26 Şubat 2015 Perşembe

27 MAYIS VE İNKILÂP MAHKEMELERİ






 
27 Mayıs 1960 darbesinin ertesinde kurulan İnkılâp Mahkemeleri her ne kadar tatbik imkânı bulamamışsa da İstiklal Mahkemeleri tipinde olağanüstü bir mahkemeydi. Milli Birlik Komitesi’nin kendini “anayasa koyucu” addedip çıkardığı 12.6.1960 tarihli 1 numaralı kanun olan “1924 Tarih ve 491 Sayılı Teşkilatı Esasiye Kanunu’nun Bazı Hükümlerinin Kaldırılması ve Bazı Hükümlerinin Değiştirilmesi Hakkında Geçici Kanun”un 6. maddesinde “Sakıt Reisicumhur ile Başvekil ve Vekilleri ve eski iktidar mebuslarını ve bunların suçlarına iştirak edenleri yargılamak üzere bir ‘Yüksek Adalet Divanı’kurulur” denilerek Yüksek Adalet Mahkemesi’nin kurulacağı ifade edilmişse de, gerek bu kanunda ve gerekse de sair anayasal nitelikli düzenlemelerde başkaca herhangi bir olağanüstü mahkeme kurulacağına dair bir atıfta bulunulmamıştı. 

Ancak Cemal Gürsel’in darbenin belli bir gruba yapılmadığı ve kardeş kavgasına son verilmesi için bu eyleme girişildiği beyanının toplumda makes bulmaması, bazı CHP’lilerin azgınlığı ve Demokrat Partililere reva görülen muamelelerin toplumsal tepkiye yol açacağı endişesiyle ve hassaten Demokrat Parti mensuplarının yargılanması için münasip görülen Yassıada’nın hacminin de dikkate alınmasıyla, 3 sayılı kanunla kurulan, 54 ve 56 sayılı kanunlarla tadil edilen Yüksek Adalet Divanının Muhakeme Usulüne Ait Geçici Kanun hükümlerinden daha ağır olan 62 sayılı ve 18.8.1960 tarihli İnkılâp Mahkemeleri Hakkında Kanun çıkarılmıştır.

İnkılâp Mahkemeleri Hakkında Kanun’un hükümlerine göre bu mahkemelerin kelimenin tam anlamıyla İstiklal Mahkemeleri niteliğinde olduğu söylenebilir.

Kanunun 1. maddesine göre bu mahkemeler, İstiklal Mahkemelerinde olduğu gibi yeteri kadar sabit ve gezici mahkemelerden teşekkül edecektir.

Kanunun 2. maddesinde mahkemelerin bir başkan ile iki üye ve bir savcıdan teşekkül edeceği hüküm altına alınmıştır. Bilindiği üzere İstiklal Mahkemelerinin üye yapısı da bu şekildedir. Ankara İstiklal Mahkemesi Kel Ali (reis), Kılıç Ali (üye, ilk kuruluşta reisti), Reşit Galip (üye) ve Necip Ali (savcı)’den müteşekkildi.

Kanunun 3. maddesinde İnkılâp mahkemelerinin görevleri tadat edilmiştir. Buna göre İnkılâp Mahkemeleri, Türk Ceza Kanunu’nda yer alan devletin şahsiyetine karşı suçları; yani devletin arsıulusal şahsiyetine karşı suçları, devlet kuvvetleri aleyhine işlenen suçları, bu kapsamda teşekkül halinde işlenen suçları; suç işlemeye tahrik, korku ve panik yaratma amacıyla tehdit suçlarını, cürüm işlemek için teşekkül meydana getirme suçlarını işleyenleri; ayrıca Devlet Başkanının veya Türkiye Cumhuriyeti Milli Birlik Komitesi üyelerinin veya Bakanların şahıslarına karşı her ne suretle olursa olsun kavlen (sözle) veya fiilen tecavüz edenleri; bu sayılanlar haricinde, Millî İnkılâp hareketine ve esaslarına karşı ve bunlara zarar verebilecek şekilde her ne surette olursa olsun propaganda yapanları veya telkinde bulunanları veya haber yayanları veya nakledenleri veya herhangi bir faaliyette bulunanları yargılayacaktır. Yine aynı madde hükmüne göre bu kanunun tatbikinde sıfat ve memuriyetler nazara alınmayacaktır.

Kanunun 4. maddesinde işlenen suçların cezası tayin edilmiştir. Buna göre bu suçları işleyenler, fiil teşebbüs halinde kalsa dahi 5 yıldan 15 yıla kadar ağır hapis cezasına çarptırılacaktır. 4. maddenin 2. fıkrasındaki hüküm ibretliktir ve İstiklal Mahkemelerinden esinlenmiştir. Bu fıkraya göre “vahim hallerde ölüm cezası hükmolunur”. Ayrıca bu suçların Türk Ceza Kanunu’nda tayin edilmiş cezası daha ağırsa o hükümler tatbik edilecektir.
Kanunun usul hükümleri faslının 5. maddesinde İnkılâp Mahkemelerince, 3005 sayılı kanun, yani suçüstü hükümleri uygulanacaktır. 

Kanunun 6. maddesi de yine İstiklal Mahkemelerinden mülhemdir. Bu maddeye göre savcı, tahkikatın icrası ve ikmali zımnında sorgu hâkiminin tüm yetkilerine sahiptir. Tevkif (tutuklama) ve tahliye kararları tasdike tabi değildir. Tevkif kararlarına karşı vuku bulacak itirazları başkan karara bağlar ve bu karar kesindir. Ancak sadece savcının takipsizlik kararı mensup olduğu mahkeme başkanının tasdiki ile tekemmül eder.
Kanunun 8. maddesi aynen İstiklal Mahkemelerinden kopyadır. Bu madde hükmüne göre “ İnkılâp mahkemeleri kararları kesindir. Ancak savcı ve maznun tefhim tarihinden itibaren 3 gün içinde, mahkemeden, kararın tekrar gözden geçirilmesini talep eder”. Malum olduğu veçhile ünlü bir İttihatçı da İstiklal Mahkemesinin hapis kararına itiraz etmiş, itiraz üzerine de “Aliler Divanı” hapis kararını idama tahvil etmiş ve bu İttihatçı asılmıştı.

Kanunun 10. maddesine göre bütün makam ve memurlar, hassaten bütün silahlı kuvvetler ve zabıta makam mensupları, bu mahkemeler savcılarının tahkikat, takibat veya infaza ilişkin emirlerini yerine getirmekle ödevlidir. Aynı maddenin 4. fıkrasına göre “bu emirleri yerine getirmeyenler hakkında fiil kasten işlendiği takdirde 5 yıla kadar ağır hapis, ihmal ile işlenmiş ise 5 yıla kadar hapis cezası hükmolunur”.
Kanunun 11. maddesine göre bu mahkemelerin hâkim ve savcı dışındaki tüm personeli ve hizmeti Milli Birlik Komitesi Sekreterliğinin tasvibiyle Devlet Teşkilatından temin olunacaktır. 

Kanunun 14. maddesine göre de bu mahkemelerin faaliyetine Millî Birlik Komitesinin kararı ile son verilecektir.

İnkılâp Mahkemeleri, tartışmasız İstiklal Mahkemelerinden mülhemdir. Bir eşkıya güruhu Yüksek Adalet Divanı ile yetinmemekte, bir de eğer millet darbeye, darbecilere karşı gelirse veya onlar hakkında bir şikâyet, itiraz ve memnuniyetsizlikte-velev kavlen olsun- bulunursa onları yargılamak için de bir olağanüstü mahkeme kurmaktadır. Her ne kadar Türk Milletinin bu gibi olaylarda tepkisel bir çıkışına tesadüf edilmemişse de, Demokrat Parti’nin sosyal tabanı gereği böyle bir endişenin darbecilerde varit olduğu gözlemlenmektedir. Ancak darbecilerin endişeleri vuku bulmamış, bu mahkemeler hakkında mufassal bir kanun çıkarılmasına rağmen tatbik ihtiyacı hâsıl olmamıştır.

