18 Ocak 2018 Perşembe

ABD STRATEJİLERİ IŞIĞINDA IRAK’TA DİNÎ VE ETNİK ÇELİŞKİLER

ABD STRATEJİLERİ IŞIĞINDA IRAK’TA DİNÎ VE ETNİK ÇELİŞKİLER 

Yazan: Araştırmacı-Yazar Suat PARLAR 




1. Giriş 

Irak coğrafyasında ABD işgaliyle gündeme gelen politikaların 
temel dinamikleri parçalayıcı, kışkırtıcı, eriticidir. İngiltere’nin 1. Dünya 
Savaşı ertesinde uyguladığı siyasetlerin oluşturduğu birikim, küresel 
ideolojinin tek yanlı iktidar süreçlerine akmaktadır. İngiltere’nin 
sömürgelerinde uyguladığı ve kalıcı bir işgalin kurumlarını dayandırdığı 
stratejik dizge, Amerikan çıkarları doğrultusunda yenilenerek yürürlüğe 
konuluyor. Bu dizgeye göre; İşgal edilen bölgenin dinî, etnik, kültürel 
azınlıklarını kendi hedefleri doğrultusunda örgütleyerek, çoğunlukta olan 
unsurlara karşı kışkırtmak ve idari erkin bir kısmını bu azınlıklara 
aktarmak esastır. Ayrıca çoğunlukta bulunan unsurun dinî, sosyal, 
siyasal açıdan potansiyel çatışma dinamiklerini açığa çıkarmak yine söz 
konusu dizgenin esaslı düzenleme ve uygulamaları arasında yer alır. 

Irak’ta yaşanan sürecin tarihsel geçmişinde ayrımcılığı, bölünmeyi 
sistemleştiren Manda döneminde yaşananlar, günümüzün karmaşık 
tablosunda ön plana çıkan dinî, sosyal, siyasal, etnik çelişkilere ve 
çatışmalara ışık tutuyor. İngiliz işgali döneminde manda politikalarının 
koordinatları şöyledir: 

a. Irak’ın kuzeyinde yaşayan ve çoğunluğu meydana getiren Türkleri, Türkiye ile birleşmekten alıkoyacak bir etnik ve dinî kuşatmaya tabi tutmak. 

b. Kürtleri Araplara karşı örgütlemek ve kullanmak. 

c. Araplar arasında mezhep çelişkilerini körükleyen bir siyaset izlemek. 

ç. Sünni ve Şii kesimleri birbirine karşı kullanmak ve kırdırmak. 

Günümüzün siyasi ve ekonomik koşulları çerçevesinde, bu politik 
koordinatların işlevsel özünden vazgeçilmeksizin yeni çatışma unsurları 
ekseninde, Irak’ın dağıtılma süreci yürürlüktedir. Demokrasi, insan 
hakları ve serbest piyasa ideolojisinin kamufle ettiği süreç, toplumsal 
birlik hedefi ile yüceltilirken, her etnik unsur, dinî topluluk özerk 
örgütlenme ve gelecek stratejileri ekseninde ayrışmakta, yönetsel 
kurumları, geçici bir denge durumunun diplomatik zorunluluğu 
çerçevesinde değerlendirilecek güç adına kullanılacak merkezler olarak görülmektedir. 

Toplumsal meşruiyet kaynakları çürümekte, dinî temellere dayalı 
yapılar, aşiretler, tarikatlar, cemaatler dışındaki devlet kurumlarının ve 
sosyal ilişkilerin tahribi bölünme dinamiklerini büyütmektedir. Gelişmeler, 
komprador bir ekonominin ılımlı İslam adı altında savunulmasına yönelik 
bir programın yürürlüğe konulduğuna işaret etmektedir. Diğer yandan 
Irak toplumunun laik bir eğitim, kültürel birikim, sosyal kurumlaşmada kat 
ettiği mesafe, geriye dönük güçlerin tehdidi altındadır. 

Irak’ta gelişen patlayıcı sürecin yaratacağı sonuçlar, tüm Batı 
Asya’da etkisini gösterecektir. Bu nedenle ülkenin dinî, etnik, siyasal 
yapısının ve çelişkilerinin incelenmesi; iç bağlantılarının, örgütlenme 
biçimlerinin ortaya çıkardığı sorunlar ile bölgenin diğer ülkelerine 
etkilerinin sürekli ilgi konusu yapılması zorunludur. Çığrından çıkmış bir 
dünyanın çelik çekirdeği Batı Asya’da Irak’tadır. 


Kaynak:www.globalsecurıty.net 


2. Şiiler: 

Irak’ta Şiilik, Şiiler ve Şii İslamcılık, sosyolojik birer kategorinin 
ayrılmaz, yekpare, bütünlüklü çerçevesi içinde değerlendirilir. Bu sosyo-
kültürel varlık temelinde dinî öz, kendi başına toplumsal ve siyasal bir 
dünyaya ilişkin birleştirici bir alan yaratıyormuş gibi tek biçimci bir niteliğe 
bürünür. Şiiler içindeki toplumsal ve kültürel çeşitliliği ihmal eder. Şii 

İslamcılığı ve Şii cemaatçiliği farklı cemaat gruplarına, siyasi 
örgütlenmelere mensup, değişik ideolojik yapılanmaların söylemlerini 
kapsayan çok sayıda kesimi içerir. Bu nedenle Şia, belli bir grubu bir 
diğerinden dinî terimlerde farklı kılabilen, ama bu grubun içerisindeki 
toplumsal, kültürel bakımdan ayrışan yönleri hiçbir zaman özgün 
yanlarıyla ele almayan bir adlandırmadır. Oysa Irak Şiileri; toplumsal 
örgütlenme biçimleri, ekonomik faaliyet tarz ve çıkarları, zengin-yoksul 
ulema kesimleri, köyde, kentte yaşayanlar, aşiret bağlantısı bulunanlar, 
Mellaklar (yani devlet tarafından toprak sahibi yapılanlar), Arap olanlar 
ve olmayanlar gibi birçok özellikleri ile ayrışmaktadırlar. Necef, Kerbela, 
Samara ve Kazimeyn gibi önemli Şii merkezlerinde oturan ulema 
arasındaki ayrım çizgileri yanında bu şehirlerin kendilerine has haklara 
sahip konumları da dikkate değer çelişkili noktalardır. Irak Şiileri, 
Farisiler, Türkmenler, Araplar üzerinden etnik çizgilerle de 
farklılaşıyorlar. Irak Şiiliği, İran’da olduğu gibi aşiret hayatı ile şehirli 
kesimleri harekete geçirecek ölçüde güçlü ibadethane ağları, camiler, 
mali şebekelere sahip olmadı. Şii ulema, aile ve şehir gibi kadim 
dayanışma odaklarınca da bölünmüştür. Müçtehitler arasında geçici 
dönemler dışında birlik yoktur. Irak’ta devletin yürüttüğü modernizasyon 
programı, önceleri özerk din adamları sınıfının tekelinde olan yasanın, 
eğitimin ve vergilerin toplanması işlevlerinin tümünü üstlendi. Irak’ta art 
arda gelen rejimler, dinî kültürel alanları denetim altında tutmak ve 
devletin dinden kontrollü bir biçimde ayrılmasını sürdürmek için büyük 
çaba gösterdiler. Sünni dinî müessese devlet denetimine alınırken, 
laikleştirme ilkesi temelinde tüm özerk Şii yapılanmaları sert 
uygulamalarla devlet karşısında etkinliklerini yitirdiler. Tüm kutsal Şii 
kentlerinin mali özerkliği ve zenginliği denetim altına alındı. Aynı 
zamanda din adamları sınıfı politika alanının dışına çıkarıldı, toplumsal 
statüleri ve itibarları zayıflatıldı. 

1958’de Monarşi’ye son verilmesinden sonraki dönemde Şiiler 
Davet-i İslamiyye’yi veya yaygın adıyla Davet Partisi’ni kurdular. El-
Sadr’ın kurduğu bu partiye Büyük Ayetullah kabul edilen Ayetullah 
Muhsin El-Hekim destek vermedi. Günümüze akan çizgide bu en önemli 
Şii siyasi örgütü genç bir reformcu müçtehitler kuşağı ve din adamı 
olmayan çeşitli Şii gruplarına dayanır. 

Şiiler, Irak’ta 1963’ten itibaren Baas’tan dışlandılar. Baas’ın tüm 
örgüt cihazı ve önemli devlet kurumları yoğun biçimde Sünni Arapların 
denetimine girdi. Bu temelde büyüyen tepki ve çelişkiler 1968-1970’de, 
1974-1975’te ve 1977’de çatışmalara neden oldu. İran İslam Devrimi 
sonrasında Irak’ta meydana gelen olaylar ise Irak–İran Savaşı’nın 
gerekçeleri arasındaydı. 1991’deki Şii ayaklanması da rejim tarafından 
sert bir biçimde bastırıldı. 

Şiiler açısından önemli bir dönemeç de 17 Kasım 1982’de 
Muhammed Bakır El-Hekim tarafından, Tahran’da “Irak İslami Devrim 
Yüksek Meclisi”nin ilanı oldu. Bu örgüt ile Irak’taki İslamcı eylemcilik 
adına, kuşatıcı bir yapı oluşturmak planlanıyordu. Bu örgütün 
oluşumunda İran’ın etkisi ve belirleyici rolü büyüktü. Ancak Iraklı Şii 
grupları birleştirmeye yönelik hiçbir İran girişimi başarılı olamadı. 

Ulema grubu içindeki güç dengesi, siyasi örgütler arasındaki fiili 
güç ilişkileriyle örtüşmüyordu. Bu nedenle “Irak İslam Devrimi Yüksek 
Meclisi” parçalanmış Iraklı İslamcı grupların idari birliğini 
gerçekleştiremeyen, İran destekli bürokratik bir yapıya dönüştü. Iraklı Şii 
İslam grupları, İran’dan gelen baskılara rağmen, eylem biçimlerini ve 
stratejilerini kendi ulusal gerçekliklerine göre tanımlama ve yürütmedeki 
özerkliklerini öne sürerek tepki gösterdiler. Iraklı Şii grupların İran’da 
üslenmiş olmaları onları zayıflatan bir unsur oldu. Dirençleri kırıldı ve 
İran savaş aygıtıyla iş birliği, İran’ın Irak topraklarını işgaliyle birlikte ulus 
karşıtı bir niteliğe büründü. Davet Partisi ve Irak İslami Devrim Yüksek 
Meclisi, İran–Irak Savaşı boyunca Şii kimliğine ideolojik bir içerik 
kazandırdı. Bu ideolojik–politik öz, Şiiliği ulusal temellerden kopardı ve 
yaptırımlar döneminde bu kimlik kurumsallaştı. 

Şii din adamları sınıfı gelenekçiler ile reformcular arasında, yani 
modern örgüt çağrısında bulunanlar ile merci–mürit ilişkilerinin yeniden 
güçlendirilmesini savunanlar arasında bölünmüştür. Şii ulema soy 
çizgisi, şehir, etnik hatlarla dilim dilim parçalanmıştır. Şiiliğin özünü teşkil 
eden Merciyye Kurumu darmadağındır. Bu dağınıklık Kerbela, Necef, 
Kazımiye kentleri uleması veya müçtehitlerin Arap, Farsi kökenlerine 
ilişkin vurgular ile ideolojik, siyasal bölünmelerde tezahür etmektedir. Şii 
kimliğinin kültürel alanları ve kitle hareketliliğini besleyen araçları 
dağınıktır. Şii merci kurumu ile Davet Partisinde simgelenen siyasal 
alanı denetim altına alamamıştır. İran Devrimi’nin, harekete geçirme ve 
örgütleme araçları, din adamı şebekeleri Irak Şii hareketi açısından söz 
konusu değildir. Irak’ta güçlü temellere dayalı bir Şii kimliği oluşmamıştır. 
Farklı Şii sınıflar, katmanlar ve gruplar yani din adamları, tüccarlar, 
modern orta sınıf, köylüler, toprak ağaları hepsi de farklı hayat tarzlarına, 
değer sistemlerine, ekonomik çıkarlara, siyasal yönelimlere sahiptirler. 

