaktır. 
8. 1960 Garanti ve İttifak Antlaşmalarının yürürlükte kalmaları:
Bu parametreye gelince:
Ada'da 42 yıldır hüküm süren istikrarlı sükûnet ortamının devam edip etmeyeceğini; buna bağlı olarak da bulunacak çözüm şeklinin kalıcı olup olmayacağını; Kıbrıs'ın Türkiye'nin millî güvenliğine tehdit oluşturan ve tehlikeye düşüren hasım bir üs olarak kullanılıp kullanılmayacağını tayin edecek en temel parametre olduğunun bilincinde hareket edilmesi zorunludur. Bu niteliğiyle parametre, Doğu Akdeniz bölgesinde istikrarlı bir güvenlik ortamının yaratılmasında yüksek katkı payına sahiptir.
Çünkü Kıbrıs adası sadece bölgesel güçler dengesi açısından değil, küresel güçler dengesi bakımından da stratejik bir faktördür.
Türkiye'nin hem bölgesel plânda, hem küresel ölçekte Doğu Akdeniz'de güvenlik ve istikrara katkı yapan roller ifa edebilmesi için, her şeyden evvel, kendi ulusal güvenliğine ve çıkarlarına Kıbrıs adasından yönelebilecek tehdit ve tehlikelerin ortadan kaldırılmış olması gerekir.
Osmanlı Devleti bu temel düşünceyle, yani Osmanlı ülkesine Doğu Akdeniz'de yönelen ve yönelebilecek olan tehditleri ve tehlikeleri bertaraf etmek ve Devletin menfaatlerinin önüne çıkarılan engelleri kaldırmak maksadıyla 1571'de Kıbrıs'ı fethetmiştir.
1923'de Lozan Antlaşmasıyla Ada'nın Yunanistan'ın egemenliğine altına konulması teşebbüsleri engellenmiş ve Türkiye ile Yunanistan arasında Kıbrıs adası bakımından stratejik denge oluşturulması sağlanmıştır.
1960 Kıbrıs Antlaşmalarıyla Türkiye ve Yunanistan arasındaki Lozan Dengesi sağlamlaştırılmıştır. Aynı zamanda da, İkinci Dünya Savaşı'nın ertesinde küresel plânda oluşan siyasî ve askerî şartlar ve güç dengeleri karşısında, Kıbrıs'ta, Doğu Akdeniz bölgesini Sovyetler Birliği'nin yayılmacı teşebbüslerinden, hamlelerinden koruyabilecek bir düzenin kurulması sağlanmıştır. Bu çerçevede 3 NATO üyesi Türkiye, Yunanistan ve İngiltere'ye verilen "garantör" statüsü, 1960 Antlaşmalarıyla güdülen bu amaçların ifadesi olmuştur.
Özellikle, Türkiye'nin 1960'da Kıbrıs'ta hukuken elde ettiği etkin ve fiilî garanti hakkı ve yetkisi, bizim açımızdan öncelikle Helen ulusunun "enosis" hedefinin gerçekleşmesi suretiyle Türkiye ve Yunanistan arasında 1923'de kurulan ve 1960'da sağlamlaştırılan dengelerin tamamıyla yok edilmesinin önlenmesi maksadına hizmet etmiştir. Diğer taraftan da, küresel plânda Doğu - Batı dengesi açısından, Sovyetler Birliği'nin/Rusya Federasyonu'nun Kıbrıs'taki komünist AKEL üzerinden Ada'da sahip olduğu nüfuz alanını genişletmesinin engellenmesinde Türkiye'nin rolünü kolaylaştırmıştır. Bu gerçeği Kıbrıs sorununun gelişmeleri açıkça ortaya koymaktadır.
Türkiye 1974 Kıbrıs Barış Harekâtını 1960 Garanti Antlaşması'ndaki garanti hak ve yetkisini etkinleştirerek gerçekleştirmiştir.
Türkiye, askerî müdahale hakkını kullanma kararını alırken, Kıbrıs millî davamız uğruna bir harbin bütün risklerini ve daha sonra uluslararası plânda oluşabilecek tepkileri göğüslemeyi göze almıştır. Barış harekâtımızın temel amacı, sadece Rum ve Yunan ortaklığının o zamanki "enosis" oldubittisine mâni olmak değildi.  Güdülen amaç, aynı zamanda, Kıbrıs sorununun Ada’da 1974’den önceki şartların geri gelmesini kesin biçimde önleyen; Ada’nın Rum – Yunan ortaklığının hâkimiyeti altına girmesine yol açmayacak olan;  Türkiye’nin 1960 Antlaşmalarıyla elde ettiği hukukî ve fiilî hak ve yetkilerin zafiyete uğramadan muhafaza edilmesini sağlayan; Kıbrıs bakımından Türkiye ve Yunanistan arasında tesis edilmiş olan hassas dengeyi koruyan bir çözüme kavuşturulmasını mümkün kılacak şartları yaratmak olmuştur.
20 Temmuz 1974 Barış Harekâtımız Kıbrıs sorununun gerçekçi ve yaşayabilir bir çözüm şekline kavuşturulması için gerekli parametrelerin ada sathında fiilen oluşmasını sağlamıştır.
Ada sathında var olan sükûnet ortamı Türkiye’nin 20 Temmuz 1974 Barış Harekâtından sonra meydana gelmiş ve istikrar kazanarak günümüze kadar devam etmiştir. Bu benim kişisel bir iddiam değildir. BMGS’nin raporları teker teker incelendiği zaman açık biçimde görülen bir olgudur.
Uluslararası barış ve güvenliğe yönelik tehdit unsurlarını içeren bir liste oluşturma egzersizi yaptığımız zaman günümüzde ilk sıraya uluslararası terörizmi koymamız kaçınılmazdır.
Türkiye maalesef uluslararası terörizmin hedef aldığı ülkelerden biridir. Türkiye bir taraftan PKK teröristlerini yok etmeğe çalışırken, diğer taraftan da kendisini dış terör odaklarından koruma mecburiyetinde kalmıştır.

Bu bağlamda da Kıbrıs Adası Türkiye bakımından hayatî önem taşımaktadır.

Kıbrıs sorununun uluslararası camiayı meşgul etmesi Kıbrıslı Rumların "enosis" i sağlamak için önce Ada'daki İngiliz yönetimine, daha sonra da Kıbrıs Türk halkına karşı terör eylemlerine girişmesiyle başlamış olduğunu unutmamak lâzımdır. Özellikle, Rumların ve Yunanistan'ın konu kendileri için Türkiye olunca teröristlerle de işbirliği yapmaktan kaçınmadıklarını hatırlamalıyız ve kaçınmayacaklarını da varsaymalıyız.

Kıbrıs adasının Yunanistan'a bağlanması için mücadele etmek üzere Kıbrıslı Rumlar ve Yunanistan tarafından Yunan generali Grivas'ın komutasında 1955 yılında kurulan EOKA bir terör örgütüdür. Gerilla savaş yöntemlerini uygulamıştır.

Uluslararası olaylar kronolojisinde yer alan 1963 "kanlı Noel" Rum teröristlerin, EOKA'nın  eseridir. AKRİTAS plânı bir terörizm eylem plânıdır. Kıbrıs Türk halkına karşı etnik temizlik harekâtına girişenler EOKA teröristleridir.

Rum teröristler 19 Ağustos 1974'de ABD'nin Lefkoşa Büyükelçisi Rodeger Paul Davies'i Ada'da katletmişlerdir.

ASALA teröristlerinin Türk diplomatları hedef alan eylemleri, Rum yönetimi tarafından kınanmış değildir.

Kıbrıs Rum Yönetimi PKK teröristlerine destek vermekte ve onlarla işbirliği yapmakta beis görmemişlerdir.

Terörist başı Öcalan 1999'daki Yunanistan Dışişleri Bakanı Teodoros Pangalos'tan himaye görmüştür. Pangalos, terörist başının Yunanistan'ın Nairobi Büyükelçiliği'nde koruma altına alınmasını sağlamıştır. Öcalan orada yakalanıp Türk güvenlik güçlerince 15 Şubat 1999'da Türkiye'ye getirildiği zaman üzerinden Lazaros Mavros adına düzenlenmiş bir "Kıbrıs Cumhuriyeti" pasaportu çıkmıştır.

Terörist faaliyetlerin sınır tanımadan günümüzde yaygınlaştığı bir zamanda, Kıbrıs adasında özellikle KKTC toprakları, 1974'den bu yana terörist yuvalanmasından ve terörist eylemlerden korunabilmiştir. Bu da 1960 İttifak Antlaşması çerçevesinde Ada'da konuşlanmış bulunan Türk askerî varlığının ve 1960 Garanti Antlaşması'nın hükümlerini etkinleştirerek 1974'de Ada'da gerçek bir kuvvet dengesi sağlayan Türkiye'nin kararlı tutumu sayesinde olmuştur.

Güvenlik ve Garantiler konusunun bu tarihî hakikatlerin ışığında ele alınmasında Türkiye'nin millî güvenliğinin ve çıkarlarının korunması bakımından tartışılamaz bir ihtiyaç vardır.
"Güvenlik ve Garantiler" konusu irdelenirken şu tarihî gerçeğin de hatırlanması kaçınılmaz olmaktadır.