27 Mayıs darbesi özgürlükçü değil, milleti hedef alan, onu sindirmeyi ve korkutmayı şiar edinen faşist bir harekettir. Yassıada rezalet ve melanetleri ölçü alındığında eğer darbecilere karşı kitlesel bir eylemde bulunulsaydı ve gazetelere yansıyan münferit hadiseler belli bir yoğunluğa baliğ olsaydı, hiç kuşkusuz bu kanun hükümleri aynen uygulanırdı.

İsmail Küçükkılınç




NATO' NUN LİBYADA NE İŞİ VAR DEMİŞLERDİ LİBYA DAN KADDAFİDEN MEKTUP VAR..




NATO' NUN LİBYADA NE İŞİ VAR DEMİŞLERDİ 


LİBYA DAN KADDAFİDEN MEKTUP VAR..



Diktatör diye tanımlanan Kaddafi’nin Libyası’nda bunların olduğunu biliyor muydunuz?
--Libya'da evlerde kullanılan elektrik bedavaydı.
--Su ve doğalgaz zorunlu ihtiyaç kapsamında olduğu için bedavaydı.
--Libya'da eğitim ve sağlık hizmetleri bedavaydı.
--Libya devleti, tüm hastalara ilacı hiçbir ücret talep etmeden veriyordu.
--Benzinin litresi 0.08 Euro, yani bir Libyalı'nın bir litre benzine ödediği para Türk Lirası'yla yaklaşık 20 kuruştu.
--Libya ulusal bankaları faiz almıyordu.
--Libya vatandaşları hiçbir şekilde vergi ödemiyordu.
--Libya hem Afrika'da hem de tüm dünyada en borçsuz ülkeydi.
--Libya'da arabalar fabrika çıkış fiyatına satılıyor, nakliye bedellerini ise devlet karşılıyordu.
--Yurtdışında burslu okuyan öğrencilere Libya devleti iadesiz olarak aylık 1650 Euro burs veriyordu.
--Libya'da tüm üniversite mezunları bir iş bulana kadar maaşa bağlanıyordu.
--Libya'da evlenmek isteyen tüm çiftlere devlet 150 metrekarelik daire veriyordu.
--Libya'da istisnasız olarak her aile aylık 300 Euro, yaklaşık 850 Türk Lirası yardım alıyordu.
--Petrol gelirlerinin yüzde 90'ı Libya halkına gidiyordu.”
Paralı ABD askerlerinin desteği ile linç edilerek öldürülen, Ülkemizle dostane ilişkileri olan Muammer Kaddafi’nin Türkiye’ye yazdığı mektubu paylaşmak istiyorum, sizinle.
Hiç bir hainlik bedelsiz kalmaz sevgili Türkiye,
Savaş gemilerini tüm ülkelerden önce tepemize yollayan sevgili Türkiye,
ABD uşakları ülkemizde kargaşa yaratıp binlerce insanımızı öldürdüğünde bu uşaklara silah, mühimmat ve para desteğinde bulunan Türkiye,
Siyasi karalamalar yapılırken gıkı çıkmayan üzerine hakkımızda karalama yapan aziz Türkiye,
Irak halkının başına gelenlerin Libya halkının da başına geleceğini bilen işbirlikçi Türkiye,
Müslüman’ım diyerek haçlı ordusuyla birlikte halkımızı katleden Türkiye,
ABD’ye ayak takımlığı yapan namuslu Türkiye,
Petrolümüze, vatanımıza, namusumuza göz diken teröristlerle birlikte hareket eden şerefli Türkiye,
6 aydan bu yana 20 binden fazla insanımızın öldürülmesine destek veren delikanlı Türkiye,
Sessizliğiniz suçluluğunuzu Aklamaz, Hiç bir hainlik bedelsiz kalmaz sevgili Türkiye,
Kıbrıs savaşında tek destekçiniz olan beni ve ülkemi sırtımızdan vurduğunuz için, Kardeş tutumunuz için teşekkür ediyor aynı hainlikleri, acıyı ve gözyaşını yaşamamanızı diliyorum canım Türkiye.
Sahi, şimdilerde Amerika tarafından oluşturulan (UGK) kukla yönetim tarafından yönetilen Kaddafi’siz Libyalılar çok daha mı özgür? Çok mu refah içindeler?
Şimdi bu sorulara ülkemizde net cevaplar verecek olan var mıdır acaba?



Başbakan Erdoğan Libya’ya gitmişti
29 Kasım, 2010 | 10:25












Libya lideri Muammer Kaddafi’nin davetiyle 3. AB-Afrika Zirvesi’ne onur konuğu olarak katılacak olan Başbakan Recep Tayyip Erdoğan Libya’ya gitti.
Başbakan Erdoğan’ı, Atatürk Havalimanı Devlet Konukevi’nden, Milli Eğitim Bakanı Nimet Çubukçu, İstanbul Valisi Hüseyin Avni Mutlu, İstanbul Büyükşehir Belediye Başkan Yardımcısı Ahmet Selamet, İstanbul Emniyet Müdürü Hüseyin Çapkın ve diğer ilgililer tarafından uğurlandı.
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ile birlikte Devlet bakanları Zafer Çağlayan ve Egemen Bağış ile AK Parti Grup Başkanvekili Bekir Bozdağ da Libya’ya gitti.
Libya’nın Başkenti Trablus’a hareketinden önce temasları ve zirve hakkında bilgi veren Erdoğan, “Bölgesel bütünleşme konuları ele alınacaktır. Ayrıca özel sektörün geliştirilmesi alt yapı enerji tarım güvenlik ve göç konusunda iki kıta arasındaki güç birliğinin güçlendirilmesi amacına hizmet edecektir. Ülkemiz AB ile tam üyelik müzakerelerini sürecini devam ettirirken diğer taraftan çok boyutlu dış politika bağlamında Afrika açılımını da yoğun bir şekilde sürdürmektedir.”dedi.

AB Afrika Birliği zirvesi devlet ve hükümet başkanları seviyesinde yapıldığına dikkat çeken Erdoğan, 2007 yılında Lizbon’da düzenlenen bir önceki zirvede Avrupa ile Afrika arasındaki ilişkilerin eşitlik temelli ortaklığa dönüştürülmesi yönünde sergilenen iradenin bu zirvede teyid edileceğini söyledi. Başbakan Erdoğan zirveye onur konuğu olarak davet edilmesi ile ilgili olarak, “Bu durum ülkemizin sadece bölgesinde değil, uluslararasında da küresel ölçeğe ulaşan öneminin memnuniyet verici bir göstergesidir. Bu konumumuzun yüklediği sorumlulukla hareketle, Afrika ve AB arasında ortak çıkarlar ve yükümlülükler temelinde eşit şartlarda bir ortaklığın geliştirilmesi için elimizden gelen katkıyı da vereceğiz.” şeklinde konuştu.

Kaddafi Uluslararası İnsan Hakları Komitesi tarafından şahsına önerilen insan hakları ödülünü kabul edeceğini aktaran Erdoğan, “Bu ödül son dönemde barış adalet insan haklarını ön palana çıkaran yaklaşımımızın uluslaarası alanda da takdir edildiğini göstermesi bakımında da önem taşımaktadır.” dedi. Erdoğan Libyalı yetkililer ile de ikili görüşmeler yapacağını bildirdi.
Başbakan Erdoğan ve beraberindeki heyet, özel Ana uçağı ile saat 08:30’da Libya’ya hareket etti.

..

Kadın Akademisyen Hilafet İstedi!


 Kadın Akademisyen Hilafet İstedi!



05 Şubat, 2015 | 11:47
Selin Şenocak


İstanbul Aydın Üniversitesi’nde düzenlenen Bölgede Dini Cereyanlar Çalıştayı’nda konuşan dr. Selin Şenocak skandal bir öneri sunarak Türkiye’nin tüm İslam devletlerinin başına geçerek hilafeti yeniden getirmesini talep etti.

