31 Ocak 2017 Salı

Akepe'de Arslanlar gibi “ Türkçü ” Olmak!..



Akepe'de Arslanlar gibi “ Türkçü ” Olmak!..


Reha Ören
23.08.2004

Sayı:63

Tanıdık, bildik, aşina bir sima. Koltuğunun arkasına doğru kaykılmış. Gözlüklerinin ardısıra bakıyor... Gözbebekleri elektrik sayacı gibi fıldır fıldır dönüyor. Böylesi insanlardan hep korkmuşumdur. Fahiş fiyatlı elektrik parasından daha beter çarparlar adamı!.. Asla ve kat’a güvenilmezdirler. Bu tip insanlara dikkat edin, mesele çok ciddi olduğu zaman, ya da ihanetlerini sezdiğinizi fark ettikleri zaman asla yüzünüze bakmazlar. Mahcubiyetlerini zemindeki mozaikleri sayarak saklamaya çalışırlar. Çünkü; başka yapabilecek hiçbir şeyleri yoktur.

Muhatabımın dudakları bazen öyle garip bir şekle giriyor ki ‘müstehzi mi?’, yoksa ‘mütebessim mi?’ anlamak asla kabil değil.

Hep yaparız ya, cebimizde ekmek parasının olmadığına aldırmadan vatanı ve dahi milleti kurtarmaya çalışırız. O anda biz de öyle yapıyoruz.

Mesele vatan ve millet meselesi... Bildiğim sima, bildiğim bakışlarla ve malum sözlerle memleket meselelerinden bahsediyor.

Mustafa Kemal’in büyüklüğünü anlatıyor önce. 1. Meclisi, 2. Meclisi kısa paragraflar halinde geçiyor. 2. ve hatta 3. Cumhuriyetçilere ateş püskürüyor. Elinden gelse İstiklâl Mahkemeleri’ni kurup, ‘Hıyanet-i vataniye’ gerekçesiyle darağacında sallandıracak.

Arada bir içer, o gün sigara içeceği tuttu... Derin bir soluk çekti... Sıra zamane milliyetçilerine gelmişti.

“Biliyor musun?” dedi. “AK parti içinde de arslan gibi milliyetçi çocuklarımız var.”

Albız alsın canını.

“Akepe içinde milliyetçi nasıl olunur yahu?” sorusunu sorduğum zaman, dostumla aramda artık bir bağ kalmadığını anladım.

Sahi; Akepe içinde olarak, Akepe’nin bayrağını sallayarak “Ben milliyetçiyim” nasıl denilebilir ki?

Bunun iki şıkkı olabilir. Böyle diyenler ya milliyetçiliği bilmiyorlar, ya da milliyetçiliği midecilikle aynı kefede tartıyorlardı. Sıkı Akepeliler’den biri de ilkokul çocuğu dangalaklığıyla “Ne demek milliyetçi? Siz milliyetçisiniz de biz milliyetsiz miyiz?” sorusunu sormuştu.

Bu dangalak bilmiyordu ki ‘milliyetli’ olmakla, ‘milliyetçi’ olmak farklı kavramlardır. Yine o dangalak bilmiyordu ki “İnsan milliyetli olmadan, kendini milliyetli hissetmeden, milliyetçi olamaz.”

Tanıdığım simanın “Akepe içindeki milliyetçiler” tanımı bana o dangalağı hatırlattı.

Siyaset hayatında 4 bin küsur kere “Kürt”, “Kürdistan”, “Kürdistanlı kardeşlerimiz” ifadelerini kullanan Recep Tayyip Erdoğan bir kere olsun “Türk” kelimesini telafuz dahi etmemiş. Adamın icraatları ortada... “Dinler arası diyalog”, “Dinlerin kardeşliği” maskelerinin ardına saklanarak uluslararası emperyalizmin ihanet şebekesinin ta göbeğinde olduğunu vurgulamış bir adamın partisinde milliyetçi olmak haa!..

Hele bir de Türkçü geçinenler yok mu?

Dangalaklığın bu kadarı da fazla... Akepe içinde milliyetçi olmak her şeyden evvel, en evvel abesle iştigal etmek değil de nedir?

Bu partinin Adana örgütünde yine tanıdık, bildik bir sima daha var. Bu sima ile ilk karşılaştığım zaman bana ‘Türkçü’ olduğunu söylemişti. Daha da ileri giderek Akepe içinde siyaset yapabilmek için neredeyse ‘icazet’ istemişti. Bu fakir de Akepe içinde Türkçü olunamayacağını dilinin döndüğü kadarıyla anlatmaya çalışmıştı. Sonraları köprülerin altından çok sular aktı. O delikanlı Akepe bünyesinde istediği yerlere geldi. Makam, mevki ve ikbal sahibi oldu.

Hukuk ilmi de tahsil eden bu delikanlı sonraları telefonlarımıza bile cevap vermemeye başladı. Maruzatı ise genellikle “Partinin yönetim toplantısında” oldu. Evet, bu genç artık önemli biri olmuştu. Genç yaşında yönetime girmeyi başarabilmişti. Ama anlaşılan artık Türkçülerden kaçmasının zamanı gelmişti. Bu genç farkında olmadan, süreç içerisinde “Akepe içerisinde Türkçü olunamayacağını” anlamıştı. Anlamasına anlamıştı ama Türkçülük denilen o çileli yolda yürümektense siyasetin çürük merdivenlerinde yükselebildiği kadar yükselmeyi tercih etmişti.

ABD başkanı teröristlerin uluslararası elebaşısı Buş oğlu Buş’un makamından çıkarken Başbakan Tayyip Bey dilinin altındaki baklayı çıkarmıştı “Kıbrıs’ta toprak verebiliriz”.

İktidarın hempalarından Yeni Şafak Gazetesi bile isyan etmedi mi? “Amerika’nın yeni projesi Türkiye modelli büyük ortadoğu” başlığını ataraktan hedefin Tevrat’ta vaat edilen ülkelerin İsrail’in öncülüğünde bir araya gelmesinin kurtuluş olduğunu belirterek isyan bayrağı çekmedi mi?

Ders kitaplarından Ermeni soykırımı, Türk, İstiklâl, Hürriyet kelimelerinin çıkartılacağını taahhüt eden bir siyasinin partisinde Türkçü olmak öyle mi?

Hem de ‘arslan gibi’!..

Allah rahmet eylesin. Ata dostu, rahmeti rahmana intikal etmiş olan Mehmet Emin Alpkan ağabeyin bir lafı vardı: “Arslanlar Çanakkale’de şehit oldu. Sırtlanlar şimdi arslan kesildi” derdi.

Bunların aslanlığı ne menem aslanlıktır ki CIA güdümlü National Geografic dergisi bile keşfedememiştir!..

Tayyip’i yetiştirerek, siyaset sahnesine sokan Necmettin Erbakan: “Ben Tayyip’ten çok çektim. Kurtulabilmek için de siyaseten önünü açtım” demedi mi?

“Hafıza-i beşer nisyan ile malüldür”. Hafızanızı biraz olsun yoklayın. Erbakan ne demişti: “Bush ve ekibinin mensubu olduğu tarikatın öğretisine göre bunalımdan kurtulmak için Hz. İsa’nın gelmesi, Büyük İsrail’in kurulması gereklidir. Böylece siyonizm gerçekleşir”.

Ne çabuk unuttunuz yahu?

Ya daha dün genç bir Yüzbaşıyla muhatap olduğu zaman donunu ıslatan Talabani’yi ayaklarının altına kırmızı halı sererek Ankara’da devlet protokolü ile ağırlayan siyasetçiler -devlet adamları demiyorum.- Çünkü; diyemiyorum. Dilim varmıyor.- ve onların günümüz uzantılarına hitaben ne demişti: “ Hayalim, İstanbul’un başkent olduğu Ortadoğu Birleşik Devletleri.”

Bu ne demek yahu anlasanıza. Adam ABD ve AB tarafından hazırlanan hainane, hainane olduğu kadar da sinsi planın uygulayıcılarının artık sırtlarındaki kuzu postunu atarak gerçek yüzlerini göstermeleri değil mi?

Hem de kime gösteriyorlar?

Türkiye Cumhuriyet Devleti’nin Başbakanına!..

Peki, bu planın da 1. Dünya Savaşı sırasında İngiltere tarafından hazırlandığını bilmiyorsanız, ya çok gaafilsiniz, ya da siz de - dilim varmıyor ama - hainsiniz. ‘ Delalet ’ kelimesi içinde bulunduğunuz durumu yeteri kadar izah etmekte aciz kalıyor.

Balkanlar, Kafkaslar, Ortadoğu ve Ön Asya diye 4’lü konfederasyon yönetimi planının uygulama safhasında Mustafa Kemal’in çelik iradesi karşısında ertelenen bu plan bu gün sahnede. Başrolü onlar oynuyor. Bizimkiler ise sadece figüran... Üstelik figüran bile değiller ‘Rabarbacı ’ olmaktan öteye gidemiyorlar. İngiltere tarafından Asya’yı yönetmek için hazırlanan bu planın altyapısını, ağlayan vaiz Fettullah Gülen hazırlamadı mı? “ Asya’nın her tarafında Türk okulları açıyorum ” diyerek Anadolu’mun masum insanlarının maddi birikimlerini yasal olmayan yollarla yurtdışına kaçıran, inançlarını sömüren, CIA ve FBI koruması altında ABD’de ikamet eden ve nüfus kayıtlarına göre ön adı ‘ Mesih ’ olan Fettullah Gülen Hoca!.

İşte Türkiye’nin karşı karşıya bulunduğu tehlikelerden sadece bir kesit. Şimdi sorarım size hem Akepe içinde olacaksın, hem de Türkçü olacaksın.

Allah müstehakınızı versin.

Gök Tanrı bana sizi çarmıha germeyi nasip etsin.

Lütfen dikkat.

Türkçüler en çok Türkçülere dikkat etmeli

Sahi kim söylemişti yahu? Dağarcığımın ücra köşelerinden bir yerde yakaladım: “ Türkçüler her şeyden çok Türkçülere dikkat etmelidir

“Çünkü; üç tür Türkçü vardır. Birincisi: saf, inanmış, davasından taviz vermeyen Türkçüler. İkinci tür: Türkçü geçinenler. Üçüncü tür ki en tehlikelisi bunlardır.: Türkçülerden geçinenler.

Evet, daha dün bırakın ülkücüyü, milliyetçi bile olamayanlar bu gün arslanlar gibi Türkçü geçinmeye başladılar. Hem de Akepeli olaraktan”!..

Onlar öyle kamufleli arslanlar ki gördüğünüz zaman CIA güdümlü National Geografic dergisi temsilcilerine derhal haber veriniz. Zira; bu tür maymunlar Türkiye’yi işgal etmişlerdir. Ve hayvanlar aleminde layık oldukları yeri mutlak surette almalıdırlar.

Zaten önünde sonunda CIA’nın onlara layık göreceği yer de o hayvanlar alemidir. Zira bütün Batılılar çok iyi bilirler ki ihanet alışkanlıktır.

Bugün mensubu olduğu millete ihanet edenler, yarınlarda mensubu olmaya çalıştıkları milletlere de ihanet ederler.

Kalın sağlıcakla. Kalabilirseniz tabii...


http://www.turksolu.com.tr/63/oren63.htm



“Altı Ok” İLKESİNİN SÜREKLİLİĞİ....ÜZERİNE.!!!



“ Altı Ok ” İLKESİNİN SÜREKLİLİĞİ....
ÜZERİNE.!!!



