8 Eylül 2015 Salı

Türk'ü Kandırma Bahçeli




Türk'ü Kandırma Bahçeli


Özgür Billur

MHP’nin “İtidal” Mitingi















AKP’nin iktidara gelmesiyle artan Kürt terörü karşısında MHP hep sağduyu ve itidal çağrısında bulundu. Devlet Bahçeli yaptığı tüm konuşmalarında, ülkücülerin asla sokağa inmeyeceğini ve provokasyona gelmeyeceğini söyledi.

Gerçekten de Ülkücüler hiç Provokasyona gelmediler!

Sokaklarda Türk bayraklarıyla teröre tepki yürüyüşleri yapılırken MHP’liler evlerinde ve parti binalarında oturdular ve tuzağa düşmediler!
Şehit cenazelerinde vatandaş PKK’ya lanet okurken, MHP hep itidal çağrısı yaptı.
2006 yılının Nisan ayında Devlet Bahçeli’nin “teröre karşı mücadelenin sokakta verilemeyeceği” şeklindeki sağduyu çağrısını Ahmet Türk bile tebrik etmişti.













Kürt-Türk kardeşliği diye bir şey hiçbir zaman söz konusu olmamıştır.
Türk milleti Atatürk önderliğinde emperyalist işgale karşı direnirken Kürtler, Türklere isyan etmişlerdir. Devlet Bahçeli, bu gerçeği ters yüz ederek Türk milletini kandırmaktadır. PKK’nın yıllardır yapmaya çalıştığı şey, Kürtlerin ayrı bir milli kimliğinin olduğunun kabul edilmesidir. PKK, “Yaşasın halkların kardeşliği” sloganıyla bölücülük yaparken, MHP de “Türk-Kürt kardeştir, ayrım yapan kalleştir” sloganıyla
bölücülük yapmaktadır.

Ancak MHP’nin Türk milletine yaptığı “evinde otur” çağrısı tutmadı. Türkler ellerinde Türk bayraklarıyla teröre karşı tepkisini her fırsatta gösterdi. Açılım denen PKK programının adım adım uygulanması ve artan şehit cenazeleri Türk milletinin sabrını taşırdı.
PKK terörü yetmiyormuş gibi onun uzantısı DTP’nin Türk şehirlerinde terör estirmesi bugüne kadar hep susan Türk milletini ayağa kaldırdı. İzmir, İstanbul, Bursa, Çanakkale, Balıkesir, Muğla ve pek çok ilimizde halk DTP’lilere tepkisini gösterdi.
MHP, bu protestoların hiçbirinde olmadığı gibi yapılanların yanlış olduğunu açıkladı.
Bugüne kadar PKK’ya karşı hiçbir eylem yapmayan MHP, geçen hafta sonu Tandoğan meydanındaydı. MHP, artık meydanlara indi. Açılıma ve teröre karşı yapıldığı iddia edilen mitingin ismi ise hayli ilginç: “Bin yıllık kardeşliği yaşa ve yaşat.”
AKP ve PKK da zaten “kardeşlik” adına istemiyor mu bu açılımı?
Türklüğü ve Türk milletini, Türk-Kürt kardeşliği diyerek böleceksin, ayrı bir milli kimlik yaratacaksın, sonra da bölücülüğe karşı çıkacaksın!
Bölücülüğe karşı çıkmak Türklüğüne sahip çıkarak olur.
Bayrağına, vatanına, canına, malına kasteden teröristlere karşı göğsünü siper ederek olur.
Sokağını işgal etmek isteyen PKK’ya sokağını vermeyerek olur, Bölücülüğe karşı mücadele!
Türk milleti de bunu yapmaktadır.
İşte MHP, Türk’ün bu direnişinin karşısındadır.
Devlet Bahçeli’nin Tandoğan’daki konuşması daha öncekilerin devamıdır. Bakın ne diyor Bahçeli:

“Küçük bir kıvılcım, telafisi mümkün olmayan hadiselere neden olur. Bu nedenle önümüzdeki süreç dikkat, sağduyu ve akıl gerektirmektedir. Sokaklarda arayacağımız, sokaklarda bulacağımız bir gelecek yoktur. İstismarcılara itibar etmeyelim.”
Tayyip’le Bahçeli’nin “provokasyon kardeşliği”

Bu sözlerin altına açılımın başı Tayyip de imza atabilir hiç çekinmeden. Geçen hafta PKK’nın amacının toplumu provoke etmek olduğunu söyleyen Başbakan, asla buna izin vermeyeceklerini ilan etmişti.



































MHP, kurulduğu günden beri Türk düşmanıdır. Çünkü ABD tarafından Milliyetçi-Devrimci gençlik hareketini bastırmak için kurulmuştur. Milliyetçiliği yıllarca sol düşmanlığı olarak lanse eden ve sokaklarda terör estirip kan döken bu hareket bugün de geçmişteki uğursuz rolünü oynamaktadır. 

Türk milleti, PKK terörüne karşı uyanışa geçmiştir. İzmir’de genç-yaşlı, kadın-erkek herkes PKK’ya tepkisini koyarken MHP bu olayı kınadığını ve içinde olmadığını ilan etmiştir. Elbette MHP’liler teröre karşı herhangi bir tepki göstermediler. MHP, ancak Türk milleti teröre tepkisini gösterdiğinde sesini çıkarır ve “aman tuzağa düşmeyin, sakin olun” der. Ancak Türk’ün uyanışını MHP gibi partiler durduramaz. Türk milleti bayrağına ve vatanına sahip çıkmaktadır ve çıkacaktır.

Provokasyonları önlemek için(!) 
Türk milletine şehitlikleri yasaklayan Tayyip zihniyeti, son olarak 7 askerimizin ve Küçükçekmece’de yakılarak öldürülen 17 yaşındaki Serap’ın cenazesine polis gücünü yığdı.

Türk milletine acısını haykırmak ve PKK’ya lanet okumak bile yasak! Çünkü yaptığınız provokasyon oluyor!

Tayyip’in Türk’ün sesini kısan bu faşist zihniyeti ile Devlet Bahçeli’nin zihniyeti arasında zerre kadar fark yoktur. Her ikisi de Türk’ün sokakta bağırmasına karşıdır. Her ikisi de PKK’ya karşı sağduyu ile yaklaşılmasını istemektedir. Her ikisi de bölücülüğe karşı sokağa dökülen halkın, PKK’nın oyununa geldiğini söylemektedir.

Tayyip ve Bahçeli’nin siyasi geleneği aslında sokağa hiç de yabancı değildir. ABD’nin 6. Filosuna karşı “Tam Bağımsız Türkiye” sloganlarıyla sokağa dökülen devrimci Türk gençlerine saldıran zihniyetin iki uzantısıdır Tayyip ve Bahçeli. Hem faşist hem de İslamcı hareket 80 öncesi sokaklarda kan döküyordu. Döktükleri kan Amerikan emperyalizmine karşı mücadele eden devrimci Türk gençliğinin kanıydı.
Şimdi bu iki geleneğin devamcıları Türk halkına “provokasyona gelmeyin, sokağa dökülmeyin” çağrısı yapıyorlar. Tayyip, açıktan Amerikancılık ve Kürtçülük yaparken, Bahçeli milliyetçi pozlarına bürünerek Türk milletini dizginlemeye çalışıyor.
Türk milleti, köklü ve soylu bir millettir. Bugüne kadar bölücü teröre binlerce şehit vermesine rağmen hep sabırlı olmuştur. Provokasyonlarla hareket edecek bir millet değildir. Ancak teröristler kapısına dayandığı zaman, bayrağına saldırdığı zaman, buna karşı çıkmak provokasyondur deyip susmaz. Tepkisini gösterir.
Kahvesi molotoflanan, arabası yakılan, durakta beklerken üzerine araba sürülen Türk, elbette bu faşist saldırıya karşı direnecektir..
Türk milleti Sivas’ta olduğu gibi yanmayı mı bekleyecek?
Devlet Bahçeli, Türk’e yönelik bu saldırılara tepki göstermek yerine halka “provokasyona gelme” çağrısı yapmaktadır.
Evi taşlanan, yakılan adam ne yapacaktır? Bahçeli’nin çağrısı, sağduyuyu elden bırakmayıp beklemektir.