Hilafetin yeniden gündeme gelmesini ve Türkiye’nin tüm İslam devletlerinin başına geçmesi gerektiğini söyleyen UNESCO Kültürel Diplomasi Kürsü Başkanı ve İstanbul Aydın Üniversitesi Garbiyat Batı Araştırmaları Merkezi Müdürü Dr. Selin Şenocak yaptığı konuşmada şunları söyledi:
“Hilafet yeniden gündeme gelmelidir. Bu Türkiye’nin önderliğinde yapılmalıdır. İttihadı İslam Teşkilatı çerçevesinde Müslüman ülkelerin biraraya geldiği yani Müslüman ülkelerinin işbirliği içerisinde kendilerine karşı yöneltilen tehditlere karşı haklarının korunduğu, içerideki çarpık yapılaşmayı düzene sokacak bir teşkilat lazım. Bunun da başını Türkiye çekebilir. Şu anda Müslüman ülkeleri birlik oluşturmadıkları için oluşturulan birlikler sadece kültürel ve ekonomik boyutta olduğundan bizler siyasi açıdan çok zor duruma düşüyoruz. Müslümanlar mağdurken ve Müslümanlara karşı bu kadar çok katliam yapılırken biz dünya basınında suçlu duruma düşüyoruz. Bunun düşünülüp gündeme gelmesi gerekiyor.”


..

HARB-İ UMUMİ EŞİĞİNDE OSMANLI DEVLETİ SON SAVAŞINA NASIL GİRDİ




HARB-İ UMUMİ EŞİĞİNDE OSMANLI DEVLETİ SON SAVAŞINA NASIL GİRDİ


Yazari  İsmail Kucukkilinc 
Aralık 22 2011 

Ülkemizde bugüne kadar yapılan çalışmalarda Osmanlı Devleti’nin I. Dünya Harbi’ne niçin ve nasıl girdiğinden ziyade harbin neticeleri öne çıkarılmış; İttihat ve Terakki Cemiyeti ile başta Enver birkaç İttihatçı liderin Osmanlı Devleti’ni yıkıma sürüklediği hükmüne varılmıştır. Genel kabule göre, Osmanlı Devleti bu harbe gereksiz yere ve Alman hayranı Enver’in oldu-bittisiyle girmiştir. Oysa bu harbe girilmeyebilirdi ve bugünkü sınırlarımız daha geniş olabilirdi. Bu harbe giriş sadece milletin değil, İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin tüm yetkililerinin de kabul ve tasvip ettiği bir karar değildi. Ancak Alman hayranlığını devletin ve milletin menfaatinin önüne geçiren Enver plansız, hesapsız bir zamanlama ve kararla İngiliz donanmasının takibinden kaçan iki Alman savaş gemisinin Osmanlı sularına girişine izin vermiş, sonra da Karadeniz’de Rus gemileri ve limanlarına saldırması için emir vermiştir. 

Mustafa Aksakal’ın Harb-i Umumi Eşiğinde Osmanlı Devleti Son Savaşına Nasıl Girdi (İstanbul: İstanbul Bilgi Üniversitesi yayınları, 2010) isimli çalışması tekerleme şeklinde dile getirilen bu ve benzeri yanlışları belgeler eşliğinde tashih etmektedir. Kitap hem ciddî bir emeğin ürünü hem de gerçekliği kabil-i inkâr olmayan vesikalar mecmuasıdır. Eser, önyargısız akademik bir namusla kaleme alındığından genel kabule aykırı hayli şaşırtıcı tespit ve bilgileri havidir. Genel kabulün resmettiği İTC ve Enver portresi dumura uğramaktadır. Heyecanlı, fütursuz, akılsız, hesapsız Alman hayranı Enver yerine bambaşka bir portre ile karşılaşıyoruz. Savaş için can atan, körü körüne Almanya’nın eteğine yapışan bir Enver, İTC ve İTC Hükümeti yerine, savaşa girmemek için her türlü manevrayı deneyen, ipleri kopma noktasına getirecek kadar şaşırtıcı ve hayret verici bir politika izleyen Enver, İTC ve İTC Hükümeti ile karşılaşıyoruz.

Mustafa Aksakal’ın çalışmasının kıymeti, hususiyeti şudur ki, Osmanlı Devleti’nin Almanya’yla imzaladığı ittifak anlaşmasıyla Almanya safında harbe girme iradesi arasındaki farkı çok net ve anlaşılabilir çizgilerle belirlenmiştir. Evet, Osmanlı Devleti Almanya ile bir ittifak için azimli ve gayretlidir; bunun aşağıda ifade edileceği üzere meşru ve makul gerekçeleri de vardır ama Osmanlı Devleti, bir harp için kendini kolay kolay ateşe atma niyetinde değildir. Harbe girmek bir seçenek olarak elbette masadadır ama bu, en son seçenektir. Almanya ile imzalanan ittifak anlaşmasıyla Osmanlı Devleti’nin harbe girdiği ya da girmiş sayıldığı ana kadar her iki devlet arasında yaşanan sinir harbi inanılır gibi değildir; her gün, her yeni bir gelişme diplomasi tarihinin henüz yazmadığı ve bir devletin kaldırmakta zorlanacağı ağırlıklara gebedir. “Harbe dâhil olmak, Almanya gibi bir devletle kurulan ittifakın tabii neticesidir” gibi beylik bir hüküm, bu kitabın tezine ve delillerine göre haksızlıktır. Çünkü Osmanlı Devleti Almanya ile ittifak kurmak için harcadığı enerjiyi harbe dâhil olmak için sarf etmemektedir. “İttifak kurmak ile harbe dâhil olmak arasında bağlantıyı fehmedememek” iddiası da günbegün yaşanan hadiseler ve gelişmelere göre çürütülmeye mahkûmdur. Osmanlı Devleti birçok ciddî korkunun, haklı ve makul sebebin ve en sonunda Alman –malî- tehdidinin, sekronik olarak geri dönüşü olmayan bir noktada kesişmesi neticesi harbe girmiştir.

Küresel bir bakış açısıyla, Osmanlı’nın Birinci Dünya Savaşı’na girmesi, dönemin önde gelen güçlerine karşı, yani Avrupa’nın ekonomik, siyasi ve askeri denetiminin istikrarlı bir şekilde yayılmasına bir tepki olarak görülebilir. Elinizdeki kitap Osmanlı liderlerinin 1914’te imparatorluğu parçalanmaktan ve yabancı denetimine girmekten kurtarabileceğine inandıkları yegâne kararı aldığını savunmaktadır. Aslında Ortadoğu’nun yakın gelecekte tümüyle yabancı denetimine gireceğini tasavvur etmek fazla bir hayal gücünü gerektirmiyordu” (s.4). Bu giriş cümlesiyle Osmanlı Devleti’nin harbe dâhil olmamak için harcadığı enerji tenakuz gibi görünebilir ama bu husus kitapta bihakkın telif edilmiştir.