Ertuğrul Kazancı*

23.08.2004

Sayı:63


Antiemperyalist ve antikapitalist Anadolu İhtilali’nin özü bellidir. Kendi tarihsel ve toplumsal yapısını üstte tutan; halkçı-devletçi ve ulusalcı karakter, “tam bağımsızlığa” dayalı ve uluslararası ilişkilerde “eşitlik” ilkesini öngören özgünlüktedir.
Aslında Anadolu Devrimi; ne “küçük burjuva” eylemi ve ne de “batıcı” yol ve yöntemlerin ürünüdür. Doğrudan doğruya “sade” bir halk devrimidir. “Mazlum” bir halkın kendi koşulları, ulusal bilincini geliştirerek pekiştirmiştir. Ulusal sınırlar içinde; dil. kültür ve amaç binrliğine dayanak olan ulusal ekonomi sistemiyle ulusararası uygarlığın doğal bir üyesi bulunmak, Kemalizm’in hedefini oluşturmuştur. Böylesi bir oluşumun devrimci bir ideolojiyle biçimlendirilmesi geçcmişteki başarılarda en önemli etken sayılmalıdır.
Devrim, halkın insanca yaşamasına yararlı olanları, gerektiğinde halka karşın ve ama halk için, halka sunma işidir. İdieoloji ise, bir düşünsel sistemdir. Siyasal, sosyo-eakonomik, kültürel bağlam ve anlamda içerdiği ilkeler açısından esaslı şekilde düzenlemedir. Aynı zamanda ve sadece “düzenlemeyle” yetinmeyerek, sürekli yenilik ve değişimi öngörmektedir.
İsmet İnönü: “Bir devrim için ölüm darbesi; her şeyin kazınılmış ve her şeyden emin bulunulduğununu sanıldığı andır” der. Yüzyıllarca yarı sömürge durumuyla ekonomik tutsaklık altında yaşamış bir ülke kurtuluş ve kuruluş yıllarındaki olağanüstü canlılığını başarı azmini, devrimci bir ideoloji olan Kemalizm’in özünde bulmuştur.
Devrimci ulusalcılık ise Türk halkının özgür ve bağımsız duruşunun önderlik yaptığı eşitlik ve kardeşliği savunan ve diğer uluslara karşı saldırgan olmayan bir yurtseverliğin adıdır. Yurtseverliğin ön koşulu “ulusalcılık” bulunduğuna göre toplumsal bilinç, özellikle bu yönde yol almalıdır.

Ulusal Seçenek

Ulusal seçenek açıktır. “Altı Ok” ilkesinin eskimezlik ve sürekli yenileşmeye uygun çağcıllığı etrafında; bölücü, ayrımcı ve teokratik eğilimlerin püskürtülmesi anlayışı, bir “mutabakat” olarak ülke gereiğidir. Ulusal onur örselenmiştir. Benliği zedelenen bir toplumun ekonomisi ve kültürü de yaralar alır. Sosyal uyum bozulur. Türkiye şimdilerde bu durumdadır. Umutsuz ve tükenmişliklerle başbaşadır. İnsani değer yargıları gerileyerek bozulmuştur. Ülkenin egemenlik kavramı her açıdan paylaşılmaktadır. Kapitülasyonlar geri gelmiştir. 1930’lu yıllarda bu ülke ve bu ulusun onurlu bireyi olmakla mutlu Türk insanı, yaşamından memnun olmayan çaresizlikler içindedir. Coşku, toparlanış ve bilinç parlaklığını kazanma gereksinimi duymaktadır. “Diriliş” sancıları içindedir. O halde yapılacak iş nedir? Bizce, çok bellidir. İlkin; ulusalcı bilinci onurlu kılan kavrayışı Türkiye Cumhuriyeti’nin iç ve dış politikasında etkin ve egemen kılmaktır. Kurtuluş ve kuruluş yıyllarındaki; iddialı, saygın ve kendi ayakları üzerinde durabilen ülke görünümünü yeniden elde etmektir. “Yüzyıllarca süren bir hesaplaşmayı bitiren Lozan Anlaşmasını” ödünsüz savunmaktır. Emperyalizmin mayasını oluşturan küreselleşme sömürgeciliğine karşı çıkmaktır. ABD-ABD siyasetlerinin dünyayı kan ve ateşe sokan zalim yayılmasına alabildiğince diretmektir. Vicdanlarda kalması bir tercih olarak yeğlenen manevi inançlara istismar yöntemini kapalı kılmaktır. Ulusalcı kimliklerin saklı tutularak, uluslararası ilişkilerin karşılıklı hak ve hukuk ilkelerine uygun şekilde düzenlenmesini sağlamaktır. Emperyalizme yandaşlık yaparcasına başka ülkelerin çıkarları uğruna dünyanın çeşitli yörelerine askeri güç göndermeyi asla düşünmemektir. Ülkeyi yerli yabancı sermayenin ihtiraslı ve yıkıcı emellerine teslim etmemektir. Üretim yerine özellikle yabancı mallarına dayalı tüketimi asla öne almamaktır. Halkçı-devletçi planlı karma ekonomik sistemi savunmaktır. Kısacası; ulusalcılığın her kademesini gereğince ve adamakıllı yerine getirmektir.
14 Mayıs 1950 tarihinden bu taraf bu ülkede halkın zararın olan her çeşit olumsuz uygulamam denenmiştir. Binbir “melanetin” kol gezdiği türlü olumsuz serüven ulusa yaşatılmıştır. Red ve inkar edilen Cumhuriyet değer ve kazanımlarının terkedilerek yerine konulmaya çalışılan; taklitçi abartılı ve uyduruk formüller iflas etmiştir. Emperyalist ve kapitalist uyduculuk, beklenildiği gibi Türk halkını darmadağın etmiş, ülke birleştirici ögelerini yitirir sonuçlara getirmiştir.

Sonuç

“Altı Ok” ilkesinin birleştirici harç oluşturan zemini etrafında gerçekleştirilecek beraberlik tek çözümdür. Kemalizm’in hukuksal ve demokrat içeriğindeki bir çerçevede ülke ve ulusun dirlik ve egemenliği 1930’lardaki gibi sağlanacaktır.
Türk Ulusu’nun “ Azim ve kararı ”, Atatürkçü dünya görüşünün kudretli ve denenmiş başarısında saklıdır.

http://www.turksolu.com.tr/63/kazanci63.htm

ÖZEL NOTUM ; 6 OKUN İLKESİNİ NE ACIDIR Kİ YİNE CHP  NİN KADROLARI EGDİ BÜKTÜ İLKE VE İNKİLAP BEKÇİLERİYİZ DİYENLER OLDU..İŞTE 2017 CHP Sİ EN GÜZEL ÖRNEK; CUMHURİYET İLK YILLARINDAKİ İSYANCILARIN SİYASİ UZANTISI BUGÜN HEM ATA MECLİSİNDE HEMDE  CHP İÇİNDE MAALESEF..

..






Baykal’ın Anlayamadığı, Sarıgül’ün “ Aklı ” ABD’nin CHP’ye Bitmeyen ilgisi




Baykal’ın Anlayamadığı, Sarıgül’ün “ Aklı ” ABD’nin CHP’ye Bitmeyen ilgisi




CHP’yle ilgili bir önceki yazımda ABD-CHP arasındaki paradoksal tarihsel sürece dikkat çekmek istemiştim.
Bu yazım, bir yerde, onun devamı olarak düşünülebilir. Çünkü, 1970’lerdeki Sıkıyönetim ve MC dönemlerinde, daha sonra 12 Eylül Yönetimi döneminde CHP’nin yaşadıklarını göz önüne getirirsek, işin içinden hiç eksik olmayan ABD’yi kulağından tutup yakalamak çok kolaydır.

Yani, Sayın Baykal’ın yaşadığı ABD mahreçli kumpaslarla Gazi’nin ve İnönü’nün yaşadıkları; Ecevit’in yaşadıkları hep CHP’yle ilgilidir. CHP’nin temsil ettiği değerlerle, onun kökleri ve hedefleriyle ilgilidir.

ABD, 27 Mayıs’tan sonra ulusal tahkimatın ileriye gitmesinden korkup mevzilerini korumak adına Türkiye’ye verdiği önemi birkaç kat arttırdı.. ‘Yardım’ kalemlerini çoğalttı.. ‘Hibe’ yoluna da gitmeye başladı. Öyle ki, ulusal istihbarat örgütümüzün maaşları bile bu yardım kalemlerinden ödenir oldu. Tabii, o zaman istihbaratımızın ne kadar ‘ulusal’ niteliği kaldı, tartışılır..
Bütün bunların CHP ile ilgisi var. 

Bal Gibi var.

Devlet kurumlarına o kadar sızan ABD, o devlet kurumları aracılığıyla CHP’nin tasfiyesini istemiştir.

12 Mart ve 12 Eylül’lerdeki “ Sıkıyönetim” uygulamaları ortadadır. MC dönemleri ( İkisi Açık, Biri Örtülü; AP, MHP, MSP’nin temelini oluşturduğu ve ABD’nin yönelişine çanak tutan hükümet ler) ortadadır.

***
12 Mart’ta Amerika’nın, CIA’nın olduğunu hem de Demirel’li hükümetlerin dışişleri bakanlarından Çağlayangil altını çizerek anlatmıştı. Silahlı Kuvvetler ve ‘Silahsız Kuvvetler’ içinde ne kadar yurtsever, Kemalist, devrimci varsa haklayan ve sindiren bir cuntanın arkasındaki kuvvet CHP’ye de bir iyilik düşünecekti!
CHP’nin kapatılması için düğmeye basıldı, ancak İsmet İnönü engeli, bu tarihsel şahsiyetin Parti’nin başında olması düşündürücüydü. Kamuoyu’nun tepkisinden korkuldu. Bu kez, oklar CHP’nin ufukta gözüken liderine, Ecevit’e yöneldi. Genel sekreterlikten ayrılmış, Kurultayda genel başkan olmanın hesaplarına girişmişti.
12 Mart’ın ‘tertip’lerine uygun olarak açılan düzmece davalarda delil olarak kullanılmak üzere, bir zamanlar MİT’in sorguevlerinde, Ziverbey’lerde Ecevit’in aleyhinde işkence yöntemiyle sindirilen zanlılardan ifadeler alındı. Bu ifadelere dayanılarak CHP kapatılacaktı. Amaç buydu. Öyle ileri gidildi ki, düzmece davalarla ilgili yasadışı olarak ifadelerde, zanlıların sabotaj için Ecevit’ten para aldıkları bile söyletildi!..

Sıkıyönetimler, ilginçtir, sivil dönemlere göre ABD’nin ülkemize daha çok ‘sızabildiği’ dönemler olmuştur. 12 Mart’ta da 12 Eylül’de de... Sıkıyönetimlerde hukuk- mukuk yoktur, istediğinizin ağzından istediğiniz şeyi alabilir, istediğinizi suçlayıp bunları kanıtlayabiliesiniz de... Bu işler için kullanacak çizmeciler, takkeciler bulunur nasılsa. Onlar gibi olmayan yargıçların, savcıların kurullarını da Lağv edersiniz, olur biter. 12 Mart’ta Remzi Şirin’e yapıldığı gibi.

