11 Ocak 2015 Pazar

HEPAR'IN «FARKI» !




HEPAR'IN «FARKI» !





MÜDAFAA-İ HUKUK
Serdar ANT

denizkurdu66@gmail.com


Parayı veren, düdüğü çalar.
Türk atasözü


...Osman Pamukoğlu tarafından yazılan 28 Temmuz Bildirgesi'nde «Emek ve alın teri her şeydir» deniliyor. Madem öyle, o zaman HEPAR yönetiminde neden emekçiler bir elin parmaklarıyla sayılacak kadar az?

11 Aralık 2009 Cuma

Genel Başkanlığını Osman Pamukoğlu'nun yaptığı Hak ve Eşitlik Partisi (HEPAR)'ın söyleminde de, isminde olduğu gibi, «hak» ve «eşitlik» kavramları ağırlıklı bir yere sahip... Parti programında ve Osman Pamukoğlu'nun konuşma ve demeçlerinde sürekli eşitliğe vurgu yapılıyor, sosyal adaletin egemen olduğu bir dil yeğleniyor. Örneğin, «Ülkenin baş düşmanları olan fakirlik ve cehalete, bütün kaynaklar seferber edilerek savaş açılacaktır» vaadi, Osman Pamukoğlu tarafından açıklanan 28 Temmuz Bildirgesi'nde Hak ve Eşitlik Partisi'nin değişmez ilkelerinden biri olarak sunuluyor. Yine aynı Bildirge'de vurgulanan bir diğer ilke de oldukça dikkat çekici:

«Emek ve alın teri her şeydir.»

Örneğin HEPAR'ı merak edip partinin web sitesini ziyaret edenler, sitenin ana sayfasında şu ifadeyle karşılaşıyorlar:

«İkinci bir milli uyanış şarttır. Bunun için halk önce fakirlikten ve cahillikten kurtarılmalıdır.»

Osman Pamukoğlu da katıldığı çeşitli televizyon programlarında, verdiği demeçlerde ekonomik sorunların terörden bile önemli olduğunu vurguluyor. Pamukoğlu, en son olarak Fatih Altaylı'nın TEK'e TEK programında bu konunun önemine değindi ve şöyle konuştu:

«Önce halkın karnı doyacak, barınma, sağlık ve eğitim sorunları çözülecek. Öncelikli sorunlar bunlardır.»

HEPAR'ın ve Osman Pamukoğlu'nun bu yaklaşımına karşı çıkmak, belirtilen konuların önemsiz olduğunu iddia etmek mümkün mü? Diğer bir ifadeyle, söylem düzeyinde «hak» ve «eşitlik» vurgusu yapmayan parti var mı Türkiye'de? Bütün partilerimiz halkın refahı, mutluluğu ve yararı için çalıştıklarını söylüyor, benimsedikleri ilkelerin ve uyguladıkları bütün politikaların bu hedefe ulaşma amacına hizmet ettiğini iddia ediyorlar. Programlarda ve liderlerin konuşmalarında, eğer o parti iktidara gelirse halkımızı, refah içinde yaşayacağı parlak ve aydınlık bir geleceğin beklediği türünden vaatler bol miktarda var!

O zaman HEPAR'ın programını okuyan ve Genel Başkan Osman Pamukoğlu'nun konuşmalarını dinleyenlerin, söylenenlere inanmak için ellerinde hangi somut değerlendirme ölçütleri var? Bu vaatlerin Osman Pamukoğlu tarafından ifade edilmesi ya da HEPAR programına yazılması, bugüne kadar benzer türden binlerce vaat dinlemiş halkımızın inanması için yeterli bir gerekçe sağlıyor mu?