Şii olma duygusu varlığını korumakla birlikte, asıl modern 
toplumsal biçimlenmeler, işgalin dağıtıcı etkilerinin belirdiği döneme 
kadar varlığını korumuştur. Dinî kültürlerinde bile farklı Şii kesimleri 
değişik dindarlık biçimlerine sahip bulunmaktadırlar. Şiilerin imtiyazsız alt 
orta sınıflarının kırdan kente göç sonucunda yarattığı toplumsal değişim 
dikkate değer. Bu unsurlar Şii hareketleri içinde hâlen önderlik özlemi 
çekiyorlar. Toplumsal, ideolojik, ekonomik imtiyazlarını koruyan ulema ile 
bu kesim arasındaki ittifak kapsamlı çelişkileri barındırmaktadır. 

Yaptırımların tahripkâr etkileri neticesinde, Şii gücünün bölünmesi 
yoğunlaştı. Cemaat şebekelerine sahip yeni dinî güç merkezleri ve 
Mukteda el Sadr gibi ağırlıklı olarak yoksul kesime dayalı liderler ortaya 
çıktı. Yaptırımlar ve işgal süreci, Şii kimliğini alabildiğine siyasallaştırdı. 
İran tarzında toplumsal ve siyasi dinamiklere dayalı bir Şiiliğin Irak’ta 
bulunmaması Mukteda Sadr dışındaki Şii grupların ABD ile uzlaşmasını 
getirdi. Irak Şiilerinin İran’la ilişkileri bu ülkenin uzantısı oldukları 
anlamına gelmiyor. Irak Şiileri arasında modern toplumsal, siyasal, 
sosyal kurumlar ve laik eğitim kurumlarının yıkılması sonucunda güç 
kazanan ulema, Amerikan karşıtlığına ideolojik bir muhteva 
kazandırmadı. Irak Şiileri arasında ABD işgaline yönelik tepkiler 
mezhepsel ve ideolojik temellerde gelişmiyor. Geleneksel gücünü 
toplumsal denetim, eğitim, sosyal yaşam üzerindeki etkinliğini yeniden 
elde ederek sağlamaya çalışan Şii ulema başta Ali Sistani olmak üzere 
siyasal çatışmaların dışında kalmayı yeğlemektedir. Necef ve 
Kerbela’nın Şii ulemasının politik sürece aktif katılımın dışında kalmaları, 
ABD’nin Irak’taki işini kolaylaştırmıştır. Bu kesimler uzun süre aktif 
siyasetin dışında kalmayacaklardır. Ulemanın önemli isimleri Irak’ta 
oluşturulan yönetsel yapıda görev almamakla birlikte anayasal süreci 
etkilemeye çalışmaktadırlar. Gelenekselci Şii kesimlerin İran etkisi 
altında olduğuna inanan ABD, savaş sürecinde İran’ın nüfuzunu kırma 
adına bu grupları dışladı. Ancak zaman içinde bu gruplar ABD işgal 
yönetimi ile iş birliği yaptılar ve Irak Geçici Yönetim Konseyi’nin temel 
unsurları oldular. Süreç içinde dinî temellere dayalı bir devlet ve toplum 
programı bulunan bu gruplar ile ABD arasında sıkı bağlar oluştu. 
Aşağıdan yukarıya örülecek bir “ılımlı” planla Irak Şiiliğini ABD’nin lideri 
olduğu küreselleşmeye bağlayacak bu gruplar, radikal Şiilerle de 
çatışma hâlindedir. Bu radikal hareketlerin en önemli temsilcisi Mukteda 
Sadr, Iraklı Şii din adamları ve partileri tarafından desteklenmezken, 
yoksul Şiiler arasında büyük bir taraftar kitlesine sahiptir. Sadr ile ABD 
arasındaki gergin ilişki Iraklı Şiilerin genel strateji ve politikalarına terstir. 
Başlangıçta Sadr’a destek veren İran da ABD ile ciddi gerginliklere 
neden olacağı ve Iraklı Şiilerin yönetimden dışlanmasını getireceği için 
Sadr’a desteğini iyice sınırlandırmıştır. Mukteda Sadr’ın taklit merci 
olarak kabul ettiği ve hâlen İran’da yaşayan Ayetullah Kazem Haryiri de 
ondan desteğini çekmiştir. 

Iraklı Şiiler dinî anlayışlar yanında liberalizm, sosyalizm, 
komünizm, Siyasal İslam akımları arasında parçalanmıştır. Yıllar süren 
savaş, yaptırımlar, işgal sonucunda dağılan toplumsal yapılar geleneksel 
Şii din adamlarının gücünü yoğunlaştırmaktadır. Sorun çözme kapasitesi 
gelişmiş, ortak karar alma yeteneğine, laik toplum görüşüne sahip ordu–
bürokrasi ve politikacılar kesiminin dağıtılmasının açtığı boşluğu 
geleneksel–mezhepsel güç odakları doldurmaktadır. Din adamlarının 
artan toplumsal ve siyasal nüfuzu, Irak’ın sosyal yapısının çelişkilerini 
keskinleştirmektedir. 

Davet, Irak İslami Devrim Yüksek Meclisi, Mithak el-Şia, Muvafak 
el-Rubai gibi Şii İslami partiler arasındaki ortak noktalar sınırlıdır ve 
hâlen Sadr kampına karşı Ayetullah Sistani’nin desteğine ihtiyaç 
duymaktadırlar. 

Irak’ta 1921’den beridir ülkede varolan tüm siyasal-ideolojik 
yönelimler yeniden ortaya çıkmıştır. Eski ve yeni tüm unsurların karşı 
karşıya geldiği bu dinamik yapı belirsizliği arttırırken şimdilik yoğun bir 
anti-laik yönelim içinde olmayan Şii ulema toplumsal iktidarını 
artırmaktadır. 


Kaynak:www.globalsecurıty.net 


3. Sünniler: 

Irak’ta nüfusun %97’si Müslüman, %3’ü Hıristiyan ve diğer dinlere 
mensuptur. Müslümanların %60-65’i Şii, %32-37’si Sünni’dir. Sünniler 
Araplar arasında azınlıkta, Kürtlerde ise çoğunluktadırlar. Baas (Diriliş) 
Partisinin önde gelen kadroları Sünni idi. Sünni Arap azınlığın iktidarı, 
Baas ideolojisinin tüm Arap dünyasında kabul görmesini engellemiştir. 
Baas Partisi, Sünni azınlığa dayanmakla birlikte dinî temelleri ön plana 
çıkaran bir ideolojik yaklaşımı benimsememiştir. Parti ideolojisi özde 
laiktir. Dinî otoriteler devletin modernleşme süreçlerine müdahale 
araçlarından yoksun kılınırken, akılcı değerlerin sistematik savunusu 
temel ilke sayılmıştır. Kişisel düzeyde kabul edilen dinî hakların kamu 
alanına müdahalesi önlenirken, devlet stratejisinin zorunlu kıldığı 
durumlarda bir meşruiyet rezervi olarak dinden yararlanılmıştır. İslami 
değerler temelinde Sünnilik, Arap milliyetçiliğinin ötesinde Irak 
milliyetçiliği ile kaynaştırılmıştır. Baas, Irak milliyetçiliğini antik tarih ve 
İslami mecazlarla bütünleştirmiştir. Aşiret ilişkileri ile iç içe gelişen Sünni 
dayanışması, devletin üst düzey askerî–sivil bürokrasisini birleştiren 
ideolojik harcın temel unsurları arasında idi. Saddam Hüseyin rejimi; İran 
İslam Devrimi’nin yarattığı basınç, İran’la ve ABD ile savaş, yaptırımlar 
temelinde ortaya çıkan krizlere dinî vurguları ön plana çıkaran 
söylemlerle cevap vermiştir. Saddam Hüseyin’i Peygamberlerle aynı soy 
ağacında gösteren biyografiler hazırlanmış, kendisi 1980’de hacı 
olmuştur. İran’la savaş sürecinde, rejim propagandası içindeki İslami 
vurgu giderek genişleyip güçlenmiştir. Ancak savaşın doğurduğu insan 
gücü ihtiyacı ve erkeklerin cepheye gitmesi kadınların aktif yaşama 
girmesini hızlandırmıştır.1980’de öğretim görevlilerinin %46’sını, diş 
doktorlarının yine %46’sını, eczacıların %70’ini kadınlar oluşturuyordu. 
1979 yılında yürürlüğe konulan zorunlu eğitim yasası laik içerik 
taşıyordu. 

İşgal sonrasında kültürel, siyasal, ekonomik dokusu parçalanan 
Irak’ta Baas rejimi ile özdeş görülen Sünni Araplar hızla idari aygıtlardan 
dışlanmıştır. ABD’nin stratejik inisiyatifleri temelinde ulus-devlet 
hayatiyetine son verilen ve “sen küçül ben büyüyeyim” mantığı 
çerçevesinde tüm silahlı kuvvetleri tasfiye edilen Irak’ta, Sünnilik 
direnişin ideolojik etiketine dönüştürülmüş ve tüm iletişim araçları bu 
mezhepsel ayrımı ön plana çıkararak sürecin gerçek dinamiklerini 
örtmüşlerdir. 385 bin kişilik düzenli ordu, 285 bin kişilik polis ve yerel 
güvenlik birimleri, içişleri, istihbarat bürokrasisi ile 50 bin Cumhuriyet 
Muhafızı tek seferde ihraç edilirken; güvenlik kuvvetlerinin nüfusa oranı, 
bir gecede 1000 kişi başına düşen 43 görevliden, 1000 kişi başına 
düşen 3 görevliye düşmüştür. Aşiret bağları ile pekişen mezhepsel 
dayanışma, Sünni kökenli güvenlik kuvvetleri ve bürokrasiyi direnişin 
temel gücüne dönüştürürken, laik devlet programı, strateji ve gelecek 
kurgularının yerini kuşatılmış bir mezhep kimliğinin mağduriyeti 
almaktadır. 

Kürt Sünni kesimler arasında tarikatlar yaygın olmakla birlikte 
eskisi kadar güçlü konumda değildirler. Nakşibendi ve Kadiri tarikatları, 
Kürtler arasında Sünni kökenli başlıca dinî örgütlenmelerdir. Iraklı Kürt 
liderler Mesud Barzani ve Celal Talabani aşiretsel kökenlerinin yanında 
güçlü tarikat yapılarına dayanmaktadırlar. Körfez Savaşı’nın 
başlangıçından itibaren İran, Irak Kürtleri arasında dinî örgütler kurmaya 
çalışmış ancak başarılı olamamıştır. “Irak İslam Devrimi Yüksek 


Meclisi”nin tek Kürt üyesi Şeyh Muhammed Necib Berzenci oldu. 
Özellikle İran’la iyi ilişkilerin olduğu dönemde Celal Talabani, 1980’de 
“Kürt Müslüman Ordusu” adlı bir örgüt kurdurdu. Silahları KYB 
tarafından sağlanan bu örgütün başında Abbas Şabak bulunuyordu. Kürt 
liderlerin gerek duyduklarında dinî temellere dayalı silahlı örgütler 
kuracağına ilişkin bu örnek Talabani’nin ilkesel laiklik açıklamaları ile 
birlikte değerlendirilmelidir. 