***
1970’lerde Ecevit, Başbakan olarak iki kez hükümet kurdu. Biri, MSP ile kurduğu koalisyon hükümeti. Diğeri de AP’den ‘tezgah’ mı, yanılgı mı olduğu tam anlaşılamayan ünlü Güneş Motel operasyonuyla koparılan “onbirler”le kurulan ve Feyzioğlu ile Sükan’ı da içeren CHP-CGP-DP-Bağımsızlar koalisyonu. Bunların 2,5 yıl kadar süren yönetimi dışında, ülkede üç kez kurulan Demirel başkanlığındaki, fakat destabilize amaçlı Amerikan sızmalı MHP’nin sokak aksiyonuyla başrollerde olduğu MC’ler (12 Eylül’e örtülü MC döneminde girildi; AP azınlık hükümetine çok deşifre oldukları için MHP ve böylelikle MSP de dışarıdan destek veriyordu, bu nedenle bu MC’nin “örtülü” sıfatı konulmuştu) işbaşında kaldı. Bu dönemlerde Ecevit’e iki ciddi suikast yapıldı. Ecevit, bunlardan yara almadan kurtuldu. Birinde, aynı zamanda İstanbul Belediye Başkanı’nın kardeşi de olan Ecevit’in koruma müdürü Mehmet İsvan bacağından suikast mermisi ile vuruldu. Ayıca, Başbakan Demirel, 5 Haziran 1977 seçimlerinden kısa bir süre önce Ecevit’e Taksim Mitingi sırasında uzun namlulu bir suikast silahı ile suikast düzenleneceğini, bu nedenle mitingi iptal etmesini gizli ve özel bir mektupla bildirdi. Ecevit, buna karşın mektubu deşifre etti ve mitingi gerçekleştirdi. Kim, niçin suikast düzenleyecekti? Bu soruların yanıtı hâlâ aydınlanabilmiş değildir.
Öte yandan, ülkücü militanlar MC dönemlerinde CHP binalarına saldırıyorlar, mitingleri sabote ediyorlar, partilileri öldürüyorlar; bütün bunlara polisler ve savcılar seyirci kalıyordu. Çünkü, hükümet öyle istiyordu. Hükümet, bu işler için acaba nereye bakıyor, nereden işaret alıyordu? Washington desek ayıp mı etmiş oluruz?..

MHP lideri Türkeş, 12 Eylül’de yargılanırken mahkemelerde ne demişti; “İçimizde ajanlar var, çok sayıda, kontrol edemiyoruz..” Onca silah memlekete gümrük kapılarından vızır vızır girerken, bu bakanlık da o partideydi. İlginç bunlar, çok ilginç. O silahlar, işin daha da ilginç tarafı memleketteki farklı kesimlere, vuruşmaları için dağıtılıyordu..

***

12 Eylül’de “ Yeşil Kuşak ” gereği Türk-İslam sentezi atıldı ortaya; Türklük bertaraf edilsin, Kemalist değerler, yani Cumhuriyet değerleri bertaraf edilsin. Ortalık Amerika’nın değerlerine kalsın; ABD ülkede ve Ortadoğu, Balkanlar, Kafkasya’da istediği gibi at oynatabilsin; Sovyetler’i kuşatabilsin.
ABD’nin Türkiye’deki ulusal yapıyı aşındırdığı en iyi ortamlar sıkıyönetimler demiştik. İşte bir sıkıyönetim daha; 12 Mart’ın da savcısı olan Süleyman Takkeci, 12 Eylül’den birkaç yıl sonra Nokta’ya konuşuyor. Diyor ki, “bütün CHP milletvekillerini tutuklayacaktım, Saltık Paşa ile Soyer durdurdu.”
İş öyle değil, CHP’ye karşı daha ince, ‘akıllı” bir politika izleme gereği duydular sadece, o yüzden o kendini göstermek isteyen zatın uygulamasını durdurdular yukarıdan. Yani Konsey, “durun, bekleyin” dedi. Sordu, danıştı. karar verdi. Bütün partilerle birlikte CHP’yi kapatmanın daha mantıklı olduğunu düşündüler, böylelikle operasyon göze batmazdı. ‘Atatürkçülük’ diye diye CHP’yi, TDK’yı, TTK’yı; hepsini, Kemalist mirasın önemli kurumlarını alaşağı ettiler. Hürriyet ve Anayasa Bayramını alaşağı ettikleri gibi. Diğerleri yeniden açılır başka isimle önemli değil. Ama, Cumhuriyeti kuran, Atatürk’ün partisi? Yeniden açılsa da kaos olur, dağılır, küçülür, budanır. İşte bugünkü tablo! 12 Eylül’ün değil de neyin ürünü dersiniz? 12 Eylül olmasaydı, Ecevit istifa mı edecekti CHP’den?
12 Eylül’ün arkasında kim vardı? Kim Türkiye’yi hem stabilize etmek, hem ‘kucağa oturtmak’ ve hem de yararlanmak istiyordu? Bu soruların içinden bütün uzuvlarıyla ABD çıkacaktır; CIA çıkacaktır, NSA çıkacaktır. Onların uzantısı olan siyasi partiler, vakıflar, yayın organları çıkacaktır.

12 Eylül’de CHP’yi , TDK’yı, TTK’yı kapatanlar da bu güçten bağımsız olabilir mi?
Ne demişti Amerikalıların bir sorusuna karşılık (12 Eylül darbesi henüz start almışken, konu Türkiye’de daha daha duyulmamışken) bir Amerikalı; “merak etmeyin, bizimkiler”.

***
İşte böyle Sayın Baykal; bütün bunları hesaba katmadan Türkiye’de politika yapamazsınız. Hele CHP’de hiç yapamazsınız. Sizin en büyük açığınız ne biliyor musunuz? CHP’ye bayrak açan ve iktidardan indiren Menderes’in yakasına yapışmak ya da öyle lanse edilmeniz yıllar yılı. Bir de, Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı’yken “millileştirme” mi yapmıştınız? ABD, bunları unutmaz, ısıtıp ısıtıp medya yoluyla karşınıza çıkarır. 

Affetmez.

Bakın, sizin yerinize ‘oynayan’ Mustafa Sarıgül ne güzel yapıyor. 

Eh ne de olsa ‘ Akıllı Çocuk ’. Üstelik ‘daha da akıllı’. Çünkü ‘dostlarından’ da ‘akıl’ alıyor. 

Gidiyor, ABD’den icazet havası yayıyor Türkiye’ye. 

Bunu ilk kez CHP’ye talip olduğunu söyleyen birisi yapıyor. İlginç...




ŞARTLI TAHLİYE., SALIVERİLME, ANAYASANIN EŞİTLİK RUHUNA AYKIRIDIR,



ŞARTLI TAHLİYE., SALIVERİLME, ANAYASANIN EŞİTLİK RUHUNA AYKIRIDIR,


Şartlı Tahliyeye Yoğun Eleştiri,


Liderlerin üzerinde anlaşmaya vardığı şartlı tahliyeye siyasi çevrelerden yoğun eleştiriler geliyor.

FP GRUP BAŞKANVEKİLİ AVNİ DOĞAN

       FP Grup Başkanvekili Avni Doğan, “ İşkencecilere af konusunda bir siyasi partinin girişimde bulunmasını doğru bulmadığını” söyledi. 
       TBMM Danışma Kurulu toplantısına katılmadan önce gazetecilerin sorularını yanıtlayan Doğan, MHP’nin Haluk Kırcı’ya af getirilmesi için özel bir çaba gösterirken bir başka partinin bunun aksine gayret gösterdiğini belirtti. Her iki tavrın da doğru olmadığını kaydeden Doğan, şöyle konuştu: 
       “Adrese af olmaz. Adrese af engeli de olmaz. Her iki parti de ideolojik davranıyor. Af tasarısında biraz eşitlikçi davranmak zorundayız. İşkencecilere af konusunda bir siyasi partinin girişimde bulunmasını doğru bulmuyorum, çirkin buluyorum. Ancak bu girişimin yapıldığı ya da yapılacağı kanaatinde değilim.” 
       Avni Doğan, bugün Genel Kurul’da ele alınacak tasarının bazı yerlerinde önerge vereceklerini söyledi. DSP Grup Başkanvekili Emrehan Halıcı, dün Adalet Komisyonu’nda MHP’lilerin işkenceciler ile ilgili önerge vermekten son anda vazgeçtiklerinin anımsatılması üzerine, “Sonuca bakmak lazım. Şu anda bir sorun gözükmüyor” dedi. DYP Grup Başkanvekili Turhan Güven, affa karşı çıkan bir tek kendilerinin kaldığını bildirdi.
       
YEKTA GÜNGÖR ÖZDEN

       Anayasa Mahkemesi eski Başkanı Yekta Güngör Özden, şartla salıverilme ve ceza indirimini öngören yasa tasarısını değerlendirirken, “Anayasa’nın 14. ve 87. maddeleri karşısında affedilemeyecek suçluları şartla salıverme ve indirim yoluyla affetmenin, Anayasa’ya karşı hile” olduğunu söyledi. 
       Özden, demokrasilerde affın olmadığını, Türkiye Cumhuriyeti’nde af yasası “enflasyonu” yaşandığını belirtti. Özden, şunları kaydetti: “Af, adaletin gerçekleşmesini olumsuz yönde etkiliyor. Sakıncalı tutum, davranışları ve suç olan eylemleri ceza görmeyecek kimseler, bunları sık sık yenilerler ve yeni suçlular artar. 
       Suçluların cezalandırılmadığı yerde, suçsuzlar cezalandırılmış olur. Bu tasarı hakkında herkes af sözcüğünü kullandığına göre, sonuç af demektir. Oysa Anayasa’nın 87. ve 14. maddeleri karşısında afffedemeyecekleri suçluları şartla salıverme ve indirim yoluyla affetmek, Anayasa’ya karşı hiledir. Kaldı ki mağdurların hukukunu göz ardı ederek, devletin onlara karşı işlenmiş suçlarda cömert, kendine karşı işlenmiş suçlarda cimri davranması da hukuksallıktan uzaklığın kanıtıdır.” 
       Affın hukuksal içerikli siyasal bir işlem olduğunu, yasama organının takdirine karışmanın pek uygun olmadığını ifade eden Özden, “Yasama organının da duygusallıkla hukuksallığı geçersiz kılması, doğru değildir. Bana göre, bu tasarı Anayasa’ya toptan aykırıdır” diye konuştu. 
       
ANAP VE DSP YÖNETİCİLERİ: “ METNE SADIK KALINACAK ”

       Adalet Bakanı Hikmet Sami Türk, şartla salıvermeye ilişkin yasa tasarısının Adalet Komisyonu’nda görüşülmesinden önce koalisyon ortağı partilerin grup başkanvekilleri ile biraraya geldi. Türk, Adalet Komisyonu’nda, bakanlığıyla ilgili bir tasarıya ilişkin görüşmenin tamamlanmasından sonra, Adalet Komisyonu Başkanı Emin Karaa ile MHP Grup Başkanvekili İsmail Köse’nin odasına geçti. MHP Grup Başkanvekilleri Mehmet Şandır ve Oktay Vural ile partili bazı milletvekilleri de görüşmeye katıldı.
        DSP Grup Başkanvekili Aydın Tümen ile ANAP Grup Başkanvekili İbrahim Yaşar Dedelek de bir süre sonra Köse’nin makamına geldi. Yaklaşık bir saat süren görüşme sonrasında, MHP’liler toplantıyı bir süre kendi aralarında sürdürdüler. Görüşmede, şartla salıverme ve ceza indirimine ilişkin yasa tasarısının Adalet Komisyonu’nda ele alınması sırasında MHP’li bazı milletvekillerinin değişiklik önergesi vermesi olasılığının değerlendirildiği öğrenildi.
       Adalet Bakanı Türk, görüşme sonrasında, gazetecilerin “önerge sorunu giderildi mi?” sorusuna, “sorun yok” yanıtını verdi. DSP Grup Başkanvekili Aydın Tümen ise Adalet Bakanlığı’nca hazırlanan metnin dışına çıkalmayacağını dile getirerek, “İktidar kanadından değişiklik önergesi yok” dedi. ANAP Grup Başkanvekili İbrahim Yaşar Dedelek, “Adalet Bakanlığı’nca hazırlanan ve liderler tarafından benimsenen metne sadık kalınacak” diye konuştu. Dedelek, koalisyon ortağı partilerden değişiklik önergesi verilmeyeceğini belirterek, bireysel olarak verilecek önergelerin de reddedileceğini savundu. 
       