HEPAR'ın ve Osman Pamukoğlu'nun siyasi ve ekonomik vaatlerinin inandırıcılığını ölçmek için elimizde şimdilik iki somut ölçüt var: Parti programı ve parti yönetimi... Çünkü başka partilerin, bugüne kadarki politika ve uygulamaları sonucu halkın yararına bir seçenek olmadıklarının ortaya çıkması, HEPAR'ın samimiyetine ve iktidara geldiğinde bugün vaat ettiklerini uygulayacağına inanmamız için yeterli değil. Şu anda muhalefet konumunda bulunan HEPAR, öncelikle program ve kadro tutarlılığı ile kendini kanıtlamalıdır. Başkalarının«kötü» olması, HEPAR'ı «iyi» yapmıyor çünkü!

HEPAR programının ekonomik sorunlar için önerdiği çözümlere baktığımızda, sorunun özüne inilmediği, yukarıdaki vaatler için ihtiyaç duyulacak ekonomik ve parasal kaynakların esas itibarıyla tasarruf tedbirlerini arttırarak elde edilmesinin amaçlandığı görülüyor. Ayrıca HEPAR yatırımları arttıracağını da vaat ediyor.

Gerçekten de işsizliğin önlenmesi, dengeli ve verimli bir büyümenin sağlanması ve bunun sonucunda da refahın arttırılması için yatırımları çoğaltmak kaçınılmaz önemdedir. Bu bakımdan Türkiye'nin bugünkü durumu gerçekten de içler acısıdır. Örneğin 2010 yıl bütçesinde borç ödemelerine 56,7 milyar lira ayıran hükümet, yatırımlar için bunun ancak üçte biri kadar bir miktar, yani 18,9 milyar lira tahsis edebiliyor. (Milliyet, 24.11.2009)

O zaman HEPAR'ın, iktidara geldiğinde, bu 18,9 milyarlık yatırım miktarını daha yukarılara çekebilmek için borç ödemelerini azaltması, hatta durdurması gerekmez mi?

Oysa HEPAR'ın programında Türkiye'nin dış borçlarının ödeneceği söylenmekte,«Hazinenin dış borçları ödenerek tasfiye edilecek» denilmektedir. Bu gerçekçi bir politika olmadığı gibi, HEPAR'ı mevcut partilerden de farklı kılmayacak boş bir vaattir. Çünkü Türkiye'nin borçları ödenerek bitmez. Bugüne kadar yapılan ödemelerle, alınan borçlardan kat be kat daha fazla bir kaynak dışarıya aktarılmıştır. Borç ödeme süreci, artık bir mali ilişki süreci değildir, bir sömürü kanalıdır. Türkiye'ye borçlarını ödesin diye değil, daha da batağa sürüklenmesi için borç veriliyor! Bu durumda bir partinin, «borçlar ödenerek tasfiye edilecek» hayali içinde olması, aslında bu bağımlılık ve sömürü ilişkisine boyun eğdiğini göstermektedir. Bu nedenle HEPAR'ın «Türkiye Cumhuriyeti Devleti uluslararası kurum ve kuruluşların «mali hegemonyasından» derhal kurtarılacaktır» vaadi de, borç ödeme konusunda bu perspektife sahip olunduğu sürece inandırıcı ve gerçekleşebilir değildir.

Bütün bu gerçeklere rağmen, HEPAR'ın bu tercihinin sınıfsal bir nedeni var mı? Diğer bir ifadeyle halkın refahını birinci amacı ilan eden HEPAR'ın yönetiminde halkın ezilen, sıkıntı çeken kesimleri ne oranda söz sahibidir?

Bu bağlamda HEPAR üst yönetimini oluşturan Parti Meclisi ve Merkez Yönetim Kurulu (MYK)'nın yapısına bakmak oldukça aydınlatıcı olacaktır.