İdris ve Mesud Barzani’nin kuzenleri olan Barzan Şeyhi 
Muhammed Halid, 1985 yazında sahneye çıkarak kendini “Kürt 
Hizbullahı” ilan etti. İran’ın silahlı desteğini alan bu örgüt oldukça iyi 
silahlanmıştır ve Bahdinan’da etkilidir. Aşiret düzeni ile bütünleşen 
tarikat şebekeleri, liderler açısından hâlen bir meşruiyet kaynağı olduğu 
gibi bölge ülkelerine karşı stratejik bir koz olarak kullanılmaktadır. Ortak 
tarikat mensubiyetleri, bölge ülkelerinin sosyal yapılarında hatta 
parlamentolarında Kürt milliyetçiliğini kamufle eden bir işleve sahiptir. 

Sünni Araplar tüm iktidar kurumlarının, bürokrasinin dışına itilirken 
Sünni Kürtlerin ön plana çıkması, radikal-mezhepsel direnişi körüklediği 
ölçüde ABD’nin “ılımlı İslam” politikasının gündeme gelmesi ve bunun 
Irak’ı parçalayacak bir iç savaşa dönüşmesi ihtimal dâhilindedir. Dine 
karşı din stratejisinin tüm bölgeye yayacağı zehirleyici ortam ise “ılımlı” 
bir siyasi model ile göğüslenemeyecek boyutlara ulaşabilir. 

Irak’ta Baas rejimini yıpratma kampanyaları sırasında farklı dinî 
grupların kendi içlerinde örgütlenmesi ABD tarafından desteklenmiş, bu 
ise söz konusu grupların bilincini geliştirmiştir. Irak’ın bütünlüğü 
açısından patlayıcı bir dinamik gelişmektedir. Bu örgütlenme ve 
bilinçlenme, ABD safında yer alan Kürtlerle diğer Sünniler arasındaki 
zaten zayıf olan dayanışmaya darbe vurmuştur. Iraklı Kürt liderler, 1. 
Dünya Savaşı sonrası geliştirilen Venizelos modeline uygun bir biçimde 
oluşturulan siyasetlerle Irak’ın dağılma riskini arttırmaktadırlar. Dini 
gelenek, kurum, ilişkiler zinciri Irak’ta laik temellerin dağıtılması ile 
birlikte toplumsal dokuları parçalayan ve işgali sürekli kılacak çelişkileri 
besleyen bir içerik kazanmaktadır. 

4. Yezdaniler: 

Iraklı Kürtler arasında eskisi kadar etkinliği kalmayan bu inanç 
akımı son dönemlerde yoğun bir inceleme, araştırma, istihbarat konusu 
olarak ABD ve İngiltere’nin gündemindedir. Kürtçe’de Yezdani olarak 
bilinen, geniş anlamda “Melekler Mezhebi” olarak adlandırılan bu eski 
dinin özgün bir Kürt inanç sistemini temsil ettiğine dair bir propaganda 
faaliyeti Irak’ta canlandırılmaktadır. Yezidilik ve Ehl-i Hak olarak bilinen 
akımlar Yezdaniliğin kollarıdır. Zerdüştlük ve Yezdanilik birçok ortak 
özelliği paylaşmaktadır. Yezdaniliğin “millî” özellikleri içeren bir Kürt dini 
olarak sunulması ve diğer dinleri bünyesine katma boyutuna ilişkin 
vurgular, son yıllarda tüm Kürt yayınlarında yoğun biçimde yer 
almaktadır. Yezdaniliğin Semavi bir din olmadığı, Zagros dağlarına özgü 
bir inanç sistemi ile Aryen tarzı bir üst yapıya dayandığına yönelik 
tespitlerin, ABD ve Avrupa’da yaşayan Kürt akademisyenler tarafından 
gündeme getirilmesi kayda değer. Yezdanilik İslam dışı bir öğreti 
sayılmaktadır. İslam’dan binlerce yıl önce Kürtlerin dinî inancı olduğu 
belirtilen Yezdanilik tarikatlar üzerindeki etkinliği ile araştırılmaktadır. 
Hristiyan misyonerlerin 18. yüzyıldan itibaren Yezdanilik üzerinde 
çalıştığı bilinmektedir. Bu çalışmalar neticesinde Kürtçe İncil ve eski bazı 
metinler misyonerler tarafından basılıp dağıtılmıştır. Kuzey Irak’ta 
Hristiyan ve Bahai misyonerlerin öncelikli hedefi Yezdaniliğe inanan 
Kürtlerdir. 


5. Yarısaniler: 

Ehl-i Hak, Aliullahi olarak da bilinen Yarısaniler, Irak ve İran’da yoğunlaşmış  lardır. Yarısaniliğin önemli ismi Sultan Sahak ya da İshak 11.-13. yüzyıllar arası bir dönemde, Süleymaniye’nin güneyinde bulunan Berzenci’de doğmuştur. Yahudi birikiminden oldukça etkilenen Yarısanilik Kuzey Irak’ta fazlasıyla yaygındır. Musul, Kerkük ile Kasrı Şirin arasında yaşayan Bazalan, Kakai, Sarılı Kürtleri Yarısanidir. Amerikan kaynakları günümüzde Kürtlerin %10-15’inin Yarısani olduğunu özellikle vurgulamaktadırlar. Irak’ta Yezdanilik ve Yarısanilik canlanmakta, ABD ve Avrupa üniversitelerinde bu konuda yapılan yayınlarda ciddi bir artış görülmektedir. 

6. Yezidiler: 

Eski İran dilinde “melek” anlamına gelen “yazata” sözcüğünden türetilen Yezidilik, Şerafeddin Bitlisi’nin bildirdiğine göre; 1597’de Kürt aşiret ve bölgelerinin büyük çoğunluğunda etkilidir. Irak’ta, Laleş’te bulunan tapınak en önemli Yezidi mabedidir. Cebel Sancar’dan Duhok’a ve oradan da Laleş’e uzanan şeritte çok sayıda Yezidi yaşamaktadır. Irak’ta Yezidilerin Kürtlüklerini ön plana çıkaran ve onları Arap toplumundan iyice uzaklaştıran bir kampanya gündemdedir. 

7. Yahudiler: 

Kuzey Irak’ta 1742 ile 1831 yılları arasında ortaya çıkan veba salgınları Yahudi toplumunu neredeyse tümüyle ortadan kaldırdı. Dağlık alanda yaşayan Kürt Yahudiler zamanla bu boşluğu doldurdular. Bunun sonucu olarak da, “Iraklı” Yahudilere dönüştüler. Yani bir Yahudi Kürt, Arap veya Neo-Arami kökenden değil, Kürt kökenden gelir. Iraklı Yahudiler arasında tarihsel Kürt aşiret adları yaygındır. Adiabane (Erbil)’de bulunan krallık Kürt kabul edilmekte ve dininin Yahudi olduğu 


Yahudi Ansiklopedisi’nde de vurgulanmaktadır. M.Ö. 1. yüzyılda çok sayıda Kürt ve Adiabane yöneticilerinin Yahudiliği kabul ettikleri, yine Yahudi Ansiklopedisi’nde yer alan bilgiler arasındadır. Ayrıca 17. yüzyılın ikinci yarısında yaşayan Haham Samuel Barzani’nin Kuzey Irak’ta Kürtlerin yaşadığı bölgelerde okullar açtığı, kızı Haham Asenath Barzani’nin ilk kadın haham olarak atandığı belirtilmelidir. 

Yahudi Kürtler, Irak-Türkiye ve Suriye-Türkiye sınırına planlı bir biçimde iskân edilmektedir. Yaklaşık 100–150 bin nüfusu olan bu grup içinden seçilen kişiler, 1996’da ABD’nin Guam Adası’nda eğitime tabi tutulmuşlardır. Bölgede finansal altyapının oluşumunda, Batılı bazı şirketlerin acente faaliyetlerinde, Irak’ın imarı için açılan ihalelerde ve arazi satın almada Kürt Yahudiler son derece etkilidirler. İstisnasız tüm Kürt yazarlar, akademisyenler, bu konuda çalışan yabancı uzmanlar Kürt Yahudi gerçekliğini kabul ettikleri hâlde henüz Türkiye’nin önemli kültür ve araştırma kurumlarında anti-semitizm etkilerinin yarattığı çekingenlik 
ölçeğinde bu konuya girilmemektedir. 

Kerkük–Yumurtalık hattının yerine Kerkük–Hayfa petrol boru hattının onarılarak, Suriye veya Lübnan üzerinden sevkiyat projeleri bağlamında Kürtlerin, Hayfa Limanı ile denize açılması mümkün olacaktır. Irak’ın kuzeyinde yaşayan Yahudi Kürtlerden hareketle önemli bir stratejik mevziye sahip olan İsrail; ayrıca bölge su kaynaklarında söz sahibi olacak duruma gelebilecektir. İsrail’den Irak’a tersine bir göçle Yahudi Kürtler gelmektedir. İsrail’in tarihinde ilk kez Yahudi Kürtlerle dışarıya göç vermesi anlamlıdır. Yahudi Kürtlerin seçilmişlik kurguları na dayalı üstünlük iddiaları diğer inanışlara sahip Kürtlerin tepkisine neden  olacaktır. Irak topraklarında seçilmiş ırk teorilerine dayalı bir yapılanmaya yönelik tepkilerin önünü kesmek için Yarısanilik ve Yezdanilik gibi akımlar canlandırılmakta, yedeklenmektedir. Kültür ve din Irak’ta stratejik bir olgu niteliği kazanmaktadır. Kürtlerin bir bölümünün Yahudi soy kütüğüne kaydedilmesi konusundaki ısrar bu olguya en iyi kanıttır. İsrail’de kurulan İsrail-Kürt Dostluk Merkezi ile onun bünyesindeki Kürt Kültür Merkezi, Kudüs’teki İbrani Üniversitesi’nde açılan Kürt Kültür Merkezi oldukça dikkate değer çalışmalar yürütmektedirler. Bu kuruluşlar ile Amerikan ve Avrupa üniversite lerinde Kürt Yahudilerle ilgili araştırmalar şimdiden geniş bir kaynakça meydana getirmektedir. Ayrıca özel eğitimli bir bankerler grubu, Fırat’ın Irak güzergâhında ve Hayfa–Kerkük hattında, Kürt Yahudiler için toprak satın almaktadır. 

8. Hristiyanlar: 

Irak’ta Duhok, Erbil ve Musul yakınlarında küçük bir Nesturi Hristiyan topluluğu bulunmaktadır. Ayrıca az sayıda Keldani Hristiyan da Irak’ta varlığını sürdürmektedir. Kuzey Irak’ta misyonerlik çalışmaları 


yapmak üzere Avrupa ve özellikle de Amerika’daki aktif Hristiyan örgütler arasında yeniden bir ilgi doğmaya başlamıştır. Rönesans sonrası Avrupalıların İncil’i çevirdikleri ilk doğu dili Kürtçe olmuştur. 
1780’de ilk ayrıntılı Kürtçe gramer kitabı İtalyan Dominiken misyoner 
papaz Maurizio Garzoni tarafından hazırlanmıştır. Oldukça eski tarihe 
dayalı bu çalışmalar az sayıda da olsa bir Kürt Hristiyan topluluk ortaya 
çıkarmıştır. Günümüzde canlanan misyoner faaliyetlerinin Kuzey Irak’ta 
yaşayan Kürtler arasında özellikle de Erbil’de verimli bir zemin bulacağını, bizzat Kürt yazarlar yayınlarda dile getirmektedirler. 