TASARI HİLKAT GARİBESİ GİBİ

       MHP Trabzon Milletvekili Orhan Bıçakçıoğlu, şartla salıverme ve cezaların ertelenmesi yasa tasarısının hiçkimse tarafından beğenilmediğini belirterek,“Tasarı, önümüzde bir hilkat garibesi gibi duruyor” dedi. 
       Adalet Komisyonu’nda tasarı üzerinde görüşlerini açıklayan Bıçakçıoğlu, kendisinden önce yapılan konuşmalarda hiçkimsenin tasarı hakkında “Allah razı olsun” demediğini belirterek, düzenlemenin “hilkat garibesi”ne döndüğünü savundu. 
       Tasarı ile “bir taahhütlü mektup ve bir telgraf gönderildiğini” iddia eden Bıçakçıoğlu, “Telgraf Haluk Kırcı’ya gidiyor, (oğlum, sen bu vatanı sevmişsin, yatmaya devam et) diyorsunuz. Taahhütlü mektup, Öcalan’a gidiyor. Diyorsunuz ki, (Bekle, bu tasarı 5-6 ay sonra Anayasa Mahkemesi’nden döner. Senin idamın da düşer). 30 bin kişinin katilini kurtarmak bizim işimiz olamaz” dedi.
       Tasarının, 23 Nisan 1999 tarihi öncesindeki suçları kapsamasını eleştiren Bıçakçıoğlu, “Tarih niye 1 Ocak 2000 ya da 29 Ekim 2000 değil?” diye sordu. 
       Tasarı ile daha çok sayıda hükümlünün dışarıya çıkarılmasının amaçlandığını, Adalet Bakanlığı’nın bunu, “cezaevlerini boşaltıp, tadilat etmek” için istediğini anlatan Bıçakçıoğlu, bazı insanların gazeteci olmamasına karşılık basın kartı taşıdığı için işlediği suçlardan dolayı aftan yararlanacağını ifade etti. 
       
“ TASARI GECİKTİ, SUÇLU SAYISI ARTTI ”

       DYP Kayseri Milletvekili Sevgi Esen, tasarı ile tarihi bir hata yapıldığını, halkın kendilerine af çıkarma yetkisi vermediğini belirterek, “İnşallah yüzümüzü kızartacak bir af olmaz. Bu, Cumhuriyet’in gözyaşları olacak” dedi. 
       DYP Denizli Milletvekili Mehmet Gözlükaya da DSP Genel Başkan Yardımcısı Rahşan Ecevit’in duygusallığı ile af çıkarıldığını belirterek, “Affın 2 yıl konuşulduğu dünyanın neresinde görülmüş? Tasarı geciktiği için suçlu sayısı artmıştır” diye konuştu. Tasarıya karşı olduklarını vurgulayan Gözlükaya, güçlerinin yetmesi halinde yasayı Anayasa Mahkemesi’ne götüreceklerini bildirdi. DYP Samsun Milletvekili Erdoğan Sezgin de tasarının, Adalet Bakanlığı ve bürokratları tarafından çıkarılması halinde” böyle yanlışların yapılmayacağını” söyledi. Sezgin, “Af, Cumhuriyet’in 75. yıldönümünde çıkarılmak istendi. Niye, 29 Ekim değil de 23 Nisan tarihi baz alındı?” diye konuştu. 
       
“ TOPLUMSAL İHTİYAÇLAR, ZARURİ HALE GETİRDİ ” 

       DSP istanbul Milletvekili İsmail Aydınlı, tasarının “af” olarak değerlendirilemeyecini belirterek, toplumsal ihtiyaçların böyle bir yasa çıkarılmasını zaruri hale getirdiğini savundu. 
       1974 affıyla çıkarılan birçok insanın TBMM’de miletvekili, bürokratların ise önemli görevlerde bulunduğunu ifade eden Aydınlı, Terörle Mücadele Yasası’na muhalefeten yaklaşık 10 bin gencin de aftan yararlanması gereğini söyledi. 
       
“ DAĞ FARE DOĞURDU ”

       FP İstanbul Milletvektili Mehmet Ali Şahin de tasarı için “dağ, fare doğrudu” derken, yasanın bu şekilde çıkması halinde sıkıntı ve huzursuzlukların artacağını, Cumhuriyet’in 100. yıldönümünde daha büyük bir af beklentisine neden olacağını öne sürdü. FP Erzurum Milletvekili Fahrettin Kukaracı ise tasarıın Anayasa’ya aykırı olduğunu ve adil olmadığını ileri sürerek, suçlara farklı uygulamaların adaleti sarsacağını savundu. 
       Tasarı üzerindeki görüşmeler, saat 18.00’den itibaren devam edecek.
       
ÖRTÜLÜ AF GELİYOR
       Ankara Barosu Başkanı Sadık Erdoğan, hükümetin şartla salıverme yasa tasarısı ile af konusundaki tutarsızlığını sürdürdüğünü ileri sürerek, “Yeni düzenleme ile bugün doğrudan affedilmesine cesaret edilemeyen bazı suçlara olası bir Anayasa Mahkemesi iptali ile örtülü af getirilmek isteniyor” dedi. 
       Erdoğan, yaptığı yazılı açıklamada, siyasal iktidarın Anayasa’ya karşı hile yoluna saptığını ve af yerine şartla salıverme ile dava ve cezaların ertelenmesini gündeme getirdiğini belirterek şunları kaydetti: “Böylece bugün af kapsamına alınmasına cesaret edilemeyen bazı suç faillerinin salıverilmesinin, dava ve cezalarının ertelenmesinin yolu da olası bir Anayasa Mahkemesi kararı ile açılmış olmaktadır. 
       Anayasa Mahkemesi’nin yerleşik kararları açıktır: şartla salıverme ile dava ve cezaların ertelenmesi infaza ilişkin bir uygulamadır. Anayasa Mahkemesi, suç ve cezaların düzenlenmesinde ve anayasal temelde af çıkarılmasında toplumsal gereksinimlere göre tercih ve tasarruf yapabilen yasama organının, infaza ilişkin bu tür düzenlemelerinde, suça göre bir ayrım yapamayacağı, böylesine bir ayrımın Anayasa’ya aykırı düşeceği görüşündedir. 
       Bilinen bu gerçek karşısında, getirilen yeni düzenleme ile bugün doğrudan affedilmesine cesaret edilemeyen bazı suçlara, olası bir Anayasa Mahkemesi iptali ile örtülü af getirilmek istenmektedir. Hesap budur” 
       Bazı illerin baro başkanları, “şartla salıverme ve erteleme tasarısı” hakkında görüşlerini açıkladılar. 
       
EDİRNE
       Edirne Baro Başkanı Rifat Çulha, yaptığı açıklamada, çıkartılması düşünülen yasanın bir af yasası olmadığını ve infaz hukukunu 
       ilgilendirdiğini söyledi. Çulha, şunları söyledi: 
       “Yasa taslağının kapsamının genişletilmesi konusunda bir başvuru halinde Anayasa Mahkemesi’nin nasıl bir karar vereceği şimdiden 
       bilinmez. Kişisel kanım, yasa bir altyapısı olmadığı için infazda indirim ve erteleme kurallarını içerdiği için Anayasadaki eşitlik 
       ilkesine aykırıdır. Çünkü infaz hukukunda eşitlik esastır. Ayrıca yasa Türk Ceza Kanunu’nun 647 sayılı cezaların infazı hakkındaki kanun ve esaslarıda devre dışı bırakmaktadır. 2 senedir konuşulan Türkiye’nin gündemine yapay olarak sokulan af düşüncesi bu ortamda geri dönülmeyecek biçim aldığı için çıkartılmalıdır. Türkiye’nin aftan daha çok Ceza İnfaz Sistemi’nin bir an önce, gerek uluslararası sözleşmeler, gerekse insan hakları kavramı içersinde ivedilikle düzeltilmesi gerekir.” 
       
KIRKALRELİ
       Kırklareli Barosu Başkanı Muvaffak Ülgen ise “ Şartlı Salıverilme ve cezaların Ertelenmesini ” öngören yasa tasarısına, olay mağdurları, zarar görenler ile sanıklar yönünden bakmak gerektiğini belirterek, şunları söyledi: “Olayın mağdurlarının af konusunda olumlu düşünmeleri beklenemez. Ancak, yasa bir nevi şartlı tahliye olmakla ceza, sanıkların başında demokrasinin kılıcı gibi durmaktadır. Bu nedenle kamuoyu vicdanını kısmen tatmin edecek, caydırıcılık yönünden ön plana çıkmaktadır. Şu anda cezaevleri kaynamakta olup, infaz yönünden af şeklinde yaklaşım en iyi çözüm olacaktır kanısındayım.” 
       
TEKİRDAĞ 
       Tekirdağ Barosu Başkanı Güneş Gürseler de, bilinçli olarak yükseltilen beklenti karşısında artık geri dönüşün olmadığının 
       görüldüğünü belirterek, “ Anayasa Mahkemesi’nin 1974 yılında çıkarılan Af Yasası karşısında kararı dikkate alınarak, Anayasaya uygun, kişilere ayrıcalık tanımayan, toplum vicdanını yaralamayan, adalet inancını sarsmayan bir af yasası çıkarılmasını ummaktan başka yapacağımız yok” dedi.
       -
ŞARTLI TAHLİYE EŞİTLİĞE AYKIRI

       Demokrat Türkiye Partisi (DTP) Genel Başkanı İsmet Sezgin, Şartla salıverilme ve cezaların ertelenmesini öngören tasarının, Anayasa’nın eşitlik ve genellik ilkesine aykırı hükümler taşıdığını kaydetti. 
       İsmet Sezgin, Ankara Oteli’nde partililere verdiği iftar yemeğinin ardından gazetecilerin sorularını yanıtladı. Bir gazetecinin, şartla salıverilme ve erteleme yasa tasarısı hakkındaki görüşlerini sorması üzerine Sezgin, tasarının, Anayasa’nın eşitlik ve genellik ilkesine aykırı hükümler taşıdığını bildirdi. Her zaman kamu vicdanını tatmin eden, ekonomik, sosyal ve hukuksal zorunlulukları içeren bir aftan yana olduklarını belirten Sezgin, 
       “Hükümet ortakları zaten af da diyemiyorlar. (Ceza ve indirim) diyorlar. Bu da anlaşamadıklarını gösteriyor. Zaten bu hükümet hiçbir konuda anlaşamıyor” dedi.


http://arsiv.ntv.com.tr/news/49429.asp


30 Ocak 2017 Pazartesi

Yeniden Gümrük Birliği Meselesi


  Yeniden Gümrük Birliği Meselesi 



21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü    
Avrupa Birliği Araştırmaları Merkezi
Yeniden Gümrük Birliği Meselesi

Sezgin Mercan 
08 Nisan 2013 Pazartesi

1996 yılında yürürlüğe giren Gümrük Birliği gereğince Türkiye, mal ithalatında Avrupa Birliği (AB)’nin üçüncü ülkelere dönük gümrük tarifelerini ve ticaret 
politikalarını uygulama, AB kaynaklı mallarda gümrük indirimi, mülkiyet hakkı, rekabet kurallarına uyum, devlet yardımları konusunun standardizasyonu gibi 
zorunluluklar altına girmiştir. Bir başka deyişle, Türkiye, hem AB mallarının girişi hem de ortak gümrük tarifesine uyum açısından AB’ye önemli bir imtiyaz 
vermiştir. Aynı zamanda, AB, tam üye olmamasına rağmen Türkiye ile gümrüksüz ticaret yapmaya ve bu sayede de önemli ekonomik faydalar sağlamaya başlamıştır. 

Sonrasında da taraflar arasındaki ekonomik ilişkiler Gümrük Birliği hükümleri gereğince devam etmiştir. Gümrük Birliği ile Türkiye’nin, AB onayı olmadan, AB 
ile herhangi bir tercihli ticaret düzenlemesi bulunmayan üçüncü bir ülkeyle serbest ticaret anlaşması imzalama olasılığı ortadan kalkmıştır. Artık 
Türkiye’nin, üçüncü ülkelerle bir ticari anlaşma çerçevesinde, o ülkeye düşük bir gümrük tarifesi uygulaması söz konusu değildir. Bu konuda Türkiye, Dünya 
Ticaret Örgütü kurallarına göre de tek başına hareket edemeyecek konumdadır.[1] Bu çalışmada, güncel gelişmeler ışında Gümrük Birliği ve Serbest Ticaret 
Anlaşması çerçevesinde Türkiye-AB ilişkilerinin neden yeniden şekillendirilmesi gerektiği ve bunun nasıl yapılabileceği tartışılmıştır.