Kimi yandaş televizyonlar da aynı çağrıyı yapmıyorlar mı haber bültenlerinde? Haber sunucusu konuşuyor:

“Sayın seyirciler, PKK’lılar evlere, arabalara saldırabilir. Lütfen bunlara cevap vermeyin, tuzağa düşmeyin. Onların istedikleri bu, sağduyuyu elden bırakmayın.”

TÜRK MİLLETİYLE DALĞA GEÇİYORLAR

Sağduyu dedikleri, ölümü beklemekten başka bir şey değildir.

Bahçeli’ye soruyoruz: 

Türk milleti bugüne kadar sağduyusunu kaybedip hangi saldırgan eylemi gerçekleştirdi?

İstediğiniz, Türk insanının 2 Temmuz 1993’te Sivas’ta olduğu gibi diri diri yakılması mı?

Karşımızda Sivas’takinden farklı olmayan faşist bir güruh var. İdil’de öğretmenevini taşlayan, belediye otobüslerini ve yolcularını yakan, Atatürk heykelleri ve Türk bayraklarına saldıran bir hain sürüsü ile karşı karşıyayız.

Bu hainlere karşı devlet, milletini korumuyorsa millet kendini koruyacaktır. Yaşam hakkı kutsalsa bu hak Türkler için de geçerlidir.

Sivas’ta otelin yanmasını izleyen güvenlik kuvvetleri, bugün de Türklere yönelik saldırıları izliyor. Polise taş atanlara, polis muz veriyor. Başbakan’ın müsteşarı, eski Diyarbakır valisi Efkan Ala, PKK eylemlerinden sonra ne demişti: “Cana değil, cama gelsin.”
PKK terörü camı değil, canımızı hedeflemektedir. Türk milletini canını korumakla görevli olanlar acziyet içindedir. Milletin eline taşını alıp fırlatması işte bu yüzdendir. Canını korumak içindir. Meşru müdafaadır Türk’ün yaptığı...

Bin yıllık kardeşlik palavrası

Türk milleti kendini ve geleceğini kurtarmak için artık sokağa dökülmektedir. Bu uyanışı durdurmak görevi de Milliyetçi Hareket Partisi’nindir. “Bin yıllık kardeşliği yaşa ve yaşat” mitingleri milliyetçi uyanışı durdurmak için düzenlenmektedir.
Devlet Bahçeli, bin yıllık kardeşliği yaşamak ve yaşatmak için bir araya geldiklerini söylemektedir. Neymiş efendim, biz Türkler ve Kürtler bin yıldır bu topraklarda kardeşçe yaşamaktaymışız!

Soruyoruz Bahçeli’ye, bin yıl önce Kürt diye bir şey var mıydı?

Hatta 150 yıl öncesine git, tarihte Kürt diye bir uygarlığa rastlayacak mısın?
Önce Ruslar, ardından Fransızlar ve İngilizlerin parmağını sokmasıyla uyduruk bir Kürt tarihi yazılmaya başlanmıştır. On yıl öncesine kadar bile ortak bir dilde anlaşamayan bir aşiret topluluğuyla karşı karşıyayız.

Sanki bu topraklarda bir Kürt dili, bir Kürt sanatı, bir Kürt devleti, bir Kürt medeniyeti var olmuş da biz Türkler onlarla kardeşçe yaşamışız!

Bu palavrayı milliyetçi olduğunu söyleyen bir partinin başkanı söylemektedir. Oysa gerçek tam tersidir. Bin yıldır Anadolu toprakları Türk uygarlığıyla yoğrulmuştur. Nereye giderseniz gidin -bugün sözde Kürdistan olarak adlandırılan bölgede bile- her yer Türk eserleriyle doludur. Bu toprakları bin yıldır Türkler yönetmekte ve bu topraklarda Türkçe konuşulmaktadır.
Kürt-Türk kardeşliği diye bir şey hiçbir zaman söz konusu olmamıştır. Türk milleti Atatürk önderliğinde emperyalist işgale karşı direnirken Kürtler, Türklere isyan etmişlerdir. Devlet Bahçeli, bu gerçeği ters yüz ederek Türk milletini kandırmaktadır.
PKK’nın yıllardır yapmaya çalıştığı şey, Kürtlerin ayrı bir milli kimliğinin olduğunun kabul edilmesidir. PKK, “Yaşasın halkların kardeşliği” sloganıyla bölücülük yaparken, MHP de “Türk-Kürt kardeştir, ayrım yapan kalleştir” sloganıyla bölücülük yapmaktadır.
Tandoğan mitinginde Bahçeli, Türk milletinin bin yıllık nehir, bin yıllık bir ilmek, bin yıllık bir beraberlikle oluştuğunu belirttikten sonra “anadiliniz ne olursa olsun, bu zenginliğin adı Türk milletidir” dedi.
Tarih bilgisinin yoksunluğu mu diyelim, yoksa bölücü propaganda mı?
PKK’nın yıllardır Türk devletine kabul ettirmek istediklerinin başında Kürtçe diye bir dilin varlığı gelmektedir. Çünkü dil varsa millet vardır. Bahçeli, Türkçenin dışında ayrı bir anadilin varlığını bir tehdit değil, bir zenginlik olarak görerek bölücü propaganda yapmaktadır.
Madem Kürtlerle kardeşsiniz, ikinci mitingi Diyarbakır’da yapın!
MHP’nin Tandoğan mitinginde en çok atılan slogan “Türk-Kürt kardeştir” sloganıydı.
Bu sloganı atanlar kimler?

Türkler!

Sloganının atıldığı yer neresi?

Türkiye Cumhuriyeti’nin başkenti Ankara!

Peki bir kardeşlik varsa, bunu bozan kim?

Elbette Türkler ya da Ankaralılar değil!

Öyleyse bu sloganı niçin sadece Türkler atıyor?

Madem kardeşiz, Kürtler de göstersinler kardeşliklerini!

Alsınlar ellerine Türk bayraklarını, çıksınlar sokaklara, bağırsınlar “Kahrolsun PKK” diye!

Biz de öğrenmiş olalım Kürtlerin ne kadar barışsever ve kardeş olduklarını...
MHP, bu mitingi tüm yurtta yapacağını ilan etti.
Önerimiz şu: İkinci mitingi Diyarbakır’da yapın.
Madem ki, Kürtlerle kardeşsiniz, gösterin kardeşliğinizi. Hem ne güzel mesaj olur Türkiye’ye değil mi, Diyarbakır’da binlerce insanın elinde Türk bayrağıyla teröre karşı birlik mesajı vermesi!
Gerçek maalesef bu kadar acıdır. Sizin kardeş dediğiniz insanlar, bırakın Türk bayrağını ellerine almayı, devlet dairelerindeki Türk bayraklarını indirip yakıyorlar.
“Apo, Benim siyasi irademdir” yazan dilekçeye 2 milyondan fazla Kürt kardeşiniz imza attı. Bölücübaşının kaldığı odanın metrekaresinin bahane ederek her yeri savaş alanına çeviren yine bunlardı.

