4 Ocak 2017 Çarşamba

Kuzey Irak - Türkiye İlişkileri: PKK, Güvenlik ve İşbirliği, Ekonomik ve Siyasi Boyutları BÖLÜM 4


Kuzey Irak - Türkiye İlişkileri: PKK, Güvenlik ve İşbirliği, Ekonomik ve Siyasi Boyutları  BÖLÜM 4



3. 1990’lar: PKK, Kuzey Irak veTürkiye 


3.1 Körfez Savaşı Sonrası Kuzey Irak 



Körfez Savaşı’nın ardından Irak Kürtlerinin de facto bir devlet ve hükümet yapılanmasına gidebilmesi temelde “Huzuru Sağlama Operasyonu” ve “Uçuşa Yasak Bölge uygulaması” gibi iki dışsal gelişme ile mümkün olmuştur (Gunter, 1993: 295). Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin 1991 tarih ve 668 Sayılı Kararı Kürtlerin yaşadığı bölgelerde Iraklı sivillere yönelik baskının derhal sonlandırılmasını öngörerek bu iki dışsal gelişmeye yasal bir zemin sağlamıştır. Dolayısıyla 1990’larda Kuzey Irak bölgesinde otonom bir Kürt yapılanmasının nasıl ortaya çıktığı sorusuna odaklanan herhangi bir çalışma bu üç dışsal gelişmeyi öncelikli olarak dikkate almak zorundadır. Fakat bu üç dışsal gelişmeyi birbirine bağlayan ve Kuzey Irak özelinde sorunsuz bir şekilde uygulanmalarına olanak sağlayan bir başka dışsal gelişme ise Türkiye’nin her üç konuda da benimsediği işbirlikçi tavır olmuştur. Bu gelişmelere bir de merkezi Irak yönetiminin 23 Ekim 1991’de aldığı ekonomik yaptırım kapsamında bu bölgeden devlet memurlarını çekmesi eklenmiş ve böylelikle Kuzey Irak’ta merkezi yönetimin hiçbir otoritesi kalmamıştır. Bu yeni koşullar altında Irak Kürt 
Cephesi ilk önce Mayıs 1992’de bölge çapında bir seçime gitmiş, ardından Haziran ayında bir parlamento kurulmuş ve son olarak da Kürdistan Bölgesel Yönetimi ilan edilerek Kuzey Irak’taki Kürt hareketi merkezi Irak yönetimi karşısında otonom bir yapıya kavuşmuştur. Ekim 1992’de de Kürt hükümeti nihai hedefinin demokratik Irak içinde federal bir devlet olduğunu açıklamıştır (Gunter, 1996: 226). Kısacası, 1990’larda Kuzey Irak özelinde kurulan de facto Kürt devleti dört önemli dışsal gelişmenin ve Irak’ın ambargo politikasının 
oluşturduğu uygun koşullar altında buradaki Kürt siyasal hareketlerinin politikalarının sonucunda mümkün hale gelmiştir. 

Körfez Savaşı sırasında ayaklanan Kürtlerin Mart 1991’de başarısız olması ve Irak ordusunun kuzeye yönelmesiyle 1.500.000 civarında Iraklı Kürt, Türkiye ve İran sınırına dayanmıştır. Fakat 1988’de olduğu gibi Türkiye bu sefer Kürt mültecilerin sınırdan içeriye girmesi konusunda isteksizdi. Önceki deneyimin ekonomik maliyet ve içerideki Kürt bilincinin güçlenmesi gibi Türkiye politikacılarının gözündeki olumsuz sonuçları bu isteksizliğin temel nedeni olmuştur (Oran, 1998: 54-55). Fakat gelen uluslararası baskılar üzerine Türkiye bir kez daha Iraklı Kürtlere sınırlarını açmak zorunda kalmış ve on binlerce Iraklı Kürt 

Türkiye’deki kamplara yerleşmiştir. Bunun üzerine Iraklı Kürtlerin ülkede kalmasını istemeyen Ankara yönetimi mültecilerin tekrar Kuzey Irak’a güvenli bir şekilde dönebilmesinin yollarını aramaya başlamıştır. Bu doğrultuda ilk adım olarak ABD ile birlikte hareket eden Türkiye, 6 Nisan 1991’de İncirlik’te konuşlanacak Huzur Ortak Görev Gücü’nün Kuzey Irak’a düzenlenecek insani yardım operasyonlarını yürütmesini kabul etmiştir. Kısa süre sonra ABD yönetimi 10 Nisan 1991’de Kuzey Irak’ın önemli bir kısmının içinde bulunduğu 
36’ncı enlemin kuzeyinde uçuş yasağı getirince Kuzey Irak’ta Kürtler için “ Güvenli bölge ” oluşturulmuştur. Daha sonra Huzur Ortak Görev Gücü İngiltere ve Fransa askeri gücünün de katılmasıyla Birleşik Görev Gücü adını almış ve güvenli bölgeyi korumak amacıyla Kuzey Irak’a yönelik kapsamlı bir “Huzur Harekatı” düzenlemeye başlamıştır (Bölme, 2012: 344). Haziran 1991’e gelindiğinde Kuzey Irak’ta güvenli bir ortam sağlanmış ve Türkiye’deki 
mülteciler evlerine geri dönmüştür. 



Harita 4: Irak’ta Oluşturulan Uçuşa Yasak Bölge Duhok Erbil KerbelaNecef


Bütün bu gelişmeler göz önünde bulundurulduğunda 1991 Körfez Savaşı’nın Türkiye -Kuzey Irak ilişkileri bağlamında iki önemli sonucunun olduğu söylenebilir. 

Birincisi, Yumurtalık-Kerkük Petrol Boru Hattı’nın kapatılması ile birlikte Türkiye, Irak’tan sağladığı enerji ihtiyacının bir kısmını Kuzey Irak üzerinden gelen petrol tankerleri ile karşılamaya başlamıştır. Bu yeni ekonomik bağlantı Kuzey Irak’taki Kürt hareketlerini Ankara düzleminde meşru bir zemine taşımış ve zamanla enerji üzerinden başlayan bu ilişkiler taraflar arasındaki ilişkinin ayrılmaz bir parçasına dönüşmüştür. İkinci ve daha da önemlisi Bağdat yönetiminin Kuzey Irak’tan çekilmesiyle birlikte Türkiye-Irak sınırı Kuzey Irak’taki Kürt hareketler ve Ankara arasındaki bir meseleye dönüşmüş ve bu sınırın işlevselliği kendisini 
yeni bir ilişki üzerinden kurmak zorunda kalmıştır. Örneğin bu sınırı kullanarak Türkiye içlerinde silahlı eylemler düzenleyen PKK konusunda Türkiye meşru müdafaa ilkesinden hareketle sınırın güvenliğini kendi imkanları ile sağlamaya çalışsa da bu konudaki temel ve nihai muhatabı Kuzey Irak’taki Kürt yapılanması olmuştur. Dolayısıyla 1991 Körfez Savaşı ve sonrasındaki gelişmelerin beraberinde getirdiği bu iki önemli değişim Türkiye ve Kuzey Irak’taki Kürt yapılanması arasındaki ilişkilerin zeminini oluşturan kurucu unsurlar olarak 
değerlendirilebilir. 

3.2 “Kürt Federe Devleti”ne Doğru 


Körfez Savaşı ve daha sonra yaşanan gerginliklerin ardından Kürdistan cephesi ile Saddam Hüseyin arasında görüşmeler başlasa da bu görüşmeler kısa süre içinde başarısızlıkla sonuçlanmış ve Saddam Yönetimi, 26 Ekim 1991 tarihinde devlet görevlilerini Irak’ın kuzeyinden çekmiş ve bölgeye ekonomik ambargo uygulamaya başlamıştır. Merkezi Irak yönetiminin bölgeden memurlarını çekmesiyle birlikte Kuzey Irak’ta ciddi bir yönetim krizi ortaya çıkmış ve gerek Barzani gerekse Talabani bu krizden çıkışın yolu olarak karar alma 
mekanizmalarının oluşturulmasını göstermişlerdir. Fakat her iki lider de komşu ülkeleri yeni ortaya çıkacak olan otonom yönetim bağlamında rahatsız etmemek için bağımsızlık peşinde olmadıklarını ısrarla belirtmişlerdir (Gunter, 1993: 297). Dolayısıyla merkezi Irak memurlarının yerini alacak olan yapılanma bağımsız bir devlet olmayacak aksine ayrı bir parlamentosu bulunan otonom bir yapı olarak işleyecekti. Bu doğrultuda 7 partiden oluşan Irak Kürdistan Cephesi tarafından parlamenter sisteme karar verilmesinin ardından seçimlerin yapılması ve yürütülmesi için hukukçulardan oluşan 15 kişilik özel bir komisyon 
oluşturulmuştur. Böylelikle seçimler yasal bir zemine oturtularak bir meşruluk sağlanmıştır (Stansfield, 2003: 124). 

19 Mayıs 1992’de yapılan fakat Türkmen partilerin yer almadığı4 seçimlerde yaklaşık 1 milyon seçmen 7 parti için oy kullanmıştır. Sadece iki partinin %7 olan seçim barajını geçebildiği seçimlerde Kürdistan Demokrat Partisi %45.05 ile parlamentoda 51 sandalye kazanırken, Kürdistan Yurtseverler Birliği %43.61 oy oranı ile 49 sandalyede kalmıştır. Fakat daha sonra iki parti aralarında anlaşarak sandalyeleri 50’ye 50 şeklinde paylaşmış ve yine bu anlaşma kapsamında parlamentonun başkanlığı KYB’ye bırakılırken, başkan yardımcısı KDP’den atanmıştır. Bu düzenlemeye paralel olarak Yürütme Kurulu’nun başkanlığı  KDP’ye başkan yardımcılığı da KYB’ye tahsis edilmiştir (Stansfield, 2003: 146-147). 105 kişilik parlamentoda kalan 5 kişilik kontenjan için de 4 parti yarışmış, Asuri Demokratik 

Hareketi 4, Kürdistan Hristiyanlar Birliği ise 1 sandalye kazanmıştır. Seçim sırasında ayrıca Kürdistan Bölgesi Başkanlığı seçimi de yapılmıştır. Kürdistan Bölge Başkanlığı seçimleri için yarışan Mesut Barzani ile Celal Talabani birbirine çok yakın oy almış ancak başkanlık için yeterli olacak üstünlüğü sağlayama mışlardır. Başkanlık seçimleri ikinci tura kalmasına rağmen ikinci tur yapılmamıştır (Stansfield, 2003: 130). Bunun yerine söz konusu iki partiden 
eşit sayıda üye ile temsil edilecek şekilde 8 kişiden oluşan bir başkanlık konseyi oluşturulmuştur. Celal Talabani ile Mesut Barzani yasal yönetim mekanizmalarına katılmamış fakat temel aktörler olmaya devam etmişlerdir (Katzman ve Prados: 2006, 6). 