Gümrük Birliği’nin Türkiye Üzerindeki Etkilerine Güncel Bakış

Türkiye ile AB ilişkileri çerçevesinde yürütülen tartışmalardan biri ‘tam üyelik’ meselesi olurken diğeri de hep ‘Gümrük Birliği’nin’ etkileri olmuştur. 

Gümrük Birliği ile birlikte uluslararası alanda Türkiye’nin ticaret ilişkilerinde birtakım değişiklikler meydana gelmiştir. Örneğin, AB ve Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Örgütü (OECD) ülkeleri Türkiye’nin ithalatında önemli konumda olsa da, Gümrük Birliği’nin yürürlüğünden itibaren bu ülkelerden yapılan ithalatın günümüze kadar geçen süreçte düştüğü belirtilebilir. AB’nin Türkiye’nin ithalatındaki payının 1996’da yüzde 55 iken, 2006’da yüzde 42.6’ya gerilediği görülmüştür. Türkiye’nin AB’deki en büyük ticaret ortağı olan Almanya’dan dahi yapılan ithalat 1996’da 17.9 iken, 2006’da 10.6’ya gerilemiştir. Türkiye ile AB arasındaki ticari ilişki değişikliği, 1996’da 11.7 milyar dolar değerinde olan ticaret açığının 2006’da sadece 11.5 milyar dolar değerine düşmesinden de anlaşılabilir. Açık sabit kalmıştır. Türkiye’nin AB'ye ihracatı 2012 yılında önceki yıla oranla %4,9 oranında azalarak 54.3 milyar dolar; AB'den ithalatı ise %4,2 azalarak 80,1 milyar dolar olarak gerçekleşmiştir. AB'nin Türkiye’nin toplam ticaret hacmi içerisindeki payı 134,4 milyar dolar ile %37.7 olmuştur. Bu da iki boyutlu bir sonucu ortaya çıkarmıştır. İlki, Türkiye’nin AB’ye yönelik ihracatının zayıflığı, ikincisi de AB üyesi ülkelerin Türk ürünlerine yönelik kısıtlamalarıdır.[2] 1996 yılından 2012’ye uzanan süreçte Türkiye’nin AB ülkeleriyle ticaretinde AB lehine verdiği toplam dış ticaret açığı 210.2 milyar dolar olmuştur.[3]

Gümrük Birliği Anlaşması Türkiye açısından ‘asimetrik’ bir doğaya sahiptir. Türkiye, anlaşmanın bu asimetrik doğasını ortadan kaldırmak için en büyük koz 
olarak AB’ye tam üyeliği görmüştür. Gümrük Birliği, Türkiye için AB üyeliği hedefine bağlılığın temel göstergesi olarak sunulmuş, hatta araç olarak 
kullanılmıştır. Bu hedef nedeniyle de AB’yi üçüncü ülkelerle ticari ilişkilerinde kendisiyle istişarelerde bulunmasını sağlama yönünde çok da çaba sarf etmemiştir. Bugün gelinen noktada AB’nin dünyanın dört bir yanındaki serbest ticaret girişimlerinde Türkiye’yi endişelendiren tutumunun kökeni bu arkaplana dayanmaktadır. Türkiye açısından adil olmayan bir ticari rekabeti sorunu ortaya çıkmış ve ticari çıkarlarının AB nezdinde dikkate alınmadığı doğal olarak konu edilmeye başlanmıştır. Bunun, Gümrük Birliği’ni Türkiye üzerinde refah düzeyini kısıtlayan bir niteliğe büründürdüğüne dikkat çekilmiştir.[4] 

Dolayısıyla Türkiye’nin Gümrük Birliği Anlaşması’nda AB’yi Serbest Ticaret Anlaşması doğrultusunda revizyona götürmesi gelecekte uygulanması beklenen 
seçeneklerden olma yolundadır.[5]

Gümrük Birliği Anlaşması’nın Türkiye’ye yönelik doğrudan yabancı yatırımı artıracağı beklentisinin de uygulama sürecinde gerçekleşmediği görülmüştür. 
Gümrük Birliği’nin Türk ekonomisine etkileriyle ilgili çalışmaların ağırlıklı olarak ticarete odaklandığı ve refah düzeyinin de dikkate alınması gerektiği öne 
sürülebilecek olsa da, Gümrük Birliği’nin refah düzeyini artırmada da yeterli olmadığına dikkat çeken çalışmalar yapılmıştır.[6] Gümrük Birliği’nin Türkiye 
ekonomisi üzerindeki olumsuz etkileri rekabet gücüne, istihdama, dış ticaret dengesine, ortak gümrük tarifesine olmak üzere 5 kaleme ayrılabilmektedir. 
Türkiye’de rekabet gücüne sahip olmayan otomotiv, ilaç ve kimya sanayi gibi sektörler Gümrük Birliği’den olumsuz etkilenmiştir. Gümrük Birliği, rekabete 
hazır olmayan firmaların yer aldığı sektörleri olumsuz etkilemiştir. Olumsuz etkilenen firmaların kapanması işsizliği beslemiştir. Dış ticaret açığı Türkiye ’nin AB ihracatı ve ithalatı arasındaki dengesizlikten kaynaklanmıştır. Gümrük Birliği’nin ardından AB kaynaklı ithalatta bir patlama görülmüştür. 

Gümrük Birliği’nin Türkiye ekonomisi üzerinde ortak gümrük tarifesi etkisi ise Türkiye’nin AB’nin taviz verdiği üçüncü ülkelere aynı tavizleri tanımak zorunda 
kaldığından gümrük vergisi geliri kaybına uğraması; Türkiye’nin, daha önce ikili anlaşmalarla üçüncü ülkelere tanıdığı tavizleri artık uygulayamayacağından o 
ülkelerin misillemelerine maruz kalması; AB’nin koruma önlemleri uyguladığı ABD, Japonya gibi ülkelere aynı önlemleri uygulamak zorunda kalması şeklinde 
olmuştur. Gümrük Birliği ile Türkiye, ucuz girdi ithalinde de sorunlar yaşamıştır.[7]

Gümrük Birliği’nden Serbest Ticaret Anlaşması’na Yönelimin Nedenleri

Türkiye-AB ilişkilerinin seyri ve niteliğiyle ilgili tartışmalarda Gümrük Birliği hep gündeme gelen bir konu olmuştur. Bugün yine böyle bir gündemle karşı 
karşıya kalınmıştır. Bunu tetikleyen konu ise Amerika Birleşik Devletleri (ABD) ile AB arasında görüşülen ‘Serbest Ticaret Anlaşması’ olmuştur. 

Özellikle 2008 sonrası dönemin küresel ve bölgesel ekonomik krizlerinin etkisiyle, dünyanın büyük ve büyümekte olan ekonomileri çekim alanı yaratmak, pazar açılımı sağlamak, nüfuz dengesi kurmak için stratejik hamlelerde bulunmaya ve bundan fayda sağlamaya devam etmektedir. Bu doğrultuda ABD, Japonya, AB, Çin, Hindistan ve Rusya serbest ticaret ve tercihli ticaret anlaşmalarını geliştirmeye çalışmaktadır. Küresel ve bölgesel düzeyde piyasa dinamikleri üzerinde nüfuz elde ederek az gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerin ekonomik tercihlerini de şekillendirmektedir.[8]

Hatırlanacağı üzere, Şubat ayında Avrupa Komisyonu Başkanı Manuel Barroso ABD ile AB arasında serbest ticaret anlaşmasına varabilecek görüşmelerin Haziran ayında başlatılmasının mümkün olduğunu belirtmişti. Bu zamanlama bir tesadüf değildi. Çünkü Barroso’nun açıklamasından kısa bir süre önce ABD Başkanı Barack Obama, krizden çıkış için yatırımlara ve yeni istihdam alanlarına yoğunlaşacaklarını; bunun için de AB ile bir serbest ticaret anlaşmasının 
gerekli olduğunu vurgulamıştı. Tarafların ekonomilerindeki yavaş büyüme, Çin başta olmak üzere diğer büyüyen ekonomilerden gelen baskı 2011’den itibaren bu gibi bir anlaşmaya dönük çalışmaları zaten başlatmıştı.

Obama, AB ile serbest ticaret anlaşması için müzakerelere başlama planını Mart ayında Amerikan Kongresi'ne bildirmiş, anlaşma için müzakere yürütme planlarını da Şubat ayında açıklamıştı. Bu anlaşmayla, iki taraf da ticaret ilişkilerini daha da güçlendirmeyi hedeflediklerini göstermiştir. Bu hedefe yönelik yapılan müzakerelerde esas ele alınan husus, tarım, kimyasal, ilaç ve otomotiv sektörlerindeki farklılıkların giderilmesine dönük düzenlemeler olmuştur.  

Serbest ticaret anlaşması, AB ile Gümrük Birliği anlaşmasına sahip olan Türkiye’nin gündeminde de önemli yer tutmaktadır. Serbest ticaret anlaşması 
tartışmaları devam ederken ticaret anlaşmalarından dolayı Türkiye'nin Gümrük Birliği konusunda elinin giderek zayıfladığı düşünülmektedir. Çünkü AB, bir 
üçüncü ülkeyle serbest ticaret anlaşması yaptığı zaman Türkiye de buna uymak zorunda kalmakta ve o üçüncü ülke mallarına gümrük indirimi uygulamaktadır. O ülke ise Türkiye’den giden mallara gümrük uygulamasına devam etmektedir. Bu durumun değişmesi için o ülke ile Türkiye arasında ayrı bir ticaret anlaşması nın imzalanması gerekmektedir. Türkiye, AB’nin serbest ticaret anlaşması imzaladığı ülkelerle serbest ticaret anlaşması imzalayabilse de AB ile anlaşma imzalayan ülkelerin Türkiye’yle anlaşma yapma zorunluluğu ise bulunmamak tadır. Asıl mesele de burada düğümlenmektedir. Bu yeni bir durum değildir elbette. Türkiye’nin konuyla ilgili karar alma mekanizmasında olmayışından dolayı uzun süredir sıkıntıda olduğu bir durumdur. AB; Latin Amerika, Singapur, Japonya, Kanada ile de serbest ticaret anlaşmasına dönük çalışmalarını yürütürken de, Meksika, Cezayir ve Güney Afrika ile serbest ticareti yürütmeye başlarken de aynı sıkıntıyı hissetmektedir.  

