10 Temmuz 2016 Pazar

ATATÜRK HAVALİMANI SALDIRISI HAKKINDA



ATATÜRK HAVALİMANI SALDIRISI HAKKINDA,


ataturk_havalimani_saldirisi_haberleri_son_dakika_1467446360_1875

Felaket başa gelmeden evvel, onu önleyecek ve ona karşı savunulacak gerekleri düşünmek lazımdır. Geldikten sonra dövünmenin faydası yoktur. Gazi Mustafa Kemâl Atatürk (Nutuk-1927)
——————————————
Bilindiği gibi ülkemizin her köşesi hain teröristlerin kanlı saldırıları ile terör alanı haline getirildi. Bunların en son ve en kanlı olanı 28 Haziran 2016’da saat 21:22’de İstanbul’un Bakırköy ilçesindeki Atatürk Hava limanı’nda gerçekleştirilen silahlı ve bombalı intihar saldırısıdır.
IŞİD mensubu olduğu belirtilen üç saldırgan, dış hatlar terminalinde önce uzun namlulu silahlarla etrafa ateş açtı, ardından da üzerilerindeki bombaları patlattı. Saldırı sonucu 45 kişi hayatını kaybetti, 236 kişi yaralandı. Saldırı sonrası konulan basın yasağı ile halkımız olayın detayları hakkında bilgi sahibi olamadı.
Oysa onunun uzmanları olayları tüm yönleri ile değerlendirip tarihe belge bırakacak nitelikte gerçekleri gözler önüne seriyorlardı. Günümüzün gelişmiş iletişim teknolojilerinde 35 milyon Türkün cebinde hem fotoğraf ve hem de film çekebilen, çektiklerini bir tuş ile anında dünyaya yayabilen akıllı telefonlar mevcuttur. Yani bilginin saklanması asla mümkün değildir.
Nitekim yayın yasağı konulmasına rağmen Atatürk Hava limanı saldırısı tüm kareleri ile sosyal medyada paylaşılarak kamuoyunun bilgisine sunulmuştur.
Aşağıya tamamını aldığım yazının sahibi E. Tuğamiral Türker Ertürk yetenekli bir strateji uzmanıdır. Bu saldırı ile ilgili yaptığı detaylı değerlendirmenin her cümlesi önemlidir. Ben bu yazının altına imzamı atıyorum. Ve tarihi bir belge olarak Bildiri-Yorum okuyucularının dikkatlerine sunuyorum.
—————————————————————————–
ATATÜRK HAVA LİMANI SALDIRISINI HİÇ BÖYLE OKUMADINIZ:
Ülkemizde ne olursa, hükümet veya onun bakanlarından biri istifa eder? Sanırım bunun yanıtı çok net; “Hangi suçu işlerlerse işlesinler, haklarında yüz kızartıcı ne iddia olursa olsun, hangi başarısızlığa imza atmış olurlarsa olsunlar bunlar pişkindir, istifa etmezler!” Bunlar yüzünden ülkemiz yanıyor, binlerce insan yaşamını kaybediyor, boğazımıza kadar teröre boğuluyor, iç savaşa doğru eviriliyor ve dış dünyada beş paralık itibarımız kalmıyor olsa da; yalan söylerler, inkar ederler ve dince kutsal şeylerin istismarını yaparak, yollarına devam ederler.
TÜRKİYE, AÇIK POLİGON OLDU!
Bırakalım çağdaş dünyada onurlu ve haysiyetli siyasetçilerin nasıl istifa ettiklerinin örneklerini, yakınımıza bakalım. Geçtiğimiz Cumartesi (02.07.2016); Bağdat’ta IŞİD(Irak Şam İslam Devleti) sivilleri hedef alan bombalı bir saldırı gerçekleştiriyor ve 250’den fazla insan yaşamını kaybediyor. Saldırının arkasından,Irak İçişleri Bakanı Mohammed Al-Ghabban istifa ediyor.
Teröristlerin bombalı saldırılar için poligon haline getirdiği ülkemizde ise; geçtiğimiz Salı (28 Haziran 2016),yedi kişiden müteşekkil IŞİD timi Atatürk Havalimanı’na saldırıyor. Tam olarak 32 dakika boyunca, ellerinde kalaşnikof otomatik tüfeklerle, İsviçre malı el bombalarıyla ve üçünün üzerinde sarılı olan patlayıcılarla, ellerini kollarını sallayarak katliam yapıyorlar, etrafı enkaza çeviriyorlar ve daha sonra dördü sırra kadem basıp, çekip gidiyor.
TERÖRİST ASKER SELAMI VERİYOR
Hem de ne katliam! Kalaşnikofla tarıyor, daha sonra yere düşenlerin üzerlerini tarıyorlar, inilti gelen yerdeki insanlara tek tek yöneliyor ve kafalarına sıkarak, infazı tamamlıyorlar. Ama devlet ve onun güvenlik güçleri, hala ortada yok.
Gidiş (departure) katında, elinde kalaşnikof olan başka bir terörist; THY bilet satış ofisinin önünde etrafa ateş ederek yakıp yıkıyor, daha sonra içlerinden birisi polis olan ve korku içinde infazını bekleyen yaklaşık 35 kişilik gruba dokunmuyor, onlara asker selamı veriyor ve yürüyen merdivenlerden inerek gidiyor. Bu da, sırra kadem basanlar arasında. Anlayacağınız; teröristler öldürüyor, korku ve dehşet saçıyor, bazılarına yaşamını bağışlıyor ve adeta oyun oynuyor!
62 MİLYON, ALLAH’A EMANETMİŞ!
Teröristler, bu kanlı korku ve dehşet oyununu; yaklaşık yıllık 62 milyon yolcu kapasitesi ile ülkemizin birinci, Avrupa’nın 3’üncü ve dünyanın 11’incisi olan Atatürk Havalimanı’nda yapıyorlar. Yani; 62 milyon yolcunun canı, Allah’a emanetmiş. Bir de utanmadan;“Güvenlik zafiyeti yoktu” diyorlar.
Atatürk Havalimanı’nda çalışan bir dostum anlattı; “Havalimanında, bu tip saldırılara ve teröre karşı mücadele edebilecek eğitimde, hiç kimse yoktu. Burada görev yapan polislerin yaklaşık üçte biri; yaşı ve sicili nedeniyle, buraya rahat etsin diye mükafaten atanmış. Diğer üçte biri; kapatıldığı için akademi eğitimi almamış, üniversite mezunlarından kısa dönemde polis yapılmış, İngilizce bilir, eli yüzü düzgünler ve son üçte birlik bölüm ise; pasaport, evrak ve belge inceleme işleri uğraşanlar”
SALDIM ÇAYIRA MEVLAM KAYIRA
Halbuki dünyada, bu tip havaalanlarında, terörle mücadele için ayrı ekipler var. Kamuflajlı üniformalar giyiyorlar, terörle mücadele için çok özel eğitimler alıyorlar, özel teçhizat ve silahlarla donatılıyorlar. Bizde ise polislerimiz; “saldım çayıra, mevlam kayıra” zihniyeti ile ateşin içine atılıyor ve siyasal sorumlulukların gereği yapılmıyor.
Atatürk Havalimanı’na yapılan ve 45 insanın yaşamını kaybettiği saldırının, Ramazan’da ve özellikle iftar saatine yakın yapılmasının nedeni; nöbet ve görev değişimleri nedeniyle oluşan ilave zafiyetten faydalanmaktı.
TERÖRİSTLER YEDİ KİŞİYDİ
Saldırı timi, yedi teröristten oluşuyordu. Üçü intihar bombacısıydı, ayrıca üzerilerinde kalaşkinof silahları vardı. Diğer ikisi, üzerilerinde kalaşnikof silahları ve İsviçre yapımı el bombaları olan, avcı teröristlerdi. Son ikisi ise supervisor(denetleme ve kontrol eden) denen, üzerilerinde hiç silah olmayan, bu yüzden kontrol noktalarından kolayca geçen, timi denetleyen, yol gösteren ve intihar bombacısı eğer tereddüt eder pimi çekmez ise, uzaktan kumanda ile onu patlatmaya hazır olanlardı.
Teröristler operasyona, planladıkları zamandan biraz önce başlamak zorunda kaldılar. Çünkü; hava çok sıcak olmasına rağmen, otoparktan geliş (arrival) katına geçmekte olan montlu intihar bombacısı, bir polisimizin dikkatini çekti. Telefonuyla whats App’dan, polis arkadaşlarının bulunduğu gruba; bir şüpheli gördüğünü ve hırsızlıktan şüphelendiğinin mesajını atar. Daha sonra; şüpheliden kimlik sorar ve kıyametin başlamasına neden olur.
PLANLAMA EN AZ 15 GÜN SÜRMÜŞ
Esasında; polisimizin olaya tek başına müdahale etmesi, öğreti gereği uygun değildir. Ama polisimiz; hırsızlık ve gasp gibi adi suçlar üzerine deneyimlidir, terör tehdidi beklememekte olup, bu konuda eğitimi de yoktur.
Terör saldırısı çok komplike hazırlanmış; havalimanının birden fazla noktadan koordineli olarak vurulması planlanmış ve üzerinde çok çalışılmış. Teröristler; kuvvetle muhtemel,operasyon yapacakları yere çok defa gelmişler, gözlem ve planlama yapmışlar, çeşitli yerlere (destination) çeşitli havayolları ile uçmuşlar, tüm zafiyetleri ve güvenlik boşluklarını yerinde tespit etmişler. Bu süre; en az 15 gün!
BELKİ DE, SONRASINDA UÇAK KAÇIRACAKLARDI
Belki de; operasyonun ikinci bölümünde, canlı intihar bombacıları hariç diğer dört kişiyle uçak kaçırmayı da planlamışlardır ve operasyona erken başlamak zorunda kalmaları, bu planı bozmuş olabilir!
Saldırı sonrası Atatürk Havalimanı, gece 01:35’de, meydan tarafından tahliye edilir. Bu aceleye ne lüzum var? Saldırıda görev alan diğer dört kişi de muhtemelen bu tahliye sırasında sıvışır. Bu; böyle bir saldırı sonrası yapılabilecek fahiş bir hata değil midir? Bunun anlamı; suçluların, suça yataklık yapanların kaçmasına imkan sağlamaktır. Çok iyimser bir yorumla; siyasi sorumlulukların doğurduğu ölümcül hataları kapatmaya çalışmaktır. Ayrıca; siz nasıl olurda farklı mekanlarda, farklı olaylara ve saldırılara şahit olmuş görgü tanıklarını sorgulamadan gönderirsiniz?
İÇİŞLERİ BAKANI’NIN İSTİFASI YETMEZ!
Nereden bakarsanız bakınız, bu yaşananlar bir facia. Teröre boğulmuş, her gün terör tehdidi altında yaşarken; Atatürk Havalimanı’nda hiçbir tedbir ve önlem alınmamış. Saldırı sonrası yapılanlar ise; gaflet mi, dalalet mi, yoksa dilim varmıyor ama işbirliği mi, bilemiyorum!
Bu yaşadıklarımızdan sonra, Irak gibi, yalnızca İçişleri Bakanı’nın istifası da yetmez. Beraberinde; Devlet Hava Meydanları’ndan  Sorumlu Ulaştırma Bakanı ve görevine yeni atanan Başbakan’ın da derhal istifa etmesi gerekir. İstifa etmezlerse, dosyaya koyun. Devri sabık döneminde yargılama için gerekecek.
Saygılar sunarım.
Türker Ertürk