Tablo 2: Irak Kürt Federe Devleti Parlamento Seçimlerinde Partilerin Aldığı Oylar 

Partiler Yüzde Oy Sayısı Milletvekili 
Kürdistan Demokratik Partisi %45.08 437.879 51 
Kürdistan Yurtseverler Birliği %43.61 423.833 49 
Kürdistan İslami Hareketi %5.05 49.108 0 
Kürdistan Sosyalist Partisi %2.56 24.882 0 
Irak Komünist Partisi %2.17 21.123 0 
Kürdistan Demokratik Halk Partisi %1.02 9.903 0 
Bağımsız Demokratlar %0.05 501 0 

Seçim sonucuna göre oluşan yeni meclis 4 Ekim 1992 tarihinde Kürt Federe Devleti’ni ilan etmiş ve Meclis, Kuzey Irak’ı kendi içinde özerk fakat Irak merkezi yönetimine bağlı bir yapı olarak tanımlamıştır (Kakayi: 1994, 121). Bölgeden gelen yumuşatıcı söylemlere rağmen Türkiye seçimlere kuşkuyla yaklaşmış ve bağımsız bir Kürt devletinin temellerinin atılmakta olduğu şüphesini çeşitli vesilelerle dile getirmiştir. Örneğin, dönemin CHP İzmir milletvekili, Dışişleri Bakanı’nın yanıtlaması istemiyle soru önergesi vermiş ve Türkiye’nin 
Kürt bölgesindeki seçimlere yönelik tavrını sormuştur. Dışişleri Bakanı Hikmet Çetin seçimlerin takip edildiğini ifade etmiş fakat Türkiye’nin bu durumda nasıl pozisyon alacağı sorusuna cevap vermemiştir.5 Türkiye’nin yanı sıra bölgedeki bu siyasal değişimlerden rahatsız olan komşu devletler de Türkiye ile ortak bir tutum benimsemişlerdir. Seçimlerden hemen sonra Türkiye, İran ve Suriye yetkilileri Ankara’da bir araya gelerek bir konferans düzenlemişlerdir. Konferansın sonuç belgesinde üç ülke de Irak’ın toprak bütünlüğünün 
korunmasından yana olduklarını ve bölgede olası bir Kürt devletine müsaade etmeyeceklerini ilan etmişlerdir (Kakayi: 1994, 122). 

Kürt Federe Devleti’nin kuruluş aşamasında etkin bir işbirliği geliştiren KDP ve KYB seçimlerden sonra beklenen işbirliğini gösterememiş ve giderek zıt kutuplara yerleşmişlerdir. İki parti arasındaki ilk gerilim KYB’nin kabinede kendisine tahsis edilen bakanlıklara daha önce atamış olduğu ılımlı ve uzlaşmacı görüşleriyle öne çıkan bakanların yerine radikal görüşleriyle öne çıkan bakanları görevlendirmesiyle başlamıştır. KYB’ye verilen başbakanlık koltuğunda oturan ve bir teknokrat olan Fuad Masum yerine partide sert muhalif görüşleriyle öne çıkan Kosret Resul’ün atanması gerginliği daha da artırmıştır (Gunter, 1996: 232). 

Fakat asıl gerginlik 1993 yazında, Molla Mustafa Barzani döneminde KDP’li olan 
daha sonra KDP’den ayrılıp Kürdistan Birlik Partisi’ni kuran ve bölgenin deneyimli diplomatlarından olan Sami Abdurrahman’ın KDP’ye tekrar katılması ile yaşanmıştır. Sami Abdurrahman’ın partisi 1992 seçimlerinde %1 oy oranıyla küçük bir kitleye sahip olsa da birbirine çok yakın oy alan iki büyük partinin geleceği için etkileyici bir güce sahipti. Bu katılımla birlikte iki parti arasındaki güç dengesinin KDP lehine değişmesi KYB’yi endişelendirmiştir. 


Yine, siyasi gerilimlerin Kürdistan İslami Hareketi ile KYB arasında patlak veren sıcak çatışmalarla had safhaya ulaşması KDP ve KYB’yi işbirliğinden giderek uzaklaştırmıştır. 20 Aralık 1993’te İslami Hareket bölgedeki yozlaşmanın sebebi olarak gördüğü KYB ile geniş çaplı silahlı çatışmaya girişmiş ve en az 200 kişi hayatını kaybetmiştir. Talabani’nin yurtdışında olduğu bir zamanda gerçekleşen bu olayda KYB’li Peşmerge Bakanı Cebbar Farman’ın Mesut Barzani’nin olayları yatıştırması yönündeki uyarılarını dikkate almaması, aksine olaylara daha sert uygulamalarla karşılık vermesi yönetimdeki iki büyük parti arasında var olan partizanlık krizini gün yüzüne çıkarmıştır. Böylece bölgenin yönetimi meclis 
düzleminde değil, parti merkez yönetimlerinin kararları etrafında şekillenmeye başlamıştır (Gunter, 1996: 232). Bunun üzerine Barzani yeni oluşmaya başlayan Kürt yönetimine zarar verdiği gerekçesiyle saldırıyı mahkûm etmiş ve KYB’yi açık bir şekilde eleştirmiştir. 

Bu gerilim ikliminde 1 Mayıs 1994’te sıradan bir toprak anlaşmazlığı hızlıca iki parti arasındaki silahlı mücadeleye dönüşmüş ve koalisyon hükümeti işleyemez bir hal almıştır. Mayıs’ın sonunda KYB güçleri Kürdistan Ulusal Meclisi’ni ele geçirmiş, Aralık’ta otonom bölge kendi içinde iki ayrı alt bölgeye bölünmüştür. KDP güçlü olduğu kuzeyi, KYB ise güneyi fiili olarak denetim altına almıştır. KYB ve KDP arasındaki iç savaştan en fazla rahatsız olan ülkelerin başında Türkiye geliyordu ve Ankara’daki politika yapımcılarına göre böylesi bir savaşın Kuzey Irak’ta oluşturacağı otorite boşluğu en fazla PKK’ya yarayacaktı. Bu nedenle 
harekete geçen Ankara çatışan tarafları ilk olarak 30 Mayıs 1994’de ve ardından Barzani ile Talabani’yi de 13 Haziran’da Şırnak’ın Silopi ilçesinde bir araya getirmiştir (Gunter, 1996: 233). Çatışmaları sona erdirme girişimleri sadece Türkiye ile sınırlı değildi ve özellikle Fransa’daki Kürt Enstitüsü, KYB ve KDP arasındaki savaşın sona ermesi için yoğun bir çaba harcamıştır. Bu çabaların sonucunda 22 Temmuz 1994’te Paris Antlaşması imzalanmış ve anlaşma metni Kürt yönetiminin sınırlarından Türkiye’ye yapılan saldırıların engellenmesini 
de içermekteydi. Bu madde görüşmeler sırasında Türkiye’nin isteklerinin göz ardı edilmediğini gösterse de Ankara’nın kaygılarını gidermemiştir. Çünkü varılan mutabakat aynı zamanda bölgede seçimlerin yapılmasını, kurumsallaşmanın ve dış yardımların devam etmesini, devlet kurumlarına partilerin müdahalelerin engellenmesini ve uluslararası desteğin sağlanması gibi çalışmaların devam etmesini belirtmekteydi. Türkiye yönetim ile ilgili maddeleri içeren söz konusu mutabakatın bölgede bağımsız bir Kürdistan devletine neden olacağından endişelenmiş ve Paris’e anlaşmayı imzalamaya Türkiye üzerinden gidecek olan 
Barzani ve Talabani’ye geçiş izni vermemiştir. Böylece Kürt Bölgesi’nin dışa açılan kapısının Türkiye olduğu bir kez daha görülmüştür (Gunter, 1996: 234). Mutabakata rağmen nihai barış elde edilememiş ve durulan çatışmalar bir süre sonra yeniden şiddetlenmiştir. 

Yeniden başlayan çatışma ortamında KYB Erbil’i ve bu şehirdeki Kürdistan Parlamento’sunu ele geçirmiştir. KDP, KYB güçlerini tek başına Erbil’den çıkaramayınca, Saddam ile anlaşıp Irak ordusuyla birlikte Erbil’e girmiş ve KYB güçlerini Erbil’den çıkarmıştır. Bunun sonucunda iki parti güçleri arasında bir ateşkes hattı oluşturulmuş ve oluşan iki bölgede partiler kendi hükümetlerini kurmuşlardır (Stansfield, 2003: 99). ABD’nin yardımıyla ateşkes hattının kurulduğu nispeten sakin geçen bu dönemde barış görüşmeleri Türkiye’nin 
girişimleriyle Ankara’da başlamıştır. Ekim 1996’da sona eren Ankara Görüşmeleri’nde taraflar ateşkes konusunda anlaşmış, Türkmenlerin de içinde yer aldığı bir barış izleme gücünün ateşkes hattında konuşlandırılmasını kabul etmişlerdir. Anlaşma metninde Irak’ın toprak bütünlüğüne vurgu yapılmış ve PKK’nın bölgedeki faaliyetlerinin de engellenmesi istenmiştir (Özdağ, 1999: 148-149). Ankara görüşmelerinin sonucunda Türkiye kaygılarını anlaşma metnine yansıtmış ve taraflara kabul ettirmiştir. Fakat bu görüşmeler de nihai bir anlaşmaya dönüşmemiştir. 

Daha sonra ABD’de ve birçok Avrupa ülkesinde görüşme yapılmış ve son olarak 1998’de Washington Anlaşması ile taraflar, vatandaşların bölgeler arası seyahati, gelir dağılımı gibi birçok konu üzerinde anlaşmaya varmış ve iki yönetimin birleştirilmesi amacıyla geçiş hükümeti kurma çalışmaları konusunda da hemfikir olmuşlardır. Türkiye’nin güvenlik kaygılarını da hesaba katacak şekilde PKK’nın Türkiye sınırındaki faaliyetlerinin engellenmesi maddesi tekrar anlaşma metninde yer almıştır (Stansfield, 2003: 101). Fakat Türkiye’nin Washington görüşmelerinin dışında tutulması ve anlaşma metninde Irak için federatif bir 
yönetim modeli öngörülmesi Ankara’yı rahatsız etmiştir. Bunun üzerine Barzani ve Talabani Türkiye’ye bir ziyaret gerçekleştirmiş ve bu ziyaret sırasında Ankara’nın sürecin dışında bırakılmadığı mesajı verilmiş ve federasyon konusunda Türkiye’nin kaygılarının paylaşıldığı dile getirilmiştir.6 


3.3 PKK, Irak Kürtleri ve Türkiye 


KDP 1987’de KYB de Körfez Savaşı ile birlikte PKK’ya verdikleri desteği çekmiş ve Türkiye’nin yanında yeni bir politik çizgi izlemeye başlamışlardı. 1992’ye gelindiğinde ise Kuzey Irak’taki Kürt örgütlerinin PKK ile arası bir hayli açılırken, bu örgütler Ankara ile gelişen ilişkilerini derinleştirme yoluna gitmiştir. Bu doğrultuda 9 Ocak 1992 tarihinde KDP’nin özel temsilcisi Sefin Dizayi Ankara’ya gelerek Dışişleri Bakanı Hikmet Çetin ile görüşmüştür. Dizayi, bu görüşme sırasında yeni Türk hükümeti ile ilişki içinde bulunmak istediklerini, PKK’ya karşı olduklarını ve topraklarında bu örgüte yer vermeyeceklerini belirtmiştir. 
Öte yandan Demirel’le görüşen Barzani ve Talabani de PKK’dan Türkiye’nin Güneydoğu Bölgesi’ndeki eylemlerine son vermesini aksi takdirde Kuzey Irak’tan çıkarılacağı uyarısında bulunmuştur (Özdağ, 2008: 95). Bu gelişmelerin devamındaysa Ocak 1992’de Irak Kürt Cephesi’nin yayımladığı bir uyarıda PKK’nın “Türkiye’ye karşı eylemlerini durdurmaması halinde, bölgeden çıkarılacağını” ilan etmesi PKK ile Kuzey Irak’taki iki Kürt 
grup arasındaki ilişkileri bütünüyle sona erdirmiştir (Gunter, 1993: 306). 