Mevcut koşullar altında Gümrük Birliği asimetrik bir karar alma mekanizmasına sahiptir. Türkiye’nin, tam üye olmadığı bir çokuluslu bütünleşmenin dış ticarete 
ilişkin her türlü kararına uymakla yükümlü olduğu açıktır. AB’nin çok taraflı anlaşmalar yoluyla ticaret serbestliği sağlamaya çalıştığı dönemlerde bu durum 
Türkiye tarafından büyük bir sorun olarak görülmemiştir. Ancak AB, 2000’li yılların ortalarından itibaren iki taraflı serbest ticaret anlaşmalarına geçince 
durum değişmiş, Gümrük Birliği Türkiye’nin daha fazla aleyhine işleyen bir hal almıştır. Çünkü AB’nin üçüncü ülkelerle imzaladığı anlaşmalardan Türkiye’nin 
doğrudan faydalanamaması, Türkiye’nin bu ülkelerden ithal ettiği ürünlere Gümrük Birliği nedeni ile tek taraflı indirilmiş gümrük vergisi oranları uygulaması na yol açmıştır. Aynı zamanda, bu ülkelere ihraç ettiği mallardan yüksek gümrük vergileri alınmaya devam edilmiştir. Türkiye bunu aşmak için, AB’nin imzala dığı her serbest ticaret anlaşmasının ardından ilgili ülkelerle ikili anlaşma imzalama yoluna gitse de bunu tam olarak yerine getirememektedir. Çünkü üçüncü ülkeler AB ile imzaladığı anlaşma kapsamında zaten Türk pazarına AB ile aynı gümrükten giriş yapabilmektedir.[9]

Bu gibi durum ve gelişmeler karşısında Türkiye’de gerek siyasi gerek ticari  gerekse de sivil toplum makamları da sesini yükseltmeye başlamıştır. Ekonomi 
Bakanı Zafer Çağlayan, “eğer Türkiye AB-ABD arasındaki Transatlantik Serbest Ticaret Anlaşması müzakerelerinin dışında kalırsa, bu durum daha da Türkiye 
aleyhine tersine dönecek. Türkiye'ye gümrüklü giren ABD ürünleri, elini kolunu sallaya sallaya Avrupa üzerinden Türkiye'ye girecek ve haksız bir rekabet 
oluşacak” demiştir. AB’nin Japonya ile yürüttüğü serbest ticaret çalışmalarına da işaret eden Çağlayan, Japonya konusunun Türkiye için daha da vahim olduğunu 
vurgulamıştır. 'Ticarette çok büyük bir dengesizlikle karşı karşıyayız. Japonya-AB Serbest Ticaret Anlaşması'nda Türkiye sürecin dışında kalırsa, bu Türkiye açısından çok daha ciddi ticaret bağlantısının bozulması sonucunu ortaya çıkarır' demiştir.[10]  AB ile Gümrük Birliği Anlaşması’nın tamamen Türkiye'nin 
aleyhine işlemeye başladığı tespitinde bulunan Çağlayan, böyle bir ortamda, Serbest Ticaret Anlaşması'na geçişin Türkiye'nin menfaatine olacağını düşünmekte dir.  Menfaatine olması düşünülen diğer bir konu da ABD ile Türkiye arasında bir serbest ticaret anlaşmasının uygulanmaya başlanması olarak öne 
çıkmıştır. Bu noktada AB’nin, kendisi ABD ile bir serbest ticaret anlaşması yapmadan, Türkiye’nin ABD ile anlaşma imzalamasına ne derece olumlu yaklaşacağı ise şüphelidir. Türkiye’nin, AB’nin rızası olmadan ABD ile serbest ticaret anlaşması imzalaması durumunda AB’nin Türkiye’den ithal edeceği ürünler için menşe belgesi talep etmeye başlaması ve malların serbest dolaşımını fiilen geçersiz hale getirmesi söz konusu olabilecektir.[11]

Sonuç

Türkiye’nin AB ile Gümrük Birliği yerine serbest ticaret anlaşmasına geçmesi tartışmalarına olumsuz yaklaşanlar, genellikle böyle bir anlaşmanın Türkiye’nin 
AB’ye üyelik hedefi açısından son derece sakıncalı olduğunu düşünmeye devam etmektedirler. Bu düşünce Gümrük Birliği’nin, Ortaklık Anlaşması gibi hukuki ve 
köklü bir siyasi temele dayanması nedeniyle, bunun yerine yeni bir serbest ticaret anlaşması yapılmasının Türkiye’yi tam üyelik hedefinden uzaklaştıracak 
ve Ortaklık Anlaşması’ndan doğan kazanımlarını tehlikeye atacak olmasında endişelenmektedirler.  Türkiye’nin AB’ye tam üyeliği tartışmalarında sıfırın 
tüketildiği şartlar altında konuyu tekrar bu hususa bağlamak çok da rasyonel görünmemektedir. Gümrük Birliği’nin ortaya konulacak olumlu yanları olabilir, 
ancak karşı karşıya kalınan olumsuzluklar uygulamanın planlandığı gibi gitmediğinin açıkça görülmesini sağlamaktadır. Henüz AB’ce vize muafiyeti ve 
kişilerin serbest dolaşımının sağlanması dahi söz konusu olamamıştır. 

Bugün dünya ekonomilerinin “pazar stratejileri” arasında üzerinde durulması gereken de bu hususlardır.  

ABD ve AB gibi iki büyük pazarın üzerinde uzlaştığı bir serbest ticaret anlaşmasının, Türkiye’nin müzakerelerine katılmadığı ve dolayısıyla kararları 
etkileyemediği kurallarının yürütülmesine, Türkiye’nin de buna uymak zorunda kalmasına ve bu zorunluluğu yerine getirmeye çalışırken sorun yaşamasına yol 
açması muhtemeldir. Dolayısıyla Türkiye, anlaşmaya dönük olarak yürütülen müzakereleri izlemenin yanında, diplomatik zeminde AB’nin, üçüncü ülkeleri 
Türkiye’ye dönük serbest ticaret konusunda anlaşmaya yönlendirilmesine de çalışmalıdır. Rasyonel olan davranış da budur. Böylece taraflar arasında 
müzakerelerin paralel yürütülmesine zemin hazırlanabilecek ve anlaşma görüşmelerinin aynı anda yürürlüğe girmesi sağlanabilecektir. Bugün uygulamada olan, AB’nin, serbest ticaret anlaşmalarına “Türkiye Maddesi” adı altında bir madde ekleyip, diğer ülkelerin benzer bir anlaşmayı Türkiye ile de imzalamasının bağlayıcı olmayan şekilde tavsiye edilmesidir. Buradaki püf noktası hem AB hem de Türkiye ile üçüncü ülke arasındaki anlaşmanın aynı zamanda yürürlüğe girmesinin sağlanmasıdır.[12] Bunu sağlamak AB için çok da kolay değildir. AB’nin, üye ülkeler arasında dış politika koordinasyonundaki ve ortak politika geliştirmedeki yetersizliği de göz önünde bulundurulduğunda, bunun ticaret diplomasisini de olumsuz etkilediği çıkarımı rahatlıkla yapılabilir.

Bu noktaya kadar anlatılan tüm hususlar temelde üç soruna işaret etmektedir. İlki AB’nin üçüncü ülkelerle yaptığı serbest ticaret anlaşmalarının Türkiye’yi 
haksız rekabet içine sürüklemesidir. İkincisi Türkiye’nin Gümrük Birliği kapsamın da karar alma mekanizmasına dahil olamaması nedeniyle görüşlerini 
sunamamasıdır. Halbuki “ Avrupa Gümrük Alanı ” 27 tam üye ülke ile aday ülke Türkiye'den oluşmaktadır. Üçüncüsü de AB ile Türkiye arasındaki ortaklık 
ilişkisinin gereklerinin hala tam anlamıyla yerine getirilememesidir. İşe, üçüncü sünü yeniden tanımlayıp nitelikli hale getirmekle başlamak AB ve Türkiye 
açısından öncelik arz etmektedir. 

Uzman Hakkında;
Sezgin Mercan
Avrupa Birliği Araştırmaları Merkezi
mercan.sezgin@gmail.com

Uzmanın Diğer Yazıları;

Avrupa’da Siyasi, Ekonomik, Sosyal ve Askeri bütünleşme; Bütünleşme kuramları; 
AB ortak dış, güvenlik ve savunma politikası; 
AB Genişlemesi; AB’nin küresel ve bölgesel politikaları

  Mültecilerin ‘Refah’ Arayışları: Gelecek Avrupa’da mı? 
  Türkiye-Almanya İlişkileri Ne Anlatmak İstiyor? 
  Avrupa’nın ‘Propaganda Savaşları’nda Suriye Sınavı 
  Suriye’de Sınırlanan Avrupa Savunma İşbirliği 
  Avrupa’dan ‘Gezi Parkı’na Ulaşan Mesajları Doğru Anlamak 
  ‘Barış ve Ortak Kader Proje’liğinden ‘Hasta Adam’lığa AB 
  Yeniden Gümrük Birliği Meselesi 
  Türkiye-AB İlişkilerine İngiltere Modeli 
  AB’nin 2012’den 2013’e Uzanan Dış Politika Gündemi 
  Avrupa Bütünleşmesinin Sistem Sorunu Nedir? 
  Avrupa Birliği Suriye’de Ne Kaybediyor? 
  AB Sosyal Modelinde Hegemonya ve Vatandaş İlişkisi 
  Türkiye-AB İlişkilerinde Ne Olması Bekleniyor? 
  Türk Uçağının Düşürülmesi Avrupa’da Neyi Tetikleyecek? 
  AB-Rusya İlişkilerinde Üçüncü Devre 
  Fransa ABD’nin Sağ Kolu mu Oluyor? 
  Fransa'da Solun Hollande Alternatifi 
  Avrupa Birliği'nin Kafkasya'daki Varlığı 
  Avrupa Birliği'ni Düşündüren ' Bahar ' 
  Birleşik Krallık'ta İskoçya'nın Bağımsızlığı Sorunu 
  Suriye Meselesi Fransa için Yeni Fırsat Alanı mı? 
  AB'nin İnkar Yasası Karşısındaki Suskunluğu 
  Avrupa'da Aşırı Sağın Yükselişini Anlamak 
  Negatif Müzakere Sürecinden Pozitif Gündeme 
  Türkiye-Fransa-AB Ekseninde Ermeni Soykırımı İddialarını İnkar Yasası    Meselesi 


Copyright © 2015. 21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü. Tüm Hakları Saklıdır.

Sitemizde bulunan yazıların sorumlulukları yazarlarına aittir. Kurumumuz tarafından çıkarılan dergi, özel rapor ve kitapların içeriklerinde bulunan yazılarda aynı kapsam dahilinde yazarına aittir.

KAYNAKLAR;

[1]Oya Karakaş, “Türkiye ile ABD Arasında Olası Bir Serbest Ticaret Anlaşmasının, Dünya Ticaret Örgütü ve Avrupa Birliği Çerçevesindeki 
Yükümlülüklerimiz Açısından İncelenmesi”, 
http://www.mfa.gov.tr/turkiye-ile-abd-arasinda-olasi-bir-serbest-ticaret-anlasmasinin_-dunya-ticaret-orgutu-ve-avrupa-birligi-cercevesindeki-yukumluluklerimiz-acisindan-incelenmesi.tr.mfa.

[2]Kamil Yılmaz, “The EU-Turkey Customs Union Fifteen Years Later: Better, Yet not the Best Alternative”, Vol.16, No.2, 2011, ss.238, 239; Cevat Karataş, İdil 
Uz, “Turkey’s Accession to the European Union and the Macroeconomic Dynamics of the Turkish Economy”, Turkish Studies, Vol.10, No.4, 2009, s.540.

[3]“AB’nin Adım Atması Şart”, Hürriyet, 20.03.2013, s.9; http://www.ekonomi.gov.tr/avrupabirligi/index.cfm.

[4]Yılmaz, a.g.m., s.242.

[5]A.g.m., s.247.

[6]Detaylı bilgi için bkz. Karataş, Uz, a.g.m., s.548; J. Merceiner, E. Yeldan, “On Turkey’s Trade Policy: Is a Customs Union with Europe Enough?” European 
Economic Review, Vol. 41, 1997, ss. 871–80;  S. Bekmez, “Sectoral Impacts of Turkish Accession to the European Union,” Eastern Economic Journal, Vol. 40, No. 
2,  2002, ss. 57–84.

[7]Mustafa Hatipler, “Türkiye-AB Gümrük Birliği Antlaşması ve Antlaşmanın Türkiye Ekonomisine Etkileri”, Trakya Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, Cilt 13, Sayı 1, 2011, s.26-28.

[8]Michael Wesley, “The Strategic Effects of Preferential Trade Agreements”, Australian Journal of International Affairs, Vol.62, No.2, 2008, s.218; Lloyd 
Gruber, “Power politics and the free trade bandwagon”, Comparative Political Studies, Vol.34, No.7, 2001.