Kıbrıs'a ilişkin 1960 Antlaşmalarına esas teşkil eden mutabakat belgeleri 19 Şubat 1959'da Londra'da parafe edilirken o zamanki Rum Lider Makarios, öngörülen garanti ve ittifak sistemi başta olmak üzere, anlaşmanın çeşitli veçhelerine itirazda bulunmuştur. İngiltere'nin ve Yunanistan'ın ikna çabalarından sonra belgeleri gönülsüz parafe etmiştir. Ortaklık Devleti'nin kurulmasıyla birlikte Ada'daki 1960 düzenini yıkma amacını gütmüştür. Rumlar 21 Aralık 1963 günü Kıbrıs Türk halkına yönelik "etnik temizlik" harekâtını başlattıktan kısa bir süre sonra Makarios, önce Garanti Antlaşması'nı, sonra da İttifak Antlaşması'nı feshettiklerini açıklamıştır. Ancak, özellikle İngiltere ve ABD'den gelen sert tepkiler karşısında, Makarios, bu açıklamalarını kuvveden fiile çıkarma cesaretini o zaman kendisinde bulamamıştır.
BM Güvenlik Konseyi'nin, sadece Rumlardan oluşan bir yönetimi Kıbrıs Cumhuriyeti'nin Kıbrıs Türk halkını da temsil eden "hükûmeti" olduğunu varsayarak 4 Mart 1964 tarihli ve 186 sayılı Kararı kabul etmesinden sonra demeç veren Makarios “uluslararası alandaki mücadelemizin ilk aşamasında bu kararı elde ettik. Artık Türkiye gelecekte Garanti Adlaşması’nı işleterek Kıbrıs’a müdahale tehdidinde bulunamaz” demiştir. [xlv]
Kıbrıslı Rumları eski Liderlerinden Glafkos Klerides 1995'de verdiği bir demeçte "Kıbrıs’ın AB üyeliği gerçekleştiği zaman Türkiye’nin Garanti Antlaşmasında öngörülen tek taraflı müdahale hakkını ortadan kaldırmış olacağız" sözlerini dile getirmiştir.
Geçen 53 yıl içinde Rumların ve Yunanistan'ın amaçları ve hedefleri değişmemiştir. Bu gün de ittifak ve garanti sisteminden kurtulmak için çaba sarfetmektedirler.
Ada'daki iki taraf, görünüşte, müzakerelerde "güvenlik ve garantiler" konusunun belirlenmiş olan gündeminin en son maddesi olarak ele alınması hususunda mutabıktırlar.
Bununla beraber, Rum tarafında ve Yunanistan'da yetkililer müzakere sürecine ilişkin demeçlerinde garantiler konusuna ön plânda yer vermektedirler. 1960 Antlaşmalarının hükümlerine göre uygulanmakta olan garanti ve ittifak sistemine son verilmesi gerektiğini; bu sağlanmadan Kıbrıs sorununun çözülemeyeceğini her fırsatta ifade etmektedirler. Bu çerçevede AB üyesi olan bir Devlet'in egemenliğinin ve anayasa düzeninin üçüncü bir devletin veya devletlerin kıskacına alınamayacağından dem vurmaktadırlar. Yürürlükteki ittifak ve garanti sisteminin günümüzde bir anakronizm oluşturduğunu öne sürmektedirler.
GKRY Dışişleri Bakanı Yoannis Kasulidis, geçtiğimiz Ekim ayında verdiği bir demeçte “garantörlük antlaşmalarının kabul edilemeyeceğini"  söylemiş ve 1960 garanti Antlaşması yüzünden sadece Kıbrıslı Rumların değil ve "Kıbrıslı Türklerin de kendilerini güvende hissetmedikleri” iddia etmiştir.
Rum Lider AnastasiadisEroğlu ile beraber yayınladıkları ve halen yürütülmekte olan müzakerelerin çerçevesini oluşturan Ortak Bildiri'nin 2. yıldönümüne tesadüf eden 11 Şubat 2016 tarihinde Rum Meclisi'nde yaptığı konuşmada Kıbrıs'a ilişkin garanti sistemine karşı çıkmış ve "bir AB üyesi devletin başka bir devletin garantisi altında bulunmasının kabul edilmez olduğunu" söylemiştir. [xlvi]
Rum Meclis Başkanı'nın, Savunma Bakanı'nın, Yunanistan Dışişleri ve Savunma Bakanlarının son bir yıl içinde bu yönde verdikleri müteaddit demeçler vardır.
Yunanistan Dışişleri Bakanı Kotziaz Ankara'yı ziyareti sırasında 12 Mayıs 2015 günü Dışişleri Bakanı Çavuşoğlu ile beraber düzenlenen ortak basın toplantısında Kıbrıs sorununun çözümünün "ortaya garantör güçlere ihtiyacı olmayan bir Kıbrıs" çıkarması gerektiğini söylemiştir. [xlvii]
Kotziaz, bir tören vesilesiyle de 15 Mayıs 2015'de yaptığı bir konuşmada da "bize Türk askerinin Ada sathında kıtalar halinde yürüyüşünü hatırlatan en son çizmenin Kıbrıs'tan çıkmasına değin Kıbrıs sorununun halledilmiş olmasından söz edemeyiz" demiştir.[xlviii]
Kotziaz, 20 Ocak 2016 tarihinde Rum Meclis Başkanı ile Atina'da yaptığı görüşme sırasında da "Yunan Hükûmeti, Kıbrıs sorunu için Türkiye'nin işgal kuvvetlerinin Ada'dan çekilmesini ve garanti sisteminin sona erdirilmesini öngören özlü ve âdil bir çözümü destekler. Kıbrıs AB ve BM içinde hem Ada'nın bütününü, hem iki toplumu koruyacak kendisine özgü bir güvenlik sistemiyle gerçek bir güvenlik ortamı içinde yaşayabilir" şeklinde konuşmuştur.[xlix]
Görüleceği üzere, Rum ve Yunan siyasîler 1960 garanti sisteminin kaldırılması yönünde ısrarlı ve kararlı bir tutum sergilemektedirler. Verdikleri demeçlerle kamuoyu önünde pozisyonlarını siyasî açıdan kilitlemektedirler.
Ne yazık ki, biz Türkiye ve KKTC'de aynı kararlı tutumu görememekteyiz. MGK'nın 2008 yılında vazgeçilmez parametrelerden biri olarak belirlemiş bulunmasına rağmen Türkiye'de yetkililerden "1960 Garanti ve İttifak Antlaşmaları'nın bulunacak çözüm çerçevesinde de geçerli olmaları bizim için vazgeçilmez parametredir" şeklinde kararlık ifadesi olan bir beyan işitilmemektedir.
Aksine, basında yer alan haberlerde, GKRY'de çıkan Fileleftheros gazetesine 18 Şubat 2016 tarihinde İstanbul'da bir mülâkat veren Dışişleri Bakanı Sayın Mevlüt Çavuşoğlu'nun çözüm çerçevesinde "Kıbrıslı Rumların da güvenlik boyutundaki endişelerinin ciddi şekilde dikkate alınması gerekeceğini" söylemiş olduğunu kaygı içinde okuyoruz. [l]
Fileleftheros gazetesi; “Ankara’dan Mesajlar” başlığıyla manşete çektiği haberinde, söyleşiyi yapan muhabirin Çavuşoğlu'nun beyanları hakkında  şu değerlendirmeyi yaptığını yazmıştır: “…Bana Ankara’nın Kıbrıs sorunundaki değişmeyen tezlerini yinelemesini bekliyordum. Belli bir ölçüde de bunu yaptı. Ancak, bir kez bile iki devletten söz etmedi, federasyon teriminde ısrar etti, ayrıca Kıbrıslı Rumların güvenliğinin de önemli olduğunu vurguladı."
Çavuşoğlu'nunverdiği mülâkatın Fileleftheros'ta çıkan Rumca soru-cevap metninin Türkçe tercümesi Dışişleri Bakanlığımızın internet sitesinde yer almaktadır. [li]
Metni okuduğumuz zaman Hükûmetimizin Kıbrıs konusundaki duruşu ve politikası hakkında kaygılarım daha da derinleşmiştir.
Çünkü Sayın Bakan Kıbrıs müzakere sürecinde ele alınan konular hakkında kendisine tevcih edilen soruların hiçbirisine "bu tutumumuz kesindir" veya "bu konuda kırmızı çizgimiz vardır ve şöyledir..." veya "bunun KKTC için aşındırılamaz bir parametre olduğunu biliyoruz" şeklinde veya mealinde bir ifade kullanmış değildir.
Özellikle, Bakan'ın Fileleftheros gazetesinin muhabirinin garantiler konusundaki sorusuna verdiği yanıt, konunun Kıbrıs Türk halkı ve Türkiye bakımından taşıdığı ehemmiyetle mütenasip olmayan gevşek ve esnek ifadeler taşımaktadır.
Rum muhabirin sorusu şöyledir:
"Bu defa işleri değiştirebilecek en önemli meselelerden biri de güvenlik ve garantiler boyutudur. Her ne kadar endişelerini farklı meseleler üzerinde yoğunlaştırsa da her iki toplum da güvenlikleri konusunda endişe duyuyor. Çözümden sonra garantiler konusunda Türkiye’nin rolü ne olabilir? Bu konu hâlâ kırmızıçizgi mi yoksa Türkiye meseleyi tartışmaya hazır mı?"
Bakan Çavuşoğlu bu soruyu bakınız nasıl cevaplandırmış:
"Bu meselenin garantör güçler olarak ve Ada’daki iki tarafla birlikte ortaklaşa tartışılması gerektiğini vurgulamıştık. Elbette ki iki tarafın da endişeleri önemlidir. Türkiye Cumhuriyeti olarak, Kıbrıslı Türklerin güvenlik meselesindeki endişelerinin giderilmesi gerektiğine inanıyoruz. Ancak kalıcı bir çözüm olması için Kıbrıslı Rumların da endişelerinin bertaraf edilmesi gerektiğinin farkındayız. Geçmişte yaşananları unutmanın iki taraf için de kolay olmadığını anlamalıyız. 1960 ile 1974 arasında yaşanan olaylara dair Kıbrıslı Türklerin anıları taze. Keza Kıbrıslı Rumların da 1974’te yaşananlara dair anıları taze. Bu nedenle iki tarafın da güvenlik konusundaki endişelerinin giderilmesi gerekiyor. Garantör güç olarak bizim için Kıbrıslı Türklerin güvenliği çok önemli. Ancak bu aşamada diğer zor meselelere odaklanmalıyız..."