Bunun üzerine PKK Kuzey Irak’ta Kürdistan Özgürlük Partisi’ni (Partiya Azadiya Kurdistan, PAK) kardeş örgüt ilan etmiş ve bu örgüt üzerinden KDP ve KYB’ye karşı mücadeleye başlamıştır. KDP’den ayrılan Sadık Ömer PAK’ın saflarına katılınca 1992 yazında Dohuk’ta bir suikast sonucu öldürülmüş ve suikastın faili olarak KDP’yi suçlayan PKK, KDP’den Mehmet Şefik ve 3 arkadaşını bir roket saldırısıyla öldürmüştür. 1992’nin Haziran ve Temmuz ayları boyunca KDP güçleri PKK’nın kuzeydeki kamplarını bombalamanın yanı sıra PAK’ın üst düzey isimlerini de tutuklamıştır. KDP’nin saldırılarına askeri temelde cevap veremeyen PKK, 24 Temmuz 1992’de Irak’ın Türkiye sınırında ticari geçişlere sınırlandırma 
getirerek Kuzey Irak üzerinde ekonomik bir ambargo uygulamaya başlamış ve 
bu ambargo Mesut Barzani’nin ifadeleriyle Kürdistan’daki mevcut durumu ve deneyimi tehlikeye atmaya başlamıştır (Gunter, 1993: 307). Bunun üzerine 4 Ekim 1992’de Irak Kürdistan’ına bağlı 6,000 peşmerge yaklaşık 5,000 civarındaki PKK militanlarına yönelik kapsamlı bir saldırı başlatmıştır. Türkiye’nin de kısa süre sonra çatışmaya dâhil olmasıyla PKK ağır kayıplar vermeye başlamış ve Irak Kürtlerine teslim olmuştur. Iraklı Kürtler kendilerine 
teslim olan PKK’lıları Türkiye’ye teslim etmeseler de PKK’nın Kuzey Irak’ı kendilerinin rızası dışında kullanması konusuna önemli sınırlandırmalar getirmiştir (Gunter, 1993: 308). 

Öte yandan aynı dönem Kuzey Irak’ta operasyonlar yapan Çekiç Güç’ün PKK ile iletişime geçmesi ve Irak’taki kargaşanın devam etmesi, Barzani’yi ve Talabani’yi Türkiye’ye yakınlaşmaya itmiştir. Talabani 8 Mart 1991’de MİT Müsteşarı Orgeneral Teoman Koman ve Dışişleri Müsteşarı Tugay Özçeri ile görüşmüştür. Bu görüşmeye paralel olarak Barzani ve Talabani, PKK’yı git gide daha sert bir dille eleştirmeye başlamışlardır. Talabani, Turgut Özal ile görüş ayrılıkları bulunmadığını, Özal’ın federatif yapıdan yana olduğunu ve bunun 
da Kürdistan’ın özerkliği anlamına geldiğini söylemiştir. Öte yandan 8 Haziran’daki Türkiye ziyaretinde de KDP’nin ve KYB’nin Türkiye’de temsilcilik açmak istediğini belirtmiştir (Özdağ, 2008: 87-88). Bölgede otonom bir yapı oluşturmak isteyen KDP ve KYB’nin Türkiye ile yakın ilişki kurması, Türkiye’yi bölgede önemli bir güç olarak gördükleri ve PKK’nın eylemlerini sınırlandırarak bu gücü arkalarına almak istedikleri şeklinde yorumlanmıştır (Oran, 2005: 554-558). Kürdistani Cephe’nin Türkiye ile yakın ilişki içinde olması Kürt Federe Devleti içinde kendine ait bir alan oluşturmaya çalışan PKK’yı rahatsız etmiş ve PKK, KDP’yi Türkiye ile işbirliği yaparak Büyük Kürdistan idealine ihanet etmekle suçlamıştır. Bu süreçte PKK lideri Abdullah Öcalan, KDP’yi Türkiye’nin çıkarları için çalışmakta olan bir örgüt ve yok edilmesi gereken bir iç sorun olarak tanımlamıştır (Gunter, 1996: 56). 

KDP’nin ve KYB’nin bu çabası Türkiye için de elverişliydi. Zira aynı dönemde PKK’nın sınır karakollarına yaptığı saldırılar ve asker ölümleri artmış ve Ankara, bir yandan Kuzey Irak’a sınır ötesi operasyon yaparken diğer yandan da Kuzey Irak’taki diğer Kürt gruplarıyla birlikte hareket edecek bir istihbarat şebekesi kurmuştur. Bu dönemde KYB-KDP-Türkiye arasındaki ilişkilerin gelişmesinin en önemli göstergesi Ankara’nın, Kürdistani Cephe’nin kontrolüne giren Süleymaniye ve Erbil’e yönelik Saddam’ın uyguladığı ambargoyu desteklememesi olmuştur. Ankara’nın bu tavrı Kürdistani Cephe ile siyasi ve askeri ilişkilerini geliştirmesini sağlamıştır. Bunun neticesinde de Kürdistani Cephe, 7 Ekim 1991’de, PKK’ya karşı silahlı bir mücadele başlatma niyetini açıkça dile getirmeye başlamıştır (Özdağ, 2008: 92-93). 

1992 yılına gelindiğinde ise PKK gerek kuzeyden gerekse güneyden ciddi bir kuşatma altında kalmış ve bir yandan Türk ordusunun operasyonları bir yandan da KDP ve bölge aşiretleri ile yaşadığı sorunlar PKK’yı zor durumda bırakmıştır. KDP ile PKK arasında uzun süredir devam eden propaganda savaşı 1992 yazında yerini gerçek bir çatışmaya bırakmıştır. İki örgüt birbirlerinin kamplarına saldırırken KDP’nin, PKK’nın Kuzey Irak kolu olarak bilinen PAK’ın bir merkezi üyesini tutuklaması gerilimi doruğa çıkartmıştır. Bu arada Türkiye’ye gelen Talabani, Orgeneral Eşref Bitlis ile görüşmüş ve bu görüşmeden KDP, KYB ve Türk ordusu işbirliğiyle PKK’ya karşı operasyon kararı çıkmıştır (Özdağ, 2008: 
105). Buna karşılık PKK da 17 Temmuz’da Kuzey Irak’a yönelik bir ticaret ambargosu uygulayacağını açıklamış ve köy basma eylemlerini arttırmıştır (Özdağ, 2007: 83). Bu dönemde KDP, KYB ve Ankara arasındaki ilişkiler o kadar düzelmiştir ki Talabani Türkiye’ye yaptığı ziyarette “ Bizim için en iyi seçenek Türkiye’ye katılmaktır ”7 diyecek kadar ileri gitmiştir. 
Talabani’nin bu sözlerine ise Demirel “ Her zaman Irak’ın toprak bütünlüğünden yana olacağız ” diyerek yanıt vermiştir.8 

Kuzey Irak’ta adım adım devlet olmaya doğru giden Kürdistani Cephe, PKK’nın kendi hukuki durumlarını tehdit edeceğini düşünüyordu. Bu doğrultuda PKK’nın başına buyruk davranması gerekçesiyle KYB ve KDP peşmergeleri birleşerek PKK kamplarına saldırmış ve bu saldırılarda cephe savaşı veren PKK ağır kayıplar vermiştir. Fakat söz konusu çatışmalar sırasında Barzani ve Talabani Türkiye’nin bölgeye operasyon düzenlemesine taraftar olmadıklarını açıklasalar da Türk ordusu 2 Ekim 1992’de sınırı geçerek karadan bir harekat düzenlemiştir. İki gün sonra 4 Ekim’de ise Erbil’de toplanan Kuzey Irak yönetimi, Kuzey Irak’ta federe bir devletin kurulması kararı almışlardır. Aynı toplantıda Barzani bir açıklama 
yaparak PKK’ya karşı olmadıklarını ancak PKK’nın kendi bölgesine çekilmesi gerektiğini söylemiştir (Özdağ, 2008: 110-111). 

Bu çatışmalar sırasında iyice yıpranan PKK, Kürdistani Cephe’den ateşkes istemiş ve 30 Ekim’de Kuzey Irak hükümeti ile PKK arasında anlaşma yapılmıştır. Bu anlaşma kapsamında PKK, Kuzey Irak’taki tüm elemanlarının Kuzey Irak hükümetine bağlı olduğunu kabul etmiştir. Anlaşma ile birlikte Kuzey Irak’taki PKK militanlarının kamplarına giriş çıkışları Kuzey Iraklı peşmerge güçleri tarafından denetlenir olmuştur (Özdağ, 2008: 114115). 

Fakat bu anlaşma çok uzun sürmemiş Kuzey Irak’taki Kürt gruplar arasındaki anlaşmazlık Kürdistani Cephe’yi zayıflatınca Ağustos 1995’te PKK Kuzey Irak’taki manevra alanını daralttığını düşündüğü KDP’ye yönelik bir saldırı gerçekleştirmiş ve bu saldırı Suriye ve İran’ın yanı sıra KYB tarafından da desteklenmiştir. Talabani’ye göre, Türkiye KDP’yi silahlandırmaktaydı ve bu nedenle PKK Türkiye’nin Barzani’ye yönelik desteğini engelleyebilecek önemli bir araçtı (Gunter, 1996: 239). KDP ve KYB arasındaki iç savaşın bölgede yol açtığı güç boşluğunun PKK’ya yarayacağını düşünen Ankara ise, yukarıda da değinildiği 
gibi KDP ve KYB arasında anlaşmaya varılması için diplomatik çabalarını hızlandırmıştır. 

Türkiye’nin KDP ve KYB arasında anlaşmaya varılmasına yönelik diplomatik girişimleri devam ederken, KDP ile savaşında ağır kayıplar veren PKK 1996 yılına KDP ile ateşkes imzalamış bir şekilde girmiştir. KDP açısından böyle bir anlaşmayı imzalamasının en önemli sebebi Türkiye’den istediği ağır silahları alamamasıydı. Üstelik KDP de tıpkı PKK gibi bu çatışmalarda çok ağır kayıplar vermiş ve neticesinde 10 Aralık 1995’te taraflar arasında ateşkes imzalanmıştır (Özdağ, 2008: 177-178). KDP’nin güç kaybetmesini gerekçe göstererek 1995 yılında bölgeye yönelik askeri bir müdahalede bulunması (Charountaki, 2012: 188-9) 




Harita 5: Kuzey Irak’taki PKK Kampları Kandil Erbil



PKK açısından iki cephede birden savaşmak anlamına geliyordu. Bunun yanı sıra Türkiye’nin diplomatik görüşmeler yoluyla KYB’yi ikna etme çabaları kısmi bir sonuç vermiş ve Kuzey Irak’ta kendi tabanının yavaş yavaş PKK’ya kaymaya başladığını fark eden KYB, PKK’ya mesafe koymaya başlamıştı (Özdağ, 2008: 218). Bu gelişmeler de PKK’yı KDP ile ateşkese götüren temel motivasyonlar olmuştur. 