Savaş patlak verdiğinde İtilaf devletleri tarafsızlığına karşılık Osmanlı Devleti’nin toprak bütünlüğünü koruyacaklarına dair yazılı vaatte bulundular; ancak Osmanlı Devleti bu teklifi reddettiği gibi red gerekçeside mevhum korkulara istinat etmiyordu. Mesela Rusya’nın Paris Büyükelçisi P.A.Izvolskii’nin 11 Ağustos 1914’te yazdığı bir mektuba göre Fransa Hariciye Nazırı Gaston Doumergue ile meslektaşları Avrupa’da patlak verecek bir savaşın Rusya’nın İstanbul ve Boğazları alacağı endişesini taşımaktadırlar. Doumergue ise Osmanlının sinirlerini yatıştırmak için toprak bütünlüğü garantisi verilmesini istemektedir; ne de olsa böyle bir garanti verilmesi savaş sonrasında Boğazlar meselesini kendi fikirleri doğrultusunda çözmelerine engel olmayacaktır. Hariciye Nazırı’nın bu görüşüne karşı Fransız Hariciyesinin diğer isimleri “Türkiye’nin düşmanlarımızın saflarında savaşa dahil olmasını sağlayıp ebediyen işini bitirmenin daha avantajlı olacağını” savunarak daha saldırgan bir çizgi benimsemektedirler (s.6). Oysa Osmanlı Devleti 1856’dan beri Avrupa Uyumu’nun üyesidir ve bu sistemde yer almak bir dizi toprak kaybını ve diplomatik başarısızlığı engellememişti (s.7). Bunun en yakın ve en ağır örneği Balkan Harbi’dir. Savaş öncesi statükonun korunacağını taahhüt eden büyük devletler, harp neticesi Osmanlı Devleti mağlup olunca sözlerini unutmuşlardır.
Avusturya-Macaristan veliahdının öldürülmesinin en azından bu devletle Sırbistan arasında bir savaşa yol açacağını Osmanlı Devleti tahmin etmektedir. Bunun gibi Balkan Harbi’nin yol açtığı elim hadiseler ve ağır travma da önemlidir. Enver, harp için can atan biri değildir. Kaldı ki Enver, Osmanlı sultanı tarafından, Berlin’in 1914’te çağrıda bulunduğu gibi cihad ilanını uygun bulmuyordu. Almanlara göre Panislamizm itilaf devletlerine ait topraklardaki devrimin pekiştirilmesiydi; Enver ise, “Berlin’e, cihad ilanının Almanya dâhil bütün ‘kâfir’ güçleri hedef alması gerektiğini, dolayısıyla bir seçenek olmayacağını hatırlatmıştı” (s.19-20).
Yazara göre, dönemin belgeleri ve siyasi literatürünün incelenmesi Osmanlı liderliğinin panislamist ya da pantürkist amaçlar izlemekten ziyade savaşı “tarihsel bir fırsat” olarak gördüğünü düşündürtmektedir(s.20).
Osmanlı Devleti, harbe girmiş olmakla birlikte Almanya’nın “kuyruğu” olmamıştır. Almanya’nın Süveyş Kanalı’nı hedefleyen bir saldırıyı finanse için teklif ettiği meblağı reddederken Enver şunları söylemektedir: “Almanya maddi ve mali bakımdan Osmanlı İmparatorluğu’nu desteklerse bunu kendi çıkarı için yapar. Osmanlı İmparatorluğu (Alman yardımını) kabul eder de, kendi kaderini Almanya’nın kaderine bağlarsa, o da bunu yalnızca kendi çıkarı için yapacaktır. Bu konuda hiçbir yanılsama olamaz” (s.20). Enver ülkedeki Alman yetkililerinin bilhassa Liman von Sanders’in büyükelçi Wangenheim’dan izinsiz kararları için de aynı tavrı sergilemektedir: “Bu ‘anlaşmada’ her şey yerli yerinde olmak zorunda. Alman İmparatorluğu’nun buradaki temsilcisi Liman değil, Alman büyükelçisidir” (s.20).
Yazar, girişten sonra ilk bölüde doğru ve isabetli bir tercihle Balkan Savaşları ve ertesinde oluşan duygusal atmosferi ele alıyor ve gerçekliği tartışmasız şu tespitte bulunuyor: “İttihat ve Terakki Cemiyeti Birinci Dünya Savaşı’na Almanya safında katılmaya, Büyük Güçler’in Osmanlı İmparatorluğu’nun içişlerine adeta sömürge imişcesine müdahale etmesine gösterilen bir tepki olarak karar vermiştir” (s.25). I. Dünya Savaşı’nın öncesinde Balkan mağlubiyetinin ezikliği geçmiş olmadığı gibi tam tersine Rumeli’den yaklaşık 400.000 Müslüman mültecinin gelmesi devleti derinden etkilemiştir. Tehcir esnasında yaşanan ve kınana eylemlerin gösterdiği tek gerçek şudur: Korumasızlık. Devletin değil, artık milletin bekası korkusu, Rumeli’nin kaybından sonra “yakın tehlike” halini almıştır. Dönemin nezaketi gazete, dergi ve diğer siyasî teşekküllere de yansımaktadır. Tek günah keçisi ilan edilen Enver, yalnız değildir; kamuoyunun da ondan farklı düşündüğü söylenemez. Bu korkunun yeni bir canlanışa yol açması yanında Edirne’nin istirdadı da bir nebze de olsa güvene işaret etmektedir.
Bir ihtimal daha var, o da donanma mı dersin” dedirtecek bir bölüm başlı başına dikkati mucip oluyor. “Yunanistan’la Savaşa Girmek mi?” başlıklı ikinci bölüm, bazı okumaların tekrar ve farklı gözle yeniden yapılmasını ihtar ediyor. Osmanlı Devleti 1913 Eylül-1914 Ağustosu arasında Yunanistan’la savaşın eşiğine gelmiştir. I. Balkan Harbi’nde Yunanistan stratejik öneme sahip Midilli, Sakız ve Limni’yi işgal etmişti; bilhassa Limni Çanakkale Boğazı’nın girişine hâkimdi. Yunanistan’la bir savaş, İtalya’nın Trablusgarb’ı işgali ertesinde kısa bir müddet tecrübe edildiği üzere Boğazların kapatılmasına ve böylelikle tahıl ihracatının %90’ı olmak üzere toplam ihracatının %50’sini Boğazlardan yapan Rusya’yı harekete geçirebilirdi. Bu ise şüphesiz, Almanya ve Britanya’nın müdahalesini tetikleyebilirdi (s.47-48).
Kuzey Ege adalarının geleceği Yunanistan ve Osmanlı Devleti’nin ciddi silahlanma ve donanma yarışını da beslemiştir. Anlaşmazlığın görünürdeki sebebi Osmanlı Devleti’nin Britanyalı iki şirkete sipariş ettiği dretnotlardı. Teslim tarihi yaklaşınca-ki ilk dretnot Temmuz 1914’de teslim edilecekti- Yunanistan’da siyasi karar vericiler, İzmir’i abluka altına alma ve saldırıyı beklemeden savaş başlatma planını değerlendirmeye aldılar. Çünkü böyle bir savaş Yunanistan’ın adalar üzerindeki hâkimiyetini pekiştirmekle kalmayarak İngiltere’nin müdahalesini gerektirecek ve plan iyi tatbik edilirse İngiltere dretnotların teslimini de iptal edilecektir. Bu dretnotlar teslim edilmeden donanma bakımından hayli zayıf olan Osmanlı Devleti, tüm kara güçlerini Balkan yarımadasına yaymaya ve Yunanistan’ın işgali halinde Bulgar tarafsızlığını temine çalışmaktadır.
Yunanistan’la yaşanan bu krizle senkronik başka bir kriz baş göstermiştir. Talat’ın düşüncesi gibi görünen bir kararla Aydın vilayeti ve Trakya’dan 200.000 Rum sürüldü. Haziran 1914’te Talat sürgünlere resmî bir görünüm kazandırmak için mübadele teklif etti. Talat, Rus Hariciye Nazırı’na Aydın vilayetinde az sayıda Rum bulunduğunu, Yunanistan’la mübadeleye dayalı bir ittifak bile kurabileceklerini söyledi. Talat Büyükelçi Giers’e anlaşmazlık konusu Midilli ve Sakız’a yakın Aydın vilayetinin Rum Ortodoks nüfusunun “temizlenmiş” olduğunu, dolayısıyla Yunanistan’ın oluşturduğu yakın tehdidin geçici olarak yatıştırıldığını söyler(s.47-49). Yazarın ara sıra devreye girmesi gerekip de buna ihtiyaç hissetmediği yerlerin başında bu son husus bulunmaktadır. Talat, Rum Ortodoks nüfusun “temizlenmiş” olduğunu ya söylememiştir ya da bunu taktik bir şekilde dile getirmiştir. Çünkü yazar da 1922 senesine kadar bölgede hatırı sayılır bir Rum Ortodoks nüfusun bulunduğunu kabul etmektedir. Kaldı ki, Yunanistan’la yapılan mübadeledeki rakamlar da ortadadır. Bir diğer nokta, Midilli ve Sakız’ın işgali ile İzmir merkezli Aydın vilayetindeki Rumların sürülmesi arasındaki birebir bağlantı birkaç cümleyi hak etmektedir, yazar bunu esirgemiştir. Kaldı ki, yazarın Rum Ortodoks nüfusun göç ettirilmesiyle ilgili ifadeleri dengeyi korur gibi bir manayı tazammun etmektedir. Ancak Rum nüfusun göç ettirilmesi yanında bir de onların öldürülmelerinin eklenmesi pek doğru gibi görünmemektedir. Çünkü öldürülme, göç ettirilmeyle aynı tonda dile getirilmektedir ki bunun doğru olmadığı ortadadır. Muhacirlerin geldikleri bölgelerde yaşadıkları hadiseler intikam duygularını beslemişse de bunun misilleme derecesine vardığını iddia etmek çok doğru olmasa gerektir. Ancak Rumeli’de yaşananlar, Rum Ortodoks nüfusun sürülmesinin en önemli nedenlerinden biridir. Fakat bunun oldukça abartıldığı bir vakıadır. Rusya’nın İstanbul Büyükelçisi Giers “Rum Patrikhanesi’nin Anadolulu Rumların Makedonya’dan gelmiş Müslüman mültecilerin elinde çektiği eziyeti ne kadar abarttığı açıklık kazandı” diye yazmıştır (s.57). Rum Ortodoks nüfusun göç ettirilmesiyle ilgili şikâyetlere tam zamanında Sadrazam Said Halim Paşa’nın Rumeli için yaptığı ikaza temas edilmesi bir denge niyetinin işareti gibidir. Balkan Savaşları birçoklarına Hıristiyanlar ile Müslümanların bir arada yaşamasının imkânsızlığını kanıtlamıştır (s.59).