..

6 Temmuz 2016 Çarşamba

Irak’taki Gelişmeler ve Türkiye (III)



Irak’taki Gelişmeler ve Türkiye (III) 



DIŞ POLİTİKA VE SAVUNMA ARAŞTIRMALARI GRUBU*

Türkiye-Irak İlişkileri 


Türkiye’nin bağımsızlıktan sonra Irak’la ilişkileri, Musul sorununun 1926 yılında Milletler Cemiyeti’nde Türkiye Cumhuriyeti aleyhine çözülmesi nedeniyle, çok sıcak başlamamıştır. 
Bununla birlikte krallık döneminde Irak’ın bölgede Türkiye’ye en yakın Arap ülkesi olduğu söylenebilir. 

1937 Yılında dört bölge ülkesi (Türkiye, İran, Afganistan ve Irak) arasında imzalanan Saadabat Paktı Türkiye-Irak ikili ilişkilerine olumlu etki yapmıştır. 

 İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra ABD ve Batı ülkeleriyle giderek artan ilişkileri ve NATO üyeliği Türkiye’yi Orta Doğu’da da Batı yanlısı politikalar izlemeye sevk etmiş, Türkiye Soğuk Savaşın ilk yıllarında Orta Doğu’da Sovyetler Birliği tehdidini engellemeyi amaçlayan askeri ittifak arayışlarında ön planda rol oynamıştır. Bu dönemde Irak’ta İngiltere’nin etkisinde krallık rejiminin bulunması Türkiye’nin Irak’la ilişkilerinin hızlı bir şekilde yakınlaşmasını ve 1955 yılında Bağdat Paktı’nın kurulmasını sağlamıştır. 

Ancak Irak’ta Filistin sorunu temelinde hızla artan Batı karşıtlığı Türkiye-Irak ilişkilerini de olumsuz şekilde etkilemiş, Bağdat Paktı uzun ömürlü olmamış, krallık rejimini ortadan kaldıran 1958 askeri darbesinden sonra Irak Bağdat Paktı’ndan çekilmiştir.
1958’den sonra Mısır ve Suriye gibi Irak da Sovyetler Birliği’ni İsrail’i destekleyen Batı ülkelerine karşı bir denge unsuru olarak görmeye başlamış, Arap ülkeleri için tehdidin kuzeyden Sovyetler Birliği’nden değil, İsrail ve İsrail’i yaşatan Batı ülkelerinden geldiği inancı Bağdat’ta da hakim olmuştur. Türkiye’nin bu dönemlerde Sovyetler Birliği’nin Orta Doğu’da artan etkinliğin den ve Mısır ile Suriye gibi Irak’ta büyüyen nüfuzundan rahatsız olduğu izlenmekte dir. 

Kıbrıs sorununun 1964 ‘de iki toplum arasında bir iç savaşa dönüşmesinden sonra Türkiye’nin genel olarak Arap ülkeleriyle ilişkilerini düzeltme çabaları Türkiye-Irak ilişkilerine de olumlu yansımalar yapmıştır. Ancak 1970’lı yıllardan başlayarak Türkiye-Irak ilişkilerinde yeni sorunların ortaya çıktığı görülmektedir. Türkiye’nin Keban barajını inşa etmeye başlaması, Fırat ve Dicle nehirleri üzerinde kurmayı planladığı barajlar Suriye ile olduğu kadar Irak’la da ilişkilerde sorun haline gelmeye başlamış, Suriye ve Irak Türkiye’yi Fırat ve Dicle nehirlerinin sularının paylaşımı konusunda bağlayıcı bir anlaşma yapmaya zorlamaya çalışmışlardır. 
Bu dönemlerde aralarında bir çok mesele bulunan Irak ve Suriye’nin Fırat ve Dicle nehirlerinin sularının paylaşımı konusunda Türkiye karşısında ortak bir cephe oluşturma ve “ Su Konusunu ” Arap Ligi çerçevesinde Türkiye ile Arap Dünyası arasında bir sorun haline döndürme gayretleri Türkiye’de tepki yaratmıştır. 

1980’lı Yılların başlarından itibaren Türkiye ile Irak arasında PKK terörizmiyle ilgili sorunlar da kendini göstermeye başlamış, Bağdat’taki Baas rejimi PKK konusunu Türkiye ile ilişkilerinde bir koz olarak kullanma eğilimine girmiştir. Ancak kendisi de ciddi bir Kürt sorunuyla karşı karşıya olan Irak’ın PKK ile ilişkileri ve Irak’ın PKK’ya sağladığı destek, Suriye’den farklı olarak, devamlılık göstermemiş, esasen 1980-1990 İran-Irak savaşı sırasında Irak’ın Türkiye sınırındaki kontrolü giderek zayıflamış, Saddam rejimi 1991 Birinci Körfez Savaşı’ndan sonra nüfusu tamamen Kürt olan üç kuzey eyaletindeki (Dohuk, Erbil ve Süleymaniye) kontrolünü tamamen kaybetmiştir. 

1991 Yılından itibaren fiilen otonom hale gelen kuzey Irak’taki Kürtlerin Dünya ile irtibatlarının büyük ölçüde Türkiye üzerinden sağlanması, Irak’ın kuzeyinde 36. paralelin yukarısında kurulan “uçuşa yasak bölgenin” Türkiye’deki üslerden Türk uçaklarının da katılımıyla, ABD, İngiliz ve Fransız uçakları tarafından kontrolü Türkiye için Irak’la ilişkileri yanında Iraklı Kürtlerle ilişkileri açısından da ayrı politikalar üretme zorunluluğunu ortaya çıkartmıştır. Kuzey Irak’taki iki Kürt partisinin o dönemlerde Kürt bölgesinde kontrol için çatışması, Dohuk vilayetin de hakim olan KDP ile Süleymaniye vilayetinde hakim olan KYP arasında başta Erbil’in kontrolü olmak üzere süren mücadele ve rekabet Türkiye’ye iki Kürt Partisi arasında arabuluculuk rolü oynama imkanını doğurmuş, Türkiye’nin başkanlığında ABD ve İngiltere’nin katılımıyla KDP ve KYP arasında “ Ankara Süreci “ bu dönemde başlatılmıştır. Türkiye’nin Kuzey Irak’ta KDP ile KYP arasında “ Ateşkes İzleme Gücü “ oluşturma gayretleri de yine bu dönemdedir. 