Sayın Bakan'ın bu sözleri karşısında sormaktan kendimi alamıyorum:
Kıbrıs Türk halkının tarihî olgularla da desteklenen güvenlikle ilgili gerçek endişeleri ile Kıbrıslı Rumların kendi sapık emelleri yüzünden yaşadıkları hakkında dile getirdikleri sözde endişeler arasında paralellik kurulabilir mi? Kurulursa diplomasi masasında sonuç ne olur?
1960 ile 1974 arasında yaşanan olaylar ile 1974'de cereyan eden olayların failleri aynı değiller midir? 15 Temmuz 1974'u yaşatan Rumlar ve Yunanistan değil midir? 19 Temmuz 1974 günü BM Güvenlik Konseyi'ne hitap eden Arşövek Makarios Türkiye'yi mi suçlamıştır? Yoksa Yunanistan'ı Kıbrıs'ı işgal ve istilâ etmekle; orada kan dökmekle mi suçlamıştır?  Makarios'un konuşmasında Ada'ya askerî müdahalede bulunması için Türkiye'ye âdeta çağrı yapmış olduğunu Sayın Bakan bilmiyor mudur? Yunan darbesinden kaçan Rumlar kaçarlarken Muratağa, Atlılar ve Sandallar'da soydaşlarımızı katledip toplu mezarlara gömmemişler midir?
Gelinen bu aşama durum Millî Kıbrıs davamız bakımından gerçekten vahimdir.
9. Çözüm şeklinin parametrelerinin aşınmasını önleyen, Ada'daki Türk varlığını koruyan ve yaşatan, Türkiye'nin garantörlük hak ve yetkilerini sulandırıp zayıflatmayan, iki kesimlilik ilkesinin aşınmasına yol açmayan ve çözümü sağlayan antlaşmanın hükümlerini AB'nin birincil hukuku durumuna getiren anlaşma.
Kıbrıs müzakere sürecinde nihai çözüm şekline ulaşılsa bile, Türkiye'de MGK tarafından çözüm şeklinin temel “parametrelerin korunması” yolunda izhar edilen iradeye uygun düşen bir sonucun ortaya çıkmayacağını, çıkamayacağını şimdiden söyleyebiliriz. 
Bu yargımızın iki temel sebebi vardır:
Birincisi, çözüm şeklinin bu vakte kadar oluşturulmuş bulunan sakat alt yapısıdır.
Bu alt yapının ilk temel taşı on yıllar önce BM Güvenlik Konseyi tarafından yerleştirilmiştir. Bu temel taşı, BM Güvenlik Konseyi'nin, 4 Mart 1964 tarihinde kabul ettiği 186 sayılı Karardır. Bu Kararla Konsey, Kıbrıslı Rumların Kıbrıs Türk halkına uygulamaya başladığı etnik temizlik harekâtını görmezden gelerek,  1960 Kıbrıs Cumhuriyeti'nin Anayasası'na tamamen aykırı biçimde sadece Rumlardan oluşan bir heyeti Devlet'in, Kıbrıs Türk halkını da temsil eden meşru Hükûmeti olduğunu varsaymıştır.
İkincitemel taşını da AB koymuştur. AB, BM Güvenlik Konseyi'nin 186 sayılı Kararını esas almış; Kıbrıslı Rumların 1960 Anayasası'nın men edici sarih hükmüne rağmen AB üyeliği için yaptığı müracaatı işleme koymuş ve 1960 Kıbrıs Cumhuriyeti sanki bütün anayasal organlarıyla varlığını sürdürüyormuş gibi, "Kıbrıs'ı" 1960'daki ülke bütünlüğüyle AB üyesi olarak kabul etmiştir. AB'ne Katılım Antlaşması'nı da Rumlar 16 Nisan 2003'de, bu sahte "Kıbrıs Cumhuriyeti" hüviyetleriyle imzalamışlardır. AB bu sahte hüviyeti kabul etmiştir. Bilindiği üzere, Üye Devletlerin imzaladıkları AB Katılım Antlaşması AB'nin "birincil hukukunu" oluşturmaktadır.
Kıbrıs sorununu çözüme kavuşturan Antlaşma ise, kendiliğinden AB'nin "birincil hukukuna" dahil olmayacaktır.  Dahil edilebilmesi için önce Ada'daki taraflar arasında mutabakat sağlanması, sonra da bu mutabakata uygun kararların AB üyelerinin parlamentolarında ayrı ayrı alınması gerekir. Aksi takdirde, Kıbrıs sorununun çözümüne dair Antlaşma'nın hükümleri, AB'nin "birincil hukuku" olan Kıbrıs'ın AB'ne  Katılım Antlaşması'nın hükümlerinin aşındırıcı ve tâdil ettirici etkisine maruz kalır.
Annan Plânı sırasında ve sonrasında Rumların ve AB'nin takındığı tutum ve verilen demeçler de, esasen, Kıbrıs çözüm anlaşmasının AB'nin "birincil hukuku" niteliği kazanması ihtimalinin yok denecek kadar az olduğunu göstermiş bulunmaktadır.  Bu olgunun da hatırda tutulması lâzımdır.
Çözüm şeklinin temel parametrelerinin korunamayacağına dair görüşümüzün ikinci temel sebebi de, Kıbrıs müzakere sürecinde çerçeve olarak kullanılan 11 Şubat 2014 tarihli Liderler Ortak Bildirisi'nin hükümleridir.
Ortak Bildiri'nin 1. Maddesi'nde Liderler "Avrupa Birliği bünyesindeki birleşik Kıbrıs'ı ortak geleceklerinin güvencesi olarak gördüklerini" ve 4. Maddesi'nde de "Avrupa Birliği’nin üzerinde kurulduğu ilkelerin muhafaza edileceğini ve (bunlara) saygı gösterileceğini" beyan ve kabul etmişlerdir.
Kaldı ki, sözde "Kıbrıs Cumhuriyeti Hükûmeti'nin" 16 Nisan 2003 günü Atina'da törenle imzaladığı Katılım Antlaşması da, 11 Şubat 2014 Ortak Bildirisi'nde "muhafaza edileceği ve saygı gösterileceği" ifade edilen "ilkeleri" kabul eden bir belgedir.
Bu fevkalâde hayatî konuda KKTC Yüksek Mahkemesi'nin eski Başkanı değerli Hukukçu Taner Erginel'in uyarıcı ve yol gösterici fikirlerinden yararlanılmalıdır.
Görünüşe Göre Türkiye'nin Parametreleri Çözüm Şekline Yansıyamıyor
Görüleceği üzere, Türkiye'nin öngördüğü parametrelerin çoğunluğunun çözüm şekline yansıması şansı yok gibidir.
Yürütülmekte olan müzakerelerin en ağır sonuçlarından birinin de Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti'nin ortadan kalması olacaktır.
Diğer taraftan, çözüme ulaşılması halinde bugün üzerinde bağımsız KKTC'nin bayrağının dalgalandığı topraklarda Kıbrıs Cumhuriyeti'ne yamanarak AB'ne katılmış olacaktır. 
Türkiye'nin AB üyesi olmadığı ve ne zaman da olacağının tahmininin dahi giderek zorlaştığı durum ve şartlarda bu gelişme, Türkiye ile Yunanistan arasında Lozan Antlaşmasıyla kurulmuş ve 1960 Antlaşmalarıyla da takviye edilmiş olan stratejik dengeyi tamamen ortadan kaldıracaktır. Giderek Türkiye ile Kıbrıs Türk halkı arasındaki tarihî bağlar da gevşemeğe ve belki de kopmaya yüz tutacaktır.
Türkiye Ege'den sonra Akdeniz'de de kuşatılmış olacaktır.
Bütün bu sonuçların, Kıbrıs adasının Türkiye için olan önemi ve değeri hakkında Devletimizin kurucusu Atatürk'ten başlayarak, çok sayıda seçkin Devlet ve siyaset adamlarımızın, askerî şahsiyetlerin demeçlerinde ve Prof. Dr. Ahmet Davutoğlu'nun "Stratejik Derinlik" kitabında ifadesini bulan değerlendirmelerle bağdaşır yanı var mıdır?
Bu tablo karşısında şu soruyu sormamız gerekiyor: KKTC'de ve Türkiye'de yetkililer hangi verilere dayanarak "görüşmeler olumlu ilerliyor; 6 başlıktan 4'ü halledildi, geriye 2 başlık kaldı" mealinde açıklamalar yapıyorlar?
Sayın Başbakan'ı 8 Mart'ta İzmir'de "Kıbrıs'ta çözüme çok yakınız" açıklamasını yapmaya sevkeden güvence nedir?
Başbakan Sayın Davutoğlu'nun İzmir'de ifade ettiği gibi gerçekten Kıbrıs sorununun çözümü "çok yakın" ise, Türkiye için son derece vahim bir sonuç ortaya çıkacak demektir.
Ortaya çıkabilecek çözüm şekli ve bu çerçevede yapılacak uygulamalar ve düzenlemeler sadece Kıbrıs'taki Türk varlığının ve Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti'nin bekasını değil, belki de ondan da daha büyük ölçüde, bizatihî Türkiye'nin çok boyutlu ve uzun vadeli yüksek çıkarlarını ve millî güvenliğini kalıcı biçimde etkileyen sonuçlar doğuracaktır. 