Osmanlı Devleti, bu adaların iadesi yönünde her türlü uluslar arası girişimi yapmasına rağmen bir netice elde edememiştir; oysa ilk fırsatta bu adaları geri almak istemektedir. Çünkü bu dretnotlarla bir savaşa bile gerek kalmadan adalar geri alınabilecektir. Dolayısıyla İngiltere’deki dretnotlar teslim edildiğinde Ege’deki donanma hâkimiyetini ele geçirecek olan Osmanlı’nın bunları adaları tekrar almak için kullanacağı ve bunun da diğer devletleri harekete geçireceği aşikârdı. Aslında Rusya bile dretnotlardan korkmaktaydı, çünkü bunlar teslim edildiğinde Osmanlı, Karadenizde’de donanma hâkimiyetini ele geçirecekti.
Osmanlı Devleti’nin ittifak arayışının en önemli sebebi askeri güçten yoksun oluşudur. Mali durum ve sistem de çok kötüdür. Buna karşılık “Cavit Bey Fransızların hâkimiyetindeki Duyun-u Umumiye’yi devre dışı bırakmayı, dolayısıyla Osmanlı devletinin bu kuruma bağımlılığını azaltmayı amaçlıyordu. Bu amaçlar da anlaşılır bir biçimde Batı başkentlerinde beğenilmiyordu” (s.68). Rusya ise her seferinde Osmanlı reformlarının önüne engeller çıkarmış, Ermeni nüfusun yaşadığı yerlerde reform için ısrarcı olmuştur. Hariciye Nazırı Sazanof, Rus subayların Doğu Anadolu’da yapılacak reformların bir parçası olmasını istemektedir. İngiliz belgelerine göre, Sazanof itirazlarını Britanya’ya açıklarken “bir süre önce Ermeni temsilcilerin Türkiye Ermenistanı’nın Rusya’ya ilhak edilmesi ricasıyla Rus hükümetine başvurduğunu söylemişti”. Yazışmaya göre ilhak talebi kabul edilmemiştir. Ayrıca Rusya, Osmanlı Karadeniz Filosu’nun güçlenmesini istememektedir. Osmanlı’nın çeşitli ülkelerle yaptığı gemi yaptırma ve alma sözleşmelerinden dolayı Rus Bahriye Nazırı Amiral I.K. Grigorovich, bir yıl içinde Türklerin Karadeniz’de tartışmasız üstünlüğü ele geçireceklerini söylemiştir (s.69). Rusya, Londra üzerinde baskı kurarak Osmanlı’ya teslim edilmesi gereken bir dretnotun tesliminin ertelenmesini sağlamış, Osmanlı’nın almak için anlaşma yaptığı birçok gemiyi kendisi devreye girerek almıştır (s.70).
Osmanlıların Almanya ile ittifak kurma çabaları 1912’de başarısızlığa uğramış, Alman hariciyesi II. Wilhem’e aksi görüş bildirmiş, Temmuz 1914’deki krize kadar da ittifak gerçekleşmemiştir. Kriz patlak verdiğinde de Almanlar ilk teklifi reddetmiştir.
Almanya ile ittifak ve Osmanlı devletinin savaşa girişiyle ilgili çok şey söylenmiştir. Trumpener’e göre Osmanlı İmparatorluğu Almanya’nın uydusu değildi; fakat şu da söylenmelidir ki, Osmanlılar da diplomatik bakımdan Almanya’nın dengi değildi (s.72).
Yazar, Almanların ittifak öncesi Osmanlı Devleti ve Ortadoğu ile toprak beklentisi ve iktisadi çıkarlarını çok iyi özetliyor ve Almanya’nın Osmanlı devleti parçalandığında mümkünse daha fazla toprak beklentisini örneklerle süslüyor. Hatta 1914 Ağustosu’nda kutlamalarla karşılan Alman gemileri aslında Osmanlı devletinin parçalanmasında görev yapmak üzere Osmanlı karasularının yakınına yerleştirilmişti.
93 Harbi’nden sonra Rusların Ermenilerin yaşadığı Osmanlı doğu vilayetlerinde bir Rus protektorası kurması ciddi bir ihtimal haline gelmiştir. Ayastefanos Anlaşması’nın 16. Maddesine göre Ermenilerin, Müslüman komşuları “ Kürt ve Çerkeslere” karşı korunması garanti altına alınıyordu. Ancak Berlin Anlaşması’nın 61.maddesine göre Osmanlı, sadece bölgede reformlar yapmak ve bunu büyük güçlere sunmakla mükellef tutuluyordu. Yani Rus ordusu ıslahatın uygulanması için bölgede bulunamayacaktı. 1913’te Osmanlının parçalanmasının yeniden önem kazanması sadece Balkan mağlubiyetinden değil, Rusya’nın doğu vilayetleri için reform baskısını arttırmasından da kaynaklanıyordu. Rusya’nın 6 Haziran 1913’te büyük güçlere sunduğu reform önerisinde merkezi Erzurum olan özel bir valilik kurulması yer alıyordu. Buna göre Doğu Anadolu’da altı Osmanlı tek vilayet halinde birleştirilecek ve bir “Ermeni” vilayeti oluşturulacaktı. Vilayetin idaresi ise büyük güçlerin göstereceği ve Osmanlının onaylayacağı iki genel validen oluşacaktı. Rusya’nın bu önerisi Almanya tarafından bölgenin Osmanlı bütününden ayrılması, Osmanlı topraklarının adı konulmadan parçalanması ve Rusya’nın ilhakı şeklinde görülmüştür(s.82-83). Balkan Harbi’nden sonra Rusya’nın bölgeyi işgal endişesi Almanya’yı çözüm arayışlarına itmiş, Almanya muhtemel bir parçalanmada kendisinin bundan ne kadar istifade edebileceğini hesaplamıştır. Kaldı ki Wangenheim, Nisan 1913’te Rus ajanlarının, Rus hükümetinin Kürtlerin bağımsızlığını destekleyebileceği vaadiyle Van gölü çevresindeki iki Kürt grubu arasındaki ihtilafı halletmede başarılı olduğunu yazmıştı. Ayrıca Ruslar, Kürtler ile Ermeniler arasındaki ihtilafı da derinleştirmeye çalışmaktadır: “Rusya’nın amacı, Kürtleri Ermenileri katletmeye kışkırtmaktır, böylece askeri müdahaleyi haklı göstereceklerdir”. Kaldı ki, Rusya Büyükelçisi Giers, bir an önce müdahalede bulunmasına taraftardır ve Osmanlı Devleti’nin donanmasını güçlendirip Ege Adaları meselesini hallettikten sonra-ki bu donanma Karadeniz’in de en güçlü donanması haline gelecektir- birliklerini Doğu’ya kaydırmasının muhtemel olduğunu yazmaktadır. Rusya ve Almanya bu varsayımlar üzerinden hareket etmekteydi(s.84-85). Ancak Rusların değerlendirmeleri daha dikkat çekiciydi. Harbiye Nazırı Suhomlinof, Sazanof’la birlikte Kafkaslar’daki birliklerin hareket geçirilmesini, sınırı aşıp Erzurum’a girmesini önermişti; çünkü Doğu Anadolu onlara göre çoktan Osmanlı’nın ayrılmaz parçası olmaktan çıkmıştı. 9 Şubat 1914’te Osmanlı hükümetinin Büyük Güçler’in Ermeni reform tasarısını imzalamasından sonra Rus Büyükelçiliği Maslahatgüzarı Gulkeviç geçen altı ayda yapılan müzakerelerin kapsamlı bir özetini çıkarmıştır. Bu raporda insani amaçlı müdahalede bulunmakla emperyalist yayılmacılık arasında ince bir çizginin bulunduğuna dikkat çekiliyor, Rusya İstanbul’a gelirse Yunan unsuruyla muhtemel bir çatışmada İstanbul’daki 200.000 Ermeni’ye güvenilebileceği ifade ediliyordu (s.86-87). Rusya’nın planlı bir şekilde hareket ettiği görülmektedir. Balkan Harbi öncesinde de statükonun korunacağına dair yayınlanan notaya önayak olan Rusya Hariciye Nazırı Sazanof, bilahare baştaki bu duruşlarını değiştirmelerinin sebebini çok güzel özetliyordu: Aslında bu nota sadece Osmanlı Devleti’nin toprak kazanmasını engellemek niyetine matufmuş. Bunun yanında Ekim 1912 sonunda, İstanbul’daki Batılılar ve gayrimüslimleri koruma bahanesiyle başkenti ve başka bölgeleri işgal etmek için çok uluslu bir filo toplanmış. Alman belgelerine göre gerekirse karaya çıkılarak geçici bir yönetim kurulmasına yönelik planlar da bulunmaktaymış. İngiliz Hariciye Nazırı Grey, İstanbul’un uluslar arası bir kent haline getirilmesini bile teklif etmiş ancak İstanbul Osmanlı’da kalmayacaksa kendileri dışında bir gücün idaresine karşı olan Rusya Hariciye Nazırı Sazanof, bu teklifi önlemiştir (s.88).