Türk milletinin kardeşlik masallarına karnı tok. Gidin Diyarbakır’a miting yapmak için, bakalım arabanızda Türk bayrağı varsa şehre girebiliyor musunuz?

Bu ülkenin bayrağını kabul etmeyenlerle nasıl bir kardeşlik kuracaksınız?
Yeter, kandırmayın milleti!
Yıllarca kardeşlik masallarıyla uyutuldu Türk milleti. Ama artık bu masallara kimse inanmıyor.
Bu bayrağa, bu vatana bağlı herkes Türk’tür ve kardeştir. Bunun dışında bir kardeşliğe ihtiyacımız yok.

7 Eylül 2015 Pazartesi

CHP'de Kürtçü darbe hazırlığı






CHP'de Kürtçü darbe hazırlığı







Serap Yeşiltuna



Sayı: 232, 13.04.2009

Gandi Kemal ve Doğan Medya

29 Mart Yerel Seçimlerinin ardından siyasi analizciler, parti başkanları, yorumcular, gazeteciler, rakamları türlü türlü grafiklere sokarak, kendine göre yontarak farklı farklı sonuçlara vardı. Ancak tüm medyanın mutabık olduğu bir galip vardı: Kemal Kılıçdaroğlu.
AKP ile uzlaşmaz çelişkiler içine girerek bir anda en hızlı AKP karşıtlarından biri haline geliveren ve adeta "antifaşist" cephenin sözcülüğünü üstlenen Doğan Medya'nın biricik favorisiydi Kılıçdaroğlu.
Kılıçdaroğlu dürüstlüğün temsilcisiydi, CHP'nin yeni yüzü, İstanbul'un yeni umuduydu. Melih Gökçek'e karşı yürüttüğü yolsuzluk mücadelesinin, Dengir Mir Fırat'la giriştiği düellonun ardından, CHP'nin aslarından biri olmuştu ve Doğan Medya'nın da AKP'ye karşı sığınacağı en uygun alternatifti.
Seçimlerden önce yere göğe sığdıramadılar. CHP bir yanda, Doğan Medya bir yanda Kılıçdaroğlu rüzgarıyla devam etti seçim propagandaları.
Seçimler biter bitmez de, daha ilk geceden Türkiye'ye yeni bir kahraman kazandırıldı: Gandi Kemal.
Yürütülen propagandaya göre, CHP oylarını çok yükseltememişti ama yükselttiği yerlerde de bunun yegane sebebi Kılıçdaroğlu ve Kılıçdaroğlu'yla gelen açılımlardı.
Hürriyet'in 30 Mart manşeti "Gandi Kemal Mucizesi"ydi ve günlerdir sayfalarca yazı yazılıyor Gandi Kemal için. Fiziksel görünüşlerinin benzerliğinden ve Kılıçdaroğlu'nun sakin mizacından yola çıkarak bu benzetmeyi yapanlar aynı zamanda onu ulusal bir lider, bir direnişçi haline de getiriverdiler trajikomik şekilde.
Gandi Kemal sevinedursun aslında bu onun kavgası değil. Onun için başlatılmış bir girişim değil, hele hele onun başarısı hiç değil. Hükümetler devirip, hükümetler kuran Doğan Medya, AKP karşısında gücünü yitirmiş de olsa hâlâ etkin ve bir yanıyla yeni bir Amerikancı planının uygulatıcısı.
Evet, Doğan grubunun desteğiyle CHP içinde yeni bir darbe tezgahlanıyor: Kürt Darbesi.
Bu öyle bir darbe ki, sadece Kılıçdaroğlu'nun seçimlerde yakaladığı ivmeyle açıklanacak ve ona bağlanacak türden değil.
Daha seçimlerden çok önce başladı CHP'yi de bu Kürtçülük rüzgarına kaptırma sevdası.
Baykal, Tayyip'in Güneydoğu çıkarmasının hemen ardından, boynunda puşisiyle "etnik kimlik şerefimizdir" siyasetine başlamıştı ve bugün "Kürt sorunu" merkezine çekilmiş durumda.

İstanbul İl Başkanlığı merkezinde başlayan Kürtçülük

Kimler eliyle yapılıyor peki bu diye soracak olursak galiba burada bu kez Baykal mağdur. Ya da kendi kazdığı kuyuya kendi düşüyor diyebiliriz. Çünkü Kürtçülük açılımının mimarı Baykal'ın bizzat kendisi tarafından parlatılan isimlerden biri olan İstanbul İl Başkanı Gürsel Tekin.
Çarşaf açılımının da mimarı olan Gürsel Tekin, Karslı bir Kürt ve Kürtçülüğüyle "solculuğu" iç içe geçmiş isimlerden.
Seçim döneminde de Kılıçdaroğlu'nun yanında en çok sivrilen kişi. Aslında Kılıçdaroğlu'nun arkasındaki gizli el de denebilir. Ve en çok görünen, en çok konuşan isim. Hatta seçim gecesi Baykal evinde oturmuş TVden seçim sonuçlarını izliyorken, basına açıklamalarını yapan isim. Yani bu seçimleri konuşurken CHP'yi değil de, CHP İstanbul İl Örgütü'nü ve Gürsel Tekin'i konuşmak gerekiyor.
Gürsel Tekin ve Kılıçdaroğlu'nu överek Baykal'ı indirme propagandası iki koldan yürütülüyor. Bir yanda Doğan Medya, diğer yanda da Zaman gazetesi aracılığı ile Fethullahçılar tarafından.
"Baykal gitsin ve Kılıçdaroğlu ile Gürsel Tekin gelsin. Bakın o zaman CHP oylarını nasıl artıracak."
"İyi de bundan size ne" demek geliyor insanın içinden çünkü "ne Atatürkçüsünüz ne de CHP'li."
Ancak ABD bir kez düğmeye bastı ve tüm piyonlarına farklı koldan aynı propagandayı yaptırıyor.


Kemal kılıçdaroğlu
Kemal Kılıçdaroğlu

Gürsel tekin
Gürsel Tekin
Murat Karayalçın
Murat Karayalçın
Baykal seçimlerin ardından "AKP, DTP ile benzeşerek, DTP ile kaynaşarak, devletin hizmet ve yatırım olanaklarını kullanarak DTP'yi etkisizleştirmeye çalıştı ama insanlar bu aldatmacayı itti" diyerek AKP'yi eleştiriyordu. Ancak bu Kürtçülük yarışının içinde CHP de vardı. Parti programını bile "etnik kimlik şerefimizdir" söylemi üzerinden değiştiren Baykal "etnik kimlik" havuzunda boğulmak üzere. 


Azılı CHP düşmanları açılımların CHP'sini destekliyor!