Türk Kamuoyu "Millî Davayı" Unuttu mu?
Hal böyleyken, Türk kamuoyunda, 1953'den itibaren "millî dava" anlayış ve ruhuyla benimsediği konuya karşı kahredici bir ilgisizliğin ve hattâ umursamazlığın varlığını müşahede etmekteyim.
Kıbrıs konusunun bütün aşamalarının Türk kamuoyunun ilgi odağında yaşanmış olduğunu; Kıbrıs'a ilişkin haberlerin manşetlerden verildiğini; TBMM'nin Kıbrıs müzakere sürecinin önceki aşamalarında birçok kereler özel oturumlar ve olağanüstü toplantılar yapıp "millî dava" hakkında kararlılık ifade eden bildiriler yayınlamış veya kararlar almış olduğunu bilenlerdenim.  Bu defa Türkiye'nin ve özellikle kamuoyunun konu karşısında gösterdiği ilgisiz ve hattâ umursamaz duruşu 1950 ile 2000 arasındaki dönemlerle kıyaslayarak değerlendirme imkânına sahip bulunuyorum.
Çıkardığım sonucu Türkiye ve KKTC için hayra alâmet görmüyorum.
"Millî Dava" sözü, kavramı siyaset adamlarımızın dilinde sadece KKTC ile ilişkilerimizde törensel vesilelerle telâffuz edilir hale gelmiştir.
BMGS Butros Ghali zamanında 1992 yaz aylarında Fikirler Dizisi denen bir çözüm plân taslağı üzerinde New York'da cereyan eden müzakereler münasebetiyle, Anavatan Partisi  ve Refah Partisi tarafından verilen önergelerle TBMM, yaz tatilinde olmasında rağmen,  25 Ağustos 1992 günü olağanüstü toplanmıştı.  O zaman New York'da cereyan eden müzakerelerin, günümüzdeki müzakereler kadar, Kıbrıs konusunun kaderini belirleyici bir mahiyeti yoktu. Yine de TBMM'nin olağanüstü toplantısına ihtiyaç duyulmuştu. O toplantıda,  yapılan heyecanlı konuşmalarda KKTC Cumhurbaşkanı Rauf Denktaş’ın müzakerelerde uluslararası baskılara boyun eğmeden “millî davayı” üstün dirayet  ve vukufla  yürütüş tarzından   takdir ve övgüyle söz edilmiş; kendisine destek ifade olunmuş ve Kıbrıs konusunda sağlam bir dayanışma ortaya konulmuştur.  TBMM kabul ettiği deklarasyonda  “Kıbrıs'taki iki toplumun rızasına dayanmayan hiçbir çözümü kabul etmeyeceğini” dünyaya ilân etmiştir. TBMM'nin "millî davaya" ve Denktaş'a arka çıkan duruşu, Türk tarafının müzakerelerdeki pozisyonu kuvvetlendirmişti.
Tarihî Kavşaktayız
Günümüzde ise Kıbrıs konusunda çık önemli ve hattâ tarihî bir kavşak noktasına yaklaşmış ve hattâ gelmiş bulunuyoruz. Medyada Kıbrıs konusunun TBMM'de ele alındığına dair haberlere rastlamıyoruz.
Her Salı günü TBMM'de grubu bulunan Siyasî partilerimizin Sayın Liderlerinin Gruplarında yaptıkları konuşmaları TV'de takip etmeğe çalışıyorum. Uzun zamandır Sayın Liderlerin Kıbrıs konusuna değinmediklerini kaygı içinde görüyorum.
Siyasetçilerimizin Kıbrıs konusunda yaptıkları konuşmalarda da, Türkiye'nin benimsediği âdil ve kalıcı çözüm şekline dair bir kavram birliği olmadığını da müşahede ediyorum. Ayrıca, "Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti" yerine "Kıbrıs" diyen devlet adamlarımız var. "Kıbrıs" coğrafî olarak bir adanın ismi.  Aynı zamanda da Rumların Kıbrıslı Türkleri kapsayacak şekilde varlığını iddia ettikleri ve AB'de üye olan sözde devletin adı.
Rum ve Yunan Devlet adamlarının ve siyasetçilerinin ise, Kıbrıs konusunda ağız birliği, kavram birliği içinde konuştuklarını biliyorum ve görüyorum.
Türk Kamuoyu "Millî Dava'ya" Neden İlgisiz ?
Türkiye'de Kıbrıs konusuna olan ilgisizliğin, kayıtsızlığın, umursamazlığın kuşkusuz çeşitli sebepleri vardır.
Birinci temel sebepkanaatimce, Annan Plânı temelindeki çözüm süreci döneminden başlayarak, 2002 sonundan itibaren Türkiye'de Kıbrıs konusunda yapılmış olan beyanlar ve yazılan yazılardır.
O dönemdeki beyanları ve yazılanların çoğunu kaydetmiş bulunuyorum. Hemen hemen tamamında, Kıbrıs konusu Türkiye'ye külfet, ayak bağı ve AB üyeliğimiz önünde engel  olan  bir sorunmuş gibi  takdim edilmiştir. Çözümsüzlüğün gerçek sebepleri bilinerek kasden veya bilinmeden, sorunun çözümünün Türk tarafının tutumu yüzünden sürüncemede kaldığını iddia edenler olmuştur.
2008'den itibaren Kıbrıs konusunda çeşitli Üniversitelerimizde Konferanslar verdim. Öğrenciler arasında, hocalarının, benim Kıbrıs sorunu hakkındaki gerçeklere dair söylediklerimin tam tersini anlatmış olduklarını samimi biçimden itiraf edenlere rastladım. 
Diğer bir temel sebep de,  11. Cumhurbaşkanı Sayın Abdullah Gül'ün de Mart 2014'de ve Şubat 2016'da ifade ettiği üzere Türkiye'nin "çalkantılı" ve "Cumhuriyet tarihinin en zor" döneminden geçmekte olmasıdır. Bu talihsiz durum aslında her sade vatandaşın dahi kolaylıkla müşahede edebileceği kadar belirgindir. Kamuoyumuzun dikkati Türkiye'nin iç ve dış vahim sorunlarına odaklanmış bulunmaktadır.
Toplum Mühendisliği - Algı Operasyonu
Öteyandan KKTC'de ve Türkiye'de toplum mühendisliğinin Kıbrıs konusunda ustaca uyguladığı iç ve dış kaynaklı bir algı operasyonun cereyan ettiği izlenimi altındayım. Bunun asıl başlangıç döneminin de Annan Plânı üzerindeki çözüm süreci olduğu kanaatindeyim.
Annan Plânı'nın merhum Rauf Denktaş'a kabul ettirmek ve Kıbrıs Türk halkına da benimsettirmek için Türkiye'nin ABD ve AB ile birlikte baskılar yaptığı zamanda, ABD ve AB 2003 Aralık ayında KKTC’de yapılan erken genel seçimde açıkça Sayın Talât’ın liderliğindeki CTP’den yana tavır koymuşlardır. Daha sonra ABD Kongresine sunulan 27 Haziran 2006 tarihli bir raporda  ABD’nin “Kıbrıs Özel Koordinatörü Thomas Weston’ın, çözüm şanslarını arttırmak için (KKTC’deki ) Aralık 2003 seçimlerinden önce Kıbrıs Türk siyasî muhalefetine açık biçimde yardım ettiği” ifade edilmiştir. Bu rapora internetten erişmek mümkündür.[lii]
Kıbrıs Rum kesiminde müzakere süreciyle ilgili olarak cereyan eden tartışmalar ve Rum - Yunan ortaklığının Kıbrıs sorununun çözümüyle güttükleri niyetlere, ortak amaçlara, hedeflere dair demeçler Türk medyasına gerektiği ölçüde yansımamaktadır.
Türk kamuoyunu çözüme odaklamak ve desteğini sağlamak için çözüm halinde Türkiye'nin Doğu Akdeniz'de varlığı söylenen hidrokarbon yataklarının işletilip değerlendirilmesinde pay ve rol sahibi olacağı; Türkiye'nin, enerji koridoru olma niteliğini güneyinden de elde edeceği gibi temalar işlenmektedir.
Kamuoyumuzda görüşme sürecinin suhulet içinde ilerlediği intibaını uyandıracak haberler ve yorumlar ön plâna çıkarılmaktadır. Bütün bunlar nasıl bir çözüm şekline doğru ilerlenmekte olduğundan söz edilmeden yapılmaktadır.
Oysa sorununun çözüme kavuşmasının Doğu Akdeniz bölgesinin istikrarına katkı yapabilmesi ve bu çerçevede başlıklar Türkiye'ye önemli çıkarlar sağlayabilmesi için her şeyden evvel kalıcı bir çözüm şeklinin ortaya çıkması lâzımdır. Türkiye ile Yunanistan arasında Kıbrıs bakımından ihdas edilmiş olan dengenin bozulmaması gereklidir. Bunun için de Türkiye'nin de AB üyesi olması zorunludur.
1960 yılında ortaya çıkan ve o zaman Türkiye'de kalıcı olacağına inanılmış bulunan çözüm şeklinin 3 yıl 4 ay içinde Ada'yı ateş topuna döndürdüğü bir tarih dersi olarak hatırdan çıkartılmamalıdır.
Türk kamuoyuna yönelik algı operasyonunun en çarpıcı örneklerinden biri Rum Yönetimi'nin Türkçe'nin AB'nin resmî dilleri arasına dahil edilmesi için geçtiğimiz Ocak ayı içinde AB dönem başkanlığına yaptığı başvurunun medyada takdim şeklidir. Rumların bu hareketi gazetelerde Türk kamuoyuna "Anastasiadis'ten Türkiye'ye jest", "Anastasiadis'in büyük jesti" şeklindeki başlıklar altında ve baş sayfada duyurulmuştur.