Liman von Sanders heyetinin İstanbul’a gelişi de Rusların bazı akıl almaz tekliflerine yol açmıştır. Çünkü İstanbul ve Boğazlar bölgesinde bir Alman komutanın bulunması güçler dengesini bozacaktı; Rusya bunun karşılığında küçük bir taviz istemekteydi: Erzurum’un idaresi Ruslara verilmeliydi (89-90).
Büyük Güçler arasında Osmanlı toprakları ile ilgili teklif ve görüşler inanılır gibi değil ama pazarda elma-armut pazarlığı mesabesindedir. Rusya’nın İngiltere ve Fransa nezdinde yaptığı girişimler rahatsız edici olmasına rağmen Osmanlı devleti yine de Rusya ile uzlaşma yolları da aramaya çalışmaktadır. Mesela Osmanlı devletinin donanmasının hedefinin Rusya olmadığı söylenmektedir. Rusya ise bu güçlenmeden korkmakta ve hükümetin muhaliflerini de desteklemektedir. Hatta Rus hükümeti Nisan 1914’te Kürt lider Abdürrezzak Bedirhan’ı da desteklemektedir. Bedirhan liderliğinde Ermeni ve Kürt nüfusunun Osmanlı hükümetine karşı koyması çabası ekseninde birleşmelerini amaçlayan bir Ermeni-Kürt örgütü de kurulmuştu( s.98). Rusya’nın bu oyunu, Osmanlı hükümetini de bazı düşüncelere sevk etmiş ve Rusya içindeki Müslümanların ayaklandırılması düşünülmüştür.
Yazar, Temmuz krizi bağlamında Osmanlı hükümetinin ittifak güçleri içinde yer alma meselesini geniş bir şekilde ele almaktadır. Ancak başlarda Alman Hariciye Nazırı Jagow, Viyana’nın bu teklifini bilhassa İstanbul’dan gelen haberlere dayanarak reddetmektedir. Çünkü Osmanlı’nın askeri gücü çok zayıftır-ki Rusya’ya saldırgan bir pozisyon alamayacaktır- ve yük getirecektir (s.108-110). Enver, böyle bir ittifak içinde ısrarla yer almak istemekte ve bu niyetin sadece kendisine ait olmadığını söylemektedir. Eğer Almanya bu teklifi reddederse Osmanlı hükümeti itilaf devletleri yanında bile yer alabilecektir. Wangenhem bile, ittifaka karşı olmasına rağmen Osmanlı’nın bu yönde bir tercihte bulunabileceğini yazmaktadır(s.113). Gelişen olaylar, Almanya’yı ittifak için ikna etmiştir. Berlin anlaşmayı Temmuz krizi sırasında elini güçlendirmenin bir yolu olarak görürken, İstanbul bunu imparatorluğa yönelen saldırıları caydırarak uzun vadeli güvenliğe uzanacak yol olarak görüyordu; 2 Ağustos 1914’te ittifak anlaşması imzalandı (s.115-117).
Osmanlı hükümeti Almanya ile bir ittifak kurmuş ve harbe giriş dışında bunun gereğini de yerine getirmeye çalışmıştır. Berlin, bu ittifaktan behemehal Osmanlı Devleti’nin harbe girmesini ve Rusya’ya saldırmasını anlamaktadır ancak Osmanlı hükümeti pek öyle düşünmemektedir. Osmanlı hükümet yetkililerinin manevraları Almanları çileden çıkaracak kadar profesyoneldir. Savaş rüzgârları esmeye başladığında Enver Paşa, Berlin Anlaşması’nın hükümlerine mugayir olarak Osmanlı limanlarında demirlemiş yabancı, bilhassa Rus ticaret gemilerinin, Rusya’ya ait petrol ve gıda yükünün müsadere edilmesi talimatını vermişse de niyet savaşa girmek değildir. Bu arada sadece Osmanlı vatandaşlarına değil, ülkedeki yabancılara da mali yükümlülükler getirilmiştir; bunun en önemli sebeplerinden biri İngiltere’nin 1 Ağustos’ta Sultan Osman ve Reşadiye gemilerine el koymasıydı. Temmuz sonunda bu gemileri teslim almak için İngiltere’ye mürettebat da gönderilmişti (s.123-124). İngiltere bu kararı alırken Yunanistan’ın da ABD’den iki savaş gemisi aldığı haberleri yaraya tuz basmıştır.
Osmanlı hükümeti, bu günlerde iyi bir taktik mücadele vermiş, Osmanlı’yı bir an önce harbe sokmak isteyen Liman Von Sanders’i dizginlemek için itilaf devletlerinin Alman askeri heyetinin gönderilmesi ısrarlarını koz olarak kullanmıştır. Çünkü Osmanlı ittifaktan behemehâl harbe girmeyi kaçınılmaz bir seçenek olarak görmüyordu. Silahlı tarafsızlık bile Almanya’nın lehineydi. Daha sonra Yavuz ve Midilli ismini alacak olan iki Alman gemisinin Boğazlar’a girişi bile kolay olmamıştır. Bunun için de meşru mazeretler ileri sürülmüş ancak bunlar bir Bulgar-Osmanlı ittifakı olmaksızın 10 Ağustos’ta Boğazlar’a girmiştir. Bulgaristan’la ittifak devletin Avrupa topraklarını garantiye almak için şart koşulmaktaydı ve Almanlar kısmen ikna olmuşlardı. Bu gemiler Boğazlar’a girerken bile Osmanlı hükümeti “kuyruk” olmadığını ilan eden kararlar almıştır. Mesela Almanya kapitülasyonların kaldırıldığını kabul etmeliydi (s.130). Bu talep kabul edildi ancak Wangenheim, Osmanlı hükümetinin bunda kararlı olduğunu ve derhal tatbik edeceğini tahmin etmemekteydi. Osmanlılar 9 Eylül 1914’te kapitülasyonların lağvedildiğini ilan ettiğinde Wangenheim, bunu itilaf devletlerinin bir komplosu olarak niteleyip kınamıştır. Wangenheim mali kapitülasyonlardan ziyade hukuki kapitülasyonların lağvedilmesine itiraz etmiştir(s.131).
Osmanlı Devleti, ittifakı izleyen günlerde ittifakı tehlikeye atmaksızın harbin dışında kalabilmiştir. Almanya adına baskı yapan Sanders’e Enver niyetlerinin samimi olduğunu ancak ordunun hazırlıklı olmadığını ve Bulgaristan’ın durumunun belirsizliğini ifade etmiştir.
Bulgar ittifakı söz konusu olduğunda da Osmanlı hükümeti yine ipe un sermiş, Bulgar yetkililerden ittifak anlaşmasının ertelenmesini rica etmişler, Talat ve Enver de kızgın olan Wangenheim’i yatıştırmak için tiyatro aktörleri gibi rol yapmışlardır (s.141). Asında Wangenheim da Berlin’e yazdığı raporlarda Osmanlı hükümetine yardımcı oluyor, askeri durumun bir saldırı için yeterli olmadığını yazıyordu. Bu süreçte “özellikle de Enver, taviz vermeyen savaş taraftarı gibi davranarak bu rolün hakkını veriyordu” (s.178).
Enver, tam bu sıralarda Rusya’ya ittifak teklif ederek söylenildiği gibi “çapsız” biri olmadığını ispat etmiş, Rus yetkilileri bu teklifi ciddi ciddi düşünmüşlerdir. Büyükelçi Giers’e göre bu ittifak müthiş bir şeydi. Enver, eğer ittifak kurulursa, Alman asker heyetini derhal gönderecekti. Giers’e göre Enver, samimiydi. Sazanof ile de St. Petesburg’taki Osmanlı Büyükelçisi Fahreddin Bey görüşmüş, Sazanof, Ermeni reform projesi dışındaki diğer teklifleri de kabul etmişti. Fakat Sazanof gibi İngiliz Hariciye Nazırı da toprak tavizine yanaşmıyordu. Ancak ittifakı destekleyen Rus yetkililerine göre Osmanlılara verilecek toprak tavizi dışında hiçbir şey onları itilaf devletleri yanında harbe sokamazdı. Anlaşılan o ki Enver ya bir usta tiyatro aktörüydü ya da gerçekten toprak kazanımı ve devletin bekası garantisi karşılığı her iki güce de aynı mesafeydi.