9. Bahailer: 

Fars kökenli bir ailenin oğlu olan Mirza Hüseyin Ali’nin yani Baha’ullah’ın önderliğinde gelişen Bahailik, Irak merkezli bir akımdır. 
Baha’ullah bu yeni dini, 1863’te Süleymaniye bölgesinde ilan etti. 
Günümüzde Bahailerin en kutsal mekânları İsrail Hayfa ile Bahai’dedir. 
İngiltere tarafından desteklenen Bahai Kürtler, ilk Kürt yayınevi olan 
“Matbaa el Kurdi”yi 1920’de Kahire’de kurdular. İlk Kürt gazetesi 1898’de 
İstanbul’da kısa süre için çıktı ve daha sonra merkezini Kahire’deki bu 
Bahai yönetimindeki yayınevine taşıdı. Merkezi Londra’da bulunan Bahailer, Kuzey Irak’ta küçük bir topluluk olmakla birlikte dünya çapında 
örgütlüdürler. 

10. Irak’ta Etnik Karmaşa ve ABD’nin Konumu 

Irak’ın etnik bileşimi Türkmen, Kürt, Arap, Nesturi, Fars, 
Keldanilerden oluşur. 22,7 milyon civarındaki nüfusun %75’i Arap, %15’i 
Kürt, %10’u Türkmen ve çok azı da diğer unsurlar olarak belirtilebilir. Bu 
topluluklar içinde Türkmenler Irak’ın üçüncü asli unsurudur. Telafer, 
Musul, Erbil, Altunköprü, Tushurmatu, Kifri, Mendeli, Hanekin ve 
Bağdat’ın güneydoğusunda bulunan Bedre’ye kadar uzanan ve 
“Türkmeneli” olarak bilinen bölge petrol, su, tarım kaynakları açısından 
stratejik değer taşımaktadır. Türkmenlerin siyasal ve ekonomik 
bakımdan güç kazanması muhtemel su savaşlarında, bölgeye yönelik 
egemenlik projelerinde, Türkiye açısından hayati değer taşımaktadır. 
Irak’ta Türkmen–Kürt–Arap temelli bir çatışma zemini yaratılmaya 
çalışılmaktadır. Türkmenlerin mücadelesini böyle bir çerçevede 
değerlendirmek yanlıştır. Kerkük’ün statüsü de dâhil olmak üzere 
Türkmenlerle ilişkili tüm sorunlarda karar verecek konumda bulunan 
güçler ABD, İngiltere ve İsrail’dir. Türkmenlerin birleşik, bütünlüklü ve 
bağımsız bir Irak’ı savunması, yeni mandacılık programıyla çelişkili 
olduğu için kuşatılmaları, etkisiz kılınmaları söz konusudur. Ordu, 
bürokrasi, güvenlik kurumlarının yeni mandacılık temelinde örgütlenme 
sürecinde Kürtler ön plana çıkarılırken; Türkmenlerin dışlanmışlığı kalıcı 
hâle gelmektedir. Büyük Orta Doğu İnisiyatifi çerçevesinde tüm birlik 
temelli yaklaşımlar şimdilik kaydıyla benimsenmekte ancak Türkmenler, 
ABD ile Kürtler arasındaki “imtiyazlı ilişki”ye örtülü tehdit olarak 
algılanmaktadırlar. 

Irak’ın etnik bileşimi, Büyük Orta Doğu İnisiyatifi açısından 
bölgesel anlamı da olan stratejik bir değer taşımaktadır. “Batı”yı 
Amerikan liderliği altında Orta Doğu’da yeni bir misyon çerçevesinde 
bütünleştirmek, bölgenin petrol, doğal gaz, su, tarım kaynakları ile 
pazarlarını denetlemek amacıyla siyasi, ekonomik, kültürel, dinî 
alanlarda yeni yapılanmalar oluşturmak gündemdedir. Türkmenlerin 
Irak’ın birliğini ve bütünlüğünü kendi varlık temelleri sayan yaklaşımları, 
şimdilik Türkiye’nin direnciyle birlikte bu ülkede geçici bir statü tesis 
etmiştir. Irak’ta ABD’nin istediği gelişmelerin sağlanması, Büyük Orta 
Doğu İnisiyatifi çerçevesinde Türkiye’nin etnik öncelikli adımlar ile “Ilımlı 
İslam” projesi karşısındaki tutumuna bağlıdır. Türkiye, sahip olduğu 
etno-sosyal yapı kozu ile hem stratejik bir fay hattı üzerinde bulunmakta 
hem de büyük bir ulusal politik açılım imkânını elinde bulundurmaktadır. 
Dolayısıyla Irak’ın etnik-dinî çelişkileri olumsuz gelişmeleri 
tetikleyebileceği gibi uzun soluklu bir bölge stratejisinin temellerini de 
sağlamlaştırabilir. ABD’nin Irak’taki çatışma zemininden yararlanarak 
ideolojik, siyasi ve kültürel yayılmacılığını bir hayat alanı yaklaşımıyla 
gündeme getirmesi, Türk kültür havzasına olan ilgiyi artırmıştır. İslam 
coğrafyasında alternatif yapılar kurma bilinç ve deneyimine sahip 
Türklerin bu büyük kriz döneminde böyle bir hedeften uzak 
tutulamayacağı tespiti, Türkmenlerin durumunu daha önemli hâle 
getirmektedir. Türkiye Irak’ta ve bölgedeki konumu itibarıyla ABD, AB, 
Çin ve Rusya arasındaki güç mücadelelerinde söz hakkını arttırdığı 
ölçüde, Irak kaynaklı etno-sosyal sorunlarla kuşatılabilecektir. 


SURİYEDE DURUM


ABD’nin Irak’ı işgalini büyük resimdeki yeri ile değerlendirmek 
gerekiyor. Büyük Orta Doğu İnisiyatifi çerçevesinde ekonomik 
egemenlik, jeo-stratejik üstünlük, etnik-sosyal bileşimlerin yeniden 
yapılandırılması, ulus devletlerin Irak örneğindeki gibi tasfiyesi veya 
etkisiz kılınması gündemdedir. Ancak asıl önemlisi ABD’nin Irak’la 
başlayan organik hâkimiyet kurma girişimidir. Amerika dışsal değil de 
Irak’a ait bir yönetime dayanma anlamında örtülü–organik hâkimiyet 
peşindedir. ABD Irak’ta, egemenliğini; varlığını sürekli kılacak tarzda 
sosyal, siyasal, finansal, kültürel yapılanma ile yerleştirecek bir hazırlık 
içindedir. Askerî işgal bir süre sonra petrol kaynakları, finansal altyapı, 
eğitim sistemi, iletişim ağları, kültürel kurumlar üzerindeki organik 
hâkimiyete dönüşecektir. Bu hâkimiyetin ekonomik koşulları daha işgalin 
ilk günlerinde hazırlanmıştır. ABD işgal yönetiminin 12 sayılı emri, tüm 
gümrük tarifelerinin ve iç pazarı koruyan her türlü kısıtlamanın 
kaldırılmasını sağlamıştır. 39 sayılı emir, tüm kamu kuruluşlarının %100 
yabancı mülkiyetine yol açacak biçimde özelleştirilmesini, kârların 
vergiden muaf tutularak ülke dışına transferini, ilgili sözleşmelerin en az 
kırk yıllık olmasını güvence altına almıştır. 40 sayılı emir ile Irak’taki tüm 
devlet bankaları J.P. Morgan’ın denetimine geçmiştir. İthalattan, gelir ve 
kârlardan alınan vergiler ya sıfırlanmış ya da iyice aşağıya çekilerek 
devletin vergi toplama gücü büyük ölçüde tasfiye edilmiştir. Bu tür 
düzenlemeler meşru bir yönetim oluşmadan hızla uygulamaya 
konulurken, merkezî devleti ayakta tutan unsurlar, müdahale kapasitesi 
ve finansal kaynaklar bertaraf edilmiştir. Patlamalı etnik, dinî, sosyal 
yapısı ile birlikte devletin temellerinin çözülmesi, devlet başkanlığı 
makamının Kürt azınlığın temsilcilerine verilmesi ile yeni bir boyut 
kazanmıştır. Bu tablo rejim değişikliğini aşan topyekûn bir dönüşüme 
işaret etmektedir. 

Tarihin yaşadığımız dönemecinde Irak’ın kendi içinde bir son 
olmadığı görülüyor. ABD açısından Irak, kendi emperyal gücünün jeo-
politiğinin ve jeo-ekonomisinin gelişmesinde bir duraktır. Irak Savaşı’nın 
altında yatan stratejik mantık kaçınılmaz olarak Orta Doğu’da yeni savaş 
ve iç savaşlar tehdidini gündemde tutmaktadır. ABD, AB, Rusya, Çin, 
Hindistan ve Japonya arasında derinden gelişen çelişkiler zembereğinin 
boşalım alanı Orta Doğu olabilir. 

Washington’un Irak’ta kalıcı askerî üsler oluşturduğu ve bunlardan 
vazgeçmeyeceği açıktır. İşgalin sona ermesi ise organik hâkimiyetin 
iyice yerleşmesi ile mümkündür. Bunun yolu ise Irak’ın dinî, etnik, 
sosyal, siyasal bileşimine müdahaleden geçiyor. Bu tür müdahalelerin 
sonuçları ise binlerce yılda oluşan toplumsal dengelerin sarsılmasını 
getirecektir. Irak’ın etnik, dinî, sosyal yapısı Orta Doğu’nun minyatürü 
gibidir. Bu ülkedeki dinamikler başta Türkiye olmak üzere bölge ülkelerini 
sarsacak niteliktedir. ABD’nin Irak’tan kısa sürede ayrılmasının koşulları 
henüz olgunlaşmamıştır. Zira bu ülkenin sosyal, dinî, etnik, ekonomik 
çelişkilerinin yeni kompozisyonu, ABD’nin askerî varlığını meşrulaştıran 
sürekli bir kriz temelini beslemektedir. Kaynaklarına, geleceğine, siyasi 
ve ekonomik bağımsızlığına sahip, ulus-devlet eksenli bir Irak’ın 
yapılanmasına; demokrasiyi ülkenin finansal, kültürel, iktisadi kaynakları 
üzerinde yurttaşın söz hakkı olarak düzenleyen bir anayasal mimariye 
izin verilmeyeceği ortadadır. Herkesin dinî, mezhepsel, aşiretsel 
aidiyetleri ile tanımlandığı bir toplumun ise akıl dışı iç çatışmalarla 
parçalanması ihtimal dâhilindedir. Tüm bu gelişmelerin ABD’yi bölgede 
kalıcı bir unsur hâline getireceği ise günümüz şartları değişmediği 
takdirde kaçınılmazdır. Bu konuda tüm bölge açısından yegâne umut; 
büyük devlet tecrübesi, etno-sosyal imkânları, köklü kurumları ve 
alternatif kurtuluş çözümleri üretme yeteneğini kurduğu Cumhuriyetle 
göstermiş, tüm inanç sistemlerine beşeriyetin en önemli kazanımları 
ölçeğinde eşit mesafede durabilen Türkiye’nin, gelişmelere ağırlığını 
koymasıdır. 