1970’li yıllarda Irak’la yaşanan diğer bir sorun Bağdat’taki Arap milliyetçisi Baas rejiminin Irak’lı Türkmenler üzerine kurduğu baskı olmuştur. Türkiye’nin bir yandan Bağdat’taki rejimle ilişkilerini bozmamak, diğer yandan Türkmenler üzerindeki baskı ve asimilasyon gayretlerinin daha da artmasına sebep olmamak gerekçeleriyle, aynen Suriye’ de olduğu gibi, Irak’lı Türkmenlere de sahip çıkmaya çalıştığını söylemek zordur. 

1970’lı yıllardan itibaren Türk ekonomisinin gelişmeye başlaması ve Türkiye’nin enerji ihtiyacının artması Irak’ı Türkiye için önemli bir ekonomik ortak haline getirmiştir. Kerkük-Yumurtalık boru hattının inşaası Irak’a Akdeniz üzerinden tekrar petrol ihracatı imkanı tanımış, Türkiye ise boru hattından gelir elde etme ve petrol alma imkanını elde etmiştir. 
1980-1988 İran-Irak Savaşı Türkiye’ye iki ülkeyle de ilişkilerini geliştirme zemini yaratmış, savaş sırasında Türkiye zaman zaman iki ülke arasında arabuluculuk rolünü de yürütmüş, yine savaş döneminde Türkiye Büyükelçilikleri karşılıklı olarak iki ülkenin Bağdat ve Tahran’daki diplomatik menfaatlerini koruma görevini üstlenmiştir. 

Türkiye, 1990 yılında Irak’ın Kuveyt’i işgaline sert tepki veren ülkeler arasında yer almış, Türkiye Kuveyt’in kurtarılması için ABD tarafından kurulan koalisyon içinde yer almış, o dönemde cumhurbaşkanı olan Turgut Özal, Kuveytle ilgili gelişmeleri Sovyetler Birliği’nin çöktüğü, Varşova Paktı’nın yıkıldığı ve NATO’nun geleceğinin konuşulduğu bir dönemde Türkiye’nin Batı için öneminin artarak devam ettiğini göstermek amacıyla kullanmıştır. Birinci Körfez Savaşı’ndan sonra Irak’ın petrol ihracatının BM tarafından kontrolü Türkiye’nin Irak’la ekonomik ilişkilerinin geliştirmesini engellememiş, Türkiye, kuzey Irak’ta Kürt bölgesinde olduğu gibi, Irak’ın özellikle Batı ülkeleriyle ilişkilerinin yürütülmesinde de aktif bir rol almış, Irak’ın elindeki kimyasal silahların ve füzelerin imhası için BM tarafından yürütülen gayretlerin başarısı için çalışmıştır. 

ABD’nin 2003 yılında Irak’ı işgali Türkiye için de ciddi sorunlar ortaya çıkartmış, Türkiye’nin TBMM’de yapılan oylama (1 Mart tezkeresi) sonucu Irak’ın işgalinde kuzey cephesini açmaması Türkiye ile ABD ilişkilerinde sorunlar yaratmıştır. 
ABD kuvvetleriyle birlikte Türk askerlerinin de kuzey cephesinden Irak’a girmesini öngören tezkerenin TBMM’nde kabul edilmemesi nedeniyle Türkiye bir süre Irak ve özellikle Kuzey Irak’taki gelişmeleri etkileyememe durumuyla karşılaşmıştır. 
Bu dönemde Türkiye’nin Irak’taki iki önceliği yine Irak toprak bütünlüğünün bozulmaması ve PKK ile Kuzey Irak’taki mücadele için Irak’ta gelişmelerden olumsuz şekilde etkilenmemesidir. 

Türkiye 2003 yılında daha çok ABD’nin Irak’ı işgalini önlemek amacıyla başlattığı “ Irak’a Komşu Ülkeler Formu “ nu daha sonra Irak’ın siyasi birliği ve toprak bütünlüğünün koruması amacıyla devam ettirmiş, ancak Irak’ta yükselen Suudi Arabistan İran çatışması ve Irak başbakanı Maliki’nin mezhep esasına dayanan politikaları bu toplantıların devamını imkansız hale getirmiştir. ABD’nin Irak’ı işgalinin yanlışlığının ortaya çıkması, ABD’nin Irak’ta Batı yanlısı örnek demokratik ve çoğulcu bir devlet kurma “ hayalinin “ ülkedeki etnik ve mezhepsel çatışmaların büyümesi sonucu Irak “gerçekleriyle” yüzleşmesi 
sonucu ABD’nin Irak’ta Türkiye’ye olan ihtiyacını yine artmıştır. Bu dönemde ABD özellikle Sünni kesimin tekrar Irak siyasi hayatına dahil edilebilmesi ve Sünni kesimin anayasa referandumunu ve seçimleri boykot etmemesinin sağlanması için Türkiye’nin katkısını aramaya başlamıştır. 

Ancak, Irak Şii toplumu üzerinde açığa çıkan İran etkisi, El Kaide’nin Irak Sünni kesiminde bulduğu destek 2004 yılından sonra Irak’ta gelişmelerin hızlı bir şekilde iç savaşa doğru sürüklenmesine sebep olmuş, ABD’nin 2011 yılında Irak’tan çekilmesinden sonra Irak fiili olarak bölünmüş ve iç mücadele derinleşmiştir. 

2005 Anayasasının Irak’ta Arap ve Kürt bölgeleri arasında federal bir sistem öngörmesinin Türkiye’de yarattığı ilk tedirginliğe rağmen, daha sonra Kürt Bölgesel Yönetimi ile tesis edilen yakın bağlar ve ekonomik işbirliği Irak’la ilişkilerimizde Kürt bölgesinin ön plana çıkmasını ve ağırlık kazanmasını sağlamıştır. Türkiye’nin Şii ağırlıklı Bağdat merkezi hükümetiyle ilişkileri ise özellikle Başbakan Maliki döneminde ikili ekonomik ilişkileri arttırma gayretlerine rağmen durağan bir hale gelmiş, yine Maliki döneminde Irak’ta artan İran etkisi, Körfez Arap ülkelerinin Maliki yönetimine duydukları tepki ve IŞİD’in güçlenmesi  ile Irak’ın tam bir iç savaşa sürüklenmesi Türkiye-Irak ilişkilerini de olumsuz bir şekilde etkilemiştir. 

Irak’ın geleceği, IŞİD ve ülkedeki mezhep çatışmasının alacağı şekil, ülke toprak bütünlüğünün korunup korunamayacağı belirsizliğini koruduğu için, önümüzdeki dönemde Türkiye-Irak ilişkilerinin nasıl şekilleneceği konusunda da tahminlerde 
bulunmak zor gözükmektedir. Ancak Türkiye’nin Irak’ta politikalarını şu noktalar da yoğunlaştırması faydalı olacaktır: 

 -Irak toprak bütünlüğüne ve siyasi birliğine verilen önemden vazgeçilmeden Kuzey Irak’taki Kürt Bölgesel Yönetimi ile başta ekonomik olmak üzere ilişkilerin her alanda geliştirilmeye devam edilmesi, 

 -Gerek Bağdat’taki merkezi hükümetin gerek Kürt bölgesindeki yönetimin Türkiye’ye yönelik terörizmle mücadelemizde ülkemize daha fazla yardımcı olamaya sevk edilmesi için çalışılması, 

 -Irak’taki farklı etnik ve mezhep kesimleriyle temaslarımızın devamı, IŞİD dışındaki Irak Sünni kuruluşları ve partileriyle olduğu kadar Irak Şii kuruluş ve partileriyle de 2003 yılından sonra başlatılan temas ve görüşmelerin sürdürülmesi, 

 -Merkezi Bağdat hükümetiyle ilişkilerin sağlıklı bir zemine ve ekonomik işbirliği temeline oturtulmasına çalışılması, 

 -Irak’ın Arap Dünyası içindeki yerinin kuvvetlendirilmesinin desteklenmesine devam edilmesi, 

 -Tüm Irak etnik ve mezhepsel kesimleriyle olduğu gibi Irak Türkmenleriyle de temasların devamı, iç savaştan etkilen Türkmenlere yapılan insani yardımlar dahil Türkmenlere verilen desteğin sürdürülmesi. 

Orta Doğu’da uluslararası ilişkilerin küresel ve bölgesel güçlerce farklı kurallarla oynandığı, küresel güçler gibi bölgesel güçlerin de ülkelerin iç işlerine karışmama gibi uluslararası kurallara uyma zorunluluğunu duymadıkları açıktır. 

Bu durum Türkiye için Orta Doğu ülkeleriyle ilişkilerinde ciddi zorluklar yaratmakta, özellikle PKK ile mücadelenin Orta Doğu’daki uzantıları da dikkate alındığında, etkili bir Orta Doğu politikası oluşturma ile Orta Doğu ülkelerindeki sorunlara fiilen çekilmeme gibi gereksinimler arasında denge kurulmasını zorlaştırmaktadır. 

Doğal olarak Türkiye’nin Irak’la ilgili politikasını Suriye dahil genel Orta Doğu politikasından ayırmak imkanı yoktur. 