Örneğin, CHP'nin Güneydoğu'da neredeyse hiç denecek kadar az oy alması tüm medyaya dert oldu. Özellikle Zaman gazetesi de meseleye eğilerek CHP'nin buradaki zaaflarını gidermesini telkin etmeye başladı. Güneydoğu'da PKK'nın dışında siyasi bir hareketin artık varolmadığını kendi oy oranlarından da anlayamayan bu zevat CHP'ye akıl üzerine akıl vermeye başladılar.
Eski ülkücü yeni Fethullahçı Mümtaz'er Türköne, "Seçim bir tecrübeyse İstanbul'da uygulanan yöntemler işe yaradı. CHP geleceğini İstanbul üzerine inşa etmeli, Laiklik gerginliği yaratmadan, tersine çarşaf ve Kuran kursu açılımları ile etki menzilini karşı kutba yöneltti. Varoşlara girdi, seçkinlerin partisi hüviyetinden sıyrıldı" diyerek gazı veriyor.
Aynı gazeteden Hüseyin Gülerce de özetle "CHP halka yüzünü dönsün, inançlara saygılı laik olsun, çarşaf açılımına devam etsin, demokratik reformlarla Doğu ve Güneydoğu'da canlansın" buyuruyor.
Özellikle seçim sonrası en çok yapılan vurgu CHP'nin varoşlardaki oylarını artırdığına yönelik bir iddiaydı. Rakamlar elbette ortada. CHP'nin kıyı şeridi ve elit semtler haricinde oyunu artırdığı herhangi bir yer olmamasına rağmen "varoşlarda güçlenen CHP" yalanının tek bir amacı var. Çarşaf ve Kürt açılımlarını işe yaramış gibi göstermek. Zaten özellikle Zaman yazarları da buna vurgu yapıyor. Kürtçülük ve Şeriatçılık nereden gelirse gelsin ama gelsin!
CHP'nin imam adayı Osman Nuri Bedir %7'yi geçememiş olsa da, çarşaf açılımının başladığı Sultangazi'de AKP % 51 oy almış olsa da, medyaya göre açılımlar işe yaramıştır. CHP iktidar olmak istiyorsa açılımlara devam etmelidir.
Zaman gazetesi'nin daha 1 Nisan'da yaptığı haber şu: "CHP lideri Deniz Baykal çarşaf açılımını İstanbul'un Eyüp ilçesinde başlattı. Buradaki oy oranı yüzde 6,5 arttı. Başörtüsü ve camilerde kandil simidi dağıtan Pendik adayı Mustafa Salih Usta partisine yüzde 2 oranında oy kazandırdı. Seçim afişinde hadisi şerif kullanan Hüsamettin Ataman ise Denizli'de yüzde üçlük bir artış sağladı." Fethullahçıların yayın organı Zaman, CHP'nin açılımlarını övme işine kendini öyle kaptırmış ki ne AKP'nin bu belediyeleri kazandığını söylüyor ne de bu oyların Genç Parti'nin oyları olduğunu.
CHP'yi yeni açılımlara ve Kürtçülüğe teşvik etmeye çalışanlardan biri de Sabah gazetesinden Muharrem Sarıkaya: "Güneydoğudaki bir çok ilde % 1-2 oranında oy alan CHP, bu illerdeki insanların akrabalarının yoğun olarak yaşadığı İstanbul'da Kartal, Maltepe; Ankara'da Mamak, Yeni mahallede ciddi oy patlaması yaptı. Benzer durum Mersin, Antalya, ve İzmir'de Güneydoğu kökenli seçmenin yaşadığı yerlerde de görüldü. Bu da gösteriyor ki CHP Güneydoğu'ya yönelik yeni bir açılıma girerse karşılığını alacak, DTP'ye giden oylarının bir kısmını evine döndürecek."
Evet, iddiaya göre CHP Kürt mahallelerinden bile oy almaya başlamıştır ve böyle devam ederse Güneydoğu'daki tüm belediyeleri alması işten bile değildir!
İşin en komik tarafı da bu. CHP ile hiçbir alakası olmayan çevrelerin CHP'ye akıl vermeye, onu iktidar olmak için yönlendirmeye çalışması.
Taraf gazetesi bile bu ekibe katılmış durumda. Onların lügatinde de yeni yönelimin adı "CHP'nin normalleşmesi." Leyla İpekçi, Kılıçdaroğlu-Tekin ikilisine övgüler yağdırırken İzmirlilerin "sekter" tavrını eleştiriyor: "Gürsel Tekin ve ekibine çok iş düşüyor. CHP'nin yeni kadroları İzmirlilerin bu içe kapanmacı, homojen, ötekine var olma hakkı tanımayan, gizli faşizan profilini hayatta karşılığı olacak biçimde demokratikleştirmeyi başarırlar."


Varoşlardan yükselen etnikçilik


Kurdukları denklem basittir: CHP kötü, Kılıçdaroğlu ve Tekin iyi. Ancak bu kötülüğün ve iyiliğin kıstasları hiç de bizim tartıştığımız eksende yürümüyor.
Yıllardır Atatürkçüler olarak CHP'yi eleştiriyoruz. Ama sadece iktidar olamadığı için değil, Altı Ok'u reddettiği ve ideolojik olarak oradan oraya yalpaladığı, kimliksiz, duruşsuz bir parti olduğu için.
Türkiye'nin sahil şeridine kilitlendiği, kırsaldan, varoştan halktan tamamen koptuğu için eleştiriyoruz.
Milliyetçiliği bıraktığı, devletçiliği, halkçılığı elinin tersiyle reddedip liberal bir parti olduğu, özelleştirmelere, IMF'ye karşı koyamadığı için eleştiriyoruz. Elbette Baykal'ı da bunun için eleştiriyoruz.
Ancak şimdi Baykal gitsin, Kılıçdaroğlu ve Tekin gelsin diyenlerin derdi bu değil. Tam tersine artık daha da batağa çekilmiş bir CHP yaratmaya çalışıyorlar.
Bunu yaparken de CHP'nin çevre ve varoşlardan oy aldığını artık halka yöneldiğini bunun da birebir Gürsel Tekin'in başarısı olduğunu yutturmaya çalışıyorlar.
Taraf'tan Rasim Ozan Kütahyalı: "Yurttaşla birebir temas halinde, ilçe ilçe kasaba kasaba kasaba, mahalle mahalle gezerek emekten ve yoksuldan yana bir siyaset"ten bahsediyor.
Gürsel Tekin'in "ağır abi" tavırlarıyla, halkın içindenmiş görüntüsü yaratmaya çalışması, bürokrat tipli siyasetçi anlayışının dışında "tüccar" tavrı birilerine hoş görünüyor olabilir ancak bu halkla temasın değil halk dalkavukluğunun yeni bir biçimi. AKP o zaman en halkçı parti! Öyle ya AKP'li vekiller çok daha halktan görünüyor. Tayyip değil mi vatandaşın sofrasına oturup zaman zaman onun ekmeğini bölüşen.
Hatta bu ikilinin çok daha "sol" bir görüntü çizdiği iddiaları da Doğan'ın solcu gazetesi Radikal'den geliyor. Müthiş ikili, hem halkçı, hem de solcu.
Basının dediğine göre CHP ile halk arasında, varoşlar arasında bir köprü kurulmuş da bizim haberimiz yok!