HARP AKADEMİSİ DERGİSİ 2006

***

17 Ocak 2018 Çarşamba

IRAK’IN ENERJİ KAYNAKLARINI DİKKATE ALARAK, ABD’NİN IRAK’TAN ÇIKIP ÇIKMAYACAĞI

IRAK’IN ENERJİ KAYNAKLARINI DİKKATE ALARAK, ABD’NİN IRAK’TAN ÇIKIP ÇIKMAYACAĞININ, SENARYOLAR DÂHİLİNDE DEĞERLENDİRİLMESİ 

Yazan: Dr. Cenk PALA 

1. Biraz Tarih, Her Zaman Tarih 

Tarih, her zaman, almasını bilenler için büyük dersler içerir. Toplumlar, ancak ve ancak geçmişin izlerini sürerek bugünü anlayabilir ve bu sayede geleceği de tahayyül edebilirler. Yoksa tarihi değiştirmek şöyle dursun seyirci olarak kalacakları dahi şüphelidir! 

Petrol tarihi de böyledir. Konuyla doğrudan ilişkisi nedeniyle, Orta Doğu petrollerinin paylaşımı hakkında birkaç tarihsel tespit yaparak başlamak anlamlı olabilir. Bu bölümü, 1996 yılında yayınlanan “20. Yüzyılın Şeytan Üçgeni: ABD–Petrol–Dolar” isimli kitabımızın ilk bölümünün ilgili yerlerinden ve bu konuda yapılan çeşitli konuşmalarımdan ödünç aldığımı belirtmek isterim. 

a. Orta Doğu’ya Yönelişin Ana Nedenleri 

Ham petrole kaynağında sahip olmanın önemi, petrol şirketlerini Orta Doğu’da geniş ve keşfedilmemiş alanlar aramaya yöneltmiştir. 
1920’den önce Amerikan petrol şirketleri Orta Doğu petrol imtiyazları ile pek de ilgilenmemiştir. Gerçekten, ABD, özellikle I. Dünya Savaşı sonuna kadar öncelikle yurtiçi rezervlerin geliştirilmesine odaklanmıştır. Yine o dönemde ABD, Avrupa ülkelerinin ve Avrupa kökenli petrol şirketlerinin yürüttüğü, Doğu yarı küre petrol rezervlerini ele geçirmeye yönelik sömürgeci politikalar nedeniyle bu bölgede fazla etkin bir konuma sahip değildir. 

Ancak, bir yandan 1920 yılında ülkede yaşanan enerji krizi ile birlikte gelecekte petrolün biteceği korkusu yaygınlaşınca ve öte yandan da dış rezervlerde olası bir İngiliz–Hollanda tekeli gündeme gelince ABD, Amerikan petrol şirketleri vasıtasıyla ve tüm siyasi gücüyle Orta Doğu’ya yönelmiştir. 1920 yılında, ABD’nin batı kıyısını etkisi altına alan petrol kıtlığından söz edebiliriz. Genel olarak, bu kıtlığın şirketlerce suni olarak yaratıldığı görüşü hâkimdir. Krizin asıl önemi, Amerikan şirketlerini, Meksika ve Venezuela ile birlikte Orta Doğu’da da etkin olmaya zorlamasından kaynaklanmaktadır. Özellikle ABD batı kıyısı şirketlerinden SoCal, kontrolü altına alabileceği yeni kaynaklara sahip 
olmak amacıyla dünya çapında bir petrol araştırma faaliyetine girişmiş; 

SoCal’ın öncülüğünde diğer Amerikan şirketleri de ilgi alanlarını Orta Doğu’ya çevirmekte gecikmemişlerdir. 

Orta Doğu’nun petrol endüstrisine tam anlamıyla dâhil oluşu, Amerikan şirketlerinin bu bölgede faaliyetlerini giderek yoğunlaştırması ile başlamıştır. Amerikan şirketlerinin bölgeye girişi, ilk etapta rekabetin artmasına yol açmışsa da; daha sonraki aşamalarda bizzat hükümetlerin devreye girmesiyle Orta Doğu, tümüyle Yedi Kız Kardeşler (7 büyük Petrol Şirketi) arasında paylaşılmıştır. 


Kaynak:www.globalsecurıty.net 

Endüstrinin Orta Doğu'ya kaymasının en önemli nedeni, varil başına üretim maliyetinin diğer alanlara oranla çok düşük düzeyde kalmasıdır. Örneğin, 1946-51 yılları arasında varil başına ortalama üretim maliyeti Venezuela'da 0.50 dolar, Uzakdoğu'da 0.77 dolar ve ABD'de 1.01 dolar düzeyindeyken; Orta Doğu'da 0.23 dolar civarındaydı. Orta Doğu'nun bir diğer avantajı da kuyu başına günlük üretim miktarında göze çarpmaktadır. Örneğin 1949'un sonunda kuyu başına günlük üretim, üretken 10 kuyusu olan Irak'ta 11.200 varil, 73 kuyuya 
sahip Iran'da 8.192 varil, 76 kuyusu bulunan Suudi Arabistan'da 6.084 varil ve 61 kuyuya sahip Kuveyt'te 4.447 varildir. Dünya çapında kuyu başına ortalama günlük üretim, aynı yıl, sadece 21 varil düzeyindeyken, bu ölçüm ABD için 11 varil, Venezuela içinse 201 varil düzeyindedir. 

Sonuç olarak, Orta Doğu, gerek düşük üretim maliyetleri gerekse kuyu başına üretim ve rezerv miktarlarıyla petrol şirketleri açısından en cazip bölge hâline gelmekte gecikmedi. Üstelik Orta Doğu, sadece diğer üretim sahaları karşısında değil, ucuz petrolü sayesinde o dönem için herhangi bir enerji kaynağı ile karşılaştırıldığında da önemli bir maliyet avantajına sahiptir. Orta Doğu petrolünden sağlanan ekonomik rantın yüksek kâr marjını da beraberinde getirmesi, petrol şirketlerinin hummalı bir şekilde bu bölgeye hücum etmelerine neden olmuştur. 

Esasen, 1950 yılına kadar petrol endüstrisinin temel çalışma kuralı, topraklarında petrol bulunan az gelişmiş ülkelerle çok uluslu petrol 
şirketleri arasında yapılan ayrıcalık (concession) anlaşmaları ile sağlanan imtiyazlar olmuştur. Yoğun bir şekilde 1901 ile 1935 yılları arasında değişik tarihlerde verilen ve 1960'lara kadar uzanan imtiyazların bazı ortak noktaları vardır: 

. İmtiyazlar 60-75 yıl veya daha uzun süreler (99 yıl gibi) için verilmekteydi. 
. Petrol şirketlerini üretici ülke hükümetlerine petrolün varili başına 0.20-0.25 dolar düzeyinde royalty (şerefiye) adı altında sabit bir ücret ödemek durumunda bırakıyordu. 
. İmtiyazlar üzerindeki özel ve siyasal kısıtlamalar önemsiz düzeydeydi. 

Ayrıcalık sistemi nedeniyle üretici ülke hükümetlerinin, petrolün işletilmesi ve endüstrinin yönetimi konularında hiçbir söz hakları bulunmuyordu. Çünkü petrol şirketleri, ödedikleri royalty karşılığındagümrük vergisi de dâhil olmak üzere tüm vergilerden muaf tutulmuşlardı. 

Ayrıcalık sistemi ile daha başlangıçta eli kolu bağlanan üretici ülke hükümetleri karşısında giderek güçlenen petrol şirketleri, bu sayede üretim ve fiyat politikasına karar verme konularında tam ve etkin bir kontrol elde etmişlerdir. Petrol üreten devlet ile şirket arasında yapılan ayrıcalık anlaşmasıyla imtiyaz sahibi şirkete; petrolü araştırma, eğer keşfedilirse, geliştirme ve pazarlama hakkı da verilmiştir. 

b. Orta Doğu’da Ayrıcalık Mücadelesi ve Kartelin Orta Doğu’ya Girişi: İran ve Irak Petrollerinin Ele Geçiriliş Süreci 

Her şey, 1890’ların başında, Fransız Hükümeti’nce Jacques de Morgan başkanlığında görevlendirilen bilimsel bir ekibin, petrol araştırmalarını içeren 
çok olumlu bir raporla İran’dan dönmeleri ile başlamıştır. Ekip, Şubat 1892’de, bu araştırmanın ayrıntılı sonuçlarını Annales des Mines’de (Maden Yıllığı) 
yayınlamıştır. Bu detaylı araştırmadaki kanıtlara rağmen İran bölgesi, 1900’den önce potansiyel yatırımcıların ilgisini çekmeyi başaramamıştır. 

Orta Doğu’daki ilk ayrıcalık, 28 Mayıs 1901’de, İran Şahı tarafından, İngiliz vatandaşı (aslında Kanadalı bir Fransız asili) William Knox D’Arcy’e tanınmıştır. Bu ayrıcalık, D’Arcy’e 60 yıl süreyle bugünkü İran’ın 5/6’sını kapsayan bir bölgede “doğal kaynakların aranması, çıkarılması, işletilmesi, üretilmesi, ticarete elverişli duruma getirilmesi, başka yerlere taşınması” hakkını vermiştir. 

Ayrıcalık, 15 Nisan 1909’da 2 milyon pound sermaye ile kurulan Anglo-Persian Oil Company’nin (APOC, sırasıyla AIOC ve BP adını alacaktır!) eline geçmiştir. Aslında, şirket sermayesinin önemli bir bölümü yine İngiliz destekli Burmah Oil’in elindeydi. 1903 yılında kullandığı yakıtı kömürden petrole çeviren İngiliz Donanması’nın, sürekli artan gereksinimini karşılamak amacıyla güvenilir petrol kaynakları arayan Winston Churchill, 1914’de, İngiliz Hükümeti’ni APOC’a 2 milyon pound daha yatırmaya ikna etmiştir. Böylece, şirketin % 51 hissesi İngiliz Hükümeti’ne ait olmuş ve 1954 yılına kadar da İngiliz şirketi olarak kalmıştır. 

Aynı dönemde İngiltere, Almanya ve Hollanda, Osmanlı İmparatorluğu’nun bir parçası olan Mezopotamya’daki (bugünkü Irak) ayrıcalıklar için kıyasıya rekabet hâlindelerdi. Sonuçta, bu üç Avrupa ülkesi uzlaşmış ve Ermeni C.S. Gülbenkyan aracılığıyla Türk Hükümeti’ni de etkileri altına alarak, Ekim 1912’de kurdukları Turkish Petroleum Company (TPC) yoluyla Mezopotamya imtiyazını elde 
etmişlerdir. TPC hisse dağılımı şöyledir: National Bank of Turkey (İngiliz) % 50, Deutsche Bank of Germany (Alman) % 25 ve Anglo-Saxon Petroleum Company (Royal Dutch / Shell’in bir kolu) % 25. Türk Hükümeti ile taraf ülkeler arasında arabuluculuk yapan Ermeni C.S. Gülbenkyan’a, yakın dostluk kurduğu Osmanlı Padişahı nezdindeki başarılı çalışmaları (!) nedeniyle İngiliz payından % 5 oranında hisse verilmiştir. İşte Gülbenkyan’ın, Bay Yüzde Beş (Mr. Five Percent) adıyla petrol tarihine kazınmasının kökeni, ne yazık ki adından başka hiçbir 
şeyi Türk olmayan ve Türk kalamayan TPC’nin kuruluşunda yatmaktadır. 