Bu bağlamda Türkiye Orta Doğu vizyonu ile Orta Doğu ülkelerinde son beş yıl içinde sahada ortaya çıkan gerçekleri yakınlaştırma yönünde nasıl adımlar atılabileceğini düşünmek zorundadır. Örneğin bu çerçevede İsrail’le ilişkilerin 
normalleştirmesi olumlu bir gelişme olacaktır. İran’la tüm bölgesel konularda daha yakın işbirliği aranması, Mısır’la tekrar diyalog kurulması da bu çerçevede düşünülmelidir. 


http://www.bilgesam.org/images/IRAK-6-1.pdf

 DIŞ POLİTİKA VE SAVUNMA ARAŞTIRMALARI GRUBU*
http://www.bilgesam.org/yazar/42/-dis-politika-ve-savunma-arastirmalari-grubu-/


..

Irak’taki Gelişmeler ve Türkiye (II)






Irak’taki Gelişmeler ve Türkiye (II) 



 DIŞ POLİTİKA VE SAVUNMA ARAŞTIRMALARI GRUBU*


Irak’ta Bugünkü Durum 

ABD’nin Irak’ı işgalinin en görünür sonuçları Irak’ta siyasi gücün ve iktidarın kontrolünün Sünni azınlıktan Şii çoğunluğa geçmesi, Irak güvenlik güçlerinin tamamen ortadan kaldırılmasıyla Şii milis kuruluşlarının güçlenmesi, Irak’ta yönetimdeki ağırlığını kaybeden Sünni azınlığın kendini dışlanmışlık hissine kaptırması ve Sünni bölgeler de El Kaide ve bağlantılı aşırı dinci örgütlerin güçlenmeye başlaması ve destek bulması olmuştur. Saddam Hüseyin döneminde Irak’ta El Kaide bulunmazken ABD yönetiminde Sünni bölgelerde El Kaide güçlenmiş, 2006 yılında El Kaide’nin Irak sorumlusu Ürdün’lü Zarkavi’nin Bağdat yakınlarında Amerikalılar tarafından öldürülmesinden sonra da El Kaide El Anbar ve Musul gibi Sünni Arapların yoğun yaşadığı vilayetlerde güçlenmesini sürdürmüştür. 

ABD, 2003 – 2005 yılları arasında Irak’ı Bağdat’taki Büyükelçiler vasıtasıyla doğrudan yönetmiş, 2004 yılında Irak Yönetim Konseyi’ni oluşturmuş, 2005 yılı ekim ayında yeni Irak anayasasının referandumda kabul edildiği açıklanmış, 2005 yılında Ocak ayında yapılan ilk meclis seçimi Sünni Araplarca büyük ölçüde boykot edilmiş, 2005 yılı aralık ayında yapılan ikinci seçimde de Şii partiler Irak Meclisinde çoğunluğu korumuşlardır. Daha sonra 2010 ve 2014 yıllarında yapılan meclis seçimleri de Irak’taki mezhep ve etnik temelde oluşan siyasi yapıyı korumuş, Ayad Allavi gibi laik politikacıların etkisi giderek azalmış, 2006 yılında Nuri el-Maliki’nin başbakanlığı İbrahim Caferi ‘den devralmasından sonra Irak’ta Sünni-Şii bölünmesi ve İran’ın Irak üzerindeki nüfuzu giderek artmıştır. 


Saddam Hüseyin döneminde idama mahkum olan ve kaçarak hayatının 24 yılını ülke dışında sürgünde geçiren Nuri el-Maliki’nin başbakanlığı döneminde Irak’ta devlet yapılanması içinde bir yandan Şii hakimiyeti büyürken, diğer yandan 
ülkede yolsuzluklar artmış, Irak ekonomik bakımdan da gerekli reformları gerçekleştirememiştir. Nuri el-Maliki’nin başında bulunduğu İslami Dava 2014 yılında yapılan seçimlerde en başarılı parti olmasına rağmen, Maliki’nin başbakanlıktan ayrılmasıyönündeki iç ve dış baskılar artmaya başlamış, Anbar ve Ninova vilayetlerini ele geçiren IŞİD ‘in Bağdat üzerindeki askeri tehdidinin ciddi bir seviyeye geldiği bir dönemde, ABD’nin baskısı sonucu Maliki başbakanlığı ABD ve Körfez Arap ülkeleri için daha tercih edilir bir politikacı olan yine İslami Dava partisinden Haydar el-Abadi’ye bırakmak zorunda kalmıştır. 

Nuri el-Maliki’nin başbakanlığı döneminde Şii ağırlıklı merkezi Bağdat hükümeti ile Kürdistan Bölgesel Yönetimi arasındaki ilişkiler de giderek bozulmuş, petrol gelirlerinin paylaşımı ve satımı, merkezi hükümetin Kürt Bölgesel Yönetimine petrol gelirlerinden düşen payı ödememesi gibi sorunlar Bağdat ile Erbil arasındaki ilişkilerin gerilmesine, ABD’nin zaman zaman ilişkileri yumuşatmak için doğrudan müdahalelerine yol açmıştır. Haydar el-Abadi’nin başbakanlığı döneminde de Bağdat-Erbil ilişkilerini yola sokmanın mümkün olamadığı izlenmektedir. 

ABD’nin doğrudan müdahalesi sonucu Irak’ta ülkenin her yerinde meydana gelen terörist saldırılara rağmen Bağdat merkezi yönetimi üzerindeki IŞİD tehdidinin yerel destek sağladığı Sünni bölgelerde sınırlandırıldığı, Irak ordusunun Anbar eyaletinde de IŞİD’ i bir miktar itmekte başarılı olduğu görülmektedir. IŞİD 2014 yılı Ocak ayında Felluje ve Ramadi’yi ele geçirdikten sonra Haziran ayında ülkenin ikinci büyük şehri Musul’u Irak Ordusunun savaşmadan bölgeden ani olarak çekilmesi sonucu almış, Irak fiilen Şii Arap, Sünni Arap ve Kürt bölgelerine bölünmüştür. O dönemden beri Şii ağırlıklı ve Şii milislerce 
desteklenen Irak ordusu ile Kürt Bölgesel Yönetimi kuvvetleri (peşmergeler) IŞİD’la savaşmakta, ABD Irak ordusu ve Kürt güçlere hava, eğitim ve silah desteği sağlamaktadır. IŞİD’la mücadele çerçevesi içinde fiilen çarpışmalara katılmasa da Irak’taki Amerikan askerlerinin sayısının 4 bini aştığı bildirilmektedir. 

Böylece Obama yönetiminin Irak’taki Amerikan askerlerinin “görevlerini“ tamamlayarak çekildiğini ilan ettiği 2011 aralık ayından sonra ülkede meydana gelen gelişmeler ABD’ni Irak’a tekrar askeri müdahaleye zorlamıştır. 2003 ABD askeri müdahalesinin ve Irak’ın işgalinin büyük bir hata olduğu artık Amerika’da hemen herkes tarafından kabul edilmektedir. 

Ancak ABD’nin Irak müdahalesi sonucu İran’ın Irak’ta elde ettiği kazanımlar, bugün Suriye’deki gelişmelerle birlikte, tüm Orta Doğu için yeni dengeler yaratmakta, ABD’nin ciddi bir Suriye stratejisinin bulunmaması, İsrail dahil, İran’ı rakip ve tehdit olarak gören yerel bölge ülkelerinde ciddi endişelere yol açmaktadır. 

Irak’ın geleceği bir yandan IŞİD’la mücadelenin ve Musul dahil IŞİD’ den geri alınacak bölgelerin Irak’a nasıl bağlanacağına, ülkede Şii ve Sünniler arasındaki barışın nasıl kurulacağına, zaten bağımsız bir devlet gibi hareket eden Kürt bölgesinin federal yapı içinde tutulup tutulamayacağına bağlı gözükmektedir. 
Irak içinde bölge ülkeleri ve Irak’la sınırı olan İran, Türkiye ve Suudi Arabistan arasında bir nüfuz mücadelesi olduğu söylenebilir. Türkiye’nin Kürt Bölgesel Yönetiminde bazı Sünni siyasetçiler üzerinde etkisi bulunmakta, Suudi Arabistan da Irak Sünni kesimi içinde etkisini sürdürmektedir. Ancak ilk önce aşırı dinci Batı düşmanı El Kaide’nin Irak’ta güçlenmesi ve daha sonra IŞİD’in ortaya çıkması Sünni kesimi destekleyen Arap ülkeleri için son derece olumsuz bir gelişme olmuştur. İran’ın ülkede çoğunluğu oluşturan Irak Şii kesimi ve Şii partileri üzerindeki nüfuz ve etkisi ise tartışılmazdır. 