Tekin ve Kılıçdaroğlu'nu kahraman yapan etnik kökenleri


Gürsel Tekin'i CHP'nin Tayyip Erdoğan'ı yapanlar, Kılıçdaroğlu için Türkiye'nin Karaoğlan'ı diyenler CHP dışından CHP içine doğru coşkulu bir "dönüşüm" havası başlattılar.
Bu öyle bir dönüşüm ki belki CHP'yi iktidara taşıyacak, CHP'den yeni bir AKP yaratabilecek bir dönüşüm. Biz bunu destekleyemiyoruz çünkü bu bizim anladığımız anlamda bir dönüşüm değil.
Yeni ekip CHP'yi Altı Oktan daha da uzaklaştıracak, onu daha da liberalleştirip Kürtçüleştirecek bir dönüşüme sokuyor.
Parlayan isimler:
Gürsel Tekin, Karslı bir Kürt.
Kemal Kılıçdaroğlu, Tuncelili bir Kürt.
Murat Karayalçın, Kürtçülüğün bayraktarı!
Etnik kökenleri bizi hiç de ilgilendirmiyor ancak bu isimlerin parlama nedeni maalesef etnik kökenleri ve Kürtçülüğe yaktıkları yeşil ışık.
TV ekranlarından konuşan Kılıçdaroğlu "Kürt açılımı yapacak mısınız?" sorusuna "Kürtler konuşsunlar ne açılım istiyorlarsa söylesinler yapalım" diye cevap veriyor. Diyarbakır'a gidip açılım yapmaktan bile bahsediyor.
Obama'nın gelişinin ardından da hemen Baykal'la görüşerek Kurultay talebinde bulunarak "liderlik talebim yok, arkanızdayım ama yeni yönetim kurulsun" diyor.
Ve CHP, 11 Nisan'da parti meclisi toplantısında Kurultay'a gitme kararı alıyor.
Yeni yönetim kurulacak. Konuşulan Kılıçdaroğlu'nun MYK'ya alınması, Karayalçın'ın CHP içinde aktif göreve getirilmesi hatta başdanışman olması.
Ancak Doğan Medya'nın da Fethullahçıların da hedefi çok daha büyük.
Reha Muhtar "Tayyip Bey yanlısı yandaş basın bile Kılıçdaroğlu gelsin, ortalık renklensin diye davul çalıyor, CHP'den hala ses seda yok. CHP bu seçimde kaybetti ama Kılıçdaroğlu gelirse iş değişir" diyerek süreci hızlandırmaya çalışıyor.
İlk Kurultay için hedeflenen Baykal'ın düşürülüp, Kılıçdaroğlu'nun genel başkanlığa, Gürsel Tekin'in de yardımcılığa getirilip, Karayalçın'ın başdanışman yapılması ve parti içinde yeni bir ayıklamayla Kürtlerin aktif hale getirilmesidir.
Bu seçimlerde bazı yerlerde PKK'ya yakın isimlerin CHP'den aday yapıldığı düşünülürse değişim çok yakında ve bunun adı tam bir Kürt darbesi.
Öyle ki özellikle Taraf gazetesi başta olmak üzere yeni ikiliyi tutanların en önemli tezi de bunların Baykal gibi Ergenekon'un avukatlığını yapmıyor oluşu. "Gürsel Tekin, Kürt'tür ve Kürt meselesine de duyarlıdır" diyen Sabah yazarı Mahmut Övür, Taraf'a verdiği röportajda "Şimdi çok açıktan söyleyemiyorlar ama Tekin çetelere karşıdır, Baykal'ın tepkisini çekmek istemiyor ama Ergenekon'a onun gibi bakmıyor" demeye getiriyor.
Yani yeni ekip aynı zamanda AKP'nin tezgahının da destekleyicisi ve belki de PKK'yla mücadele etmiş paşaların yargılanmasını isteyecek kadar da Ordu düşmanı. Bunu zaman gösterecek.


Baykal "etnik kimlik" havuzunda boğulacak


Kısacası "vah Baykal" demekten kendimizi alamıyoruz. Kendi açtığı Kürtçülük çukurunun içine kendi düştü.
Baykal seçimlerin ardından "AKP, DTP ile benzeşerek, DTP ile kaynaşarak, devletin hizmet ve yatırım olanaklarını kullanarak DTP'yi etkisizleştirmeye çalıştı ama insanlar bu aldatmacayı itti" diyerek AKP'yi eleştiriyordu. Ancak bu Kürtçülük yarışının içinde CHP de vardı. Parti programını bile "etnik kimlik şerefimizdir" söylemi üzerinden değiştiren Baykal "etnik kimlik" havuzunda boğulmak üzere. Baykal'a acıyacak değiliz ancak görünen o ki bu havuzda asıl boğulmak istenen Türk milleti.
"Baykal gitsin, Baykal gitsin" diye çırpınan Atatürkçüleri artık çok daha tehlikeli bir dönem bekliyor. "Baykal nasıl olsa koltuğunu kimseye terk etmez" diye de düşünmesinler Amerika düğmeye bastığı an Baykal o koltuğu bu Kürtçü ekibe devretmek zorundadır.
CHP bu işten başarıyla çıkabilir mi peki?
Elbette çıkabilir. Çünkü bundan sonra bir yedek olarak tutulacaktır.
İktidar olamaz mı? Elbette olabilir, elbette varoşlardan da oy alabilir.
AKP nasıl alabildiyse, nasıl bir dilenci ekonomisi sistemi kurduysa, nasıl popülist bir söylem geliştirdiyse CHP'de yapabilir.
Ancak bunun adı ne halkçılık ne de Atatürkçülük olur. Gürsel Tekin çizmeleri giyip varoşlara gider gitmesine-söylendiğine göre 38 bin 600 km yol katetmişler Kılıçdaroğlu'yla - ancak "yeni halkçı" CHP, ne özelleştirmelere karşı çıkar, ne IMF'ye ne de Amerika'ya. Varoşlardaki çaresiz vatandaş da bu kez CHP'ye oy vermiş olur belki ama kaderi baki kalır.
Kürtçülüğün önünü açacak tüm söylemlerle DTP'ye yeni bir düşman kardeş gelmiş olur o kadar. Bugün AKP nasıl DTP ile rekabet ederek bir yandan Kürtçe kanalla, Barzani, Talabani dalkavukluğuyla Kürtçülüğü geliştiriyorsa bunun destekçilerinden biri de CHP olur.
Atatürk'ün kemiklerini sızlatan çizgi yani.
Ömrü Kürt isyanlarıyla mücadele etmekle geçmiş, laikliği kabul ettirebilmek için her türlü tehlikeyi göze almış, kadını esaretten kurtarmış Atatürk'ün kurmuş olduğu parti Kürtçülüğün ve çarşafın esareti altında.
Doğan Medya'nın, Fethullahçıların "açılım! açılım! açılım!" çığlıkları etrafında Kürtçüler tarafından kuşatılmış olarak!
Gerçekten vah Baykal diyoruz, yazık olacak.

(Sayı 232, 13/04/2009)



..


AKP'nin dış politikası ve sömürgecilere teslimiyet..,





AKP'nin dış politikası  ve sömürgecilere teslimiyet


Teslimiyet Kıbrıs’ta başladı



Eser Özaltındere


Bazı basın-yayın organlarında Başbakan’ın birkaç Rum radyosuyla yaptığı mülâkatta Kıbrıs’tan bir miktar asker çekilebileceğini imâ ettiği ifade ediliyordu. Böyle bir şey olursa da hiç şaşırmamak lazım. Çünkü, Başbakan’ın klasik tavrıdır; atar tutar ondan sonra kapalı kapılar arkasında ortamı yumuşatabilmek için her türlü varyasyonu uygular.