Ancak Ruslar, bu ittifakı kârlı görmediler; Kafkasya cephesindeki Rus birlikleri yerinde kaldığı gibi buraya ek birlikler kaydırılması kararını aldı. Ayrıca harp çıkması halinde Kürtler, Ermeniler, Süryanilerin isyan etmesi için hazırlıklara başlama kararı aldılar. “Silahlar hazırlanmıştır, ama bunlar ancak gerektiği anda dağıtılacaktır” (s.152).
İtilaf devletleri savaşın en çetin geçtiği Ağustos ile Ekim ayları arasındaki süre zarfında Osmanlı’yı savaşı dışında tutmaya büyük önem vermiş ve ilişkinin sona erdirilmesinin tüm yükünü İstanbul’a yüklemişlerdi; çünkü savaşın sonunda Osmanlı imparatorluğu parçalandığında İngiltere’nin Mısır’ı ilhak etmesi, Fransızların Suriye’yi denetimine alması ve Rusların Boğazlar’a inmesinin meşru hazırlığı yapılıyordu. Yani Osmanlı saldırgan gösterilerek parçalanma daha etkili bir şekilde yapılacaktı (s.153).
Tüm bunlara rağmen Osmanlı hükümeti ve Enver, yazılanların aksine savaşa hemen girmeye meyilli değillerdi. Enver, Sanders’in sıkıştırmalarından rahtsızdır; çünkü Osmanlı ordusu henüz hazır değildir; Bulgaristan ve Romanya’nın durumu netlik kazanmamıştır. Bu durumda savaşa girmek faydadan ziyade zarar verecektir, ancak Osmanlı devleti silahlı tarafsızlıkla da Almanya’ya birçok katkılar sunabilmektedir ve bu husus Wangenheim tarafında da kabul edilmektedir. Eylül 1914 gibi geç bir tarihte bile İstanbul’da bulunan Alman yetkililer imparatorluğu savaşa çekme düşüncesine pek sıcak bakmıyorlardı. Osmanlı devleti Karadeniz’de ve Kafkaslar’da Rusya’yı ya da Mısır’da Britanya’yı karşısına aldığında Bulgaristan Trakya’ya saldırabilirdi ( s.163-164).
Almanya Osmanlı hükümetinin mazeretlerini bahane olarak gördüğü ve çaresiz kaldığı anda vurucu darbeyi indirdi ve Osmanlı faal bir askeri rol üstleninceye kadar bütün malzeme ve mali yardım taleplerini asıya alma kararı aldı. Artık Osmanlı bir işe yaramalıydı. Kanal çıkarmasının hedefi orayı almak değil, İngiliz birliklerini orada bulunmaya mecbur etmekse de böyle bir saldırı yapılmalıydı. Buna rağmen Osmanlı hükümeti yine de makul gerekçelerle mesela Odesa’ya yapılacak bir saldırının zaman alacağını ifade etmeye çalıştı.
Yazar, bir ilim adamı haysiyetiyle şu mükemmel tespiti yapmaktadır: “İstanbul’daki Alman temsilcilerle Ağustos 1914’ten Ekim 1914’e dek süren müzakereler Osmanlı liderliğinin savaşa katılmayı kabul edilebilir, fakat muhtemelen kaçınılabilir bir politika olarak gördüğünü, savaşa girmeyi olabildiğince uzunca bir süre ertelemeye çalıştığını ortaya koymaktadır. Hedef, hiç kuşkusuz, Osmanlı’nın kaynaklarını tüketmeden, kanını fazlasıyla dökmeden Alman ittifakını ve daha da önemlisi savaş sonrasında Alman yardımını güvence altına almaktı” (s.177). Zaten ittifak anlaşmasının nispeten uzun sureli olması da başlı başına başarı kabul edilmekteydi. “Osmanlı politikası açısından 1914’te en önemli belirleyici etken uzun vadeli uluslar arası güvenlik ve ekonomik kalkınma olduğundan, 1914’ün yaz ayları boyunca süren Osmanlı-Alman müzakereleri bu bağlamda değerlendirilmelidir” (s.178).
Osmanlı Devleti’nin savaşa girişi iki Alman gemisinin-ki resmi söyleme göre artık iki Türk gemisi- Karadeniz’e açılması ve yaptığı saldırılarla olmuştur. Ancak bu gemilerin bu hareketler için serbest bırakılması da kolay olmamıştır ve Osmanlı hükümeti sonuna kadar direnmiş, çaresizliğin geri dönüşünün olmadığının hissedildiği anda bu gemilere izin verilmiştir. Çünkü ittifak artık tehlikeye girmiştir ve bunun devamı ise ancak Osmanlıların harekete geçmesiyle mümkün hale gelmiştir. İki geminin Karadeniz’e hareketinin ertelenmesi için ne gerekiyorsa yapılmıştır-Almanlara fırça dahi atılmış, hatta hazırlıkların tamamlandığı andaki bir hareket de ertelenmişti-; yapılacak hiçbir şeyin kalmadığı anda kaderin ve geleceğin ne göstereceğinin beklenmesine razı olunmuştur. Artık öyle bir noktaya gelinmiştir ki “Berlin’e göre Osmanlı’nın savaşa dâhil olması, yalnızca askeri güçle, yani Rusya ve Britanya güçlerinin başka cephelere kaydırılmasıyla, ilgili değildi. Osmanlı’nın savaşa girmesi Berlin için saygınlık ve nüfuz açısından da önemliydi. Osmanlı’nın savaşa dahil olması Balkan devletlerini de ittifak devletleri saflarına kazanmak ve… İttifak devletlerinin Müslüman tebaası arasında sömürge karşıtı isyanlarının kıvılcımını çakmak için de kullanılabilirdi” (s.191).
Souchon komutasındaki Alman donanmasının denize açılması sürecinde yaşananlar, Osmanlı diplomasini tarihini yeniden yazdıracak kadar çetrefil ama bir o kadar da profesyonelcedir. Bu süreçte hâlâ Osmanlı hükümeti savaşa girmeyi geciktirecek argümanlara sahiptir ve bu argümanları değersiz kılan en önemli şey, beka kaygısı ve derinden hissedilen malî durumun vahametidir. İtilaf devletlerinin seferberliği bitirmek kaydıyla kredi verme teklifi biraz geç kalmış bir tekliftir ve diğer hadiselerle birlikte değerlendirildiğinde ittifakı sona erdirebilmek için yetersizdir. Almanya, Osmanlı hükümetini can evinden vurmuştur. Tüm bunlara rağmen Enver, saldırının sorumluluğunu Souchon’a bırakmış ve saldırı ertesinde bile vaziyeti idare etmeye çalışmıştır. Souchon, önce iki Rus gemisini batırmış, sonra da Sivastopol limanını bombalamıştır. Ancak saldırı gerekçesi inandırıcı olmasa da Ruslara bağlanmıştır.
Osmanlı Devletinin savaşa girişi, Almanya ile kurulan ittifakın bir neticesiydi ve geri dönüşü olmayan bir noktada vuku bulmuştu. İtilaf devletlerinin yaklaşımı bir bütün olarak ele alındığında Almanya ile yapılan ittifak doğru bir karardı ve Osmanlı hükümetinin yapabileceği başka bir şey yoktu. Savaşa giriş, Enver’in emrivakisi olarak değil, planlı ve geniş katılımlı bir kararın sonucuydu. Bu kararı besleyen, tetikleyen sebepler, Osmanlı devletinin kuşatılmışlığı ve beka meselesiydi. İtilaf devletleri bir ittifaka yanaşmadıkları gibi, Osmanlı devletinin silahlı veya silahsız tarafsızlığı halinde de netice farklı olmayacaktı. Savaş, belki bazı toprakların kaybına yol açmıştır ama imparatorluğun tamamen yok olmasını da engellemiştir. Nihayetinde az da olsa bir toprak parçası bu savaşla garanti altına alınmıştır.
İsmail Küçükkılınç
Not: Kitapta Ermeni ve Rumlarla ilgili bazı ifadeler problemlidir. Uluslar arası akademik camiada tanınırlığı olan ve yabancı üniversitelerde görev yapan akademisyenler, uluslar arası akademik dünyanın hışmına maruz kalmamak için bazen haksız tespit ve rakamları dillendirebilmektedir.