5 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR,


*****

Kuzey Irak - Türkiye İlişkileri: PKK, Güvenlik ve İşbirliği, Ekonomik ve Siyasi Boyutları BÖLÜM 3



“ Kuzey Irak - Türkiye İlişkileri: PKK, Güvenlik ve İşbirliği, Ekonomik ve Siyasi Boyutları”  BÖLÜM 3



2. 1980’ler: PKK, Kuzey Irak ve Türkiye 

2.1 Kuzey Irak’ta Kürt Partiler 

Molla Mustafa Barzani’nin 1979’da ölmesinin ardından 4-12 Aralık 1979’da yapılan kongrede Barzani’nin iki oğlu İdris ve Mesut ortak bir şekilde partinin yönetimini ellerine almışlardır. 
1987 yılında kardeşi İdris’in kalp krizi geçirerek ölmesinin ardından Mesut Barzani partinin tek lideri olmuştur. 1979 yılının Kuzey Irak’taki Kürt hareketini ilgilendiren bir başka gelişmesi de İran’da yaşanan İslam Devrimi olmuştur. İran’daki yeni yönetim 1975 yılında Irak ile yapılan ve Kürtlerin sınırlardan geçişini sınırlandırmayı öngören Cezayir Antlaşması’nı iptal etmiş ve böylelikle KDP yeniden İran’da konuşlanma imkanına kavuşmuştur. 
Ancak 1980’de başlayan ve 8 yıl süren İran-Irak Savaşı’nı Kuzey Irak’taki Kürt hareketinin seyrini önemli ölçüde etkileyen asıl gelişme olarak kaydedebiliriz. Savaş boyunca KDP İran’ı desteklerken, Talabani’nin KYB’si Saddam ile işbirliğine girmiştir. Bu bağlamda KYB ve KDP arasındaki fikir ayrılığı ilk olarak İran’ın Temmuz 1983’de Irak’a yönelik gerçekleştirdiği geniş ölçekli bir saldırı sırasında ortaya çıkmıştır. KDP bu saldırıyı Irak’a karşı silahlı mücadelenin genişletilmesi yönünde bir fırsat olarak görürken, KYB savaşnedeniyle zayıflayan Irak’ın Kürtlerle anlaşma konusunda daha tavizkar bir tutum sergileyeceğini savunmuştur (Gunter, 1996: 230). 

KYB beklentilerinde bir karşılık bulamayınca 1985 yılının başında Irak hükümeti ile diyaloğu sona erdirmiş ve KDP ile yakınlaşmaya başlamıştır. Bu yakınlaşmanın sonucunda KDP ve KYB, diğer Kürt grupları da yanlarına alarak 1987 yılında Irak Kürt Cephesi çatısı altında bir araya gelmişlerdir. Celal Talabani ve Mesut Barzani de bu yeni oluşumun iki ortak başkanları olmuşlardır. 

İran-Irak Savaşı sona erdiğinde Kürtlerin İran ile işbirliğinden rahatsız olan Saddam Hüseyin Kürtleri cezalandırmak amacıyla 1988 yılında Kuzey Irak’a yönelik “Enfal Operasyonu” adı altında kapsamlı bir askeri harekat başlatmıştır. Zehirli gazların kullanıldığı operasyon sırasında binlerce Kürt hayatını kaybederken, bir o kadarı da zorla güneydeki kamplara yerleştirilmiştir. Fakat yeni bir kimyasal saldırının olacağından korkan binlerce Iraklı Kürt, Türkiye sınırına akın etmiş ve bu durum karşısında Türkiye nasıl pozisyon alması gerektiği konusunda bir ikilem yaşamıştır. PKK sorunundan dolayı sınır bölgelerinde güvenlik probleminin yaşanması, mülteci sorununun ekonomik maliyeti ve Türk kamuoyunun tepkisinden dolayı Türkiye ilk günlerde sınırını kapatmış ve sınırı geçenleri de Irak’a göndermiştir. Fakat artan uluslararası baskı sonrasında Türkiye’yi iki günün ardından sınırlarını açtığını duyurmak zorunda kalmıştır. Sınırın açılması ile birlikte Eylül 1988’de Türkiye’ye sığınan Iraklı Kürtlerin sayısı 63.000’e ulaşmış (Oran, 1998: 134-135) ve mülteci 
akını Irak Kürtleri ile Türkiye Kürtleri arasında bir iletişim olanağı yaratınca Türkiye’deki Kürtlerin hareketliliğini daha da güçlendirmiştir (Romano, 2006: 115). 

2.2 PKK’nın Kuzey Irak’ta Konuşlanması 


PKK 15-26 Temmuz 1981 tarihinde yapmış olduğu konferansta Irak Kürdistan’ındaki Kürt hareketiyle irtibata geçilmesi yönünde bir karar almıştır.1 Bu karar kısa süre içinde Irak’taki Kürt gruplar ile resmi antlaşma ile sonuçlanmamışsa da PKK’nın Kuzey Irak’a yerleşme süreci Ocak 1982’de başlamış ve yaklaşık on ay içinde, Ekim 1982’de tamamlanmıştır (Özdağ, 
2007: 43). Bu süre içinde Kuzey Irak’ta yeni PKK kampları oluşturulurken PKK lider kadroları Tahran üzerinden, militanlarsa Suriye’den Silopi ve Cizre üzerinden, Şırnak-Uludere yolu ile Kuzey Irak’a geçmişlerdir. PKK’nın Kuzey Irak’ta konuşlanmak istemesinin en önemli sebebi coğrafi koşulların uygun olmasıydı. Çünkü Cudi Dağları burada başlamakta ve Türkiye sınırının içlerine kadar devam etmektedir. PKK bu bölgeyi kontrol ederek Cudi Dağları’nın uzandığı Şırnak, Hakkari, Siirt, Bitlis, Diyarbakır ve Bingöl’e kadar uzanan 
bölgeyi de denetim altında tutmak istemiştir (Özdağ, 2008: 48). Aynı şekilde Türkiye’den Irak’a ve İran’a sıradağların uzanması PKK için önemli bir geçiş yolları sağlıyordu ve bu nedenle Kuzey Irak, PKK için kısa bir süre içinde Türkiye içlerinde yapılacak operasyonlarda önemli bir üs haline gelmiştir. Üstelik bu bölgelerde önemli ölçüde siyasallaşmış Kürtlerin bulunması da PKK için Kuzey Irak’ı rahat hareket edebilmesi açısından çekici kılmaktaydı (İmset, 1993: 99). 

Temmuz 1983’te PKK ve KDP arasında ‘Dayanışma İlkeleri’ adı altında bir antlaşma imzalanmış ve bu antlaşmaya göre taraflar Amerikan emperyalizmi öncelikli olarak her türlü emperyalizmin bölgedeki plan ve komplolarına karşı birleşik bir cephe oluşturulması konusunda anlaşmışlardır. Antlaşma metninde “bölge halklarının ulusal kurtuluş mücadelelerine karşı, başta ABD olmak üzere emperyalizmin saldırgan vahşi bir gücü” olarak tanımlanan Türkiye, bu işbirliğinin yöneldiği en önemli hedeflerden birisi olmuştur.2 Bu antlaşma, Suriye ve Lübnan’da konuşlanma problemleri yaşayan PKK’ya önemli bir fırsat sağlamış ve sonraki dönemde PKK buradaki kamplarını hızla Kuzey Irak’a transfer etmeye başlamıştır. Bu transfer süreci ile birlikte kısa süre içinde Türkiye, İran ve Irak sınırına yakın bir bölgede kurulan Lolan Kampı PKK’nın en geniş üssüne dönüşmüş ve ayrıca bu kamp basın ve yayın faaliyetlerinin organize edildiği bir üs diğer bir ifadeyle PKK’nın propaganda merkezi haline gelmiştir (Gunter, 1993: 305). Lolan Kampı’nın yanı sıra Lak-1, Haftanin, Lejna-Zaho, Kuvvet Barzan ve Miroz gibi kamplarda da PKK militanları eğitilmeye başlanmış (İmset, 1993: 102) ve bu kamplar sayesinde PKK kuruluş aşamasındaki coğrafi 
konuşlanma meselesini önemli ölçüde çözmüştür. 


KDP ile yaptığı anlaşmanın meyvelerini toplamaya başlayan PKK, Kuzey Irak’a askeri olarak tümüyle yerleştiği gibi aynı yıl içerisinde de Cemil Bayık, Duran Kalkan, Kesire Öcalan gibi birçok üst düzey yöneticisini de bölgeye nakletmiştir. Bu gelişmenin askeri bir sonucu olarak da ilerleyen yıllarda PKK’nın sınır karakollarına yaptığı baskınları arttırdığı görülmüştür (Özdağ, 2008: 52). PKK’nın bir taraftan eylemlerini ve bu eylemlerin etki gücünü artırması diğer taraftan Kuzey Irak’taki Kürt gruplarla işbirliğine giderek kendisine güvenli bir ortam oluşturması Ankara’nın Irak ve Suriye ile PKK’ya karşı mücadele kapsamında 
işbirliği çabalarını artırmıştır. Bu doğrultuda ilk adım dönemin Dışişleri Bakanı 
Vahit Halefoğlu ve Genelkurmay İkinci Başkanı Orgeneral Necdet Öztorun’un Bağdat ziyareti sırasında 15 Ekim 1984’te Irak ile imzalanan ve Türkiye’ye Irak topraklarında 5 km boyunca sıcak takip hakkı veren güvenlik protokolü olmuştur. Bu protokol Türkiye’nin daha sonra 1986 ve 1987 yıllarında bölgeye yaptığı sınır ötesi operasyonların hukuki zeminini oluşturmuştur. İkinci olarak ise Aralık 1984’te dönemin Cumhurbaşkanı Kenan Evren Suriye Devlet Başkanı Hafız Esad’a mektup yazarak bölgede terörizme karşı ortak mücadele 
önerisinin ardından Suriye ile 5 Mart 1985’te Sınır Güvenliği Protokolü imzalanmış ve protokol kapsamında iki ülke dışişleri bakanları arasında teknik düzeyde görüşmeler başlamıştır (Oran, 2005: 133-134). 

Fakat Türkiye’nin PKK kamplarına yönelik düzenlediği operasyonlardan önemli ölçüde zarar gördüğünü düşünen KDP, PKK ile ilişkilerini 1985 yılında askıya almış ve Mayıs 1987’de Dayanışma Antlaşması’nı lağvettiğini açıklamıştır (İmset, 1993: 225). Bu tarihten itibaren KDP Türkiye’ye yakınlaşırken, partinin üst düzey yöneticilerinden Sait Ahmed Barzani “PKK’nın eylemleri bizim Türkiye ile ilişkilerimizde pürüz çıkarıyor… Bizim tarafta PKK’lı olduğunu söyleyenler bizim düşmanlarımızdır” ifadelerini kullanmıştır.3 KDP’nin PKK’ya yönelik desteğini açık bir şekilde sona erdirmesi PKK’yı İran’la görüşmelere ağırlık vermeye itmiş ve Celal Talabani’nin KYB’sine yakınlaştırmıştır. 1 Mayıs 1989’da Şam’da bir 
araya gelen Talabani ve Öcalan Kürt birliğini güçlendirme ve Kürt gruplar arasında ortak eylem olanaklarını artırmayı öngören bir protokol imzalamışlardır. Fakat bu protokol fazla uzun sürmemiş ve Körfez Savaşı’nın getirdiği yeni koşullar altında imzalanmasından bir yıl kadar sonra Öcalan, protokolü içi boş bir metin olarak tanımlamıştır. KYB’nin içinde bulunduğu Irak Kürt Cephesi de 7 Ekim 1991’de yaptığı bir açıklamada PKK ile çatışma politikasını açıkça dile getirmiştir (Gunter, 1993: 305). 


2.3 Sınır Ötesi Operasyonlar 



Henüz KDP ve PKK arasında Temmuz 1983 Dayanışma İlkeleri Antlaşması imzalanmamış olsa da PKK Türkiye topraklarına düzenlediği saldırılarda Kuzey Irak’ı bir çekilme ve konuşlanma alanı olarak kullanmaya başlamıştı. 10 Mayıs 1983’te Uludere’de çıkan bir çatışmada 3 Türk askerinin öldürülmesi ile birlikte Ankara, PKK’nın artık Kuzey Irak’ta konuşlanmaya başladığına emin olmuş ve Bağdat yönetiminin bölgede kontrolü sağlayamadığına kanaat getirmişti (Bölükbaşı, 1991: 23-24). Bu gelişmeler üzerine 27 Mayıs 1983’te 
Türkiye ve Irak arasında birbirlerinin topraklarında sıcak takip yapma hakkının tanındığı karşılıklı bir antlaşma imzalanmıştır (Balcı, 2013a: 174). Bu antlaşma doğrultusunda Türk Silahlı Kuvvetleri yaklaşık 7.000 kişilik askerle Kuzey Irak’ın 3 mil kadar içerisine girildiği kapsamlı bir operasyon düzenlemiş ve bu operasyon sırasında PKK ve KDP’ye ait kamplar arasında net bir ayrım olmadığı için KDP’ye bağlı bazı kamplar zarar görmüştür (Oran, 2005: 133).