92 kişiden oluşan HEPAR Parti Meclisi'nin sosyal yapısı şöyle:

İşadamı: (17 kişi)

Yönetici: (6 kişi)

Mühendis, Mimar, Teknisyen, Uzman: (14 kişi)

Doktor, hemşire, eczacı, sağlık personeli: (7 kişi)

Avukat: (4 kişi)

Akademisyen, eğitmen, öğrenci: (6 kişi)

Bankacı, ekonomist, müşavir: (7 kişi)

Serbest Meslek: (7 kişi)

Ev kadını: (8 kişi)

İşçi: (4 kişi)

Esnaf: (3 kişi)

Emekli subay, emekli: (3 kişi)

Siyasetçi: (1 kişi)

Çiftçi: (1 kişi)

Diğer: (4 kişi)
Görüldüğü gibi HEPAR Parti Meclisi'nde işadamları en büyük grubu oluşturuyor. İşçi, esnaf, çiftçi ve serbest meslek sahiplerinin toplamı bile, işadamlarının sayısından daha az... Hatta işadamlarını, sosyoekonomik çıkarlar açısından kendilerine daha yakın olan yönetici, bankacı, ekonomist, müşavir gibi kesimlerle beraber düşünürsek, HEPAR Parti Meclisi'nde 30 kişilik belirleyici bir siyasal güç ortaya çıkıyor!

Benzer bir durum HEPAR Merkez Yönetim Kurulu'nda da geçerli... Toplam 39 kişiden oluşan MYK'nın yapısı ise şöyle:

İşadamı: (9 kişi)

Avukat: (4 kişi)

Emekli Subay: (3 kişi)

Mühendis, Mimar, Teknisyen, Uzman: (7 Kişi)

Bankacı, ekonomist, müşavir: (4 kişi)

Yönetici: (1 kişi)

Doktor, hemşire, eczacı, sağlık personeli: (5 kişi)

İşçi: (1 Kişi)

Yeminli tercüman: (1kişi)

UEFA Hakemi: (1 kişi)

Serbest meslek: 1 kişi)

Çiftçi: (1 kişi)

Akademisyen: (1 Kişi)

Ev kadını: (1 kişi)
HEPAR MYK'da da yine işadamları 9 kişiyle en kalabalık grubu oluşturuyorlar. Bankacı, ekonomist, dış ticaret uzmanı, yöneticileri de işadamlarına dâhil edersek, HEPAR MYK'da 14 kişilik belirleyici bir siyasal güç ortaya çıkıyor!

Üstelik HEPAR'ın yönetimindeki işadamları, bu sıfatı salt bir etiket olarak taşıyan kişiler de değil. Örneğin HEPAR Başkanlık Divanı, MYK ve Parti Meclisi üyesi de olan «STK ve Meslek Örgütlerinden sorumlu Genel Başkan Yardımcısı»Bahadır Özgün, Bursa gibi Türkiye sermaye sınıfının en güçlü olduğu bir ilimizdeki«Genç Sanayici İşadamları ve Yöneticileri Derneği» nin Yönetim Kurulu Başkanı...

O zaman sormak gerekiyor. Üst yönetimi bu şekilde biçimlenen, bir anlamda işadamları tarafından yönetilen (muhtemelen de finanse edilen!) bir parti, iktidara geldiğinde muhalefetteyken yücelttiği emekten ve halktan yana söylem doğrultusunda bir politika izleyebilir mi gerçekten? HEPAR'ın yönetiminde işadamları bu derece etkinse, parti programına «borç ödemesi yoluyla sömürülmeye karşıyız, iktidara geldiğimizde borç ödemelerine son verip, bu yolda harcanan kaynakları artık halkın refahı ve Türkiye'nin kalkınması için kullanacağız» diye yazabilir mi?

Osman Pamukoğlu tarafından yazılan 28 Temmuz Bildirgesi'nde «Emek ve alın teri her şeydir» deniliyor. Madem öyle, o zaman HEPAR yönetiminde neden emekçiler bir elin parmaklarıyla sayılacak kadar az? Daha kendi yönetiminde bile eşitliği ve hakkı egemen kılamamış bir partinin, «hak» ve «eşitlik» söylemi inandırıcı mı gerçekten?