AKP iktidara geldiğinden beri dış politika da elle tutulur hiçbir şey yapmadı. Yaptıkları sadece sömürgecilere yaradı ve Türkiye’yi ulusal çıkarlarının korunması konusunda sürekli geriye götürdü. Eh zaten sömürgecilerin partneri olan ve onların sözlerinden dışarı çıkmayan bir partiden başka bir şey de beklenemezdi.
Daha gelir gelmez Kıbrıs’a el attılar ve çok bilmiş bir edâ ile çözümsüzlüğün mimarı olarak ulusalcılarla Denktaş’ı gösterdiler. Statükocuların çözümü engellediğini ileri sürdüler. Denktaş’a etmedik hakareti bırakmadılar. Mehmet Ali Talat denilen işbirlikçiye her türlü desteği verdiler.
İzledikleri dış politika metodunun “Kazan!Kazan!” olduğunu ileri sürdüler. Yani hem Türkiye ve Kıbrıs Türk halkı hem de Rumlar kazanacakmış! Nasıl olacaksa!...
Kofi Annan’ın alel acele hazırlanmış köleleştirici planını Kıbrıs Türk halkının özgürleşmesi ve dünya ile buluşmasının tek anahtarıymış gibi göstererek, ayrıca da  metazori bir şekilde Kıbrıs Türk halkının önüne koyarak söyledikleri yalanlarla Annan Planı referandumundan “Evet” çıkmasını sağladılar. Referandum sırasında tüm işbirlikçi güçlerle birlikte “Evet” verilmesi için bir nefer gibi çalıştılar.
Bir evvelki KKTC seçimlerinde de sömürgecilerin “Truva atları” olan CTP ve Talat’ın kazanması anlamında KKTC içerisindeki Türkiyelileri yoldan çıkararak CTP ile teslimiyetçi Talat’a yamamak için Türkiyeliler arasında  Türkiye’den gelen AKP militanları aracılığıyla bizzat propaganda faaliyetlerinde bulundular.

“Kazan Kazan!”dan “Ver! Daha çok ver!”e

CTP-DP koalisyonunda Dışişleri Bakanlığını elinde bulunduran Serdar Denktaş’ın hem soyadından hem de Kıbrıs Türk halkının ulusal çıkarlarını koruma adına sübap işlevi görmesinden rahatsızlık duyarak sinsi M. Ali Talat’ın  KKTC’yi daha rahat pazarlayabilmesine imkan tanıyabilmek için M. Ali Talat ve CTP’nin kışkırtmasıyla KKTC de sivil darbe düzenleyerek CTP-DP koalisyonunu bozdurdular.
Bu bağlamda, şaibeli AKP milletvekili Şaban Dişli’yi görevlendirdiler. Sonraki günlerde rüşvetten suçüstü yapıldığı için istifa etmek zorunda kalan bu AKP milletvekili, Salamis Bay Otel’de başka isim altında bir hafta kalarak aracılık yapan Ahmet Yönlüer adlı Lefkoşa Müftüsü’yle birlikte Ulusal Birlik Partisi Genel Sekreteri Turgay Avcı ve birkaç UBP milletvekilini kafa kola aldılar.
Bunlar partilerinden istifa ederek yeni bir parti oluşumuyla beraber CTP’nin yeni koalisyon ortağı oldular. Hatta, bu “organize işte” büyük paraların döndüğü iddia edildi. Rüşvet iddiası olan bu organizasyondaki aktörlere bir bakın! Biri Lefkoşe Müftüsü, diğeri ise yine rüşvet almaktan istifa etmek zorunda kalan İslamcı AKP’nin bir milletvekili.
Annan Planı’nın kabul edilmemesi AKP’yi kesmedi. Bunun da gerisine giden her türlü müzakere şartına onay vermesi konusunda Talat adlı, KKTC kurulduğu zaman “üzüntüsünden ağlayan” yüce divanlık sözde Cumhurbaşkanı’na sonuna kadar destek vermeye devam ettiler.
Sonunda Talat’ın; Rumların tek egemenlik, tek devlet, tek ekonomi, tek temsiliyet üzerine kurulu üniter devletini kabul ederek KKTC’nin ortadan kalkmasına ve Kıbrıs Türk Halkı’nın azınlık statüsüne sokulmasına bile onay verdiler.
O kadar ki, Hristofyas’a sunulan en son öneride verilecek ödün şuydu; Başkan olarak dönüşümlü başa geçecek olan Türk liderin seçiminde Rumların da %20 oranında oy hakkı bulunacaktı.Yani, başa geçecek Türk liderin kim olacağına karar verilmesine Rumlar da %20 oranında ortak olacaktı. Bunun bir amacı da Türk Başkanın hep Rumlarla işbirliği halinde çalışan CTP’den seçilmesini sağlamaktı. Sanıyorum buna hiçbir şey yapmayıp ta çok şeyler yapıyormuş gibi gözüken Ahmet Davutoğlu da yeşil ışık yakmıştı. AKP’nin çok meşhur olan ve ancak sömürge devletlere bir işe yarayacakmış gibi yutturulan “Kazan!Kazan!” metodu birdenbire ve beklenildiği üzere “Ver! Daha çok ver!”e dönüştü.

Tayyip yeni tavizlere hazırlanıyor!

Peki! AKP ve partneri Talat sürekli “Ver”irken ne kazandı? Hiç bir şey! Kıbrıs’ta çözüm olmadığı gibi, Hristofyas’ın Beş parmaklara işlenmiş Türkiye ve KKTC  bayrak resimlerinin “Kanına dokunduğu” için kaldırılması amacıyla yaptığı başvuru dahi dikkate alınarak bunların kaldırılması konusu AB tarafından bir karar metnine dönüştürüldü. Hristofyas’ın Türkiye’ye etmediği hakaret kalmadı. Türkiye’yi işgalcilikle suçlamaya devam etti. Hatta yanılmıyorsam “Hitler” rejimiyle ilgili göndermeler bile yaptı. Son olarak ta bilindiği gibi Rum Meclis’i garantileri tanımadığını ilan etti. AB’de ondan aşağı kalmadı. Hiç bir zaman AKP ve Talat’ın bu “Vericiliğinin” karşılığını ödemediği gibi her fırsatta Türk limanlarının Rum gemilerine açılması gerektiğini temcit pilavı gibi tekrarlayıp durarak “AB müzakere başlıklarını” görüşmeye açmamakta ısrar etti. Bunun da ötesinde hiç utanmadan bir de “Türk askerinin adadan çekilmesi” konusunda karar alabilme ahlâksızlığını gösterebildi.
Bu karardan sonra Başbakan, AB Büyükelçilerine verip veriştirdi ama, bu Serdengeçti tavırları sadece show işlevi görmenin ötesinde hiçbir işe yaramadı. Hatta son zamanlarda, biraz daha nasıl ödün veririm hesapları yapıyor olabilir. Çünkü, bazı basın-yayın organlarında Başbakan’ın birkaç Rum radyosuyla yaptığı mülâkatta Kıbrıs’tan bir miktar asker çekilebileceğini imâ ettiği ifade ediliyordu.
Böyle bir şey olursa da hiç şaşırmamak lazım. Çünkü, Başbakan’ın klasik tavrıdır; atar tutar ondan sonra kapalı kapılar arkasında ortamı yumuşatabilmek için her türlü varyasyonu uygular.
Bu yüzden, AB Büyükelçilerine çektiği zılgıtın karşılığı olarak Kıbrıs’ta asker azaltılmasına gidilirse pek yadırganmamalıdır. Nasıl olsa, TSK’nın başında da “Mûnis ve kibar”, aynı zamanda da Başbakan ile “paslaşmaya” çok meraklı bir Genelkurmay Başkanı bulunmaktadır. Ayrıca, “Adadan askerler çekilsin” emrinin “yüksek yerden” geldiği de unutulmamalıdır!