Aslında Rumların bu girişiminin Türkiye'ye yönelik bir jest olma vasfı yoktur. Rum tarafı,  Kıbrıslı Türkleri de içerir şekilde Hükûmeti olduklarını iddia ettikleri 1960 Cumhuriyeti'nin Anayasası'ndan kaynaklanan bir vecibeyi yerine getirmek;  gecikmiş biçimde bu anayasal açıklarını kapatmak amacıyla bu girişimi yapmıştır. Esasen, Kıbrıs Rum Hükûmet sözcüsü de, Türk ve uluslararası basında Rum tarafının teşebbüsünü "Türkiye'ye jest" olarak takdim eden haberler çıkması üzerine açıklama yapmış ve Türkçe'nin Kıbrıs Cumhuriyeti'nin resmî dillerinden biri olduğunu hatırlatarak AB üyesi olan Kıbrıs'ın bu girişimi yaptığını söylemiştir. Burada hatırlatmam gerekir: Daha önce 2015 yılı içinde Avrupa Parlâmentosu'nda bir İngiliz parlâmenter "madem ki Rumlar 1960 Kıbrıs Cumhuriyeti'nin bütününü temsil ettiklerini beyan ediyorlar ve bizler de bu beyanı kabul ediyoruz; o zaman neden Devlet'in anayasasına göre Türkçe de AB'nin resmî dili olmuyor" mealinde bir soru tevcih etmiştir.

Rum - Yunan Ortak Hedefi "Enosis" idi, ""Enosis" olmaya devam Ediyor
Kıbrıs konusunun BM Genel Kurulu'nun gündemine Yunanistan tarafından dâhil ettirildiği 1954 yılından bu yana Kıbrıs sorununun geçirdiği bütün aşamalarda Kıbrıslı Rumların ve Yunanistan'ın güttüğü ortak hedef "enosis" olmuştur.
Kıbrıslı Rumlar, aldıkları acı derslerden sonra, şiddet yoluyla "enosis" hedefine ulaşamayacaklarının idraki içinde görünmektedirler. Bu idrakle 1994 yılında, Klerides'in liderliği altında, "enosis" i, içinde Türkiye'nin tam üye olarak yer almayacağı AB bünyesinde gerçekleştirme hedefine yönelmişlerdir. Bu hedefi, AB'nin yardımıyla, Aralık 2002 Kopenhag Zirvesi'nin aldığı kararla ve bu karara dayanarak 16 Nisan 2003 tarihinde Atina'da AB Katılım Antlaşmasını imzalamak suretiyle kısmen gerçekleştirmişlerdir. "Kısmen" diyorum; çünkü, onlar tam "enosis" için, içinde Türkiye'nin yer almayacağı bir AB'de, Ada'nın tümünün AB üyesi haline geleceği günü beklemektedirler.
ANNAN Plânı'nı da, "nasıl olsa AB üyesi olduk; bundan böyle Türkiye'nin AB üyeliğini önünü keserek, Kıbrıslı Türkleri sorunun çözümü çerçevesinde Kıbrıs Cumhuriyeti'ne yamanmasını sağlayalım; böylece içinde Türkiye'nin bulunmadığı AB'de Ada'nın bütününün AB'de yer almasını gerçekleştirelim ve enosis hedefine ulaşalım" gibi düşüncelerle reddettiklerine kaniim.
Burada bir parantez açarak ifade istiyorum. Tabiî, Rum tarafının Annan Plânı'nı reddetmesinde Rusya'nın tesirini de bir olgu olarak hatırda tutmalıyız. Çünkü Rusya (daha önceleri Sovyetler Birliği) Kıbrıs için Batının mutfağında pişirilip kotarılmış çözüm şekillerine karşıdır. Bununla beraber, şayet Suriye ile ilgili olarak ABD Rusya'yı yeterli ölçüde tatmin etmişse veya edebilirse, ve ayrıca yakın bir gelecekte Türkiye - Rusya münasebetlerinde hızlı bir düzelme meydana gelemezse, o zaman Rusya'nın da bu sefer Kıbrıs'ta çözüme AKEL vasıtasıyla yeşil ışık yakabileceğini ihtimal dışı tutmam.
Tekrar asıl konumuza dönüyorum: Türkiye ve Rauf Denktaş döneminde KKTC, Rumların "enosis" hedefini AB potasında gerçekleştirme stratejisinin zamanında farkında olmuştur. Bu farkındalıkladır ki, Türkiye ve KKTC, Kıbrıs Rum Yönetimi'nin AB üyeliği için yaptığı müracaatın işleme konulmaması ve daha sonra da, Türkiye de AB'ne tam üye olmadan Rum tarafının AB'ne üye olarak kabul edilmemesi için yoğun diplomatik girişimlerde bulunmuşlardır.
Türkiye'nin 1995'deki Çekincesini Hatırlayan Var mı?
Türkiye ile AB arasında Gümrük Birliği kuran kararın alındığı 6 Mart 1995'deki Türkiye - AB Ortaklık Konseyi toplantısında Dışişleri Bakanı Sayın Murat Karayalçın Türkiye'nin Kıbrıs Rum Yönetimi'nin AB üyeliğine karşı olan itirazını kesin ifadelerle toplantının resmî zabıtlarına kaydettirmiştir.
Karayalçın, yaptığı konuşmada, Türkiye'nin, Kıbrıs Türk tarafının, Kıbrıs Rum yönetiminin AB'ne vaki tek taraflı müracaatına dair ileri sürdüğü hukukî, siyasî ve ahlâkî savları paylaştığını; bu müracaatın Kıbrıs için öngörülen federal çözüm şekli bakımından esas olan karşılıklı rıza unsuru ile çeliştiğini vurgulamış; 1960 Kıbrıs Antlaşmalarının men edici hükümlerine de atıfla, Türkiye’nin üyesi olmadığı AB’ne “Kıbrıs’ın” tamamının veya bir kısmının üye olarak  kabul edilmemesi gerektiğini; çünkü Türkiye de AB’ne tam üye olmadan “Kıbrıs’ın” tam üye yapılmasının, Kıbrıs’la ilgili olarak Türkiye ile Yunanistan arasında 1960 Antlaşmalarıyla kurulmuş olan hassas dengelerin bozulmasına sebep olacağını; “Kıbrıs’ın” üyeliği yönündeki çalışmalara bu gerekçelerle Türkiye’nin hukuken ve siyaseten karşı çıkmaya devam edeceğini beyan etmiştir. 
"Yurtta Sulh Cihanda Sulh" Düsturuna Dönülmelidir
2002 yılının sonundan itibaren Türkiye'nin dış politikasında eksen kayması olmuştur. Bu durum dış politikamızda hedef sapmaları meydana getirmiştir.  Büyük Atatürk'ün "yurtta sulh, cihanda sulh" düsturu Türkiye Cumhuriyeti'nin dış politikasının pusulası olmuşken "komşularla sıfır sorun" gibi hayalî hedefler yaratılmıştır. Söylemlerle hedeflerin birbirini tutmadığı dış politika uygulaması yapılmıştır. Bu yüzden ülkemiz uluslararası ilişkilerinde "değerli" olarak vasıflandırılan bir "yalnızlık" içine düşmüştür.  Suriye krizinin Türkiye'yi Ortadoğu'nun stratejik derinlikteki bataklığının içine çekmiş olması; "Stratejik Ortak" dediğimiz Rusya ile iki düşman Devlet haline gelmemiz, Türkiye'nin uluslararası sahnedeki "yalnızlığının" sözde değerini de sıfırlamış bulunmaktadır. Türkiye iç ve dış tehditlere ve tehlikelere maruz kalmıştır.
Türkiye halen iç ve dış terörle topyekûn bir mücadelenin içindedir.
Günümüzde Suriye'nin yeniden şekillendirilmesi yapılırken, Türkiye'nin güney hudutlarına bitişik olarak Suriye'nin kuzeyinden uzanan bir toprak şeridiyle Akdeniz'e çıkışı olan bir Kürt Devleti'nin meydana getirilmesi maksadıyla uluslararası plânda bir tezgâh faaliyet halindedir.
Ülkemiz Türkiye Suriye krizinde savaşan taraf olmadığı halde Ülkemizin topraklarına top mermileri düşmekte, vatandaşlarımız ölmektedirler.  Türkiye 2011 yılından bu yana 2,5 milyona varan sığınmacıyı barındırmak zorunda kalmıştır. Türkiye’nin 4 yılda sığınmacılar için harcadığı paranın yıllık ortalama 5.3 milyar liraya ulaştığı medyada kayıtlıdır. 
Türkiye dış politikada kaybettiği direksiyon hâkimiyetini ve bozulan dengesini NATO'nun ve AB'nin desteğiyle sağlamağa çalışmaktadır.
Bu tablonun, Türkiye'nin uluslararası diplomaside birçok açıdan pazarlık gücünü yitirmesine ve ağırlığını kaybetmesine sebep olması; Türkiye'yi diplomatik baskılara maruz ve bunlara karşı direnemez hale getirmesi  kaçınılmazdır.
Edindiğim izlenim odur ki, bu durumda, Türkiye "millî dava" olarak benimseyip on yıllardır bu anlayış ve ruhla yürüttüğü Kıbrıs konusunda uzlaşmacı bir tavır sergilemek ihtiyacını, hattâ zaruretini hissetmektedir.