Resim 1: Barzani-Özal Görüşmesi 



Gerek Türkiye’nin merkezi Irak yönetimi ile antlaşması gerekse sınır ötesi operasyon sırasında KDP kamplarının zarar görmesi Irak Kürtleri, özellikle de merkezi Irak yönetimi ile çatışma halinde bulunan KDP temsilcileri arasında rahatsızlıklara neden olmuştur. Bu rahatsızlık KDP kadrolarını Türkiye’ye karşı bir ittifak arayışına yöneltmiş ve kısa bir süre sonra PKK ile ‘Dayanışma İlkeleri Antlaşması’ imzalanmıştır. 

1980’lerin ortasına gelindiğinde PKK eylemlerini arttırmaya başlamış ve Türkiye de buna karşılık Irak ile yaptığı antlaşma doğrultusunda sınır ötesi operasyonlara ağırlık vermiştir. 12 askerin öldürüldüğü bir PKK baskınına karşılık Türkiye 15 Temmuz 1986’da Kuzey Irak’a havadan ikinci sınır ötesi operasyonunu gerçekleştirmiş ve bu operasyon sırasında PKK üyelerinden çok KDP’ye ait kamplar bombalanmıştır. Bu sınır ötesi operasyon bir taraftan KDP’yi ve bölgedeki diğer Kürt örgüt olan Kürdistan Yurtseverler Birliği’ni (KYB) 
İran’a yakınlaştırmış diğer taraftan ise PKK’nın kendilerine zarar verdiğini düşünen bu örgütler PKK ile aralarına mesafe koymaya başlamıştır. Barzani bu tarihlerde PKK ile artık işbirliği yapılmayacağını PKK’nin Türkiye’de kadın, çocuk demeden masum halkı öldürmesi ile açıklamıştır (Özdağ, 2008: 56-58). PKK ve KDP arasındaki ilişkilerin gerginleşmesi sadece somut pratiklerden kaynaklanmıyordu aynı zamanda PKK ile KDP arasında ideolojik fark, tarafları farklı politik tavırlara zorluyordu. Nitekim Marksist-Leninist çizgi takip etme 
iddiasındaki PKK, KDP’yi feodal, gerici, aşiret temelli bir örgüt olarak görüyordu. 


PKK’nın buradaki Kürt örgütleri ile arasının açılması gücünü azaltmamış aksine 1987 yılına gelindiğinde örgüt Türkiye içinde daha ekili operasyonlar düzenlemeye başlamıştır. Buna Türkiye’nin daha önceki PKK eylemlerinde olduğu gibi iki düzlemli bir tepkisi olmuştur. İlk olarak Türkiye 22 Şubat 1987’de bir kez daha Kuzey Irak’a yönelik sınır ötesi operasyon gerçekleştirmiştir. 3 Mart 1987’de 30 Türk savaş uçağı Kuzey Irak’ta KDP bölgesindeki Sırat, Era, Alamis civarındaki PKK kamplarına bir hava bombardımanı gerçekleştirmiştir. 
Bu saldırılar başta İran olmak üzere dış dünyanın tepkisini çekmiştir. İran Dışişleri Bakanı Türkiye’nin bir kez daha böyle bir sınır ötesi operasyon yapması durumunda karşısında İran’ı bulacağını söylerken Amerikan basını da bu operasyonu “Türkiye’nin Musul ve Kerkük’ü işgal provası” olarak duyurmuştur (Özdağ, 2008: 60-61). İkinci olarak ise dönemin Başbakanı Turgut Özal Temmuz 1987’de Suriye’ye giderek bu ülke ile bir güvenlik protokolü 
imzalamış ve bu protokol doğrultusunda taraflar kendi topraklarından diğer tarafa terörist faaliyetlere izin vermeyeceklerini taahhüt etmişlerdir. Türkiye’nin baskıları Kuzey Irak’taki dengeleri de değiştirmiş, KDP Nisan 1987’de 1983 tarihinde PKK ile imzaladığı protokolü feshederken, PKK’yı terörist ilan edip Türkiye ile işbirliği yapacağını açıklamıştır. Bunun üzerine PKK diğer Kürt örgüt olan KYB ile yakınlaşmış ve iki örgüt arasında 1 Mayıs 1988’de ittifak antlaşması imzalanmıştır. 

1988’de İran-Irak Savaşı sona erince savaş sırasında Irak hükümetine direniş gösteren Kürtleri cezalandırmak için Saddam Hüseyin orduyu ülkenin kuzeyine göndermiştir. Kimyasal silahların da kullanıldığı operasyonun sonuçları Iraklı Kürtler için yıkıcı olmuş ve yüzlerce Kürt yerleşim bölgesi imha edilirken, yüz binlerce Kürt de evlerinden çıkarılarak Irak’ın güney bölgelerine zorla göç ettirilmiştir. Olayların Türkiye’yi ilgilendiren boyutu ise kimyasal silahların kullanıldığı askeri operasyondan kaçan 70.000’e yakın Iraklı Kürdün 
Türkiye’ye sığınmasıydı (Oran, 1998: 34-35). Bu geniş ölçekli insan göçü kısa süre sonra Türkiye’nin sınırları kapatmasına neden olurken, gerek sınırda yığılan gerekse Türkiye’ye sığınan Kürtlerin Türkiye siyasetini yakından ilgilendiren önemli sonuçları olmuştur. İlk olarak, Türkiye’ye sığınan Kürtlere yönelik 1984 protokolü kapsamında sıcak takip düzenlemek isteyen Irak yönetiminin bu talebini Türkiye reddedince, Irak söz konusu protokolü iptal etmiştir. Böylelikle Kuzey Irak’taki PKK kamplarına yönelik yapılan operasyonlar “hukuki” zeminini kaybetmiştir. İkincisi, Türkiye’nin o güne kadar ısrarla kullanmaktan kaçındığı Kürt sözcüğü kamusal alanda dolaşıma girmiş ve Kürtlüğün ayrı bir etkin kategori olarak gerek kamuoyunun gerekse devlet aktörlerinin gözünde normalleşmesine hizmet etmiştir. 

Enfal operasyonunun PKK açısından en önemli sonucu ise örgütün Kuzey Irak’a iyice yerleşmesi olmuştur. Bağdat’ın, KDP ve KYB’nin Kuzey Irak’taki etkinliğini sınırlandırmasıyla PKK, misafir olarak geldiği Kuzey Irak’ta ağırlığını arttırarak ev sahibi konumuna yükselmiştir. Bölgeyi önemli ölçüde terk eden KDP’nin boşalttığı alana tamamen yerleşen PKK, Bekaa Vadisi’ni eğitim kampına dönüştürmüştür. Diğer yandan da Kuzey Irak’tan çekilen Irak ordusunun silahları da PKK’ya kalmış ve örgüt bu silahlarla Türkiye sınırları içinde etki gücü daha yüksek operasyon düzenleme imkanına kavuşmuştur. Ankara 
ve Bağdat’ın arasının açılması ile birlikte PKK, Tahran ve Şam’ın yanı sıra bölgenin etkin gücü olan Bağdat’ın da desteğini almaya başlamıştır. Örneğin sınır güvenliği anlaşmasını yenilemek isteyen dönemin başbakanı Yıldırım Akbulut 5-7 Nisan 1990 tarihlerinde Irak’ı ziyaret etmiş ancak anlaşmanın yenilenmesi teklifi, Saddam Hüseyin tarafından reddedilmiştir (Özdağ, 2008: 71-72). 

Gerek Kuzey Irak’ı etkin bir şekilde eğitim ve geri çekilme alanı olarak kullanma imkanına kavuşması gerekse İran, Suriye ve Irak’ın desteğini arkasına 
alması PKK’yı güçlendirmiş ve böylelikle PKK 1990’lı yıllarda Türkiye sınırları içine daha etkin operasyon düzenleme hatta Türkiye içlerinde kurtarılmış bölgeler oluşturma olanağına kavuşmuştur. 

4 CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR,


****

Kuzey Irak - Türkiye İlişkileri: PKK, Güvenlik ve İşbirliği, Ekonomik ve Siyasi Boyutları BÖLÜM 2





    “ Kuzey Irak - Türkiye İlişkileri: PKK, Güvenlik ve İşbirliği, Ekonomik ve Siyasi Boyutları”  BÖLÜM 2



1. Kuzey Irak, Kürtler ve Türkiye 

1.1 Molla Mustafa Barzani ve İlk Ayaklanmalar 


Osmanlı İmparatorluğu’nun Birinci Dünya Savaşı’ndaki yenilgisinin ardından kurulan Irak Devleti’nin sınırlarını topraklarındaki petrol bölgeleri belirlemiştir. 
Birinci Dünya Savaşı’nın galibi olan İngiltere petrol kaynaklarını kendi kontrolünde tutmasına imkan sağlayan bir siyasal birim olarak Irak’ın kurulmasına önayak olmuştur. 
Irak’ın kuzeyindeki Kürt kentleri olan Musul, Kerkük ve Hanaqin’deki zengin petrol yataklarının varlığı bu bölgenin de Irak sınırları içine alınmasının temel nedeniydi. Böylelikle Kürtlerin bir kısmını içine alan fakat Kürtlerin çoğunlukta olmadığı yeni bir devlet ortaya çıkmıştır. 
Bu düzenlemeye itiraz eden Kürtler ilk olarak Barzan aşiretinin lideri olan Molla Mustafa Barzani önderliğinde 1931-32 yıllarında bir isyan gerçekleştirmiştir. 
Bu isyan bir sonuç vermese de Barzani İkinci Dünya Savaşı’nın berberinde getirdiği uygun iklimde bir kez daha silahlı bir ayaklanmanın önderliğini 
üstlenmiş ve 1943-45 yılları arasında yaşanan bu ayaklanma sırasında öncekinden farklı olarak Barzani, Irak ve İran’daki çeşitli aşiret ve gruplar arasında destek görmüştür. Sovyetler Birliği’nin İran’ı işgal etmesiyle burada 1946’da kurulan Mahabad Kürt Cumhuriyeti’ni destekleyen Barzani, Moskova’nın İran’dan geri çekilmesiyle birlikte Sovyetler Birliği’nden kaynaklanan gücünü kaybetmiştir. Sovyetler Birliği’nin koruması olmaksızın Tahran’daki yeni merkezi devlet ve ordusu ile baş edemeyen İran merkezli Kürt hareketi dağılmış ve 
Barzani de yanındaki bir grup arkadaşıyla birlikte 11 yılını geçireceği Sovyetler Birliği’ne uzun bir yürüyüş yolculuğunun ardından iltica etmiştir. 