TPC’nin kuruluşunu izleyen dönemde, donanmasının ana yakıtını kömürden petrole çeviren İngiltere, bu yeni stratejik çıkarlarına uygun olarak İran ayrıcalığını elinde tutan D’Arcy grubu ve APOC’un da TPC’ye alınması için büyük bir siyasi baskı yapmış; sonuçta İngiltere nüfuzu ve baskısına daha fazla dayanamayan TPC üyeleri bu yeni grupların da şirket ortakları arasına katılmasını onaylamıştır: 19 Mart 1914’de 

Londra’da, Osmanlı Başveziri’nin de imzaladığı ünlü “Foreign Office” (Dışişleri Bakanlığı) Antlaşmasıyla, APOC için çalışan D’Arcy grubuna TPC’den % 50 oranında hisse verilmiştir. Böylece, uzun süredir peşinden koştuğu emperyalist hayalleri artık gerçekleşen İngiltere, İran’ın ardından Irak’ta da söz sahibi olmuştur. 

1’inci Dünya Savaşı, petrol imtiyaz mücadelesini belirli bir ölçüde kesintiye uğratmıştır. Ancak, savaş sonrasında petrol talebinin hızla artması ile tüm dikkatler, hükümetleri tarafından desteklenen büyük şirketler aracılığıyla yeniden Orta Doğu’ya çevrilmiştir. Dahası, Osmanlı’nın yenilen safta yer alması, Mezopotamya bölgesini eskisinden çok daha kırılgan dolayısıyla çok daha çekici hâle getirmiştir. Bu arada, 25 Nisan 1920 tarihinde imzalanan “San Remo Antlaşması” ile Fransızlar, bir anlamda savaş ganimeti olarak, Almanların TPC’deki % 25’lik payının yeni sahibi olmuşlardır. 

İngiltere ve ABD’nin ayak oyunları sayesinde San Remo Antlaşması hiçbir zaman yürürlüğe girememiştir. Bazı tarihçiler; antlaşmanın gerçekleşmesi durumunda gerek Amerikan gerekse diğer petrol şirketlerinin tüm Orta Doğu’nun dışında bırakılacağını, bölgenin de sadece İngiltere ve Fransa kontrolüne girebileceğini öne sürmektedirler. Böylece, Orta Doğu petrolleri adeta ellerinin arasından kayıp giden Fransızlar, İngiltere ve ABD ortaklığından yediği bu 80 yıllık tarihî kazığı hiçbir zaman unutmayacaktır. 

İşte Fransızların, 20. yüzyılın devamında İngiliz ve Amerikalılara duydukları, bilinç altlarına işleyen toplumsal nefretin aşikâr nedenlerinden biri budur. Bir adım daha öteye gidersek, Fransa’nın bir ayak oyunuyla ucuz Orta Doğu petrolünden mahrum bırakılması, ironik bir şekilde, nükleer enerji programında sergilenen dünya çapındaki başarının ana ateşleyicisi ve itici gücü olmuştur. 


c. ABD’nin Orta Doğu’ya Girişi ve Kırmızı Hat (Red Line) Antlaşması 

ABD, özellikle 1920’den itibaren hızla Orta Doğu’ya yönelmiştir. Değindiğimiz bazı nedenlerle petrol arayışının yeni rotası bu şekilde belirlenince, ABD Hükümeti, Orta Doğu’nun İngiliz mandası altındaki bölgelerine Amerikan şirketlerinin de girişine izin verilmesi hususunda İngiliz Hükümeti’ne yoğun baskı yapmaya başlamıştır. ABD, bölgede hiçbir tekele izin vermeyen ve ayrıca hiçbir İngiliz şirketinin de kesinlikle bölge dışında kalmasına yol açmayacak bir tür Açık Kapı Politikası (Open Door Policy) izlenmesi için ısrar etmiştir. 

Amerikan sermayesi ile petrolcülerine eşit şans verilmesi prensibine dayanan Açık Kapı Politikası’nın başlatıldığı 1922 ile 1928 yılları arasında geçen oldukça karmaşık ve kritik bir dönemin ardından, İngiliz Hükümeti, Orta Doğu’da Büyükler’in ilk ortak teşebbüsü (joint venture) konumundaki TPC’den iki Amerikan şirketinin; bugünkü adlarıyla Exxon ve Mobil’in de pay almasını onaylamıştır. TPC’deki yeni hisse dağılımı şu şekilde gerçekleşiyordu: Royal Dutch/Shell % 23.75, APOC (BP) % 23.75, CFP % 23.75, Near East Development Company (Exxon ve Mobil’in ortaklığı) % 23.75 ve C.S. Gülbenkyan % 5. İşte bu tarihten itibaren, Amerikan petrol şirketleri de, bir daha çıkmamak üzere Orta Doğu petrol alanlarına giriyor ve bu Anglo-American harami kapısı başkaları içeriye dalmasın diye hemen kapatılıyordu. 

1920’lerin sonlarında dünya petrol piyasasında bir bolluk meydana gelmiştir. Muhtemel bir ucuz ham petrol fazlasının TPC üyelerini tehdit edebilecek boyutlara ulaşmasını önlemek amacıyla, 31 Temmuz 1928 tarihinde, tüm ortaklar tarafından Kırmızı Hat (Red Line) Antlaşması imzalanmıştır. Antlaşma uyarınca, hiçbir şirket, diğer ortakların izni veya katkısı olmaksızın eski Osmanlı İmparatorluğu topraklarında keşfedilecek petrol yataklarını işletemeyecekti. 

Antlaşmanın Kırmızı Hat adını almasının kökeni; 19 Mart 1914 tarihli “Foreign Office” (Dışişleri Bakanlığı) Antlaşması sırasında hiç kimsenin sınırlar hakkında bilgi sahibi olmaması nedeniyle, İstanbul Kapalı Çarşı’da pazarlık usullerini öğrenmiş olan Bay Yüzde Beş Gülbenkyan’ın eline aldığı bir kırmızı kalemle belirlediği çok geniş bir petrol coğrafyasının (kuzeyde İstanbul’dan güneyde Aden körfezine kadar uzanan, yani Arap Yarımadasının neredeyse tamamını kapsayan bir alan), Osmanlı İmparatorluğu toprakları olarak kabul edilmesi ve bu sınırların TPC ortaklarınca da benimsenmesidir. 



Kaynak:www.globalsecurıty.net 

Kırmızı Hat ile TPC ortakları arasında, eski Osmanlı İmparatorluğu toprakları içine giren bugünkü Türkiye, Suriye, Irak, Suudi Arabistan, Bahreyn, Katar ve Basra Körfezi boyunca sıralanmış emirlikleri kapsayan, ancak Kuveyt, İsrail, Ürdün ve imtiyazı BP’nin elinde bulunan İran’ı dâhil etmeyen bir alanda, özetle imtiyaz elde etme, ham petrol üretimi, satın alımı ve işlenmesi konularındaki mevcut rekabet ortadan kalkmış oluyordu. Kırmızı Hat, TPC üyelerine Orta Doğu genelinde büyük ve önemli bir üretim ve imtiyaz tekeli sağlamıştır. 

Kırmızı Hat, 17 Eylül 1928’de imzalanan Achnacarry Antlaşması ile birlikte, 7KK’lerin dünya petrol endüstrisindeki hâkimiyetini perçinlemiştir. 

1914 “Foreign Office” Antlaşması, sonradan Büyük Oyun’u tezgahlayanlar arasında pay edilmek üzere Osmanlı hâkimiyetindeki petrol alanlarının belirlendiği, gerek yakın tarihimiz gerekse petrol tarihi açısından çok önemli bir antlaşmadır. 1914’de, ne acıdır ki Osmanlı Padişahı’nın lütfundan ziyadesiyle yararlanmış bir ailenin mensubu olan Calouste Gülbenkyan’ın kırmızı kalemiyle çizilen Osmanlı sınırları, ABD’nin Orta Doğu petrol alanlarına girişi esnasında da kullanıldı. Gülbenkyan’ın o sihirli kırmızı kalemi, Orta Doğu’nun ve petrolün 
Osmanlı’dan koparılmasına, Osmanlı İmparatorluğu’nun da petrol rezervlerine göre emperyalist güçler arasında paylaşılmasına yol açtı. Ulu önderimiz Atatürk’ün büyük bir ileri görüşlülükle Musul’u Misak-ı Millî sınırları içine dâhil etmesi, Atamızın petrol oyununun Osmanlı’yı yok etmek ve yeni Türkiye’nin de bunun dışında bırakılacağını hissetmek bakımından sergilediği stratejik zekayı bir kez daha kanıtlıyor. 

İşte günümüzdeki mücadele, Afganistan ve Irak’la başlayan; Suriye, İran, Suudi Arabistan ve sıraya giren diğerleri ile devam edeceği anlaşılan yeni haritaların çizilmesi (“Büyük Orta Doğu”) operasyonunda ya da bana göre “Orta Doğulu Frankensteinlar”ın birer birer yok edilmesi planında, Gülbenkyan’dan miras kalan o meşhur “kırmızı kalem”in bu kez kimin eline geçtiğini kanıtlayan, çok acımasız ve fiziki olduğu kadar psikolojik bir savaştır aslında... 

Bu nedenle, Türkiye’de petrol olup olmadığının tartışıldığı her ortamda; ayağımızın altındaki halının her an çekilme riski taşıdığı, haritaların sürekli değiştiği bu ateş ve kan ya da petrol coğrafyasında konuşlanmış bir ülke olarak, bundan yüzyıl önce sınırlarımızın petrole göre çizildiğini her zaman hatırlamak zorundayız. Belki, bir yüzyıl önce gözden kaçmış ya da kaçırılmış bazı büyük petrol sahalarımız vardır; o zaman da üzerimizde oynanan oyunların farkında olarak hareket etmemiz gerekiyor demektir. Petrol tarihinde çok meşhur bir söz vardır: “Petrol işleri yağlıdır ya elinize bulaşır ya ayağınızı kaydırır”. Ne yazık ki, dünya ekonomisinin petrol harcıyla dönüştüğü koskoca bir 20. yüzyılı 
petrolü ve stratejisini anlayamadan geçiren yani treni kaçıran bir ülke olarak, 21. yüzyılda hem petrolü hem de stratejisini öğrenmekle mükellefiz; “elimize bulaştırarak, ama ayağımızı kaydırtmayarak”... 


2. ABD Yeniden Mezopotamya’da: Irak İçin Bir Senaryo Denemesi: 

ABD, Irak enerji kaynakları ve boru hattı taşıma güzergâhları üzerinde mutlak kontrol sağlamak, petrol ithalatına bağımlılıktan kaynaklanan mali yükü ve arz kesinti riskini azaltmak, petrol fiyatlarını kontrol etmek, Çin, Hindistan ve Güneydoğu Asya pazarlarına satılan petrol üzerinde söz sahibi olmak şeklinde özetlenebilecek amaçlarla, en az Büyük Orta Doğu Projesi’nin (BOP) kapsadığı dönem olan 50 yıl boyunca Irak’tan çıkmayacaktır. 