Herhangi bir uluslararası ihtilâfın konusuyla kendi çıkarları açısından ilgilenen ve o ihtilâfı kendi çıkarlarına uygun düşen şekilde halletmek için uğraşan küresel güçlerin, çözüm yönünde girişimde bulunmak için,  ihtilâfın taraflarının kendilerini en fazla esneklik göstermeğe ve taviz vermeğe mecbur hissedecekleri iç ve dış sorunlarla dolu veya herhangi bir konuda desteğe ihtiyaç duydukları dönemlerini kolladıkları tecrübelerle sabittir. Bunun tarihten ve yakın geçmişten örnekleri vardır. Osmanlı Devleti böyle bir zamanında Kıbrıs'ı İngiltere'ye vermek zorunda kalmıştır.
"Mutlaka Çözüm" İstemek; Çözüm Değil Çözülme Getirir
Kaygı içinde ifade ediyorum ki, Kıbrıs sorununa çözüm bulmak maksadıyla 1968’den itibaren BMGS’nin iyi niyet görev çerçevesinde yürütülen  "çözüm süreci" son 14 yılda Türkiye ve Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti için, giderek hız kazanan bir "çözülme sarmalı" niteliği kazanmıştır. 
Çünkü, 2002 sonundan bu yana Türkiye Kıbrıs sorununun bir an önce çözümünün peşinde koşmaktadır.
Annan Plânı'nın 11 Kasım 2002 tarihinde taraflara sunulmasından kısa bir süre sonra TBMM'de okunan 58. Hükûmet'in Programında Kıbrıs konusuna ilişkin paragrafın ilk cümlesinde "Hükümetimiz, Kıbrıs sorununa mutlaka bir çözüm bulunmasının gereğine inanmaktadır"  ifadesi yer almıştır.
Bu ifade bizde, o zaman, Kıbrıs sorununun tarihî geçmişine ve gelişmelerine; sorunun neden ve nasıl ortaya çıktığına; hangi sebep ve saiklarla Kıbrıs konusunun Türkiye'de 1950'li yılların başlarından itibaren "millî dava" olarak benimsendiğine; sorunun hangi sebeplerle on yıllardır çözülemeden BM Güvenlik Konseyi'nin gündeminde kalmış olduğuna; Kıbrıs adasının önemine ve özellikle Türkiye için jeostratejik değerine dair gerçekler ve olgular sanki bilinmiyormuş, ya da dikkate alınmıyormuş izlenimini bırakmıştır. 
Annan Plânı, Türkiye tarafından "Kıbrıs sorunu mutlaka çözülmelidir" zihniyetiyle ve bu zihniyetin şekil verdiği siyaset ve diplomasiyle ele alınmıştır. Çözüm sürecinde Rumların "bir adım önünde yürüme" stratejisi uygulanmıştır. Sonuç malûmdur. Ne Kıbrıs sorunu çözülmüştür; ne AB ve ABD, Türkiye'nin yönlendirmesiyle referandumda Plân'a "evet" oyu veren KKTC halkını siyasî ve ekonomik bakımlardan ödüllendireceklerine dair verdikleri sözleri tutmuşlardır; ne de Türkiye'nin AB tam üyeliği yolundaki engellerin kaldırılması sağlanmıştır. Aksine Plânı pervasızca yüzde 76 oyla reddeden Rum tarafı, referandumdan bir hafta sonra 1 Mayıs 2004 günü tam üye olarak AB'de koltuğa oturmuştur.Böylece Kıbrıs Rum tarafına üyelik yolunda Türkiye'ye devamlı surette kırmızı kart göstermesi sağlanmıştır.
Olan Kıbrıs Türk halkına ve KKTC'ne olmuştur. Çünkü, BMGS yayınladığı ve Güvenlik Konseyine sunduğu 28 Mayıs 2004 tarihli raporunda [liii] Kıbrıs Türk halkının çözüm Plân'ına "evet" oyu vermiş olmasının sonuçlarını bakınız nasıl değerlendirmiştir:
Paragraf 87:  "...Kıbrıslı Türkler çözümü tercih ederlerken, on yıllar boyunca sürdürdükleri, 1983'te yarattıklarını iddia  ettikleri 'devletin' tanınmasını amaçlayan politikaları da terk etmişlerdir."
Paragraf 90:  "Tanıma ve ayrılmaya yardım etmek BM Güvenlik Konseyi'nin kararlarına açıkça aykırıdır ve güttüğümüz hedefe de ters düşer. Aynı zamanda, bu yöndeki (tanıma) adımlar yeniden birleşme için oy vermiş bulunan Kıbrıslı Türklerin iradelerine de saygısızlık teşkil eder."
Görüleceği üzere, başta BM Genel Sekreteri olmak üzere uluslararası toplumda sözü geçen devletler, çözüm teşebbüsünün Rum Tarafı’nın reddetmesi üzerine sonuçsuz kalmış olmasına rağmen, yine, tabir caizse, faturayı Kıbrıs Türk Tarafı’na ödettirmişlerdir. Bırakınız Kıbrıs Türk Tarafı’nın statüsünü yükseltmeyi düşünmeyi, Kıbrıs Türk halkının Annan Planı için verdiği "kabul" oyunu dahi KKTC'nin tanınmasını isteme hakkından feragat olarak yorumlamışlar ve kayıt altına almışlardır.
Bu sonuçlara rağmen, Kıbrıs'ta çözümün peşinde koşan yine Türkiye ve KKTC olmuştur. Annan Plânı'na ilişkin süreçte referandum sonuçlarının ortaya koyduğu gerçekler ve tarihî dersler; AB'nin Kıbrıs sorununun çeşitli aşamalarında Türkiye'ye vermiş olduğu sözlerin hiçbirisini tutmamış olduğu olgusu ve Kıbrıs konusuna ilişkin daha birçok olgu ve gerçekler de göz ardı edilmiş ve bugün de edilmektedir.
Kıbrıs Konusuyla AB Üyelik Sürecimiz Arasında Bağ Kurmak Yanlıştır
14 yıldır Türkiye'de Kıbrıs konusu Türkiye'nin AB süreciyle bağlantılı ve çözüme odaklı olarak yürütülmektedir.
Başbakan Sayın Davutoğlu 29 Kasım 2015 tarihinde gerçekleşen Türkiye - AB Zirvesi'nden sonra yaptığı açıklamada, diğer hususlar meyanında "Kıbrıs sorununun çözülmesi halinde Türkiye'nin AB üyeliğinin bir rüya olmayacağını" ifade etmiştir. [liv]
Zirve'nin ertesinde açıklama yapan GKRY Hükûmet Sözcüsü Nikos Hristodulidis "dün Başbakan  Davutoğlu 'Kıbrıs sorunu çözülürse Türkiye’nin üyelik sürecinde gelişme olacak' demek suretiyle ülkesinin üyelik sürecini Kıbrıs sorununun çözüm çabalarına bağlamıştır" demekte gecikmemiştir.
Başbakan Davutoğlu geçen Aralık ayının başında KKTC'ne yaptığı ziyaret sırasında da "AB’ye adımı Kıbrıs’ta atabiliriz" şeklinde konuşmuştur.[lv]
Yine Davutoğlu bu yılın başlarında verdiği bir demeçte   "Eğer Kıbrıs sorunu bu yıl içinde çözülebilirse yılsonuna doğru gerçekten yeni bir dönem başlamış olacaktır AB-Türkiye ilişkilerinde" demiştir. [lvi]
Türkiye'de AB Bakanı'nın da Kıbrıs konusunu yakından takip ettiği görülmektedir.  AB Bakanı Sayın Bozkır, devam etmekte olan Kıbrıs müzakere sürecinin muhtemel sonuçları hakkında kamuoyuna umut dolu açıklamalar yapmaktadır. AB Bakanı bir konuşmasında Kıbrıssorununun "50 yıllık tarihinde çözüme en yakın noktada" olduğu öngörüsünde bulunmuştur.[lvii]
AB Bakanı verdiği demeçlerin birinde de Rum - Yunan iddialarına benzer şekilde " Kıbrıs sorununun çözülememesinin nedeni de rahmetli Denktaş'tır. Uzun yıllar hep çözülebilecek noktalara geldiğinde hep çözmemek yönünde bir tavır sergilemiştir" demek suretiyle tarihî bir yanılgıya düşmüştür. [lviii]
Özellikle, AB Bakanı'nın Kıbrıs konusunda demeçler vermesi, değerlendirmelerde bulunması, Türkiye'nin, Kıbrıs konusunun AB'nin etki ve yetki alanında olduğunu; Türkiye'nin AB üyelik sürecinin Kıbrıs konusuyla irtibatlı ve süreçte ilerleme olabilmesinin de Kıbrıs sorununun çözümüne bağlı olduğunu kabul ettiğinin en bariz göstergesi olmaktadır.
Türkiye'nin Kıbrıs konusunu kendi AB üyelik süreciyle irtibatlandıran söylemleri AB çevrelerinin Kıbrıs konusunu yakından izlemelerine hız ve yoğunluk kazandırmıştır. BMGS son raporunda  "AB'nin barış sürecinde daha güçlü bir rol oynaması hususunda müzakere eden tarafların mutabakat halinde bulunmalarının Kıbrıs müzakere sürecinin şimdiki döneminin en göze çarpan vasfını oluşturduğunu"  ifade etmiştir.[lix]
Diplomaside "Çözüme İhtiyaç Duyan Biziz" Sözü Teslimiyet İfadesidir
KKTC Cumhurbaşkanı seçildiğinden bu yana Sayın Mustafa Akıncı'nın dile getirdiği bazı söylemleri kaygı verici bulduğumu ifade etmeliyim.