Dış politikada ikinci skandal: Ermeni açılımı

Tabii ki, AKP’nin “Vermekten” başka bir işe yaramayan dış politika icraatları sadece Kıbrıs’la sınırlı kalmıyor. Ermenistan konusunda da tam bir dış politika skandalı yaşanıyor. Bir kere hiç kimsenin haberi olmadan daha 2003 yıllarında böyle bir protokolün ısıtılmaya başlanması çok enteresan. Sanki Türkiye Cumhuriyeti bir kabile devleti! Ne meclisi, ne siyasi partileri, ne  Dışişleri Bakanlığı ve diğer ilgili devlet kurumları, ne de Azerbaycan gibi konuya birincil derecede müdahil edilmesi gereken kardeş bir ülke var! Bunlar hiç dikkate alınmadan  ve onlarla istişare ihtiyacı duyulmadan sömürgecilerle AKP kurmayları kapalı kapılar arkasında bir araya geliyorlar ve akıllarınca işi bitiriyorlar. Bir bakıyorsunuz, tarafsız olması gerektiği halde bir çok konuya müdahil olmaktan kendini alamayan Cumhurbaşkanı durup dururken, “Kafkaslardaki donmuş problemlerden” bahsederek “Kürt açılımında” olduğu gibi “Ermeni açılımında” da düğmeye basan kişi oluyor. AKP, her konuyu olduğu gibi bunu da “Ben yaparım, olur!”a getiriyor. Derken aynı dönemde, AKP’li Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu tarafından  aynı “Kazan! Kazan!” söylemine benzer şekilde hiç kimsenin bilmediği ve uluslar arası ilişkilerde de bir işe yaraması mümkün olmayan bir görüş, diplomasi literatürüne sokuluyor; “Komşularla sıfır sorun!...”Güleyim bâri! Fakat, işler tabii ki onun ve AKP’nin istediği gibi yürümüyor. Nitekim, Azerbaycan ile ilişkiler bozuluyor ve büyük bir kamuoyu baskısı oluşuyor. Millet, Azerbaycan ile ilişkilerin bozulmasından dolayı ne idüğü belirsiz bu protokole kuşku ile bakmaya başlıyor. Başbakan Azerbaycan’a gidiyor başka konuşuyor, Türkiye’ye geliyor başka konuşuyor. Tarafsız(!) Cumhurbaşkanı ise ayrı telden çalmaya devam ediyor ve Azerbaycan’ı da içerecek şekilde tehditler savurarak “bu süreç ne pahasına olursa olsun yürüyecek” diyerek meydan okuyor. Kısacası, tam bir curcuna yaşanıyor. Zaten o mahut protokolün içeriği de baştan aşağı sakıncalı! Bir de, bu protokolün Meclis’ten geçmesi problemi onun hayata geçirilmesini daha da zorlaştırıyor. Çünkü, Türkiye’deki tüm siyasi partiler bu protokole, hem de kayıtsız şartsız olarak karşı çıkıyorlar! O zaman da  iş haliyle tıkanıyor. Bu sefer, Ermenistan Anayasa Mahkemesi yetkili kurumlara protokolü iptal etme yetkisi veriyor. Bu arada, diaspora protokole ve özellikle Türkiye ile Ermenistan’ın sanal ve hayal yakınlaşmasına karşı çabalarını arttırıyor. 1915 olaylarının araştırılması için bir ortak komisyon kurulmasına tepki koyuyor. Bu karmaşa ortamında Karabağ’daki gerginlik artıyor, silahlar patlıyor ve Azeri Türk’ü askerler hayatlarını kaybediyorlar. Anlaşılan o ki, Ermenistan mesaj veriyor. Gerçekten de, durup dururken sırf sömürgecilerin isteği doğrultusunda, kimsenin rızası alınmadan ve haberi olmadan piyasaya sunulan “Ermeni açılımı”, özellikle ekonomik yönden sıkışmış Ermenistan’daki beklentileri arttırıyor. Protokolün gerçekleşmeme riskiyle birlikte Karabağ’da da ateş yükseliyor. Bütün bu belirsizliklerin, saçmalıkların ya da beceriksizliklerin baş mimarı olan ve sömürgeciler ne emrederse onu yerine getirerek ortalığı birbirine  katan AKP nin çekirdek kadrosu da haliyle tarihteki yerini alıyor.

AKP, icraatlarıyla ABD’ye hizmet ediyor

Öyle böyle derken, “Ermeni Soykırım’ı mevsimi” gelip çatıyor. Yine, mutad olduğu üzere bu dönemde “Ermeni Soykırımı Yasa Tasarısı” Türkiye’ye karşı bir koz ve silah olarak kullanılmak üzere ABD’nin gündeminde birinci sıraya yükseliyor. Ancak, ABD’ye büyükelçi atanan ve bir ara Mardin de Kürtçe, Ermenice, Arapça müzik eşliğinde göbek atarak eğlenirken gazetelere konu olan AKP’nin diplomat prensi Namık Tan iki ay boyunca boşu boşuna oyalanılıp Ermeni Soykırımı Yasa Tasarısı’nın oylanmasına bir hafta kala tayini resmileşerek ABD’ye gidince haliyle yeterli kulis faaliyetinde bulunamıyor. Aynı faaliyetler içerisinde bulunması gereken Türk heyeti de her nedense ABD’ye geç gidiyor. Herhâlde mantık şu; plan zaten hazır! Büyükelçi veya Türk Heyeti oraya erken gitse ne olur, geç gitse ne olur? Çünkü, yasa tasarısının Temsilciler Meclisi’nden geçmesi herkesin işine geliyor. Böyle olmalı ki, bu yasa tasarısı ABD’nin istediğini alabilmesi için Türkiye’nin başında “Demokles’in kılıcı” gibi sallanabilsin ve ayrıca Başbakan’ın elinde “Ermeni Protokolü”nü Meclis’e sunduğu zaman “Bakın! Bunu buradan geçirmezsek, ABD  Ermeni Soykırımı’nı yasalaştıracak!” diyebilecek bir koz bulunsun! Nitekim, bu konuda oylama yapılmadan önce Obama da Türkiye’ye protokolün Meclis’ten bir an önce geçirilmesi konusunda gerekli uyarıyı yapmıştı. Diğer taraftan, doğal olarak Yahudi lobisi de “one minute” krizinden dolayı Türkiye’ye gerekli desteği vermiyor. İnsan ister istemez, yoksa bu “one minute krizi de mi bir tezgâhtı?” demeden edemiyor. Sonuç olarak nereden bakılırsa bakılsın, ister tezgâh olsun ister olmasın, ister beceriksizlik olarak değerlendirilsin, ister taşeronluk; AKP’nin her icraatı sömürgecilere ve onların çıkarlarına hizmet ediyor. Ama, işlerin bir senaryo çerçevesinde yürüdüğü daha akla yakın. Çünkü bir taraftan “one minute”, “alçak koltuk” ve “tatbikat” krizleri yaşanırken diğer taraftan Başbakan her ABD ye gittiğinde “Yahudi Lobisine” uğramadan edemiyorsa veya geçmişte “mayınlı arazilerin” AKP tarafından İsraillilere peşkeş çekileceği iddia ediliyorsa ya da gazetelere yansıdığı kadarıyla “one minute” olayından sonra diplomatik bazda özürler filan dileniyorsa, o zaman işin içerisinde muhakkak bir şeyler var demektir. Bu arada, Saadet Partisi’ne kaçan oyları geri almak için de İsrail krizinin sunî olarak yaratıldığı ileri sürülebilir. Nasıl olsa iktidarı garantiledikten sonra İsrail ile ilişkileri yumuşatacak bir yol bulunacaktır. ABD de bu senaryoya pek itiraz etmeyecektir. Nedeni de çok açıktır: AKP iktidarını sağlama almak…