[9]Ziya Öniş, Mustafa Kutlay, “Ekonomik Bütünleşme/Siyasal Parçalanmışlık Paradoksu: Avro Krizi ve Avrupa Birliği’nin Geleceği”, Uluslararası İlişkiler, 
Cilt 9, Sayı 33, 2012,s.16.

[10]“Çağlayan: Böyle giderse Gümrük Birliği’ni masaya yatıracağız”, Euractiv, 25.03.2013, 
http://www.euractiv.com.tr/yazici-sayfasi/article/caglayan-boyle-giderse-gumruk-birligini-masaya-yatiracagiz-027440;,
“Çağlayan’dan AB-ABD Serbest Ticaret Anlaşması tepkisi”, Euractiv, 15.03.2013, 
http://www.euractiv.com.tr/yazici-sayfasi/article/caglayandan-ab-abd-serbest-ticaret-anlasmasi-tepkisi-027372.

[11]Karakaş, a.g.e.

[12]“AB'nin üçüncü ülkelerle serbest ticaret anlaşmaları ve Türkiye”, Euractiv, 24.12.2012, 
http://www.euractiv.com.tr/ticaret-ve-sanayi/link-dossier/abnin-ucuncu-ulkelerle-serbest-ticaret-anlasmalari-ve-turkiye-000184. 



 ***

YEREL SEÇİMLERİN YERELLİĞİ


YEREL SEÇİMLERİN YERELLİĞİ,





YEREL SEÇİMLERİN “ YERELLİĞİ ” *
Dr. Örsan Ö. Akbulut*



Liberal siyaset kuramı, yerel yönetimlerin demokrasinin okulu olduğunu öne sürmektedir. Bu sav, aynı zamanda, yerel siyasetin kendine özgü yapısı olduğu ve bu kapsamda ulusal siyasetten ayrı bir nitelik taşıdığı sonucunu da doğurmaktadır.  Bu yazı, yerel seçimlerin izini sürerekten söz konusu savın, Türkiye açısından geçerliliğini sorgulama amacını taşımaktadır. Dolayısıyla, yerel siyasetin kendine özgü doğası önermesinin, özellikle batılı ve diğer toplumlar açısından geçerliliği çalışmanın kapsamı dışında kalmaktadır. 
Yerel siyasetin özerkliği önermesinin geçerliliğini, 1963 yılından günümüze kadar yapılan tüm ulusal ve yerel seçimleri, kendi saptadığımız beş etmen çerçevesinde değerlendirerek sorgulamayı deneyeceğiz. Bu etmenler; 1. ulusal seçime yakınlık, 2. iktidar partisinin/partilerinin konumu, 3. seçimlere katılma oranı, 4. yerel seçim türlerinde oy farklılaşması ve 5. bağımsızların durumu.  Bu etmenlerin beşi de, birbiriyle ilişkili ve birbiri üzerinde seçimlerin yapıldığı dönemin özelliklerine göre, baskın olma niteliğine sahiptirler. Bu etmenler yardımıyla, Türkiye’de yerel seçimlerin temel karakteristiklerinin göreli de olsa ortaya konulabileceğini düşünmekteyiz.

Ulusal Seçime Yakınlık

Türkiye’de yerel seçimlerin ulusal seçime yakınlığı genel olarak iki temel sonuç doğurmaktadır: ilki, ulusal seçimden belli bir süre sonra yapılan  yerel seçimler, iktidar partisi açısından bir güven oylaması niteliğini kazanmakta, ikincisi, yerel seçimlerden sonra yakın dönemde bir ulusal seçim yapıldığında, yerel seçimler bir tür kamuoyu yoklaması olarak değerlendirilmektedir. Dolayısıyla, bu etmen çerçevesinde, yerel seçimler hem yürütülen seçim propagandası hem de  seçimlere yüklenen anlam kapsamında ulusal siyaset ekseninde  bir siyasi faaliyet görünümüne bürünmektedir.  
Ulusal seçimden sonra yapılan yerel seçimlere güven oylaması niteliğini, hem döneme özgü siyasi koşullarla sınırlı olarak iktidar partisi/partileri hem de genel olarak, yürüttükleri seçim propagandası ile muhalefet partileri vermektedir. İktidar partisi/partileri, ulusal seçimlerden güçlü çıkmışlarsa yakın zamanda yapılacak olan yerel seçimlere iktidarlarını güçlendirecek bir anlam yüklemişlerdir. AP, 1968 yerel seçimlerine; ANAP, 1984 yerel seçimlerine ve AKP, 2004 yerel seçimlerine bu tür bir anlam yüklemiştir. Eğer, siyasal ortam iktidar partisinin aleyhine ise, bu durumda, seçim propagandası ve seçimlere yüklenen anlam, ulusal siyaset ile yerel siyasetin birbirinden ayrı olduğu savına oturtulmaktadır. Bunu karşılık, muhalefet partileri, hem genel olarak hem de dönemin siyasi özelliklerine koşut bir şekilde,  ilgili dönemde bir hükümet sorunu varsa yerel seçimleri ve yerel seçim sonuçlarını bu sorunu çözmeye ya da iktidarda bulunan partiyi zayıflatmaya yönelik olarak kullanmışlardır.

Hükümet sorunu, ulusal seçimlerde tek başına iktidar olabilecek bir siyasal partinin ortaya çıkamaması ile doğrudan bağlantılı olmakla beraber, siyasal partilerin koalisyon kurmada yaşadıkları sorunlarla da ilişkili olmuştur. Bu bağlamda, yerel seçimler sonucunda ulusal seçime göre oylarını arttıran siyasal partiler, koalisyon oluşturmada daha etkin olma olanağı elde etmişlerdir. 1973 yerel seçimleriyle oylarını arttıran CHP’nin durumu buna örnektir. 1963, 1973, 1977  yerel seçimleri de hükümet sorununun çözümünde önemli bir rol oynamışlardır. 1989 yerel seçimleri ise, iktidarda bulunan ANAP için tam bir güven oylaması olmuştur. Daha önce belirtildiği gibi,  1968, 1984 ve 2004 yerel seçimleri  bu tür bir özellik taşısa da, 1989 yerel seçimleri, seçimler sonucunda erken ulusal seçime gidilmesinden dolayı bahsedilen özelliği daha fazla taşımıştır, denilebilir. 

Ulusal seçimlerden bir yıl önce yapılan 1968 ve 1994 yerel seçimleri birer kamuoyu yoklaması niteliğini kazanmışlardır. 1990 sonrasında yapılan yerel seçimler de, 1970’li yıllardaki kadar belirgin olmasa da, genel olarak, ulusal siyaset eksenli bir niteliğe bürünmüşlerdir. 1989 ve 1994  yerel seçimleri, 1991 ve 1995 ulusal seçimlerinde oy arttıracak ve hükümeti kuracak partilerin habercisi olmuşlardır.         

Görüldüğü gibi, yerel seçimler, ulusal siyaset ekseninde yürütülmüşlerdir. Yerel siyasetin özerkliği ancak iktidar partilerinin pragmatik amaçlarla başvurdukları bir propaganda unsuru olarak geçerlilik kazanabilmiştir.      


Çizelge 1 Ulusal ve Yerel Seçimlerin Tarihleri,

İktidar Partisinin/Partilerinin Konumu


Bu etmen ilk etmenle iç içedir. Dolayısıyla, ilk iki etmen, birbirlerini tamamlamaktadır. Burada, ilkinden farklı olarak araştırılacak olan, iktidarda bulunan partinin bu konumunu yerel seçimlerde oy artışına çevirip çeviremediğini saptamak ve bunun ulusal siyasete yansımalarını ortaya koymaktır. Bu saptamayı, siyasal partilerin ulusal seçimlerde aldıkları oyları, yerel seçimlerde özellikle il genel meclisi seçiminde (igms) aldıkları oylarla karşılaştırarak yapmaya çalışacağız. Bu saptamayı, genel olarak, 1990’lı yıllara kadar, belediye başkanlığı ve belediye meclisi üyeliği seçim sonuçları ile karşılaştırarak da temellendirebiliriz. Çünkü, 1990’lara gelinceye kadar, yerel seçim türlerinde büyük ölçüde oy farklılaşması görülmemiştir. Bu konu ayrıntılı olarak, 4. etmen incelenirken ele alınacaktır.     Bu kapsamda bir genel saptama yapıldığında şu söylenebilir: 1963’den bu yana yapılan tüm yerel seçimlerde, iktidarda bulunan parti ya da partiler oy kaybetmişlerdir. Bunun en önemli istisnası, son seçimlerde oylarını göreli olarak arttıran AKP ve 1999 seçimleri sonrasında yine göreli olarak DSP’dir.

1963 yerel seçimleri sonunda, iktidar partilerinden olan CHP oylarını arttıramamış, iktidar ortağı olan partiler YTP ve CKMP ise, oy yitirmişlerdir. 1968 yerel seçimlerinde, tek başına iktidarda bulunan AP, 1965 ulusal seçimine göre, yaklaşık % 3 oranında oy yitirmiştir.  1973 ulusal seçiminde, CHP iktidarda olmamasına rağmen, 1968 yerel ve 1969 ulusal seçimlerine göre oyunu önemli ölçüde arttırmıştır. 1977 yerel seçimlerinde,  iktidarda bulunan 1. MC hükümetini oluşturan partilerden, AP, kısmi bir yükseliş elde etmiştir. AP, 1977 ulusal seçiminde % 36.89, yerel seçiminde ise, % 37.10 oy oranı elde etmiştir. AP’nin almış olduğu bu oy oranı, 1973 ulusal ve yerel seçimlerinde aldığı oy oranının da üzerindedir. Ancak, AP’deki bu oy artışı, CHP’nin 1973 seçimlerinden bu yana elde ettiği oy artışının gerisinde kaldığından, iktidar olmanın doğrudan bir sonucu olarak değerlendirilmeyi zorlaştırmaktadır. Nitekim CHP, 1973 seçimlerinde ortalama % 35’lik oy oranını, 1977’de % 41.73’e çıkarabilmiştir.    

1984 yerel seçimlerinde de, iktidarda bulunan ANAP oy kaybetmiştir. ANAP’ın, 1983 ulusal seçimindeki oy oranı % 45.14 iken, 1984 yerel seçiminde % 41.52’ye gerilemiştir. Yine, 1989 yerel seçimlerinde iktidar partisi olan ANAP, oy yitirmesini sürdürmüştür. ANAP’ın 1987 ulusal seçiminde oy oranı % 36.31 iken, 1989 yerel seçiminde % 21.80 olmuştur. 1994 yerel seçimlerinde, iktidarda bulunan DYP-SHP koalisyon hükümetinin partileri de oy yitirmişlerdir. DYP, 1991 ulusal seçiminde elde ettiği  % 27.03’lük oy oranını, 1994 yerel seçiminde % 21.41’e,  SHP, 1991 ulusal seçimindeki  % 20.75’lik oy oranını, 1994 yerel seçiminde % 13.53’e düşürmüştür.

 1999 ulusal ve yerel seçimlerine DSP Azınlık hükümeti ile gidilmiştir. DSP, daha önce, ANAP ile bir koalisyon hükümetinde yer almıştı.  DSP, 1995 ulusal seçiminde % 14.64’lük oy oranını 1999 ulusal seçiminde % 22.19’a yükseltmiştir. Ancak, aynı yıl ve günde yapılan yerel seçimde aynı oy oranını elde edememiştir ( % 18.70).  

2004 yerel seçimlerinde ise, iktidarda bulunan AKP, 2002 ulusal seçimindeki % 34.28’lik oy oranını önemli ölçüde arttırarak, % 41. 9’lık bir oy oranına ulaşmıştır.