Irak’ta ilginç olan bölge ülkelerinin Irak içindeki etkilerinden çok, ABD ile İran’ın Irak merkezi yönetimini ne ölçüde kontrol edebildikleri ve Irak’taki ABD-İran rekabetidir. Irak Şii kesiminin ve Şii partilerin İran’a yakın oldukları ve İran’ın bu kesim üzerinde geniş bir etki sürdürebildiği kesin olmakla birlikte, ABD’nin 2003 yılında Irak’ı işgalinden bu yana İran’ın Irak’ta ABD ile doğrudan bir çatışmaya girmek istemediği çok açık olarak görülmektedir. Son olarak bu durum ABD’nin Irak hükümetini İran’ın Irak hava sahasını Şam rejimi ve Hizbullah’ı silah sevkiyatıyla desteklemek için kullanmasını engellemeye zorlamasında da izlenmiştir. Bununla birlikte merkezi Bağdat hükümetinin Suriye’de yaşanan savaşta Şam rejimini destekleyen tutumu ABD’nin de Irak üzerindeki etkisinin sınırlarını ortaya koymaktadır. Son dönemde IŞİD’in ortak bir düşman olarak ortaya çıkışı ile İran ve ABD arasında yaşanan yakınlaşma Irak’ta iki ülke arasındaki mevcut denge ve uzlaşı ortamının sürdürülmesini daha da kolaylaştırmıştır. 

Bununla birlikte Irak’ta Şii, Sünni ve Kürt kesimlerin tam bir birlik içinde olduklarını ve hareket edebildiklerini düşünmek bizi yanlış sonuçlara ulaştıracaktır. Irak’ta seçimlere giren partilerin çokluğu bile mezhep ve etnik çizgilerde bölünmüş olan Irak toplumunun, bu çizgiler içinde de bölünmüşlüğünü ortaya koymaktadır. Sünni kesim içindeki bölünme esasen çok açık olarak 
ortadadır. Sünni kesimin önemli bir bölümü Şiilerle hiçbir şekilde bir arada olmayı kabul etmeyen ve Şiileri düşman olarak kabul eden IŞİD’a destek verirken, bir kısım Sünni nüfus merkezi Bağdat hükümetiyle hareket edebilmekte, Meclis içinde yer almakta ve Irak’ın birliğini savunmaktadır. 

Irak Kürtleri arasında birlik daha fazla gibi görünse de iki ana Kürt partisi (KDP ve KYP) arasındaki tarihi rekabet ve görüş ayrılıkları devam etmektedir. 
Son dönemde buna (başta Goran olmak üzere) başka partiler de eklenmiştir. KDP Erbil ve Dohuk vilayetlerinde etkiliyken, KYP ve Goran Süleymaniye vilayetinde etkili görünmektedir. 

Irak Şii kesimi içinde de görüş ayrılıkları ve İran’a yakınlık bakımından farklılıklar bulunmaktadır. Irak Şii kesiminin dini lideri olan (İran’da Meşhed’de doğan) Ayetullah Ali el-Sistani, İran’daki mevcut durumdan farklı olarak siyasi hayatta rol almak istememekte, “zorunlu” olmadığı müddetçe siyasi hayata karışmayı arzulamamaktadır. Irak’ta İran’daki gibi tüm siyasi hayatı kontrol eden bir “dini lider” konumu bulunmamaktadır. 

Bununla birlikte Ayetullah Sistani gerektiğinde siyasi kararlar verebilmektedir. 2014 yılında Irak’ta milis güçlerinin resmi Irak güvenlik güçlerine dahil edilmesi kararı alınmışken, IŞİD tehlikesi karşısında Sistani yine aynı yıl Şii milis güçlerinin birleşmesi ve güçlendirilmesi (Haşad el-Şaabi) için bir fetva yayınlamış, bundan sonra IŞİD’la mücadelede Şii milis güçlerininrolü artmıştır. Necef ile Kum arasında Şii dünyasının liderliği için bir mücadele olduğuna da işaret edilmektedir. 

Irak Şii kesimi içinde iki köklü aile olan Hakim ve Sadr ailelerinin Irak siyasi hayatına ve İran’la ilişkilere bakışlarında da önemli farklılıklar bulunduğu bilinmektedir. Bağdat’ta son olarak mezhep ile etnik bölünmeler temelinde kurulan siyasi yapının değiştirilerek, Irak’ın yolsuzluklarla mücadelede başarılı olununcaya kadar teknokratlar hükümetleriyle yönetilmesini talep eden gösteriler Muktada el-Sadr hareketi tarafından organize edilmiş, Bağdat’taki hükümet kuruluşları ve Büyükelçiliklerin bulunduğu “yeşil bölgenin“ göstericiler tarafından bir süre işgali Irak’taki siyasi krizin boyutlarını göstermiştir. 

Muktada el-Sadr Irak’ın ABD tarafından işgaline en fazla karşı çıkan ve ABD ile işbirliğinden kaçınan Irak’lı Şii lider olarak tanınmaktadır. Sadr’in milis gücü Mehdi ordusu ABD için uzun süre bir sorun olmayı sürdürmüştür. 
Daha çok Irak milliyetçiliğine yakın olan Sadr’in İran’la ilişkilerinin de daha inişli çıkışlı olduğu ileri sürülmektedir. 

Irak’ta diğer önemli bir Şii kuruluşu olan Irak Yüksek İslam Konseyi’nin İran’la ilişkilerinin ise daha süreklilik taşıdığına ve Ammar el-Hakim’in işgal sırasında ABD ile daha yakın bir diyalog kurabildiğine, bu kuruluşun milis gücü olan Bedr tugaylarınınABD için baştan itibaren fazla bir sorun oluşturmadığına işaret edilmektedir. 

Bugün Irak siyasi istikrarsızlık ve iç savaş yanında, ciddi ekonomik sorunlarla karşılaşmakta, petrol fiyatlarındaki düşüş petrol üretici diğer ülkeler gibi Irak’ı da olumsuz şekilde etkilemiş görülmektedir. Irak yolsuzluğun yaygın olduğu ülkeler 
arasında en başlarda yer almakta, yolsuzluk ve rüşvetin güvenlik güçleri dahil tüm Irak kuruluşlarında büyük kaynak ziyanına sebep olduğuna işaret edilmektedir. Irak’ın içinde bulunduğu zor ekonomik şartlardan çıkabilmesi için uluslararası yardıma ihtiyaç duyduğu, Uluslararası Para Fonu ile yapılacak görüşmelerin Irak için çok zor geçeceği anlaşılmaktadır. 

Bağdat’taki son hükümet krizi, Şii kesim içindeki görüş ayrılıkları ve bölünmelerin ülkenin karşılaştığı ekonomik zorluklar nedeniyle daha da derinleşmiş olduğunu göstermektedir. 

Irak ülkedeki mevcut fiili bölünmenin kalıcı hale gelmesi ve ülkenin üç devlete bölünmesi tehlikesiyle karşı karşıyadır. Irak’ın geleceği, IŞİD’ in iki ülkede de geniş toprak parçalarını kontrol etmesi nedeniyle, Suriye’nin geleceğiyle bağlantılı hale gelmiştir. Kürt Bölgesel Yönetimi’nden zaman zaman yükselen bağımsızlık zamanı geldiği yönündeki sesler, şimdilik daha çok Kürt kamuoyunu tatmin etmeye yönelik olarak değerlendirilse de, Irak’ın toprak bütünlüğünü koruyamayacağı yönündeki endişeleri arttırmaktadır. Musul’un IŞİD’dan geri alınması ve IŞİD’in Anbar ve Ninova eyaletlerindeki hakimiyetine son verilmesi yönündeki, ABD tarafından da desteklenen, askeri kampanyanın nasıl ve ne zaman tamamlanabileceği bilinmemektedir. IŞİD’ la mücadelenin Şii milis güçleriyle yürütülmesinin ülkede Şii-Sünni bölünmesini daha da derinleştireceği ne de işaret edilmektedir. 

2003 ABD işgali Irak’ın kendi siyasi ve ekonomik sorunlarını kendisinin çözmesini daha da zorlaştırmış, ülkedeki etnik ve mezhepsel bölünmeleri daha da derinleştirmiştir. Irak’ın, bir yandan İran’la (Suriye ile Lübnan üzerinden) Akdeniz ve diğer yandan İran’la Suudi Arabistan arasındaki stratejik konumu, ülkeyi Suudi Arabistan ve İran arasında bölgede devam eden güç mücadelesinin önemli bir parçası haline getirmektedir. Ülkedeki zengin petrol ve doğal gaz rezervleri Irak’ı bölge dışındaki uluslararası güçler açısından da önemli bir ülke haline getirmiştir. Uluslararası ve bölgesel güçlerin müdahaleleri Irak’ ın  etnik ve mezhepsel bölünmeler ve bağımsızlıktan bu yana süren kötü yönetimlerle zaten ağırlaşan sorunlarını çözmesini ve toprak bütünlüğünü korumasını çok daha zorlaştırmaktadır. 


http://www.bilgesam.org/images/IRAK-6-1.pdf

DIŞ POLİTİKA VE SAVUNMA ARAŞTIRMALARI GRUBU*
http://www.bilgesam.org/yazar/42/-dis-politika-ve-savunma-arastirmalari-grubu-/



3.Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.. 