.

Irak’ın “ Kurtarıcıları ”



Irak’ın “Kurtarıcıları”



Yazan; Manlio Dinucci


İtalyan Coğrafya Bilimci Manlio Dinucci Irak’ta devam etmekte olan cihatçı savaş operasyonu uzun döneme yaygın retrospektif bağlamında ele alarak, Suriye savaşının Irak’a sıçraması şeklinde değil de, ABD’nin Irak’taki üçüncü savaşı olarak, ayrıca değerlendiriyor. Bu bağlamda, Dinucci’ye göre aslında Irak savaşı, Suriye sıçramış bir savaştır.

VOLTAİRE SİTESİ  ROMA (İTALYA) 

16 AĞUSTOS 2014 

Irak yönetiminden İslam Emirliği/Irak-Şam İslam devleti organizasyonu (IŞİD) eline geçen bölgedeki hedeflere 08 Ağustos’ta bomba atan ABD’ye ait savaş uçakları, 1991’de Irak’a karşı, ilk savaş açan Cumhuriyetçi Başkan onuruna, Georges H.W. Bush adı verilen uçak gemisinden havalanmışlardı. Saddam Hüseyin’e, kitle imha silahlarına sahip olduğu ve El-Kaide terör örgütüne destek verdiği gerekçesiyle, daha sonraları asılsız olduğu anlaşılan bazı “delillere” dayanılarak, suçlama getirilip, 2003’te oğul George W. Bush yönetiminde de saldırılara devam edilmiş ve Irak ülkesi işgal edilmişti. ABD yönetimi, Irak iç savaşında bir milyondan fazla askeri seferber ederek, müttefik ülkelerden gelen ve paralı olarak görev verilen yüz binlerden fazla askeri cepheye sürerek, Ortadoğu’daki jeo-stratejik öneme ve zengin petrol yataklarına sahip Irak’ı kontrol altın alma şeklindeki hedefine tam olarak ulaşmadan, esas itibariyle mağlup olarak Irak’tan çekildi.




Tam da bu aşamanda sonra, Ağustos 2010’da ABD ve müttefik ülkelerine ait işgalci güçlerin çekileceğini ilan edip, Irakta doğmakta olan “Yeni Şafak” Müjdesini veren (Nobel Barış Ödülü Sahibi), Demokrat Başkan Barack Obama sahneye çıktı. ABD güçlerinin, kan kırmızısı yeni doğan şafakla Irak’a sınırı olan Suriye’ye taşıdığı açık savaşın bundan sonra örtülü bir şekilde sürdürüleceğine işaret ediyordu. Bu faaliyetler çerçevesinde, ABD’nin bölgede izlediği stratejinin bir enstrümanı iken, Birleşik Devletlere karşı mücadele veren fiili bir düşman sloganıyla sahneye çıkan Irak-Şam İslam devleti örgütü/ organizasyonu (IŞİD) böylece doğmuş oldu. IŞİD organizasyonu gücünün büyük bir kısmını Suriye’de konuşlandırması tesadüf eseri değil. Cihatçı örgüt şefleri ve militanları, Libya Devlet Başkanı Muammer Kaddafi’yi devirmek üzere ABD gizli servisinden silah, askeri eğitim ve finansman desteği aldılar. Libya’daki İslamcı oluşumlarının bünyesinden yer aldıktan sonra, terörist örgüt sıfatı verilerek, Suriye’ye gönderildiler. Afganistan, Çeçenistan, Bosna-Hersek ve diğer bazı ülkelerden
gelen, çoğunluğu Suriyeli olmayıp, Suriye savaşına katılan diğer militanlarla birleştiler. Suriye Cumhurbaşkanı Beşar Esad’ı devirmek amacıyla, özellikle Türkiye sınırlarından Suriye’ye girdiler. CIA tarafından organize edilen bir ağ üzerinden silahlandılar.

IŞİD organizasyonu böylece, öncelikle Hıristiyan kesime saldırarak, Irak’ta mevzi kazanmaya başladı. Bu organizasyon olup biten gelişmelerden dolayı “derin kaygı” duyduğunu bildirerek resmi olarak izleyici kalan Washington yönetimine (Obama yönetimi başka türlü tanımlama getirse de) 

Irak’ta üçüncü bir savaşı yürütme yolunu açtı. Geçen Mayıs ayında açıklandığı gibi, ABD askeri gücünü iki durumda seferber etti: 





ABD vatandaşları veya çıkarları tehdit edildiğinde; hiçbir şey yapmadan kenarda kalmanın mümkün olmadığı boyutlarda “insani bir krizin” çıktığı 
zaman.

Amerika Birleşik Devletleri, savaş açarak ve ambargo uygulayarak, milyonlarca sivil Iraklının ölümüne sebebiyet vererek ve 20 yıldan fazla bir süre 
provokasyon yarattıktan sonra, şimdi de dünya kamuoyu nazarında Irak halkının kurtarıcısı olarak sahneye çıkıyor. 
Başkan Barack Obama “Uzun Vadeli bir Projenin” söz konusu olduğunu açıklamıştı. Irak’ta gerçekleştirilen yeni hava saldırısına gelince, görev sorumluluk alanı Ortadoğu bölgesi olarak belirlenen, emrinde 100 uçak ve 8 savaş gemisi bulunan, Amerika Merkezi Komutanlığı – CentCom, özellikle Kuveyt’e hazır kıta bekleyen 10.000 asker ve 2000 deniz piyadesi gibi başka güçleri de kullanabilir.

Amerika Birleşik Devletleri (ABD), Irak’ta ekonomik varlığını daha da güçlendirmek amacıyla Başbakan Nuri El-Maliki döneminde Bağdat ile güçlü 
işbirliği bağları kuran Çin’in saf dışı edilmesi de dâhil, Irak’ta kontrol sağlama stratejisini yeniden uygulamaya koyuyor. Washington yönetimi, bu faaliyetler çerçevesinde, daha kolay kontrol edebilmek üzere, Irak ülkesini üçe bölmeyi kendi çıkarına uygun olduğunu düşünüyor: 

Kürtler, Sünniler ve Şiiler. İtalya Dışişleri Bakanı Federica Mogherini, bu aynı anlayışla, Bağdat merkezi hükümet yerine, Bölgesel Kürt Yönetimine, askeri yardım da dâhil olmak üzere, yardım yapılması taahhüdünde bulunmuştur.

Manlio Dinucci
Çeviren; 
Nizamettin Karabenk
Kaynak ;
Il Manifesto (İtalya)

http://www.voltairenet.org/article185087.html

..