ABD, dünya ülkelerinden gelen baskıyı azaltmak için Irak’ta ABD–İsrail–Kürt iş birliği ile demokrasi oturtuluncaya dek (en az 5 yıl) NATO ve daha çok da BM çatısı altında bu amacı gerçekleştirmeye çalışacak, Irak enerji pastasından pay almak isteyen ülkelere (başta BM Güvenlik Konseyi’nde veto hakkına sahip üyelere) çeşitli imtiyazlar sağlayarak ve Wolfowitz’in başkanlığındaki Dünya Bankası aracılığıyla sosyo-ekonomik kalkınma içerikli programlar ekleyerek BOP’u özellikle BM projesi hâline getirmek isteyecek, askerî üsler ve petrol alanlarının güvenliğinin sağlanması kapsamında da her zaman belirli sayıda askerî gücü Irak’ta tutarak bölgedeki fiziki varlığını hissettirecektir. 

P. Wolfowitz tarafından 2004 yılında yapılan bir açıklama sadece ABD’nin Irak’ta kalmaya niyetli olduğunu ortaya koymakla kalmıyor, nasıl bir yaklaşıma sahip olunduğunu da gösteriyor: “Irak’ta asker sayımız azalacağına asker kaybımız azalsın.” 

11 Eylül olayı ABD’yi politik ve ekonomik yönden ciddi biçimde etkilemiştir. Tüm dünya üniformalı ordularını yenecek güçte Soğuk Savaş’ın galibi gözüken bir “süper devlet”, bir avuç eylemcinin ABD ve dünya finans merkezine yaptığı bir saldırı ile büyük bir güven kaybına uğramıştır. 

İkinci Dünya Savaşı sonrasında kurulan dünya ekonomik sisteminin tek ve anahtar rezerv parası Amerikan doları bu darbeden sonra hızlı bir değer kaybı sürecine girmiştir. 

Uluslararası para sistemi dinamikleri içinde gerek bütçe gerekse dış ticaret açığını hiçbir kuruluşun denetimine girmeksizin dünya ülkelerine finanse ettirebilen ABD, sadece güven üzerine tesis edilmiş olan doların değer kaybına, yabancı sermayenin ülkesinden çıkması ve dünya devletlerinin döviz rezervlerinin euro’ya dönüşmesi nedeniyle engel olamamaya başlamıştır. 

ABD doları, dünya ülkelerinin anahtar rezerv parası olması dışında, dünya petrol ticaretinin de yapıldığı tek dövizdir. Bu güvensizlik ortamı, ABD’yi güveni tekrar tesis edecek, planlı veya plansız tedbirler almaya itmiştir. ABD dolar endeksinin aşağıdaki aylık ve haftalık grafiklerinden görüldüğü üzere doların değeri henüz dengelenebilmiş değildir. 





Ayrıca, ABD doları karşılığında satılan petrolün uluslararası fiyatları da uzun süre 15$ - 25$ arasında seyrettikten sonra hızlı bir artış trendine girmiştir. 



Bu süreçte önemli bir değişiklik olarak petrol yerini doğal gaza bırakmaya ve daha çok araçlarda yakıt olarak tüketilmeye başlamıştır. 

Dünya genelinde ve ülkeler bazında ulaştırma sektörünün genel enerji tüketimindeki payı % 17-% 20’ler düzeyindedir. Ulaştırma sektöründe ise 
metanol, etanol, yakıt pilleri, hatta elektrikli çözümlere henüz uzak olunması nedeniyle % 95’leri geçen pay ile petrol hâlâ krallığını sürdürmektedir. Bu durum özellikle motorlu araçlara çok düşkün olan ABD açısından ciddi bir sorun teşkil etmektedir. Petrol fiyatlarında meydana gelen şok artışların ABD ekonomisine etkisi, bireysel harcamaları azaltıcı yönde olmakta, yani bir vergi etkisi yaratmaktadır. Ortalama bir Amerikan ailesi yakıt harcamalarını kısmadığı takdirde, diğer ihtiyaçları için daha az harcama yapmak zorunda kalmaktadır. Bu ise ABD gibi tüketim ekonomilerinin mabedi olan bir ülkede büyük iktisadi sorunlara yol açmaktadır. Sonuçta, ABD ekonomisi tekrar eski düzenine kavuşana kadar dünya ve bölgemiz düzeninde değişiklikler olmaya devam edecek; ABD yeni dünya düzenini tanımlayana kadar da bu topraklardan çıkmayacaktır. 

3. Senaryoyu Gerçekçi Kılan Ana Parametreler 

a. Bugün global enerji tüketimindeki payı %39 civarında olan petrolün bu egemenliği gözle görülür bir geleceğe kadar devam edecektir. 

2030’da dünya enerjisinin % 38’ini yine petrol sağlayacaktır. Bu süreçte payı ve önemi artacak bir diğer kaynak da doğal gaz olacaktır. 

b. Uluslararası Enerji Ajansı (IEA)’nın tahminlerine göre petrol talebi önümüzdeki 30 sene boyunca dünya genelinde artmaya devam edecek; bugün 82 milyon varil/gün civarında seyreden global petrol talebi, 2030’da 120 milyon varil/günü geçecektir. İthalata bağımlılığı en fazla artacak ülkelerin başta Çin olmak üzere Asya ülkeleri, ardından Avrupa ülkeleri olması öngörülüyor. Bu nedenle özellikle Orta Doğu, Hazar Bölgesi ve Kafkaslar'ın geniş rezervlerini elinde tutacak gücün (veya güçlerin) Çin ve Avrupa'yı kendi iktisadi sistemine iyice bağımlı kılacağı tartışılıyor. 

c. Günümüzde bakımsızlık, yatırım ihtiyacı ve siyasi istikrarsızlık nedeniyle kapasitesinin altında üretim yapan Irak, 115 milyar varil ispatlanmış ve 214 milyar varil tahminî rezerv ile aslında, OPEC’in fiyatların seyrini tek başına etkileyebilecek üretim gücüne sahip üyesi Suudi Arabistan'ı (270 milyar varil rezerv) petrol üretiminde geçebilecek tek ülke durumundadır. 

ç. Irak petrolü, dünyanın en ucuza mal edilen petrolüdür. Bu çok önemli bir faktördür. Çünkü, dünya genelinde Batı kontrolünde ucuza çıkarılabilecek tüm petrol üretilmiş durumdadır. Örneğin, hâlihazırda ciddi maliyet riski taşıyan Rus petrol üretiminin artırılabilmesi doğrudan yüksek petrol fiyatlarına bağlı kalmaktadır. Irak sahalarında varil başına 1 dolar seviyelerinde gezinen üretim maliyeti, ABD tarafından petrol fiyatlarını dengelemek üzere stratejik bir ortak olarak seçilen Rusya’daki sahalarda 5-10 Dolar civarına ulaşmaktadır. ABD 
ekonomisinde mutlu günlere dönüşün garantisi ucuz Irak petrolü olacaktır. 

d. Bugüne kadar Irak petrol potansiyelinin sadece % 10’u keşfedilmiş olup, ülkedeki potansiyel petrol alanlarının % 90’ı henüz üretime açılmış değildir. 

e. Çok konuşulan Kerkük bölgesi rezerv miktarı 8,7 milyar varil düzeyinde olup, bu rakam Irak toplam rezervlerinin sadece % 7.5’ine denk gelmektedir. 
Oysa Irak rezervlerinin % 80’inden fazlası ülkenin güneyinde yer almaktadır. ABD, Kerkük ile dünyayı meşgul ederken güneydeki sahaları kendi uzun 
vadeli enerji arz güvenliği ve stratejik açılım amaçlarına hizmet edecek şekilde kullanmanın yollarını aramaktadır. 

Bu uzun vadeli saha geliştirme operasyonu ABD’nin Irak’ta kalıcı olacağını kanıtlamaktadır. 

f. Giderek enerjide dışa bağımlılığı artan, petrol ihtiyacının üçte ikisini ithalat yoluyla karşılayan ABD, bölge petrol kaynaklarının üretim 
ve taşıma imkânları üzerinde mutlak anlamda kontrol sağlamak istemektedir. 

g. Gerçekten, ülke resmî enerji organlarının öngörülerine göre 2025 yılına kadar ABD’nin doğal gaz tüketimi ikiye katlanırken, LNG (sıvılaştırılmış doğal gaz) 
ithalatı 10 katına çıkacak, petrol ihtiyacı % 33 ve elektrik talebi ise % 45 oranında artacaktır. 

h. Enerji tüketimini giderek artan oranlarda doğal gaz ile karşılayan ABD, gelecekteki enerji ham maddesi tedarik kaynağını LNG’ye kaydırmıştır. ABD, 2020 yılında 100 milyar metreküp LNG ithal edecektir. LNG için en ciddi kaynak Orta Doğu ülkeleridir. Burada, Katar’ın şansı yüksek gözükmekte, İran LNG’sinin Asya ülkelerine yönlendirileceği anlaşılmaktadır. ABD piyasası Rusların da ağzını 
sulandırmakta, bu amaçla Kuzey’de Yamal ve Stockhman sahalarında LNG ihraç projeleri geliştirilmektedir. Esasen, Irak gazının Türkiye’de Ceyhan’da inşa edilecek bir terminal aracılığıyla ABD’ye taşınmasına yönelik girişimlerimiz sonuç verirse ABD piyasası için Irak önemli bir avantaj yakalayacaktır. Irak’ın 3 trilyon metreküp olduğu tahmin edilen doğal gaz potansiyeli de ABD’nin askerî varlığını devam ettirmesi bakımından önemli bir itici güç olarak karşımıza çıkmaktadır. 

ı. Bu anlamda, Saddam'ın Kuveyt'i işgal edip bu ülkenin petrol zenginliğini kontrol etmek istemesi ile, bugün ABD'nin Irak'ı işgal edip özellikle Kerkük'ü hedef alan oyunlar içine girmesi arasında, temelde hiçbir fark olmadığı görülmektedir. ABD, kısa ve orta vadede en azından Kerkük petrollerinin kontrolünü ele geçirerek, ulusal enerji sorununu çözecek, Amerikan ekonomisini rahatlatacak ve petrol fiyatlarının maniple edilmesinde Suudiler gibi dolaylı bir araç yerine direkt bir araca kavuşacaktır. Ayrıca yönetimin yeni dış politika açılımları yapmasına, Irak'ın kuzeyindeki Kürt siyasal oluşumunun finanse edilerek ayakta tutulmasına, OPEC’in gücünün azaltılmasına, Orta Doğu’daki en büyük müttefiki İsrail'in Rusya’ya bağımlı petrol ithalatının Musul–Hayfa boru hattı seçeneği ile çözümlenmesine de hizmet edecektir. 

i. OPEC ülkelerinin petrolü euro üzerinden satma tehdidini sürekli ensesinde hisseden ABD, Irak rezervlerini, Körfez Krizi’nden sonra daha net şekilde uydu ülke konumuna geçen Kuveyt rezervleri ile birlikte değerlendirmek isteyecek; bu sayede dünya petrol rezervlerinin yaklaşık % 20’sini kontrol ederek, ki Suudi rezervlerine eşit bir miktardır, OPEC’in Arap üyeleri üzerinde baskı kuracak ve ödemelerin ABD doları üzerinden yapılmasını garanti altına almaya çalışacaktır. Suudi Prensi ile Bush’un birlikte el ele çekilen fotoğrafı, hem Suudilerin füzelerden kurtulma yolunda olduğunun hem de Suudilerin desteğiyle petrol–dolar bağlantısının eski günlerdeki gibi kurulacağının işareti gibidir. Belki de 
Usame Bin Ladin teslim edilmek üzeredir, hatta çoktan adreseulaştırılmıştır. 