Rumların ve Yunanistan'ın, "Helenizim" den "Helenizmin ortak çıkarlarından" her vesileyle söz ettikleri bir dönemde, Sayın Akıncı'nın sebebiyet verdiği "anavatan - yavru vatan" polemiği beni ve benim gibi düşünenleri yaralamıştır. Sayın Akıncı'nın ortaya koyduğu anlayış belki bazı iç ve dış çevreler tarafından alkışlanmış olabilir, ama uzun vadede bu anlayışın Kıbrıs Türk halkı için de zararlı olduğu elbette anlaşılacaktır.
Diğer taraftan, Ada'da Sayın Akıncı'nın da sık sık "çözüme ihtiyaç duyan biziz" mealindeki sözleri dile getirmesi, Türk tarafının pozisyonu için ilâve bir  zafiyet oluşturduğunu söylememe lüzum yoktur.
Bu söz diplomaside "teslim olma" anlamına gelir. Bir taraf "çözüme ihtiyaç duyduğunu" tekrarlarsa, çözümün ortaya çıkm   ası için bütün esneklikleri göstermeğe, taviz vermeğe hazır olduğunu beyan ediyor demektir.
"Real" politikanın üstatlarından kabul edilen ABD eski Dışişleri Bakanlarından Henry Kissenger'ın şöyle bir meşhur sözü vardır:
 “Anlaşma için istek göstermek nadiren müzakereyi hızlandırır. Hiçbir tecrübeli devlet adamı sırf muhatabı çözüm için istek ve acelelik gösteriyor diye anlaşmaya meyletmez; aksine karşı tarafın anlaşma için gösterdiği sabırsızlığı daha da iyi şartlarda çözüm elde etmek için kullanmak ister.”
(Showing EAGERNESS rarely speeds up negotiations. No experienced statesman settles just because his opponent feels a sense of urgency; he is far more likely use such impatience to try to extract even better terms.)
Bu söz adeta Türkiye'nin günümüzdeki Kıbrıs politikası için söylenmiş gibidir.
Kıbrıs Türk Halkının "Hak Ettiği Yer" Rumlara Yamanarak AB'ne Girmek Değildir
Sayın Akıncı sürekli olarak çözümle birlikte "Kıbrıs Türk halkının uluslararası toplumda hak ettiği yeri alacağını" söylemektedir.
Bu ifade tarzı aslında  Türkiye'de 62. ve 64. Hükûmetlerin programlarında da yer almıştır. Örneğin, 64. Hükûmetin Programında şöyle denilmektedir: "Kıbrıs’ta müzakere edilmiş bir çözüm ve Kıbrıs Türk Halkının uluslara­rası toplum içerisindeki haklı yerini alabilmesi, temel önceliklerimizden biridir."
Kıbrıs Türk halkının uluslararası toplumda hak ettiği yer, şimdiki çözüm sürecinin sonucu olarak sözde "Kıbrıs Cumhuriyeti'ne" yamanarak AB üyesi olmak değildir. Kıbrıs Türk halkının hak ettiği şerefli yer, bağımsız KKTC'nin çatısı ve bayrağı altındaki yerdir. Hedef, Türkiye'den başka Devletler tarafından da tanınmasını sağlamak suretiyle KKTC'ne uluslararası camiada daha sağlam bir yer bulmak olmalıdır.
"Kıbrıslı Çözüm" Söylemi Türkiye'yi Dışlamak İçindir
Öte yandan Sayın Akıncı "Kıbrıs Türk halkının içine sindireceği çözümden" söz etmiştir. Çözüm sadece "Kıbrıs Türk halkının" değil, Türkiye'nin, Türk Milleti'nin içine sindireceği bir çözüm olması gerektiği unutulmamalıdır.
Talât - Hristofyas arasındaki müzakere sürecinden itibaren "Kıbrıslı çözüm" kavramı geliştirilmiş ve yerleştirilmiştir. BMGS raporlarında "Kıbrıslıların yürüttüğü" (cypriot-led) ve "Kıbrıslıların sahiplendiği" (cypriot-owned) kavramları kullanır olmuştur. Bununla beraber, daha önceleri Kıbrıs sorununa bulunacak çözüm bahsinde "Kıbrıs sorununun doğrudan ilgili dört tarafından" (four parties concerned) söz edilirdi. Bu çerçevede, Kıbrıs Türk ve Rum toplumları ile Türkiye ve Yunanistan zikredilirdi.
"Kıbrıslı çözüm" anlayışını, Kıbrıs konusunu Türkiye'nin ilgi, etki ve yetki alanından uzaklaştırarak çözme tasavvur ve gayretinin bir belirtisi olarak görüyorum.
Öte taraftan, KKTC Cumhurbaşkanı Mustafa Akıncı'nın Kıbrıs konusu hakkında Türkiye'deki ilgisizlik ve sessizlikten memnun olduğu anlaşılmaktadır. Sayın Akıncı, geçtiğimiz Ocak ayında KKTC'ni ziyaret eden bir CHP heyetini kabulünde "Kıbrıs sorunun Türkiye'de artık iç politika malzemesi olarak kullanılmadığına" işaret etmiş ve " ....geçmişte, duruma ve yerine göre, Kıbrıs Türk liderliği Kıbrıs konusunu Türkiye’nin gündemine taşıyarak, orada kaşınmasına yol açıyordu. Biz de bu konularda çok dikkatliyiz. Böyle bir şeyin olmasını arzu etmiyoruz. Kıbrıs üstünden Türkiye’deki siyasi partilerin birbirini vurmasını istemiyoruz. Kıbrıs’ı daha farklı bir noktada kucaklamak gerekiyor...” şeklinde konuşmuş. [lx]
Oysa hatırlanmalıdır ki 1940'lı yılların sonundan itibaren Kıbrıs'ta belirginleşen "enosis" niyet ve hareketlerinin hem Ada'daki Türk varlığı, hem Türkiye için arzettiği tehdit ve tehlikeler, o zamanlar, millî Kıbrıs davamızın kahraman önderleri Dr. Fazıl Küçük ve Rauf Denktaş ile arkadaşları tarafından "aman Kıbrıs Girit olmasın" gibi söylemlerle Ankara'nın dikkatine ve gündemine taşınmıştı. Bu sayede Türkiye ve Kıbrıs Türk halkı kenetlenmiş ve "enosis" e karşı tarihî direnme başlatılmıştı. Bu direnme on yıllarca sürmüştür. Daha uzun yıllar sürmesi gerekecek gibi de görünmektedir.
Kıbrıs sorununun çözümü sadece Kıbrıs Türk halkının tercihine ve iradesine bırakılabilecek bir konu değildir. "Kıbrıs sorunu" denen konu Türkiye'nin "millî davasıdır".
Kıbrıs İngiltere İçin Önemlidir de Türkiye İçin Önemsiz midir?!
Konumu itibariyle Kıbrıs adası Türkiye'yi, Yunanistan'ı ve İngiltere'yi olduğundan daha fazla ilgilendirmektedir.  Bugün İngiltere kendi ülkesinden 8.000 km. uzaktaki Kıbrıs adasındaki egemen üslerini dikkat ve titizlikle muhafaza ediyorsa; bu üslerin muhafazası İngiltere'nin Kıbrıs konusundaki tutumuna şekil ve yön veren temel etken oluyorsa, 80 km güneyindeki Kıbrıs adası Türkiye'yi neden ilgilendirmesin?
Türkiye de AB'ne Tam Üye Olmadan Kıbrıs Sorunu Tabiî  Çözümüne Kavuşamaz
Kıbrıs adasının Doğu Akdeniz'de kalıcı biçimde bir barış ve istikrar unsur olmasını elbette istiyoruz. Ada'ya kalıcı barış gelebilmesinin vazgeçilmez ön şartı, öncelikle Türkiye'nin kendi öz çıkarlarına ve millî güvenliğine uygun düşen bir çözüm şeklinin ortaya çıkabilmesidir.  Avrupa Birliği faktörü, Türkiye'nin tutumundan kaynaklanmayan sebeplerle Kıbrıs sorununun çözümü için gerekli dengeleri bozmuştur. Bu dengeler İngiltere'nin, Yunanistan'ın, Kıbrıs Rum yönetiminin Avrupa Birliği üyesi olmaları olgusu yüzünden bozulmuştur. Halen sürdürülmekte olan müzakereler sonucunda çözüme ulaşılır ve Kıbrıs Türk halkı da bu çözüm çerçevesinde Avrupa Birliği'ne dahil olursa, Kıbrıs "sorunu" işte o andan itibaren Türkiye için daha büyük boyutlarda ortaya çıkacak demektir.
Kıbrıs adasına dengeli ve kalıcı barışın ancak Türkiye'nin de Avrupa Birliği'nin tam üyesi olması ile gelebileceğinin uluslararası plânda artık idrak edilmesinin zamanı gelmiş ve geçmektedir.
Günümüzde Kıbrıs konusunda sakat ve dengesiz bir çözüme razı olanlar, Türk tarihinde Girit'i Yunanistan'a kaptıranlarla aynı safta yer alacaklarını bilmelidirler.
2004'de "Siz Kendi Yolunuza, Biz Kendi Yolumuza" Denilmeliydi
Kısa bir süre önce Sayın Cumhurbaşkanı Erdoğan vizenin kaldırılması için terörle mücadele yasamızın değiştirilmesini isteyen AB'ne "biz yolumuza gidiyoruz, sen de yoluna git" dediler.
Aynı sözün, Ada'daki gerçekler temelinde bir çözüme razı olmayacakları belli olan Kıbrıs Rum tarafına KKTC halkı tarafından ve uluslararası çevrelere de Türkiye tarafından kararlılıkla ifade edilmesinin zamanının çoktan geldiğine inanmaktayım. Aslında 24 Nisan 2004 gecesi bu söz getirilmiş olmalıydı. Ne yazık ki tarihî bir fırsat kaçırıldı.