Çizelge 2 Yerel Seçimlerde İktidar Partisinin Konumu


3.Seçimlere Katılma Oranı

Türkiye’de ulusal seçimlerle karşılaştırıldığında, yerel seçimlere katılma oranının düşük olduğu görülmektedir. Yerel seçimlere katılma oranının düşüklüğünde, yerel seçimlerin ulusal seçimlere yakınlığı da göreli olarak önemli olmaktadır. Nitekim, 1973 ve 1977 yerel seçimleri, ulusal seçimlerden birkaç ay sonra yapıldığından, yerel seçimlere katılma bakımından en düşük oranlı seçimler olarak öne çıkmaktadırlar.  En yüksek katılım oranlı yerel seçim ise, 1994 yerel seçimleri olmuştur.    

Katılım oranı düşük olmasına rağmen, daha önce de belirtildiği gibi, özellikle 1963, 1973, 1977 ve 1989 yerel seçimleri ulusal siyaset üzerinde etkili olabilmiştir. Bu iki açıdan önem taşımaktadır: ilk olarak, yerel seçimlere katılım oranının düşüklüğü başlangıçta belirttiğimiz yerel yönetimlerin demokrasinin okulu olduğu yönündeki liberal savı yanlışlamaktadır. Çünkü, söz konusu katılım oranlarıyla, yerel demokrasinin yeşermesi zor görünmektedir. Katılım oranı en yüksek yerel seçimler olan 1994 yerel seçimleri de, bir erken seçime yol açmasından dolayı, yine ulusal siyaset eksenine oturmuş bir yerel seçim görünümünden kurtulamamaktadır.


Çizelge 3 Yerel Seçimlere Katılım Oranı


4. Yerel Seçim Türlerinde Oy Farklılaşması

1989 yerel seçimlerine gelinceye kadar, yapılan tüm yerel seçimlerde, yerel seçim türlerinin hepsinde yani belediye başkanlığı, belediye meclisi üyeliği, il genel meclisi üyeliği ve 1980 sonrasında da büyükşehir belediye başkanlığı seçimlerinde, siyasal partiler  benzer oy almışlardır. Yani bir siyasal parti örnek olarak, CHP, belediye meclisi üyeliği, belediye başkanlığı ve il genel meclisi üyeliği seçimlerinde sırasıyla, % 30, %32 ve %32 oy oranı elde etmiştir. Bunun anlamı, seçmen, yerel seçimlerde oy verirken, siyasal parti tercihini, genel olarak, ön planda tutmaktadır. 1989 yılına gelinceye değin, üç (ve dört) seçim türünün kendi arasındaki oy farklılaşması, %3 veya  % 4 oranında olmuştur. Söz konusu bu farklılık, döneme özgü koşullardan ve kimi partilerin özelliklerinden kaynaklanmaktadır. Bu konu, 5. etmenle ilgili olduğundan ayrıntılı incelemeyi sonraki başlığa bırakıyoruz. 

1989 yerel seçimlerinden sonra ise, genel olarak, belediye meclisi-belediye başkanlığı ile il genel meclisi üyeliği seçimlerinde oy farklılaşması görülmüştür. Örnek olarak, DSP, belediye meclisi üyeliği ve belediye başkanlığı seçimlerinde % 17 ve % 16’lık bir oy oranı elde etmişken, il genel meclisi üyeliği seçimlerinde % 20’lik bir oy oranı elde etmiştir.  

1960’lardan 1980’lere kadar, Türkiye’deki  siyasal yaşamda fiili iki partili sistemin olduğu kabul edilmektedir. Bu kabul, seçim sonuçlarına bakılarak sınanabilir. 1980’li yıllara kadar, CHP ve AP’nin oy toplamının 1973 seçimleri istisna olmak üzere, % 70’in üzerinde olması bu kapsamdadır. Bu temel özellik, yerel seçimlere de yansımış ve 1963-1977 yıllarında yapılan tüm yerel seçimlerde bu iki parti oy ağırlığına sahip olabilmiştir. 1963-1977 yerel seçim sonuçları incelendiğinde, AP ve CHP tüm yerel seçim türlerinde birbirine yakın-benzer oy almışlardır. 

Güdümlü bir taban birleştirilmesi örneği olan bir siyasi parti olarak ANAP’ın katıldığı 1984 yerel seçimleri bir yana bırakıldığında, 1989 seçimlerinde yukarıda bahsedilen genel özellik aşınmaya başlamıştır. Yerel seçimlere katılan siyasal partiler, belediye başkanlığı ve belediye meclisi üyeliği seçimlerinde benzer oy alırlarken, il genel meclisi üyeliği seçimlerinde, belediye seçimlerinde aldıkları oy oranın altında ya da üstünde oy oranına sahip olmuşlardır. Bu özelliğin ortaya çıkmasındaki en önemli nedenlerden biri, 1980’lerin sonunda siyasal yaşamın, siyasal partilerin sayılarının artmasıyla beraber parçalı bir görünüme bürünmesidir. Böylelikle, 1980 öncesi dönemde, kişilerin yerel seçimlerde özellikle de belediye seçimlerinde bağımsızlar veya kimi bölge ve/veya eşraf partileri aracılığıyla “yerel siyasete” dahil olma mekanizması, 1990’lı yıllarda parçalı siyasal yapı görünümünde bir somutluk kazanmıştır. 

1980’den sonra yapılan yerel seçimlerde, siyasal partilerin belediye başkanlığı ve belediye meclisi üyeliği seçimlerinde oy benzerliği karakteristiktir. 1980’den önce yapılan yerel seçimlerde, örneğin 1963 yerel seçimlerinde AP, belediye başkanlığı seçiminde % 45.97, belediye meclisi üyeliği seçiminde, % 49.93, il genel meclisi üyeliği seçimlerinde ise, % 45.48’lik bir oy oranı elde etmiştir. CHP’de, sırasıyla, % 35.69, % 38.20 ve % 36.22 oy oranlarına ulaşmıştır. Genel olarak, her üç seçim türünde de, oy oranları birbirine yakın gözükmektedir. 1980 sonrasındaki gibi, belediye başkanlığı- belediye meclisi üyeliği seçimlerinde, il genel meclisi üyeliği seçimlerine göre bir türdeşlikten kaynaklanan farklılaşma yoktur. Oysa ki, 1989 yerel seçimlerinden başlayarak, örnek olarak, ANAP, belediye başkanlığı seçiminde % 23.74, belediye meclisi üyeliği seçiminde % 23.51 oy oranı sağlamışken, il genel meclisi üyeliği seçiminde % 21.80’lik bir oy oranı elde etmiştir. SHP sırasıyla, % 32.76, % 33.16 ve % 28.69; DYP yine sırasıyla, % 23.48, % 23.70 ve % 25.13’lik bir oy oranı sağlamıştır. Benzer durum, 1994 yerel seçimlerinde de görülmüş ve ANAP, yine yukarıdaki sırayla, % 22.87, % 22.97 ve % 21.09; DYP, % 18.85, % 18.90 ve % 21.41; RP, % 19.20, % 19.07 ve % 21.4’lik oy oranı elde etmişlerdir. Bu sonuçlardan da görüleceği gibi, seçmen siyasal parti tercihini özellikle il genel meclisi üyeliği seçiminde daha belirgin olarak ortaya koyabilmektedir.            


Çizelge 4 Yerel Seçim Türlerinde Oy Farklılaşması


5. Bağımsızların Durumu

Liberal siyaset kuramının savı olan, yerel siyasetin kendine özgü doğasının en önemli özelliği, yerel seçimlerde kişilerin ön planda olduğudur. Bu sav, yukarıdaki dört etmene göre, daha çok yerel seçimlerde bağımsızların oy oranı incelenerek sorgulanabilir. Ancak hemen belirtmek gerekir ki, bu sadece, söz konusu savın gerekirlikleri doğrultusunda sonuç doğurucu nitelikte bir değişken olma özelliği taşımaktadır. 

Türkiye’de yapılan yerel seçimlere bakıldığında, 1970’lerin sonuna kadar, bağımsızlar, yerel seçimlerde adeta üçüncü parti olmuşlardır. Bunun çeşitli nedenleri vardır. Bunlardan ilki, 1968 yerel seçimlerinde özellikle AP’de merkez yoklaması sonucu, genel merkez ile bağlarını koparan il örgütlerinin belediye başkan adaylarını bağımsız olarak aday göstermeleri ve bu tip sorun yaşayan tüm illerde başkanlık seçimlerini bu adayların kazanmasıdır. İkincisi ise, çoğunlukla belde ve ilçe belediyelerinde, yörenin tanınmış kişilerinin bağımsız olarak aday olmaları sonucunda seçimi kazanmalarıdır. Üstü örtülü bir “kişi” yönelimli yerel seçim uygulaması da, bölge veya eşraf partisi niteliğindeki kimi partilerin (örnek, YTP, CGP…), yine yörenin ileri gelenlerini aday göstererek seçimi kazanmalarıdır. 1990 sonrasında yapılan yerel seçimlerde de, benzeri bir durum söz konusu olmuştur, denilebilir. 



Çizelge 5 Bağımsızlar Etmeni  Yerel Seçimler


Bitirirken…

Yerel seçimler, bu kısa yazının sınırlarını aşacak ayrıntıya sahip siyasal olaylardır. Ancak, bu yazıda, yerel seçimlere, saptadığımız beş ayrı etmenle, liberal bir sav olan yerel siyasetin özerkliği ve yerel demokrasi olguları açısından bakmaya çalıştık. Bunu yaparken, yerel (il, ilçe ve belde) düzeyinde yerel seçim sonuçlarından değil, yerel seçimlerin genel sonuçlarından hareket ettik. 

Bu kapsamda, Türkiye’deki siyasal yaşamın özellikleri çerçevesinde, yerel seçimlerin ulusal siyaset ekseninde yürütülmesi ve sonuçlarının genel olarak ulusal siyaseti etkileyici bir özelliğe sahip olmasından dolayı, yerel siyasetin özerk bir doğaya sahip olmadığını ileri sürmek olanaklıdır. Bu görüş, aynı zamanda, yerel yönetimlerin liberal sav kapsamında demokrasi okulu olduğu önermesini de kendiliğinden çürütmektedir.

Sorun, gözü kapalı bir şekilde belli savları  ve bunlara içkin kavramları ve modelleri sorgulamaksızın aktarmak ve bu koşullanma temelinde bilimsel üretimde (daha doğrusu tüketimde) bulunmaktır.

Kaynakça


Akbulut, Örsan Ö., Türkiye’de Yerel Seçim Hukuku ve Gelişimi, TODAİE-YYAEM 
                                (yayınlanmamış çalışma), Ankara 2000.

Akbulut, Örsan Ö., “Ulusal Siyaset-Yerel Siyaset İlişkisi Bağlamında 1963 Yerel Seçimleri”,            
                                Çağdaş Yerel Yönetimler Dergisi, C. 10, S. 4, Ekim 2001.

Akbulut, Örsan Ö., “Yerel Seçim Tarihinde 1960'lı Yıllar: 1968 Yerel Seçimleri”, 7. Ulusal                
                                Sosyal Bilimler Kongresi’ne Sunulan Bildiri, Türk Sosyal Bilimler 
                                 Derneği, Ankara 2001. 

Akbulut, Örsan Ö., “Türkiye'de Uygulanan Yerel Seçim Sistemlerinin Evrimi”, 
                                  Yerel Yönetimler Sempozyumu Bildirileri, TODAİE - YYAEM 
                                   Yayını, Ankara 2002. 
  
 Akbulut, Örsan Ö., “Yerel Seçim Sistemi Değişmeli”, Cumhuriyet, 19 Kasım 2003. 

Çitçi, Oya,               Yerel Yönetimlerde Temsil, Ankara 1989, TODAİE Yayını.

Çitçi, Oya (ed.), Örsan Ö. Akbulut, Sonay Bayramoğlu, Mustafa Şener, Hüseyin Yayman, 
                                 Yerel Seçimler Panoraması, TODAİE -YYAEM Yayını,  
                                  Ankara 2001. 

www.trt.net.tr
www.belge.net
www.tbmm.gov.tr

   
***