Barzani’nin Sovyetler Birliği’nde kaldığı yıllarda Irak’ta kuruculuğunu ve başkanlığını yaptığı Kürdistan Demokrat Partisi (KDP) ciddi bir iç iktidar mücadelesi ile karşı karşıya kalmıştır. Molla Mustafa Barzani KDP’nin 16 Ağustos 1946’da yapılan ilk kongresinde parti başkanı, Hamza Abdullah ise genel sekreter seçilmiştir. Barzani’nin Sovyetler Birliği’nde kaldığı süre zarfında parti önemli ölçüde Genel Sekreter Abdullah’ın kontrolüne girmiş Abdullah’ın hapse girmesiyle de 1953 yılında İbrahim Ahmed KDP’nin Genel Sekreteri olmuştur. Barzani’nin Sovyetler Birliği’nde kaldığı dönem boyuncapartide etkin 
olan İbrahim Ahmed, Barzani’nin Irak’a geri dönmesiyle birlikte yerini 1959 yılında tekrar Abdullah’a bırakmak zorunda kalmıştır. Barzani ve Abdullah’ın temsil ettiği kanat daha muhafazakar ve geleneksel bir çizgiyi temsil ederken, İbrahim Abdullah ve daha sonra partide aktif olacak olan damadı Celal Talabani kentli Marksist entelektüel kanadın temsilcisi konumundaydı. Bu ayrımın temellerine coğrafi olarak baktığımızda ise Barzani kanadının büyük ölçüde Kuzey’deki Kurmanci konuşan ve ağırlıklı olarak kırsal bölgelerde yaşayan 
Kürtler arasında, Ahmed-Talabani kanadınınsa güney bölgelerinde Soranice konuşan kentli Kürtler arasında yaygınlaştığı görülür. Dil ve coğrafya temelindeki bu farklılığa iki kanat arasındaki Nakşibendi ve Kadiri tarikatlarına bağlı olmak gibi din temelli bir farklılık da eklenebilir (Gunter, 1996: 227-228). 

Irak’ta 14 Temmuz 1958’de Abdülkerim Kasım liderliğinde gerçekleşen askeri darbenin ardından o güne kadar yer altında örgütlenen KDP serbest bırakılmış ve Barzani’ye de Sovyetler Birliği’nden geri dönme çağrısında bulunulmuştur. Aşiretçiliği geri kalmışlığın işareti olarak görmeye başlayan KDP, İbrahim Ahmed’in Genel Sekreterliği döneminde şehirli aydınların etkinliğini iyice arttırması ile de toplumsal destekten önemli ölçüde yoksun kalmıştır. 
Toplumsal desteği kazanmak adına çelişkili bir tavır da olsa köylü Kürtler ve aşiret grupları arasında etkinliği yüksek olan Molla Mustafa Barzani’ye partinin fahri başkanı olması teklifinde bulunulmuştur (Bruinessen, 2006: 49). KDP’deki bu ikircikli yapı sonraki yıllar boyunca varlığını devam ettirmiş ve aynı zamanda Kürtleri kontrol altına almak isteyen merkezi Irak yönetimi tarafından sıklıkla kullanılmıştır. Öte yandan Abdülkerim Kasım’ın Kürtlerle olan yakınlığı fazla uzun sürmemiş ve merkezi yönetimin Arap milliyetçiliğine kaymasıyla birlikte Eylül 1961’den itibaren merkezi güç ile Kürtler arasındaki çatışmalar yeniden başlamıştır. General Kasım 1963’te iktidarını kaybetse de Irak askerleri ile Kürt 
gruplar arasındaki çatışmalar belli aralıklarla 1970 yılına kadar devam etmiştir. 



Harita 2: 1975 Kürt Otonom Bölgesi Zaxo Semel Rewandiz Erbil Ranye Helebce Dihok


Çatışma sadece merkezi Irak yönetimi ile Kürt gruplar arasında olmamış aynı zamanda birçok Kürt aşireti merkezi hükümet ile işbirliğine gittiği gibi bu tarihlerde Kürt milliyetçisi KDP içinde de ciddi gerginlikler yaşanmıştır. KDP’de kentli aydın kesim Barzani’den hoşnut değildi ve 1964 yılında Barzani’nin merkezi hükümet ile yaptığı ateşkesi gerekçe gösteren KDP’nin merkezi komitesi Barzani’yi bu adımından dolayı kınamıştır. KDP içinde Barzani’ye muhalif 
kanadın başını Celal Talabani çekiyordu ve yaşanan gerilimden toplumsal desteği daha fazla olan ve İran’ın desteğini alan Barzani galip çıkmıştır. Talabani bir süre İran’a sığınmış, ardından da Irak’ın güney bölgesine geçerek burada yeniden örgütlenmeye başlamıştır. 

1970 yılı Irak Kürtleri için çatışmaların yatıştığı bir yıl olmuş ve merkezi yönetimle yapılan görüşmeler 11 Mart 1970’de Kürtlere bölgesel özerklik tanıyan bir antlaşma ile sonuçlanmıştır. 1968’de Irak’ta darbe ile yönetimi ele geçiren Al-Bakr ilk başta Barzani’nin gücünü dengelemek için kendisine yakınlaşan Talabani ile işbirliğine gitse de zamanla Barzani olmaksızın Kürt meselesinde olumlu bir gelişme yaşanamayacağını görmüş ve Barzani ile görüşmelere başlamıştı. Bu görüşmeler 11 Mart antlaşması ile sonuçlanınca başka bir yolu olmadığını gören Talabani, Barzani ile uzlaşma yoluna gitmiş ve böylelikle 1970 yılında merkezi hükümetle olduğu gibi Kürtlerin kendi aralarındaki çatışmalar da göreli bir durgunluk dönemine girmiştir (Bruinessen, 2006: 52-53). Ancak 11 Mart Antlaşması’nın öngördüğü Kürtçe eğitim ve toprak reformu konularında belli adımlar atılsa da, özerk Kürt bölgesinin nereyi kapsayacağı konusunda merkezi hükümet ile Kürtler arasında bir uzlaşmaya varılamamıştır. 



Harita 3: Kuzey Irak’taki Kürt Partilerin Nüfuz Bölgeleri 


Kürtler, Kürt nüfusun çoğunlukta olduğu ve aynı zamanda petrol açısından zengin Kerkük ve Hanaqin gibi kentlerin oluşturulacak Kürt bölgesinin içinde 
kalmasını savunurken, buraları kaybetmek istemeyen merkezi yönetim her iki kenti kapsayan bir Araplaştırma politikası izlemeye başlamıştır (Bruinessen, 2006: 53). 
Araplaştırma politikası Kürtleri bir kez daha merkezi yönetimle karşı karşıya getirirken, aynı tarihlerde Irak’ın Sovyetler Birliği’ne yakınlaşması Kürtler ve merkezi yönetim arasındaki ilişkilere yeni bir dinamiğin dahil olması ile sonuçlanmıştır. Soğuk Savaş kapsamında Moskova ile bölge üzerinde bir rekabet içinde olan ABD Kürtlere destek vermeye başlamış ve dönemin ABD Dışişleri Bakanı Henry Kissinger ile Barzani Tahran’da bir araya gelmişlerdir. 

Göreli sakin geçen 1970 yılı yerini Irak merkezi hükümeti ile Kürtler arasında Soğuk Savaş ekseninde işlemeye başlayacak yeni bir gerginliğe bırakmıştır. Mart 1974’te merkezi Irak yönetimi tek taraflı olarak Kerkük ve Hanaqin kentlerini dışarıda bırakan bir Kürdistan özerk yönetimi ilan etmesiyle gerginlik yerini kısa süre içerisinde silahlı çatışmaya bırakmıştır. 

Kürtler daha önceki isyanlardan farklı olarak bu kez eğitilmiş askerler ve ağır silahlar eşliğinde bir savaş yürütmekteydi ve üstelik İran askeri güçleri de Irak’a girerek Kürtlere destek sağlamaktaydı. Fakat Irak, Mayıs 1975’te Kürtlere verdiği desteği çekmesi karşılığında Şatt-ül Arap ve bazı sınır bölgelerinde İran lehine düzenlemeler yapmayı kabul edince Tahran yönetimi Kürtlere verdiği desteği çekmiş ve Irak askeri güçlerinin ilerleyişi karşısında Barzani savaşı sona erdirdiğini açıklamıştır. Bu yenilginin ardından merkezi Irak yönetimi 
bir daha Kürt isyanı ile karşılaşmamak için Kürt bölgelerini zorla göç ettirme ve yerlerine ülkenin güneyinden getirilen Arapların yerleştirilmesi yoluyla Araplaştırma politikasına kaldığı yerden devam etmiştir. Bu yeni Araplaştırma politikasına yer yer direnişler olsa da Molla Mustafa Barzani’nin ağır hastalığı Kürtleri bir lider sorunuyla karşı karşıya bırakmıştır. 

Bu boşluğu ilk doldurmaya çalışan kişi ise Suriye’de konuşlanan ve burada Haziran 1975’de kuruluşunu ilan ettiği Kürdistan Yurtseverler Birliği (KYB) adı altında örgütlenen Celal Talabani olmuştur. 1977’de Irak’a geçen Talabani babalarının Washington’a gitmesinin ardından yeniden toparlanmaya çalışan Barzani kardeşlere karşı harekete geçmiş ve 1978 yılında iki grup arasında şiddetli çatışmalar yaşanmıştır. Çatışmalarda her iki taraf da birbirine 
karşı bir üstünlük sağlayamamış, Talabani önderliğindeki KYB, Irak Kürdistanı’nın güney bölgelerinde konuşlanmaya devam ederken oğul Barzaniler Kuzey’deki etkinliklerini devam ettirmişlerdir. 

1.2 Erken Karşılaşma: Kuzey Irak ve Türkiyeli Kürtler 


1960’lı yıllar Türkiye’de Kürtlerin yeniden siyasallaştığı bir dönem olmuş ve bunda birçok gelişme rol oynamıştır. İlk olarak Kürtler arasında üniversite eğitimiyle birlikte siyasal bilinç gelişmiş ve ilk örgütlenmeler ağırlıklı olarak üniversite öğrencileri etrafında şekillenmiştir. 1950’lerle birlikte başlayan köyden kente göç Kürtlerin yoğun olarak yaşadığı doğu ile batı bölgeleri arasındaki ekonomik eşitsizliği gözler önüne sermiş ve bunun karşılığı da Kürtler 
arasında sistem eleştirisinin yaygınlaşması olmuştur. Kürtler arasındaki bu hayal kırıklığı 1961 Anayasası ile birlikte artan siyasal haklar temelinde kendisine kurumsal karşılıklar bulmaya başlamıştır. Türkiye İşçi Partisi başta olmak üzere sosyalist partiler Kürtlerin sistem karşısındaki rahatsızlıklarını örgütlü bir çatı altında toplamış ve Kürtler arasında devrim fikirlerinin popülerleşmesine imkan sağlamıştır (Bruinessen, 2006: 57). Fakat Kürt hareketleri sadece siyasal alanla sınırlı kalmamış ve Türkiye’deki Kürt hareketinin liderlerinden iki isim Sait Kırmızıtoprak ve Sait Elçi 1970’de yapılan otonomi anlaşmasından sonra Kuzey Irak’a geçerek buradan doğru Türkiye’ye karşı eylem yapacak bir yapılanma 
oluşturmaya çalışmıştır. Bu politika Kuzey Irak’ı bir örgütlenme merkezine dönüştürerek buradan Türkiye’ye karşı mücadele başlatma fikrini ilk kez gündeme getirmiş olması nedeniyle önemliydi. Bu tarihe kadar Türkiye içinde örgütlenerek mücadele eden Kürtler, ilk defa Türkiye toprakları dışına çıkarak bir hareket başlatmayı denemişlerdir. 

Kuzey Irak’ta güçlü bir konumda bulunan Molla Mustafa Barzani Türkiye Kürtlerinin Kuzey Irak’taki toprakları kullanarak silahlı mücadele yürütmesinin kendi mücadelesine zarar vereceğini düşündüğü gibi bu doğrultuda bölgeye gelen Kürt önderlerin sol eğilimli fikirlerinden de hoşnut olmamıştır (Miroğlu, 2012: 188). Barzani’nin bu tavrı Kuzey Irak’taki Kürdistan hareketinin özellikle otonomi antlaşmasından sonra yarattığı olanaklarla Türkiye’de bir silahlı mücadele başlatılabileceğine inanan Sait Kırmızıtoprak’ı hayal kırıklığına uğratmıştır. 