****

Irak’taki Gelişmeler ve Türkiye (I)






Irak’taki Gelişmeler ve Türkiye (I) 



DIŞ POLİTİKA VE SAVUNMA ARAŞTIRMALARI GRUBU*
http://www.bilgesam.org/yazar/42/-dis-politika-ve-savunma-arastirmalari-grubu-/

Kısa Tarihçe 

Türkiye Irak’la 400 km’ye yakın bir sınırı paylaşmaktadır. Irak’taki gelişmeler Türkiye’yi doğrudan etkilemekte, Irak Türkiye için aynen Suriye gibi sadece bir dış politika sorunu olmaktan çok öteye bir önem taşımaktadır. Irak’taki istikrarsızlık ve iç savaş Türkiye için güvenlik riskleri doğurmaktadır. Irak’ın ve ülkenin kuzeyindeki Kürt oluşumunun geleceği Türkiye için önemli sonuçlar doğuracaktır. Irak 1980’lı yıllardan başlayarak Türkiye için önemli bir ekonomik ortak haline gelmiştir. 

2014 Yılında Irak Türkiye’nin dış ticaret ortakları arasında Almanya’dan sonra ikinci sırada yer almıştır. Irak’taki istikrarsızlık Türkiye’nin önemli bir ticari ortağıyla ekonomik ilişkilerine de olumsuz şekilde yansımaktadır. 

Bugün Irak’taki istikrarsızlık ve gelişmelerle Suriye’deki iç savaş arasında doğrudan bağlar ve benzerlikler bulunduğu açıktır. El Kaide’nin bir uzantısı olarak ortaya çıkan IŞİD hem Irak hem de Suriye’de geniş alanları halen elinde tutmaktadır. 

Bundan daha önemlisi hem Irak hem de Suriye İran’la Suudi Arabistan arasında bölgede, mezhep ayrılıkları kullanılarak sürdürülen, güç mücadelesinin bir parçası ve alanı haline gelmişlerdir. Bununla birlikte Irak’ın sorunlarının başlangıcı, Suriye’den farklı olarak, 2010-11 yıllarında bütün Arap Dünyası’nı etkileyen Arap Baharı’ndan çok önceye, Irak’ın diğer bir Arap ülkesi olan Kuveyt’i işgaline kadar gitmektedir. 

Irak 1920 yılından sonra Milletler Cemiyeti manda sistemi altında İngiltere tarafından idare edilmiş, ülkenin sınırları da İngiltere tarafından çizilmiştir. İngiltere ülkede krallık rejimi oluşturmuş, Birinci Dünya Savaşı sırasında İngiltere ile işbirliği yapan Mekke Emiri Şerif Hüseyin’in oğlu Faysal Irak kralı olarak ilan edilmiştir. Irak Krallığı 1932 yılında bağımsızlığını kazanmakla birlikte İngiltere’nin ülkedeki nüfuzu ve askeri varlığı uzun bir süre daha devam etmiştir. 

İngilizler yeni ülkenin yönetiminde Sünni eliti ön plana çıkartmış, ülke yönetimindeki Sünni ağırlık 2003 yılında Irak’ın ABD tarafından işgaline kadar devam etmiştir. 

Irak yeraltı ve yerüstü kaynakları bakımından çok zengin bir ülkedir. Petrol ve doğal gaz kaynakları bakımından Dünya’nın en zengin ilk beş ülkesi arasında yer almaktadır. Bölgedeki diğer Arap ülkelerinden farklı olarak Irak zengin su kaynaklarına ve tarıma uygun topraklara sahiptir. Dicle nehrinin su kapasitesinin çok önemli bir bölümü Irak topraklarından doğmaktadır. 

Zengin doğal kaynakları Irak’ın bir ülke olarak başarılı olması için gerekli alt yapıyı hazırlamış, ancak Irak doğanın bahşettiği bu imkandan yararlanamamış ve bağımsızlıktan bu yana süren kötü yönetimler ve dış maceralar Irak’ı iç savaşın içinde, başarısız ve fakir bir ülke haline getirmiştir. 

Irak’ın Nüfus yapısı 

Irak’ın bugün karşılaştığı sorunların temelinde ülke nüfusunun etnik, dini ve mezhepsel yapısının bulunduğunu ileri sürenlerin çoğunlukta olduğu görülmektedir. Gerçekten bugün 36 milyon civarında olan ülke nüfusu sadece etnik değil din ve mezhep esasında da bölünmüştür. Ülke nüfusunun % 80 ‘den daha az bir kısmının Arapça konuşanlardan, % 20 kadarının ise Kürtler’den oluştuğu tahmin edilmektedir. Ülkede Türkmenlerin de aralarında bulunduğu diğer etnik azınlıklar da yaşamaktadır. Yabancı kaynaklar Türkmen nüfusunun toplam nüfus içindeki oranını % 2 gibi vermekte, ancak gerçek rakamın bunun üzerinde olduğu belirtilmektedir. Ülkedeki Kürt nüfus yoğun olarak ülkenin kuzeyinde üç vilayette ( Dohuk, Erbil ve Süleymaniye ) yerleşmiştir. 

Irak nüfusu mezhepsel olarak da bölünmüştür. Ülke nüfusunun % 98 kadarı Müslüman’dır. Bunanla beraber Müslümanlar Şii ve Sünni olarak ikiye ayrılmıştır. Kürtler dışındaki nüfus dikkate alındığında Şii’lerin % 50’nın biraz üzerinde, Sünnilerin ise % 30 civarında olduğu tahmin edilmektedir. Iraklı Kürtlerin hemen tamamı Sünni mezhebindedir. Ülkede yaşayan Türkmenler ise mezhep açısında Sünni ve Şii olarak yarı yarıya bölünmüştür. Ülkede Hıristiyanlar ve Yezidiler gibi küçük dini azınlıklar da yaşamaktadır. Büyük çoğunluğu Arapça konuşan ülke Hıristiyan nüfusu zaman içinde ülke dışına göç nedeniyle erimiş bugün 
yok olma noktasına gelmiştir. 

Arap ülkeleri arasında Irak ( küçük bir ada olan Bahreyn Emirliği dışında ) Şii mezhep mensuplarının çoğunlukta olduğu tek ülkedir. Sadece Arapça konuşan nüfus dikkate alındığında ülkedeki Şii-Sünni dengesi Şiiler lehine daha da büyümektedir. 

Buna rağmen Irak bağımsızlığını kazandığından 2003 yılındaki ABD işgaline kadar Sünni sivil ve askeri elitler tarafından yönetilmiştir. 

Saddam Hüseyin’i iktidara getiren gelişmeler 

Irak bağımsızlığını kazandığı 1932 yılından 1958 yılına kadar Arap ancak Iraklı bile olmayan bir kraliyet ailesi tarafından yönetilmiştir. İlk Irak kralı Haşimi ailesi mensubu Faysal’dır. İngilizler Mekke Emiri Şerif Hüseyin’in oğullarından birini (Abdullah) kurdukları Ürdün Krallığı’nın, diğer bir oğlunu (Faysal) ise Irak Krallığının başına getirmişlerdir. Irak’ta Haşimi krallık yönetimi bağımsızlıktan 26 yıl sonra kanlı bir askeri darbeyle yıkılmış, Ürdün’de ise günümüze kadar devam etmiştir. Krallık yönetimi döneminde Irak’ta Sünni’ler yönetimde hâkim 
duruma gelmişler, ülke büyük Sünni aileler tarafından yönetilmiştir. 

Krallık yönetimi döneminde Irak Orta Doğu’da İngiltere ve Batı’ya en yakın Arap ülkesi olmuş, İngiltere ülkenin bağımsızlığını kazandığı 1932 yılından sonra da Irak’ta askeri üs ve asker bulundurmaya devam etmiştir. Bununla birlikte İngiltere’nin Filistin’de bir Yahudi devleti kurulmasına verdiği destek, 1948 yılında Filistin’de bir Yahudi devleti kurulmasına giden gelişmeler, İsrail kurulduktan sonra Batılı ülkelerden aldığı siyasi ve askeri destek, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra ABD’nin İngiltere’nin yerini alarak İsrail’in en büyük destekçisi haline gelmesi, bütün Arap Dünyası’nda olduğu gibi Irak’ta da Batı düşmanlığını arttırmıştır. Soğuk Savaş döneminde Irak’ta, ABD ve Batı karşıtlığı hızlı bir şekilde yükselmiştir. 

Kral ailesinin İngiltere ve Batı ile devam eden yakın bağlarına rağmen 1950’lı yıllarda Irak toplumu içinde artan Batı düşmanlığı sonuçta ülkeyi 1958 askeri darbesini getirmiştir. 

1958 yılında askeri darbeyle monarşinin yıkılmasından sonra Irak askeri rejimler tarafından yönetilmiş, Arap Sosyalist Baas Partisi de yine 1968 yılında askeri bir darbeyle yönetimi ele geçirmiştir. 1958-1968 arasında geçen 10 yıl Irak’ta istikrarsızlığın ve belirsizliği arttığı bir dönemdir. Bu dönemde ülkede Baas Partisi giderek büyümüş, parti mensupları üzerinde artan baskılar 1968 Baas darbesini engelleyememiştir. Arap milliyetçiliği üzerine kurulan Baas partisi Irak’ta 1968 ila 2003 yılları arasında kesintisiz 35 yıl iktidarı elinde tutmuştur. 