AKP, AB konusunda da çuvalladı

Gelelim AB ile ilişkilere! Demirel’in şivesiyle “vaaa mı bi kazanç?” Yok! Bakmayın siz o Egemen Bağış adlı AKP milletvekilinin boş konuşmalarına!... Keşke, ilişkiler olduğu yerde saysaydı! Ama böyle olmuyor ve geriye gidiyor. AB ile Türkiye’nin ilişkileri AKP’nin vizyonsuzluğu ve aşırı teslimiyetçi tutumu yüzünden onarılamayacak noktalara taşınıyor. Oysa, dirayetli, onurlu ve ulusal çıkarları her şeyin üstünde tutan hükümetler ile AB ile ilişkileri daha sağlıklı yürürdü. Ama sömürgeci AB, Türkiye ile ilişkilerini sağlıklı geliştirmek istemiyor. Onu bir sömürge ülkesi olarak görmek istiyor. Türkiye’yi bir sömürge olarak söğüşlemek varken, onu laik Atatürkçü ve demokratik bir ülke statüsünde kendisine ortak yapmaya ne gerek var diye düşünüyor? Zaten sömürgecilerin başka türlü düşünmesi de mümkün değil! Onun için de, Osmanlıcı, özellikle de Vahdettin zihniyetli olmaları dolayısıyla AKP gibi kapitülasyonlara meftun iktidarlara sonuna kadar destek veriyor.
Şimdi bir bakalım! AB ile müzakereler başladı da ne oldu? Türkiye’ye bağlar bahçeler mi bağışlandı? Ne gezer!... Sadece onlar istiyor ve AKP  verebileceği kadar veriyor. Daha da verecek ama artık gidemiyor. AB emretti, Türkiye topraklarını sonuna kadar AB vatandaşlarına peşkeş çekti! AB, Vakıflar Yasası dedi, hiç itiraz etmeden onu çıkardı. Akdamar Kilisesi’ni ise ibadete açmak üzere… Diğer taraftan AKP, AB nin istekleri doğrultusunda Türkiye’nin bölünmesi amacına ve  yapay bir Kürt ulusu yaratma hedefine yönelik her türlü etnik kimliksel talebi kayıtsız şartsız hayata geçirmek için takdire şayan bir mücadele  vermekten de kaçınmadı: TRT’de Şeş-Beş kanalını yayına soktu, Mardin Artuklu Üniversitesi’nde Kürdoloji Enstitüsü’nü kurdurdu, yerleşim yerlerinin Kürtçe isimlerinin iade edilmesinin yolunu açtı. Yine aynı talepler doğrultusunda yüz yıllardır Türk halkı ile bütünleşmiş Roman vatandaşları ayrıştırmak için gereksiz ve anlamsız bir çaba içine girmeyi marifet saydı. Bütün bunlar yapabildikleri… AKP’nin, sömürgecilerin diktesi üzerine ilk fırsatta yapmayı planladıklarının listesi ise şunlar; Özel Kürtçe televizyonlar, Kürtçe reklamlar, Kürtçe harflerin Türkçe alfabenin içerisine sokulması, Kürtçe seçmeli ders, Kürt kimliğinin Anayasada yer alması vesaire, vesaire… Ayrıca  yine AKP, AB istediği için Alevi çalıştayı düzenledi, fakat pek inandırıcı bulunmadı ve pek çok projesi gibi bu da fos çıktı.
Biliyorsunuz değil mi, Başbakan tam üyelik müzakere sürecinin son aşamasında; Almanya eski Dışişleri Bakanı Fischer’in “önce uyutalım, sonra unutalım!” ve İsveç eski Dışişleri Bakanı’nın (Başbakanı da olabilir) “bu dayatmaları nasıl oluyor da  olduğu gibi kabul edebiliyorlar” şeklindeki söylemlerinin gölgesi altında imzayı atmış ve Türkiye’ye “ulusal kahraman” olarak dönerek havai fişekleri ile karşılanmıştı.
Fakat, bütün bu vericiliklere ve AKP’nin olağanüstü teslimiyetçiliğine karşın AB’nin isteklerinin ardı arkası hiçbir zaman kesilmedi. Ve Avrupa Birliği hâlâ, Ruhban Okulu’nun açılmasını, Fener Rum Patrikliği’nin Ekümenikliğinin tanınmasını, Rum gemilerinin Türkiye limanlarına giriş yapabilmelerini ve Ermeni sınırının açılmasını dayatmaya devam ediyor.
Peki, AB Türkiye’ye ne veriyor? Hiç bir şey! Dayattıkları AB mevzuatının gerektirdiği yeni yapılanmalarla ilgili para yardımı yapacak mı? Hayır! Rum gemileri için Türkiye limanlarını açmazsak “fasılları” müzakereye açacak mı? Hayır! En önemlisi, AB ye tam üye olabilecek miyiz? Belli değil! Başta Fransa ve sevimsiz Cumhurbaşkanı Sarkozy  olmak üzere  bazı ülkelerde yapılacak referandumlara bağlı!... O referandumlardaki sonuçlarda  büyük ihtimal olumsuz çıkacaktır.

AKP, Vahdettin teslimiyetçiliğinin devamıdır

Bütün bunlardan sonra AKP’nin Türkiye Cumhuriyeti’nin çıkarlarını düşündüğünü ileri sürmek mümkün müdür? Bir kez daha; kesinlikle hayır!...
Bu çerçevede, AKP’nin Kürt devletinin resmiyet kazanması bağlamında Barzani ve Talabani’ye  küreselci sömürgecilerin senaryoları  doğrultusunda verdiği destek konusunu tekrardan dile getirmeye herhâlde hiç gerek yoktur! Çünkü bunu artık üç yaşındaki çocuklar bile bilmektedir.
Görünen odur ki, AKP sömürgecilerin kendi çıkarları doğrultusundaki politikalarını Türkiye  bağlamında  uygulamaya sokan bir aracıdır. Hiç almadan daima vermiştir.
Yakın dönem olaylarının objektif değerlendirilmesinden sonra, aksini düşünmek mümkün değildir.
Nasıl İlkerBaşbuğ’un Genel Kurmay Başkanı olduktan sonraki sesi kısık icraatlarını objektif bir şekilde çözümlediğimizde o icraatların bütünüyle dış güçlere yaradığı sonucuna varıyorsak, aynı değerlendirmeyi AKP için yapmamızda da sanıyorum  hiçbir engel yoktur.
AKP, 1923 felsefesine  ve ilkelerine karşıdır. O, Vahidettin ve Damat Ferit teslimiyetçiliği temsil etmektedir. Hatta, temsil etmenin ötesinde  o teslimiyetçiliğe kendisini adamıştır da denilebilir.