3 CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR,



*****

Kuzey Irak - Türkiye İlişkileri: PKK, Güvenlik ve İşbirliği, Ekonomik ve Siyasi Boyutları BÖLÜM 1





“ Kuzey Irak - Türkiye İlişkileri: PKK, Güvenlik ve İşbirliği, Ekonomik ve Siyasi Boyutları”  BÖLÜM 1



Berkan Öğür, 
Zana Baykal, 
Ali Balcı





Sunuş 

Türkiye’nin hem kendi içerisindeki Kürt vatandaşları ile hem de sınır ötesindeki Irak Kürdistan Bölgesi ile olan ilişkisi Ankara için bir “doğu problemi” niteliğindeydi. Abdullah Öcalan’ın yakalanmasını izleyen süreçte Türkiye’deki iç siyasi gelişmelerin de etkisi ile Ankara’nın Kürt politikasında hayati değişiklikler yaşandı. Özellikle Erdoğan liderliğindeki AK Parti’nin hem iç hem de bölgesel politikalarda daha etkin olabilmenin anahtarı olarak Kürt sorununun çözümünü görmesi bu anlamda önemli adımların atılmasını sağlamıştır. 
Türkiye içerideki Kürt sorununu demokratikleşme çerçevesinde çözerken sınır ötesinde de Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimiyle daha yakın işbirliği kurarak kendisine yönelik olası bir tehdidi eleme yoluna gitmiştir. Böylece Ankara bölgesel siyasette daha emin adımlarla ilerlemeye başlamış, iç barışın sağlanması ve demokratikleşme yolunda hızlı adımların atılması konusunda da önemli ilerlemeler kaydetmiştir. 

Yaşanan bu gelişmeler zorlu süreçlerin ve siyasi çekişmelerin gölgesinde uzun çabaların ardından gerçekleşebilmiştir. Bu sürecin uzmanlar, siyaset yapıcılar ve kamuoyu tarafından kapsamlı bir biçimde anlaşılması kat edilen mesafenin ve elde edilen kazanımların doğru okunabilmesi açısından büyük önem taşımakta dır. Bu çerçevede yapılacak bilimsel çalışmalar, saha araştırmaları ve kapsamlı raporlar literatüre katkılarının yanında kamuoyunun aydınlanması açısından da gereklidir. 

Sakarya Üniversitesi Ortadoğu Araştırmaları Merkezi olarak ilk raporumuzu bu konuya ayırarak bir zamanlar “Doğu Sorunu” olarak adlandırılan, bugün ise “doğu barışı” olarak tanımlanabilecek Türk-Kürt ilişkileri alanındaki çalışmalara bir katkı sunmayı hedefledik. Yaptıkları derin araştırma için çalışmanın yazarları na, raporun son okumalarını yaparak yayına hazır hale getiren Rumeysa Eldoğan’a, İsmail Numan Telci’ye ve raporun hazırlanması sürecinde düzenlenen yuvarlak masa toplantılarında raporun içeriğine dair yaptıkları öneri ve katkılardan dolayı da Ortadoğu Araştırmaları Merkezi araştırmacılarına teşekkür ederiz. 

ORMER 

Giriş, 





   Kuzey Irak, PKK ve Türkiye arasındaki ilişkiler 1980 sonrası Ortadoğu tarihi düşünüldüğünde en önemli ilgi alanlarının başında gelmektedir. 
1926 yılına kadar 4 yüzyıl boyunca Osmanlı İmparatorluğu’nun Musul Vilayeti sınırları içinde bulunan ve Kürtlerin yoğun olarak yaşadığı Kuzey Irak, bu tarihte 
Türkiye ve İngiltere arasında yapılan antlaşma ile Irak’a bırakılmıştır. 
Bu tarihten itibaren Kürtlerin Bağdat’taki merkezi yönetime bağlanması sonucunda Türkiye’nin bölgeye yönelik ilgi ve iddialarını bir tarafa bırakması Ankara ile Kuzey Irak Kürtleri arasındaki ilişkileri uzun bir süre için sona erdirmiştir. Ancak bir yandan Molla Mustafa Barzani önderliğinde Kuzey Irak’ta gelişen etnik Kürt hareketi bir yandan da Abdullah Öcalan’ın önderliğinde Türkiye Kürtlerinin bağımsızlığını hedefleyen PKK hareketi Kuzey Irak ve Türkiye arasındaki ilişkileri yeniden gündeme getirmiştir. 
1991 Körfez Savaşı ile birlikte Kuzey Irak’taki Kürtlerin merkezi Irak yönetimi karşısında otonom bir yapıya kavuşması ve PKK’nın terör eylemlerini artırması 
1990’lı yıllar boyunca Türkiye, Kuzey Irak ve PKK ilişkilerini Ortadoğu’nun en önemli gerilim alanlarından birisine dönüştürmüştür. 



Harita 1: Ortadoğu’da Kürtlerin Yoğun Olarak Yaşadığı Yerler ve Kuzey Irak 
12T bilissi ARMENIE ErevanTabriz Van Sinjaro Mossoul Kirkouk Halabja Erbil Koisinjaq Souleimaniye Sanandaj Quasrea Sinji Kermanchah Tahran Meched Bagdad

Kaynak: Paris Kürt Enstitüsü, Mehrad R. Izady, Columbia University, New York. Ortadoğu Araştırmaları Merkezi (ORMER) 


Dünyada devleti olmayan halklara baktığımızda en geniş coğrafyaya yayılan topluluklardan biri Kürtlerdir. Kürtlerin yaklaşık yarısı Türkiye sınırları içinde bulunurken, kalan kısmının büyük çoğunluğu sırasıyla İran, Irak, Batı Avrupa ve Suriye’de yerleşiktir. Kürtlerin bulundukları ülkelerdeki sayısı resmi ölçümlere dayanmasa da bugün Türkiye’de 15 milyon, İran’da 7,5 milyon, Irak’ta 6,5 milyon, Batı Avrupa’da 1,5 milyon (bunların yaklaşık yarısı Almanya’dadır) ve Suriye’de 1,5 milyon Kürt yaşadığı düşünülmektedir. Bunların dışında yaklaşık 250 bin Kürt nüfus ABD’de, 200 bin civarında eski Sovyet coğrafyasında ve son olarak yaklaşık 150 bin civarında Kürt nüfusu da İsrail’de bulunmaktadır (Gunter, 2011: 3-4). Sadece bu rakamların dağılımına bakan bir kişi Kürt meselesinin Türkiye-İran ve Irak üçgeninde yoğunlaştığı ve güçlü ve kalabalık bir diasporayı da arkasına aldığı sonucuna kolaylıkla varabilir. Nüfus temelindeki sayısal verilere Kürtlerin coğrafi dağılımı da eklendiğinde resim biraz daha netleşmektedir. Türkiye’deki Kürtlerin büyük bir çoğunluğu İstanbul’da yaşasa da Kürtlerin yaşadıkları bölgelerde çoğunluk olduğu coğrafyayı dikkate aldığımızda Türkiye’nin Güneydoğu bölgesi Kürt coğrafyası olarak adlandırılabilir. Irak söz konusu olduğunda ise Kuzey’de yoğunlaşan Kürtler İran’ın Kuzey Batı bölgesinde yerleşik durumdadırlar. Bu da Kürtlerin coğrafi olarak yoğun bir biçimde Türkiye, İran ve Irak’ın kesiştiği bölgede yaşadıkları ve bu devletlerin coğrafi sınırları tarafından bölündüğü bir resmi ortaya çıkarmaktadır. 

Tarihsel olarak ise Kürt hareketlerinin 1980’li yıllarla birlikte ve özellikle de 1990 sonrası dönemde bölgeyi etkisi altına aldığı göz önünde bulundurulursa bu bağlamda öne çıkan iki devlet Türkiye ve Irak olmuştur. Türkiye’de 1984’de eylemlerine başlayan PKK güçlü bir Kürt bilinci oluştururken, aynı zamanda 1990’la birlikte Kürt siyasal hareketinin de sürece dahil olmasıyla birlikte Kürt meselesi Türkiye siyasetinin merkezine taşınmıştır. 




Tablo 1: Ortadoğu’daki Kürt Nüfusunun Dağılımı 

Ülke Nüfusu Kürt Nüfusu Yüzde 
Türkiye 75,6 milyon 15 milyon 20 
İran 77,1 milyon 7,5 milyon 9,7 
Irak 33,3 milyon 6 milyon 18 
Suriye 22 milyon 1,5 milyon 6,8 

Yine Irak’taki Kürtlerin uzun süren siyasi mücadelesi 1990’ların başında özerklik kazanılmasıyla sonuçlanmış ve Kuzey Irak’ta oluşan bu yapı genel olarak Kürt hareketini önemli ölçüde etkisi altına almıştır. Diğer bir ifadeyle Kürtlerin 1990 sonrası siyasal fotoğrafına bakıldığında Türkiye ve Irak’ın diğer bölgelere oranla bir adım daha öne çıktığı ve bu iki ülkeyi ve buradaki Kürt hareketlerini birbirine bağlayan temel dinamiğin de PKK olduğu göze çarpmaktadır. Tam da bu nedenle Türkiye, PKK ve Kuzey Irak ekseninde yapılacak bir analiz bölgeyi anlamak isteyenler için iyi bir başlangıç noktası olarak önemini korumaktadır. Dolayısıyla bu çalışma da söz konusu üç unsur etrafında şekillenen bir dinamiği anlama çabası olarak okunabilir. 


2 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR,




***

3 Ocak 2017 Salı

BÖLGESEL GELİŞMELER ABD VE SURİYE İÇ SAVAŞI YARINDAN SONRASINA HAZIRLIK,







 BÖLGESEL GELİŞMELER ABD VE SURİYE İÇ SAVAŞI YARINDAN SONRASINA HAZIRLIK, 





ABD’nin Suriye İç Savaşı’nı sona erdirme siyaseti için esas hedefi, iç savaş sonrası oluşacak siyasi zemini, ABD’nin menfaatleri doğrultusunda 
şekillendirmektir ve ABD’nin küresel ve bölgesel girişimleri bu hedef gözetilerek icra edilmekte. 

Eyüp ERSOY 


ABD yönetimi, beşinci yılının sonuna yaklaşan Suriye İç Savaşı’na yönelik, iç savaşı ve beraberinde getirdiği insani krizi sona erdirme noktasında 
geçen dönem içerisinde ciddi ve kalıcı tedbirler almaktan kaçındı ve Suriye’ye doğrudan müdahalesini IŞİD’e karşı hava harekâtları ile sınırlı tuttu. Başkan 
Obama’nın Haziran 2015’te ifade ettiği şekliyle, ABD, Suriye İç Savaşı’na yönelik hala tam bir stratejiye sahip görünmemekte. Buna mukabil, ABD yönetimi, Suriye’ye istikrar ve güvenlik getirme amacına yönelik diplomatik girişimleri BM çatısı altında canlandırma ve destekleme teşebbüslerinde nispeten aktif bir yaklaşım içerisinde. 1 Şubat’ta başlayan ancak herhangi bir netice alınmadan kısa süre içerisinde askıya alınan Cenevre görüşmelerine giden süreçte ABD yönetiminin izlediği diplomasi bu yaklaşımın bir örneği. Bu durum, tedrici olarak, ABD’nin Suriye İç Savaşı’na dair siyasetinde bir değişikliğe işaret etmekte. Burada altı çizilmesi gereken nokta, ABD’nin yeni siyasetinin Suriye İç Savaşı’nın sona ermesini nihai bir hedef olarak değil bir geçiş dönemi olarak telakki etmesi. ABD’nin yeni siyaseti için esas hedefi, Suriye’de iç savaş sonrası oluşacak siyasi zemini, ABD’nin menfaatleri doğrultusunda şekillendirmektir ve ABD’nin küresel ve bölgesel girişimleri bu hedef gözetilerek icra edilmekte. 