1968 yılındaki Baas darbesi Irak’ta Saddam Hüseyin’i ön plana çıkartmış, ülkeyi yönetmesine karşılık Saddam Hüseyin 1979 yılına kadar perde arkasında kalmayı tercih etmiştir. 1979 yılında ise resmen Irak cumhurbaşkanlığını üstlenmiştir. 
35 Yıl süren Saddam Hüseyin diktatörlüğü Irak’ı dış politikada bir maceradan diğerine sürüklemiş ve 2003 yılında ABD’nin Irak’a askeri mücadelesi ve ülkeyi işgaliyle son bulmuştur. Krallık döneminde olduğu gibi askeri yönetimler ve Saddam Hüseyin diktatörlüğü dönemlerinde de Irak siyasi hayatında Sünni azınlığın kontrolü devam etmiş, Kürtler ve Şiiler yönetimden daha fazla dışlanmış, Saddam Hüseyin Kürtler kadar ülkede çoğunlukta olan Şiiler üzerinde de ağır bir baskı kurmuştur. 

Irak-İran Mücadelesi 

Saddam Hüseyin’in baskıcı totaliter kötü yönetimi iç politikada olduğu gibi dış politikada da kendini göstermiş, Irak’ın iki komşusu (İran ve Suriye) ile ilişkileri giderek bozulmuştur. Irak-İran ilişkilerindeki bozulma Şah döneminde başlamış, Irak’ın Şat-ül Arap nehri üzerinde iki ülke arasındaki sınırı nehrin İran kıyısına çekme istemesi iki ülke arasındaki ilişkileri gerginleştirmiştir. İran 1970’lı yılların başından itibaren Irak’taki Kürt ayaklanmasını desteklemeye başlamış, İran ve ABD’nin desteğiyle Irak’ın kuzeyindeki Kürt ayaklanması ciddi bir nitelik kazanmaya başlamış, ülkenin kuzeyinde kontrolü sağlamada karşılaştığı zorluk Irak’ı İran’la anlaşmaya zorlamıştır. 1975 yılında Cezayir’de iki ülke arasında varılan anlaşmayla Irak Şat-ül Arap’ta tekrar ortay çizgiyi sınır olarak kabul etmek zorunda kalmış, İran ise Iraklı Kürtlere verdiği açık desteği ve silah sevkiyatını kesmiştir. 

Irak’ın Basra Körfezi’ne kıyısı sadece 58 kilometredir. Bu bakımdan Şat-ül Arap Irak’ın petrol ihracatında önemli bir rol oynamaktadır. Irak’ın Cezayir Anlaşması’yla Şat-ül Arap’taki statükoyu kabul etmeye zorlanması İran için belirgin bir dış politika zaferi sayılmıştır. Bununla birlikte 1970’lerden itibaren İran’ın bölgede artan öneminin dengelenmesinde Irak önemli bir rol oynamaya başlamış, Basra Körfezi ve hatta Orta Doğu’daki Arap-İran dengesinin devamında Irak’ın rolü belirgin bir şekil almıştır. 

Saddam Hüseyin yönetimindeki Irak’ın İran’la ilişkilerinde önemli gelişmeler İran’da Şah rejiminin devrilmesi ve İran İslam Cumhuriyeti’nin kurulmasından sonra yaşanmıştır. Saddam Hüseyin yönetimi sırasında Irak’lı Şii liderlerin çoğu ülke dışına kaçmak zorunda kalmış, bunların önemli bir bölümü İran’a yerleşmişlerdir. İslam devriminden sonra Saddam Hüseyin İran’ı daha büyük bir tehdit olarak görmeye başlamış, İran’ın Huzistan bölgesindeki Arapça konuşan nüfus üzerinde etki kurmaya çalışmıştır. İran dini lideri Humeyni’nin Irak halkını Irak’taki Baas rejimini devirmeye teşvik eden çağrılarından sonra Saddam Hüseyin İran’a saldırmış, iki ülke arasında çıkan savaş 8 yıl sürmüştür. 

1980-1988 İran-Irak savaşı iki ülkenin petrol gelirlerinin çok büyük ölçüde askeri masraflara gitmesine sebep olmuş, , iki ülke de petrol gelirleri kalkınmaya değil silah alımına harcamak zorunda kalmışlar ve iki ülke ekonomisi de savaştan 
olumsuz şekilde etkilenmiştir. Irak kendi ekonomik kaynaklarını savaşa ayırmak zorunda kaldığı gibi, Körfez Arap ülkelerinden de büyük miktarlarda borç almak zorunda kalmış, petrol zengini Irak savaştan büyük bir dış borçla çıkmıştır. 

İki ülkenin 8 yıl süren savaşta uğradığı insan kaybı da büyüktür. Savaş sırasında Irak’ın başlatmasıyla tarafların kimyasal silah kullandığı da bilinmektedir. Irak savaşın ilk aylarında elde ettiği toprak kazançlarını daha sonra tamamen kaybetmiş, savaşta askeri üstünlük büyük ölçüde İran tarafına geçmiştir. Savaş BM arabuluculuğuyla sona ermiş, Irak Şat-ül Arap dahil İran’la savaş öncesi sınırlarını kabul etmek zorunda kalmıştır. Savaş sırasında 1981 yılında İsrail Osirak’daki nükleer reaktörü bombalayarak, Irak’ın nükleer programına büyük bir darbe indirmiş, Osirak’daki nükleer tesis daha sonra İran hava kuvvetleri tarafından da bir kaç kez saldırıya uğramıştır. 

İran-Irak savaşı Saddam Hüseyin’in planladığı şekilde sonuçlanmasa da Irak’ın bölgede Arap-İran dengesinin korunması konusundaki rolünü bir daha göstermiş, Körfez Arap ülkeleri savaşta Irak’ı tam olarak desteklemişler, Körfez Arap ülkelerinden Irak’a milyarlarca dolar akmıştır. Arap ülkeleri arasında savaşta İran’a destek veren tek ülke Suriye olmuş, bölgedeki İran-Suriye ittifakının” temelleri bu dönemde atılmıştır. Suriye’nin savaşta İran’ı desteklemesi üzerine Irak Suriye üzerinden Akdeniz’e ulaşan Kerkük-Banyas boru hattını tamamen olarak kapatmış, Irak petrolünü sadece yapımına 1970 
yılında başlanan Kerkük-Yumurtalık boru hattından Akdeniz’e ulaştırabilmiştir. 

Esasen Irak ve Suriye arasındaki ilişkiler İran’daki İslami devriminden önce de iyi bir zemine oturtulamamış, iki ülkede de Baas partilerinin iktidarda olmaları ilişkilere olumlu bir katkı yapmamış, tersine iki ülke arasındaki rekabet ve husumeti arttırmıştır. Suriye’de Alevi, Irak’ta Sünni azınlık yönetimindeki rejimlerin bulunması, Hafız Esat ile Saddam Hüseyin arasındaki Baas liderliği için mücadele ve kişisel husumet iki ülke arasındaki ilişkileri kötü şekilde etkilemiş, İran’daki rejim değişikliği Hafız Esat’a Irak’a karşı güçlü bir müttefik kazandırmıştır. 

İran-Irak savaşı bölgedeki Suudi Arabistan/Körfez Arap ülkeleri-İran çatışmasını açık bir şekilde ortaya çıkartmış, İran Hafız Esat yönetimindeki Suriye ve Lübnan’daki Hizbullah ile bağlarını güçlendirmeye, buna karşılık Körfez Arap ülkeleri ise İran’ın bölgede artan gücünü engelleme gayretlerini şekillendirmeye ve bölgede İran’a karşı bir denge oluşturmaya başlamışlardır. 

Ancak, İran-Irak savaşından sonra meydana gelen ve Irak’ın Kuveyt’i işgaliyle başlayan gelişmeler bölgedeki dengeleri büyük ölçüde değiştirmiş, İran dini lideri Humeyni’nin Saddam Hüseyin’in devrilmesi yönündeki isteği Irak halkı tarafından değil, İran’ı hasım devlet olarak gören ABD tarafından gerçekleştiril miş ve ABD, isteyerek veya istemeyerek, Irak’taki yönetimi değiştirerek, bölgedeki dengeler içinde İran’a önemli bir avantaj sağlamıştır. 

Kuveyt’in İşgali ve Birinci Körfez Savaşı 

Saddam Hüseyin’in İran savaşından sonra yaptığı en büyük hata savaşın bitmesinden sadece 1,5 sene sonra bu kez bir Arap ülkesine saldırması ve Kuveyt’i işgal etmesi olmuştur. Zengin petrol kaynakları olan Kuveyt’in işgaline başta ABD ve İngiltere olmak üzere Batı ülkelerinden büyük bir tepki gelmiş, Saddam Hüseyin’e İran savaşı sırasında geniş destek sağlayan

 Körfez Arap ülkeleri bu kez Irak aleyhine dönmüşlerdir. Araplar içinde Saddam Hüseyin yönetimindeki Irak’a açık destek Ürdün’le birlikte Filistin Kurtuluş Örgütü ve lideri Arafat’tan gelmiş, Suriye Irak’ın Kuveyt’i işgaline karşı en sert tutumu alan ülkeler arasında yer almıştır. 