Rauf Denktaş'tan Vasiyet Gibi Söz
Millî Kıbrıs Davamızın yılmaz savunucusu KKTC'nin Kurucu Cumhurbaşkanı Millî Kahraman merhum Rauf R. Denktaş'ın hastalığa duçar olmasından kısa bir süre önce bana göndermiş oldukları bir mektuptan bir paragrafı okuyucularımla paylaşmak istiyorum.
“Kıbrıs’ta ‘biz Türküz; Türkiye Anavatanımızdır’ diyen insanlar var oldukça Rum-Yunan ikilisi bu davaya son noktayı kalıcı bir anlaşma yaparak koymayacaktır. Her yeni anlaşmayı, 1960’daki gibi esas millî hedefine bir sıçrama tahtası yapmak için uğraşacaktır. Yeni anlaşmanın temelinde bağımsız devletimiz yoksa 'sıçrama tahtası' maceralarından kurtulamayız. Annan Plânı ve benzeri bağımsızlık temelinden yoksun anlaşmalar Kıbrıs’ı Girit misali Türk’ten arındıracaktır. Kıbrıs’ın Türkiyesiz bir AB’ne girişine izin verilmiş olması Kıbrıs'tan yok oluşumuzun kapılarını açmıştır. Bu hatadan dönülmesi için sonuna kadar uğraşmak boynumuzun borcu olmuştur.”
Not: Bu yazı 2016 Mayıs ayı başında kaleme alınmıştır.

[i]CUMHURİYET Gazetesi, 17 Temmuz 1952, s. 1 - 7.
[ii]  Doçent Dr. Fahir . H. ARMAOĞLU, Kıbrıs Meselesi 1954 – 1959, Ankara, 1963, Sevinç Matbaası, s.41
   Ayrıca bknz.  HÜRRİYT Gazetesi, 3 Haziran 1953
[iii]  Dr. Fazıl KÜÇÜK’ün çeşitli makaleleri için bknz:
Yar. Doç Dr. Osman YILDIZ ve Öğr. Gör. Güven ARIKLI, 40 Yıl Halkın Sesi Olarak Dr. Fazıl Küçük, Makaleler (1942 – 1981), 1. Cilt.
[iv]  Prof. Dr. M. Derviş MANİZADE, 65 Yıl Boyunca Kıbrıs,  Kıbrıs Türk Kültür Derneği (İstanbul Şubesi) Yayınları, No.9, Mart 1993, s. 75
[v]CUMHURİYET GAZETESİ, 2 9 Ağustos 1954, s. 1 - 6.
[vi]CUMHURİYET GAZETESİ, 24 Eylül 1954, s. 1 - 9.
[vii]CUMHURİYET Gazetesi , 25 Ağustos 1955, s. 7.
[viii]CUMHURİYET GAZETESİ, 25 Ağustos 1955, s. 1 - 7
[ix]  CUMHURİYET GAZETESİ, 26 Ağustos 1955, s. 7.
[x]  CUMHURİYET GAZETESİ, 26 Ağustos 1955, S 1 - 7.
[xi]  AYIN TARİHİ, 1 Eylül 1955.
[xii]  https://www.tbmm.gov.tr/hukumetler/HP23.htm
[xiii] TBMM Zabıt Ceridesi, 28 Şubat 1959 Cumartesi,  Devre:  XI, Cilt: 7, İçtima: 2,
[xiv]  CUMHURİYET GAZETESİ, 13 Eylül 1967, s. 1 - 7; MİLLİYET Gazetesi, 13 Eylül 1967, s. 1
[xv]  TBMM Tutanak Dergisi (Gizli Oturum), 20 Temmuz 1974, s. 36 - 38
[xvi]  6. Cumhurbaşkanı Sayın Fahri Korutürk'ün bu sözlerini  Sayın Rauf Denktaş nakletmektedir. Örneğin, Sayın    Rauf Denktaş'ın 15 Nisan 2004 Perşembe günü TBMM'nin 74. Birleşimindeki nutku.
[xvii]TBMM Tutanak Dergisi, 25 Ağustos 1992 Salı, Dönem: 19, Yasama Yılı : 1, 94. Birleşim (Olağanüstü).
[xviii]Ibid
[xix]Ibid
[xx]TBMM Tutanak Dergisi, 10 Haziran 1993 Perşembe, Dönem: 19, Cilt: 36, Yasama Yılı: 2, 111. Birleşim.
[xxi]TBMM Tutanak Dergisi, 21 Ocak 1997 Salı,  Dönem: 2, Cilt: 19, Yasama Yılı: 2, 48. Birleşim.
[xxii]Ibid
[xxiii]Ibid
[xxiv]Ibid
[xxv]Ibid
[xxvi]  https://www.tbmm.gov.tr/hukumetler/HP55.htm
[xxvii]http://www.milliyet.com.tr/2004/04/13/son/sonsiy24.html
[xxviii]https://www.tbmm.gov.tr/hukumetler/HP61.htm
[xxix] TBMM, 18 Haziran 2014 Çarşamba, 24. Dönem, 4. Yasama Yılı, 105. Birleşim, Genel Kurul Tutanağı, s.16-17.
[xxx]Doçent. Dr. Sevin TOLUNER, Kıbrıs Uyuşmazlığı ve Milletlerarası Hukuk, İstanbul Üniversitesi Yayınlarından, No. 2309, Fakülteler Matbaası, İstanbul – 1977, s. 21.
      Bknz. Murat SARICA/ Erdoğan TEZİÇ/ Özer ESKİYURT, Kıbrıs Sorunu, İstanbul Üniversitesi Yayınlarından, No.2071, Fakülteler Matbaası, 1975, s. 5 – 7.
     Ayrıca bknz. Seha L. MERAY, Ankara Üniversitesi, Siyasal Bilgiler Fakültesi, Devletler Hukuku Profesörü, Lozan Barış Konferansı, Tutanaklar Belgeler, Takım I, Cilt 1, Kitap 2, s. 57 - 58, Ankara Üniversitesi, Siyasal Bilgiler Fakültesi Yayınları No. 300.
[xxxi] Ahmet DAVUTOĞLU, Stratejik Derinlik, Türkiye'nin Uluslararası Konumu, Küre Yayınları, 1. Kitap, 2001, s. 169 - 182.
[xxxii]  http://www.milliyet.com.tr/-kibris-ta-cozume-cok-yakiniz--kibris-2206533/
[xxxiii]  http://www.mgk.gov.tr/index.php/24-nisan-2008-tarihli-toplanti
[xxxiv] http://www.mgk.gov.tr/index.php/05-nisan-2004-tarihli-toplanti
       http://arsiv.ntv.com.tr/news/453724.asp
[xxxviii] http://arsiv.ntv.com.tr/news/453724.asp
[xxxix] BMGS'nin 8 Mart 1990 tarihli  ve S/21183 sayılı Raporu.
[xl] BMGS'nin 21 Ağustos 1992 tarihli ve 24472 saylı Raporu.
[xli] http://www.abhaber.com/yunanistan-disisleri-bakani-nikos-kocaskibrisli-turkler-ile-rumlar-arasinda-osmosis-telkin-etti/
[xlii]http://www.spiegel.de/international/europe/turkish-cypriot-foreign-minister-says-reunification-close-a-961776-druck.html
     http://www.kibrisgazetesi.com/?p=759689
[xliv]  http://www.aksam.com.tr/siyaset/basbakan-davutoglu-muzakereler-yeni-bir-ivme-kazandi/haber-339102
[xlv] John REDDAWAY, Burdened with Cprus, The British Connection, 1986, s. 159.
[xlvi]  http://cyprus-mail.com/2016/02/11/anastasiades-tells-cypriot-solution-will-be-an-honourable-compromise/
[xlvii]  http://www.mfa.gov.tr/disisleri-bakani-sayin-mevlut-cavusoglu_nun-yunanistan-disisleri-bakani-nikos-kotzias-ile-ortak-basin-toplantisi.tr.mfa
[xlix] http://www.mfa.gr/en/current-affairs/top-story/joint-statements-of-foreign-minister-kotzias-and-the-president-of-the-cyprus-house-of-representatives-yiannakis-omirou-following-their-meeting-athens-20-january-2016.html
[l]  http://www.kibrisgenctv.com/güney/cavusoglu-fileleftheros-gazetesi-ne-konustu.html?tmpl=component&print=1
[li] http://www.mfa.gov.tr/disisleri-bakani-sayin-mevlut-cavusoglu_nun-kibris-rum-_fileleftheros_-gazetesine-verdigi-mulakat_-28-subat-2016_-istanbul.tr.mfa
[lii] (Carol Migdalowitz  CRS Report for Congress, Cyprus: Status of U.N. Negotiations and Related Issues,  June 27, 2006, s. 19.  
https://www.fas.org/sgp/crs/row/RL33497.pdf
[liii] BMGS'nin 28 Mayıs 2004 tarihli ve S/2004/437 sayılı Raporu.
[liv] http://www.halkinsesikibris.com/m/index.php?islem=detay&id=53510.
[lv] http://www.haberturk.com/gundem/haber/1161288-davutoglu-abye-adimi-kibrista-atabiliriz.
[lvi]  http://www.trthaber.com/haber/gundem/ab-turkiye-iliskilerinde-yeni-bir-donem-baslayacak-230446.html.
[lvii] http://www.abhaber.com/bozkir-kibrista-cozumu-umut-ediyoruz-insallah-baharda/.
[lviii] http://www.detaykibris.com/belki-kibris-sorununun-cozulememesinin-nedeni-de-rahmetli-denktastir-video-72428h.htm
[lix]  BMGS'nin 7 Ocak 2016 tarihli ve S/2016/15 sayılı Raporu.