Steven Haydemann’ın ifadesiyle, John Kerry’nin Esad rejiminin geleceğine dair Rusya ve İran’ın pozisyonunu benimsemesi ve Suriye muhalefetine benimsetme 
çabalarının 1 Şubat’taki Cenevre görüşmelerini ‘başlamadan berbat ettiği’ söylenebilir. 

 Siyaset Tercihleri, Tehdit Öncelikleri, Muhtemel Maliyetler 

ABD yönetiminin Suriye İç Savaşı’na yönelik kapsamlı ve zorlayıcı bir strateji geliştirememesinin ve ilan ettiği amaçlarını fiilen tatbik edememesinin muhtelif sebepleri mevcut. Birinci ve en önemli sebep, Başkan Obama’nın dış politikaya temkinli ve kendi ifadesiyle ‘uzun ve maliyetli kara savaşlarına’ mesafeli yaklaşımı. Obama, bir ABD Başkanı olarak gerçekleştirdiği son Ulusa Sesleniş konuşmasında, Suriye İç Savaşı’nı kastederek, ABD’nin krize düşen her ülkeyi devralamayacağını ve yeniden inşa edemeyeceğini, bunun bir liderlik değil sonunda ABD’yi zayıflatacak şekilde Amerikan kanının ve hazinesinin israfı demek olduğunu ifade etti. Ayrıca, Obama’ya göre bu, Vietnam’ın ve Irak’ın Amerikalılara çoktan öğretmesi gereken bir dersti. Kısaca, Suriye politikasını ‘stratejik sabır’ olarak niteleyen 

Obama, ABD’yi Irak’tan çıkaran bir Başkan olarak, yine kendi ifadesiyle Suriye’de bir ‘bataklığa’ saplamayı istememekte. 

İkinci sebep, ABD yönetimi için Suriye coğrafyasındaki öncelikli tehdidin Esad rejiminin değil IŞİD’in olması. Savunma Bakanı Ashton Carter, birkaç defa açık 
şekilde, ABD’nin IŞİD ile savaş halinde olduğunu beyan etti. Başkan Obama’yı, Esad’in gitmesinde ısrarcı olarak ABD’nin Suriye politikasını felç etmekle suçlayan Carter’ın selefi Chuck Hagel’e göre ise Esad hiçbir zaman ABD’nin düşmanı değildi. Robert Malley gibi güvenlik bürokrasisinden üst düzey yetkililer de bu görüşü savunmakta. 

Son bir örnek olarak, Suriye’de ABD kara birliklerinin konuşlandırılmasını savunan ABD’nin Türkiye eski büyükelçilerinden James F. Jeffrey, bu birliklerin münhasıran IŞİD’e karşı kullanılması gerektiği düşüncesinde. ABD’nin Suriye’deki tehdit öncelikleri, askeri müdahalesinin sınırlı olmasını ve sadece IŞİD’e yönelik icra edilmesini beraberinde getirmekte. Dışişleri Bakanı John Kerry de, ABD’nin Suriye’deki müdahalesinin sadece terörizm ile mücadeleye odaklandığını ifade etmiş bulunmakta. ABD, IŞİD’e karşı askeri mücadeleyi bir zaruret olarak görürken, Suriye İç Savaşı’na Askeri Müdahaleyi bir tercih olarak görmekte ve tercihini böyle bir müdahaleden kaçınma yönünde kullanmakta. 

Üçüncü sebep ise, iç savaş sürecindeki Suriye’ye kapsamlı bir askeri müdahalenin ABD’ye getirebileceği muhtemel maliyetler. Irak’ta yaşanana benzer şekilde, ABD yönetimi, Suriye’de de tek taraflı ve kapsamlı bir askeri müdahalenin siyasi, askeri ve iktisadi maliyetleri ile karşı karşıya kalmak istememekte. 
Irak’tan farklı olarak, Suriye’de hâlihazırda sürmekte olan acımasız ve çok taraflı bir iç savaşın ortasına atılmanın, bu maliyetleri katlayarak artırma olasılığı yüksek. Bu sebeplerden dolayı, ABD yönetimi, Suriye’de ilan ettiği kırmızı çizgi olan sivil halka karşı kimyasal silah kullanılmasının Esad rejimi tarafından alenen ihlal edilmesi durumunda bile Suriye’ye kapsamlı bir askeri harekât gerçekleştirmedi. Yine bu sebeplerden dolayı, ABD’nin böyle bir harekâtı, bundan sonra da gerçekleştirmesi beklenemez. ABD, geleneksel siyasi-askeri politikalarından olan çevreleme siyasetini sürdürme eğiliminde. Ancak, ABD yönetiminin, bu genel stratejik çerçeve içerisinde, uluslararası diplomatik girişimleri ile işaretini verdiği yeni bir politikaya yöneldiği gözlenmekte. 

Yarından Sonrasına Hazırlık Ya Da Bir Vekil Yaratmak! 

İç savaşlara askeri ve/veya diplomatik şekilde müdahil olan hiçbir dış aktörün, özellikle bölge dışı güçlerin, nihai maksadı, iç savaşı sona erdirmek değildir. 
İç savaşın sona ermesi, dış aktörler için, iç savaş sonrası siyasi mücadelenin ilk ve hayati bir aşamasıdır. Nihai hedef değil, bir ara dönemdir. Buradaki 
en önemli analitik ayrım, bir dış gücün iç savaşa dair siyaseti ile iç savaşın sona ermesine dair siyasetinin iki farklı politik yaklaşım olduğudur. 
Suriye İç Savaşı’na dair ‘tam bir stratejiye sahip olmayan’ ABD yönetimi, Suriye İç Savaşı’nın sona ermesine dair yeni bir strateji ortaya koymaya çalışmakta. 

ABD’nin son dönemde müşahade edilen uluslararası diplomatik girişimleri bunun bir göstergesi ve ABD yönetimi, Suriye İç Savaşı’nın sona erdirilmesine dair görece ciddi bir irade sergilemekte. Bunun bir örneği, John Kerry’nin 23 Ocak’ta Riyad’da Suriye muhalefetini temsil eden Müzakere Yüksek Komitesi (HNC) temsilcileriyle yaptığı görüşmede ortaya koyduğu politik tavır. John Kerry, bu görüşmede, muhalefeti, Cenevre’de müzakere masasına oturmamakta direttiği takdirde ‘dostlarından temin ettiği yardımın etkileneceği’ şeklinde diplomatik bir üslup ile tehdit etti ve ABD’nin o zamana kadar en azından söylemsel olarak benimsediği politikayı terk ederek, müzakerelerin önşartsız ve uzun zamandır Rusya ve İran’ın savunduğu şekliyle, bir milli birlik hükümeti oluşturulmasına yönelik gerçekleştirilmesini istedi. 

Bu durum, ABD’nin Suriye muhalefetine kayıtsız bir desteğinin olmadığını, Suriye muhalefeti ile müzakere eden bir taraf olarak onu tavize zorladığını, kendi gündemi doğrultusunda kendi diplomatik amaçlarını takip ettiğini ve bu diplomatik amaçlar içerisinde en önemlisinin iç savaşın sona erdirilmesi olduğunu göstermekte. Ne var ki Steven Haydemann’ın ifadesiyle, John Kerry’nin Esad rejiminin geleceğine dair Rusya ve İran’ın pozisyonunu benimsemesi ve Suriye muhalefetine benimsetme çabalarının 1 Şubat’taki Cenevre görüşmelerini ‘başlamadan berbat ettiği’ söylenebilir. ABD’nin Suriye İç Savaşı’nı sona erdirme siyaseti için esas hedefi, iç savaş sonrası oluşacak siyasi zemini, ABD’nin menfaatleri doğrultusunda şekillendirmektir ve ABD’nin küresel ve bölgesel girişimleri bu hedef gözetilerek icra edilmekte. 

Genel olarak, İç savaşlar sonrası Milli siyasetler, Vekalet siyasetleri haline gelir ve iç savaşın sona erme safhası, iç savaş sonrası dönemde harici güçlerin nüfuzunu artıracak bir ‘dahili ittifak siyaseti’nin hayati bir parçasını teşkil eder. Dolayısıyla, ABD’nin Suriye İç Savaşı’nın sona ermesine dair siyasetinin tek olmasa da en stratejik boyutunu, iç savaş sonrası dönemde politik ve stratejik olarak ittifak edeceği ‘vekil/ler’ yaratmak ve kuvvetlendirmek oluşturacaktır. 

Bir dış aktör olarak ABD’nin dahili ittifak siyasetinin başarısı için, iç savaşın sona erme safhasında, muhtemel iç müttefiklerinin sahada zemin ve masada meşruiyet kazanması önemli. Ayrıca, bir iç aktörün meşruiyetinin en önemli ifadesi ve tescili uluslararası müzakerelere katılmadır. Altı çizilmesi gereken diğer bir nokta, iç müttefiklerin daima kendilerini tehdit altında hissetmeleri ve himaye edici dış devletin diplomatik, ekonomik ve askeri yardımına kronik bir ihtiyaç halinde olmalarının, iç savaş sonrası dönemde dış aktörlerin nüfuzunu artıran ve daimi kılan bir etken olması. Suriye İç Savaşı’nın sona ermesine dair siyasetinde, ABD’nin küresel sistemden kaynaklanan önemli bir avantajı da mevcut. ABD, Rusya da dâhil diğer birçok ilgili aktörden farklı olarak, iç savaşa fiili müdahale etmeden, diplomatik müdahale edebilme ve bu şekilde müzakerelerin sonucu etkileyebilme kabiliyetine sahip. 

İç savaşların sona erme safhası, dış aktörler arasında iç müttefik oluşturma ve paylaşımına dair bir rekabeti de beraberinde getirir. ABD’nin bu rekabette, askeri müdahalesinin kısıtlı olmasının da etkisiyle gecikmiş bir aktör olduğu ifade edilebilir. Ancak, 

ABD’nin dâhili ittifak siyasetindeki tercihinde, giderek artan biçimde Türkiye’nin bir terör örgütü olarak kabul ettiği PYD’ye yöneldiği gözlenmekte. Bu yönelim devam ettiği takdirde, dâhili ittifak siyasetinde müstakbel vekili olarak PYD’nin, sahada zemin ve masada meşruiyet kazanması yönünde ABD yönetiminin adımlar atması beklenebilir. 

ABD’nin dâhili ittifak siyasetindeki tercihinde, giderek artan biçimde Türkiye’nin bir terör örgütü olarak kabul ettiği PYD’ye yöneldiği gözlenmekte. Bu yönelim devam ettiği takdirde, dâhili ittifak siyasetinde müstakbel vekili olarak PYD’nin, sahada zemin ve masada meşruiyet kazanması yönünde ABD yönetiminin adımlar atması beklenebilir. Önümüzdeki süreçte, Türkiye’nin Suriye İç Savaşı’na dair siyasetinde, alametleri tebarüz eden en ciddi meydan okuma, Türkiye ile ABD’nin dâhili ittifak siyasetlerindeki ayrışma olacağına kesin gözüyle bakılabilir. 


Araş. Gör, Yıldırım Beyazıt Üniversitesi 

****