j. Irak’a yerleşmiş ve Kuveyt sahalarına da göz dikmiş bulunan ABD, bu sayede Suudiler tarafından yıllardır petrol şirketlerine açılmayan büyük petrol sahalarının üretime alınmasını kolaylaştıracak yasal değişiklikler yapılmasını da zorlayacaktır. Esasen BOP, OPEC’in sonunu getirecek etkiler yaratabilecektir. 

k. Musul–Hayfa boru hattı canlandırılmak ve İsrail oyuna aktif şekilde dâhil edilmek istenmektedir. Bu hattın gerek mevcut Irak-Türkiye veya Kerkük-Ceyhan (ITP) boru hattı nedeniyle Türkiye ile ilişkileri zedeleme ihtimali, gerekse İsrail ile ülkemizi karşı karşıya getirme potansiyeli vardır. Yine bu hat sayesinde Basra Körfezi–Süveyş Kanalı egemenliğine de son verilecek, Orta Doğu petrolü İsrail kontrolünde Akdeniz’e açılacaktır. 

l. Türkiye, I. Körfez Krizi’nden bu yana ITP hattının düzgün işletilememesinden dolayı büyük zarara uğramıştır. Son savaş ve devamında hattımız neredeyse günlük ve rutine bağlanmış izlenimi veren sabotajlara maruz kalmıştır. Üstelik hattın güvenliği konusunda yapılan iş birliği tekliflerimiz sürekli cevapsız bırakılmıştır. Son dönemde gerçekleştirilen saldırı ve sabotajlar tamiri oldukça güç noktalara gerçekleştirilmekte, Irak petrolünün ITP hattından ihracatı mümkün olamamaktadır. Kerkük bölgesi petrollerinin kontrolünü ABD yardımıyla ele geçireceği anlaşılan Kürtler kullanılarak Musul-Hayfa hattının gündemde tutulacağı, hatta bir adım daha ileri gidersek; Türkiye–ABD 
ilişkilerinin önümüzdeki 2 yıl içinde düzeltilememesi durumunda en önemli şantaj malzemesi hâline geleceği düşünülmektedir. Türkiye tarafından istekleri yerine getirilmeyen ABD, ITP hattının kuşkusuz kısa vadede (ITP anlaşmasının sona ereceği 2007 Temmuz’una kadar) Irak petrolü taşımaması için elinden gelen her şeyi yapacak ve Musul-Hayfa seçeneğini isteklerin karşılanma düzeyine göre bir ısıtıp bir soğutacaktır. Ancak, her durumda Irak’ta kalıcı olacağı anlaşılan ABD, en büyük müttefiki İsrail’i bölgedeki denge oyununda bir adım öne geçirecek olan bu hattı, bizzat BOP’u tasarlayan Yahudi kökenli danışmanlar ekibinin baskısıyla orta vadede devreye alacaktır. 

m. Irak’ta güvenliğin tesisinden sonra karşımıza çıkacak en önemli gelişme, Saddam döneminde, muhtemelen ABD’ye karşı BM kanalıyla güvenlik şemsiyesi oluşturmak maksadıyla BM Güvenlik Konseyi üyesi ülkelere ait firmalara verilen üretim paylaşım kontratlarının gündeme gelmesi olacaktır. Bilindiği gibi, bu kontratlar başta Rusya, Fransa, Çin gibi ülkelere verilmiştir. Yine bu döneme ait dış borçların büyük bir kısmı ABD tarafından “odious debt” yani illegal bir devletin borcu şeklinde gösterilerek sildirilmiştir. Bu konuda en ağır fatura 9-12 
milyar $ alacağı bulunan Rusya’ya çıkartılmış bulunuyor. Esasen, eski döneme ait üretim-paylaşım kontratlarının da aynı mantıkla geçersiz sayılması gerekir. Zamanı geldiğinde bu esasa dayalı ama o zamanki menfaatlere göre çok ilginç bir paylaşım yarışı söz konusu olacaktır. Her ne kadar, eski devirlerdeki imtiyaz anlaşmaları yerini gelirin büyük bir kısmının devlete bırakıldığı üretim-paylaşım anlaşmalarına bırakmışsa da, hatırı sayılır bir gelirin paylaşımı meselesi ciddi bir kapışmaya gebedir. Böylesine bir ortamdan pay almak için Türkiye’nin de bugünden gerekli hazırlıkları yapması göz ardı edilemeyecek stratejik bir konudur. 

Kuşkusuz, tüm bunlar ABD açısından küçümsenecek kazanımlar değildir. Ayrıca, ABD'nin muhtemel kazanımlarının sadece bunlarla sınırlı kalmayacağını da ifade etmek gerekir. 

Bu noktada, piyon olmaktan çıkıp oyuncu olacak kapasite ve donanıma sahip Türkiye’nin, özellikle boru hattı politikalarında bu gerçekleri göz önünde bulundurması, kısır döngüyü kıracak iyi dizayn edilmiş stratejiler ve yeni açılımlar geliştirmesi, enerji gibi uzun vadeli hedef ve planların senkronize işletilmesi gereken hassas bir alanda tepkilerini anlık olmaktan kurtarması, daha makro bir bakışla süreci aktif olarak yönlendirmesi çok ciddi bir zorunluluk olarak önümüzde durmaktadır. ABD, Irak’tan çıkmayacaktır; yakın komşularımız da bu girdaba kapılmak üzeredir. Türkiye, bu sürecin olumsuz etkilerini minimize edecek tek bölge ülkesidir. 

KAYNAKLAR: 

BİROL, Fatih , “Küresel Enerji Talebi:Uzun Vadeli Bir Bakış”, Enerji Politikaları ve Planlama, Dünya Enerji Konseyi Türkiye 7. Enerji Kongresi Ankara, 3-8 Kasım,1997, s. 1-6. 
BOROMBAEVA, E.,“ABD’nin Irak ve Orta Doğu Politikası”, AÜ SBF, Doktora Dersi İçin Hazırlanan Not. 
BP (2004), Statistical Review of World Energy, June, London. 
ENERGY INFORMATION ADMINISTRATION (EIA), Country Reports, (www.eia.doe.gov)“Iraq”, “OPEC”, “Russia”, “Iran”. 
IIASA/WEC Global Energy Perspectives, N. NAKICENOVIC, A. GRUBLER ve A. McDONALD (Eds.), International Institute for Applied System Analysis (IIASA) and World Energy Council (WEC), Cambridge University Press.,1998 
IMBODEN, D. M. ve C.C. JAEGER (1999), “Towards a Sustainable Energy Future”, OECD Energy: The Next Fifty Years, OECD Pub., Paris: 63-94. 
International Energy Agency (IEA) 
World Energy Outlook, Paris: OECD/IEA. 
World Energy Outlook-1998 Edition, OECD/IEA Pub., Paris. 
Caspian Oil and Gas-The Supply Potential of Central Asia and Transcaucasia, OECD/IEA Pub., Paris. 
World Energy Outlook: Assessing Today’s Supplies to Fuel Tomorrow’s Growth, 2001 Insights, OECD/IEA Pub., Paris. 
World Energy Outlook, Paris: OECD/IEA. 
World Energy Outlook, Paris: OECD/IEA. 
World Energy Outlook, Paris: OECD/IEA. 
NELAN, B. (1998), “The Great Oil Grab”, TIME, June 29. 
PALA, Cenk, 20. Yüzyılın Şeytan Üçgeni: ABD-Petrol-Dolar: Petrol Krizlerinin Perde Arkası, Kavram Yayınları, İstanbul. 
“21. Yüzyıl Dünya Enerji Dengesinde Petrolün ve Hazar Petrollerinin Yeri ve Önemi”, PetroGas, Sayı 11, Mart-Nisan, Ankara: 20-5. 
2000a “Boru Hattı Taşımacılığının Geleceği ve Türk Boğazları’nın Durumu”, SDD Dergisi, Sayı 15, Ocak, İstanbul. 
2000b “Kafkasya Boru Hattı Oyununda Yeni Perde: Rusya ve İran’ın Muhtemel Tepkileri Üzerine Bir Deneme”, İşletme ve Finans, Sayı 171, Haziran, Ankara: 38-49. 2001a “Boru Hattı Oyununda Bitmeyen Senfoni: Hazar’ın Hukuki Statüsü”, PetroGas, Sayı: 23, Mayıs-Haziran, Ankara: 43-8. 
2001b “Afganistan Savaşı’nın Hazar Boru Hattı Projelerine Etkisi: Kırmızı Kalem Bu Kez Kimin Elinde”, PetroGas, Sayı 26, Kasım-Aralık, Ankara: 38-43. 
2001c, Sanayileşme Sürecinde Enerjinin Yeri ve Önemi, (Yayınlanmamış Doktora Tezi), Hacettepe Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü İktisat Bölümü, 25 Ocak, Ankara. PALA, C. ve ENGÜR, E. 1998a “Petrol ve Doğal Gaz Boru Hatlarının Bugünü, Geleceği ve Türkiye’nin Genel Stratejisi”, Enerji Dünyası, Dünya Enerji Konseyi Türk Milli Komitesi Bülteni, Türkiye Cumhuriyeti’nin 75. Yılı ve Enerji, Sayı 20, Ekim, Ankara: 13-5. 1998b “Kafkasya Petrolleri: 21. Yüzyılın Eşiğinde Hazar Havzası ve Türkiye”, İşletme ve Finans, Sayı 152, Kasım, Ankara: 21-39. 
THE ECONOMIST 
“Environmental Scares: Plenty of Gloom”, 20 December: 21-3. 
“A Caspian Gamble”, A Survey of Central Asia, Feb. 7. 
“Cheap Oil:The Next Shock?”, 6-12 March :21-3. 
WALSH, C. (1999), “Oil Security Remaining Focus of U.S. Military Policy”, Dow Jones, Sept. 3. 
WEC (1996), Yarının Dünyası İçin Enerji, World Energy Council, Ankara. 
KÖNİ, Hasan (2005); “Ekonomik Güvenlik, Uluslararası İlişkiler ve Türkiye”, Uluslararası Çatışma Alanları ve Türkiye’nin Güvenliği, Editör, Gamze Güngörmüş Kona, IQ Yayınları, İstanbul, ss. 391-401. 
ITC-Interactive Trade Map, 2004 
ÖZCAN, Gencer (2004), “Doksanlı Yıllar Boyunca ABD’nin Orta Doğu’da Değişen Konumu”, Editör, Fulya Atacan, Değişen Toplumlar Değişmeyen Siyaset: Orta Doğu, Bağlam Yayınları, İstanbul, ss. 349-377 
ÖZTÜRK, Osman Metin (2005), “ABD, Büyük Orta Doğu Projesi ve Türkiye”, Gazi Üniversitesi İ.İ.B.F. Yorum Mart Ayı Bülteni, ss. 6-8 
STANSFIELD, Gareth R.V. “Çarpışan Milliyetçilikler ve Irak Devleti’nin Çöküşü, Editör, Fulya Atacan, Değişen Toplumlar Değişmeyen Siyaset: Orta Doğu, Bağlam Yayınları, İstanbul, ss. 181-191. 
The Economist Intelligence Unit, 2003 Country Report, (Iraq) The World Factbook 2003, CIA 

KAYNAK HARP AKADEMİLERİ DERGİSİ 2006


***