Irak’ın Kuveyt’i işgali Orta Doğu bölgesinde bir seri gelişmeye yol açmıştır. ABD Kuveyt’in Irak işgalinden kurtarılması için uluslararası bir koalisyon oluşturmuş, tüm Körfez Arap ülkeleri gibi Suriye’de bu koalisyon içinde yer almıştır. 
Irak’ın BM tarafından konulan ekonomik yaptırımlara ve uluslararası toplum tarafından uygulanan ağır baskıya rağmen Kuveyt’ten çekilmemesi üzerine 1991 yılının hemen başında başlayan ilk Körfez savaşı çok kısa sürmüş, Amerikan güçleri çok kısa süre içinde Kuveyt’i Irak ordusundan temizlemiş, 

Irak ordusunun Bağdat’a doğru çekilmesini sağlamıştır. ABD’nin Bağdat’ı ele geçirmesi ve Saddam rejimini devirmesi çok kolaylaşmışken, ABD yönetimi Körfez Arap ülkelerini dinleyerek Bağdat’ı işgal etmemiş ve Saddam Hüseyin Irak’ı yönetmeye devam etmiştir. Irak’ın Kuveyt’ten çekilmesini sağlayan ilk Körfez savaşının mali yükünün yarısının Suudi Arabistan ve Körfez Arap ülkeleri tarafından karşılandığı bilinmektedir. 

ABD Saddam Hüseyin’in Irak’ta iktidarda kalmasına izin vermekle birlikte, BM tarafından Irak’a uygulanan yaptırımların çoğu devam etmiş, Irak’ın petrol ihracatı ve gelirleri tamamen BM kontrolü altına alınmış, Saddam Hüseyin’in eline geçen petrol gelirleri büyük ölçüde kısıtlanmıştır. 

Birinci Körfez Savaşı’nda Saddam rejiminin uğradığı yenilgi ülkenin kuzeyinde Kürtlerin güneyinde ise Şiilerin harekete geçmesine neden olmuş, ABD Saddam Hüseyin’in Kürtler ve Şiiler üzerindeki baskısını engellemek üzere ilk önce 36. 
paralelin kuzeyinde daha sonra 32. paralelin güneyinde Irak uçaklarına kapalı “uçuşa yasak bölgeler” kurulmasını sağlamıştır. Irak’ın kuzeyindeki uçuşa yasak bölge Türkiye, güneyindeki uçuşa yasak bölge ise Suudi Arabistan ve diğer Körfez Arap ülkelerindeki askeri üslere konuşlanan ABD ve müttefik ülke askeri uçakları tarafından kontrol edilmiştir. 

Kuveyt’in kurtarılmasını amaçlayan ilk Körfez savaşı sonrasında Irak’ın büyük ölçüde zayıflatılması ve Sovyetler Birliği’nin çöküşü ve Varşova Paktı’nın dağılması Orta Doğu bölgesinde ABD’nin nüfuzunu önemli ölçüde arttırmış, Arafat’ın Saddam Hüseyin’in yanında yer alması Körfez Arap ülkelerinin FKÖ’ne yaptıkları yardımların büyük kısmının kesilmesine neden olmuştur. Bu gelişmeler 1993 yılında İsrail ile FKÖ arasındaki Batı Yakası ve Gazze’de Filistin Geçici Yönetimi’ni kuran ve Filistin sorununun “iki devletli” çözümle nihayet lendirilmesini hedefleyen Oslo sürecini başlatmıştır. 1993 Yılında Ürdün 
İsrail’le Barış Anlaşması imzalayan ikinci Arap ülkesi olmuştur. Yine bu dönemde ABD’nin arabuluculuğuyla Suriye ve İsrail arasında “toprak karşılığı barış” temelinde ilk kez görüşmelerin başladığı görülmektedir. 

Körfez savaşından yenilmiş, petrol ihracatı ve gelirleri uluslararası kontrol altına alınmış,kuzeyde Kürtlerin yoğun olarak yaşadığı üç vilayeti (Erbil, Dohuk ve Süleymaniye) fiilen kontrol edemeyen bir ülke olarak çıkmasına rağmen 
Saddam Hüseyin idaresindeki Irak’ın hala Orta Doğu’daki dengelerde ve İran’ın Suriye ve Lübnan’daki Hizbullah’la doğrudan bağının kesilmesinde rol oynadığı görülmektedir. Ancak Saddam ve Baas rejiminin dış politikada yaptığı hatalar devam etmiş, 
Saddam Hüseyin ülkenin kitle imha silahlarının kontrolü için BM’le işbirliğinde gerekli açıklığı göstermekten kaçınarak ABD ve İngiltere’nin 2003 yılında Irak’a yeni bir askeri müdahalesi için gerekli zemini hazırlamıştır. 

ABD’nin Irak’ı İşgali 

Bugün ABD ve İngiltere’nin Irak’ın ciddi bir kitle imha silahları programının bulunmadığının farkında olduğu, Irak’ın kitle kimya silah üretim kapasitesinin ve BM’nin uyguladığı silah denetimine uymadığı iddialarının kasıtlı olarak büyütüldüğü, bu konudaki raporların Amerikan kamuoyunun Irak’ın işgaline desteğinin sağlanması için hazırlandığı artık bilinmektedir. 

ABD’nin Irak’a askeri müdahalesinin arkasında ABD’deki 11 Eylül terörist saldırılarının “intikamının” alınması için bu saldırılarla alakası olmamasına rağmen diktatör Saddam Hüseyin’in seçildiğine dikkat çekilmektedir. O dönemde ABD Başkan Yardımcısı olan Dick Channey’in Amerikan petrol şirketleriyle olan kişisel bağlarının 2003 yılında Irak’ın işgalinin arkasında Irak petrol kaynaklarının tam kontrolü arzusunun bulunduğunu gösterdiğine inananlar çoğunluktadır. 

Irak’ın işgali ayrıca Amerikan ve Dünya kamuoylarına ABD’nin Orta Doğu’ya barış, demokrasi ve çoğulçuk getirmeyi öngören Büyük Orta Doğu projesinin bir uygulaması ve ABD’nin Orta Doğu’da “yeni bir düzen” oluşturmak için harekete geçmesi olarak da gösterilmiştir. Amerikan yönetiminin bu dönemde Irak’taki durum ve Irak’a” demokrasi getirecek “ Amerikan ordusunun Irak halkı tarafından “sevgi ve dostlukla” karşılanacağı, Irak’ın kısa sürede bölgede ABD 
dostu “ demokratik bir ülke “ haline getirilebileceği konusundaki bilgileri uzun süreden beri ülke dışında yaşayan Irak’la ve Irak halkıyla ilgileri fazla kalmamış Ahmet Çelebi gibi Iraklılardan aldığı, eski sömürgeci ülke İngiltere’nin de ABD yönetimini Irak’a askeri müdahalenin sonuçları ve Irak halkının tepkisi konusunda yanlış bilgilendirdiği anlaşılmaktadır. 

Amerika’nın Irak’ı işgalinden sonra Ahmet Çelebi gibi kişiler Irak yönetiminde ön plana çıkartılmaya çalışılmış, Çelebi 2005 yılında kısa süre petrol bakanlığına da getirilmiş, ancak 2005 seçimlerinde meclise girememiştir. 


ABD’nin Irak’ı işgali Irak iç dengeleri kadar tüm Orta Doğu bölgesi için de kalıcı ve bölgedeki Arap-İran dengesini değiştiren, böylece tüm bölgeyi etkileyen sonuçlar yaratmıştır. Irak’ta bugün yaşanan istikrarsızlık ve iç savaşın nedenleri ni bağımsızlıktan sonra bir çok Arap ülkesi gibi Irak’ta da birbirlerini takip eden kötü yönetimlere, Irak’ta mezhep ve etnik kimliklerin üstünde birleştirici bir Irak kimliğinin yaratılamamasına bağlamak mümkündür. Bir çok kişi Irak iç savaşının köklerini işgalden sonra ABD’nin Irak’ta yaptığı hatalara da bağlamaktadır. 
Bu hataların başında ABD’nin Saddam Hüseyin ve Baas rejimini değiştirirken tüm Irak devlet yapısını ve Irak ordusu ile güvenlik kuvvetlerini dağıtarak ortadan kaldırması, Irak’ta daha önce Lübnan’da denenen ve başarısızlığa uğrayan mezhep ve etnik bölünmeleri ön plana çıkartan siyasi bir yapı kurmasıdır. 


http://www.bilgesam.org/images/IRAK-6-1.pdf

DIŞ POLİTİKA VE SAVUNMA ARAŞTIRMALARI GRUBU*
http://www.bilgesam.org/yazar/42/-dis-politika-ve-savunma-arastirmalari-grubu-/

2.Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.. 


****