Yoksa HEPAR'ın «farklılığı» sadece laf mı?

http://www.Heddam.com/index.asp?M=5622

10 Ocak 2015 Cumartesi

NEDEN YENI BİR ANAYASA TEKLİFİ YAZDIM


NEDEN  YENI  BİR   ANAYASA  TEKLİFİ  YAZDIM


Doç. Dr. Öz Yılmaz

Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının refah ve huzurunu ve siyasi, iktisadi ve sosyal bakımdan güçlü bir Türkiye'yi amaçlayan bir kanun-ı esasiyi (anayasayı) hazırlarken şu hususları göz önünde bulundurmak gerekir:
1. Kanun-ı esasi aslında bir hukukun değil, bir hukuk felsefesinin ifadesidir. Kanun-ı esasi yalnızca vatandaşın hak ve hürriyetlerini tarif etmez; karşılığında, vatandaşın görev ve sorumluluklarını da tarif eder. Ve uygulamaya konulduğunda, kanun-ı esasi vatandaş ile Cumhuriyet arasındaki yegane sözleşme olur.

2. Siyasi iradenin belirlenmesine iştirak ederken vatandaşın istekli olması gereksinimine karşılık, iştirak etmeyi teşvik etmek gerekir.

3. Siyasi iradenin partilere teslim edilmesi yerine, halkın kendisince sahiplenmesi gerekir.

4. Yasama, yürütme ve yargıda şüphesiz kuvvetler ayrımı gerekir ve,

5. Yasama için demokratik, yürütme için otokratik, yargı içinse aristokratik bir üslup gerekir.

6. İyi bir devlet yönetiminin, ancak kişisel menfaatlerini aşmış, yüksek meziyetli şahsiyetleri seçmekle mümkün olabileceğini düşünebilirsiniz. Lakin, sosyal, kültürel ve iktisadi bakımlardan farklı öğeleri olan bir cemiyette, mutlaka çatışan menfaatler her zaman mevcut olacaktır. Bir öğenin menfaatinin başka öğelerin menfaatlerinin önüne geçmesine engel olmanın yolu, yasama, yürütme ve yargı organlarına siyasi partilerin merkezden aday göstermeleri yerine, halkın yerel düzeyde kendi adaylarını eleme usulüyle seçmesidir.

7. Nasıl insanoğlunun tabiatında şahsi gücünü ve nüfuzunu artırma hırsı varsa, yasama, yürütme ve yargı kurumlarında da kendi güç ve nüfuzlarını artırma temayülü her zaman olacaktır. Kanun-ı esasi, bir kurumun diğer kurumlar üzerinde hakimiyetine engel olacak tarzda tanzim edilmelidir.

8. Yasama, yürütme ve yargı kurumlarının en zayıf olmaya meyilli olanı yargıdır. Yargının, diğer iki kurum tarafından arka plana itilmesine engel olmanın yolu, yargıya aristokratik bir karakter kazandırmakla; yani, hâkimlerin yüksek meziyetli şahsiyetler olarak ömür boyu görevlendirilmelerini sağlamakla mümkün kılınabilir.

9. Kanun-ı esasi, mümkün olduğunca kısa olmalıdır; gelecekte iktisadi ve siyasi şartların değişmesinden etkilenebilecek hususlar işlenmemelidir; buna mukabil, değişimi sağlayacak tarzda esnek olmalıdır.

10. Kanun-ı esasi için kullanılan yazı dili, nüansları ayırt edebilecek ve bir fikrin ifadesinde herhangi bir belirsizliği önleyecek tarzda olmalıdır. Herkes için farklı anlamlar taşıyabilecek kelimeleri telaffuz etmek yerine, kanun-ı esasinin özünü teşkil edecek felsefeyi ifade etmek gerekir.

11. Kanun-ı esasinin bir girişi (eski tabirle dibacesi) olmalıdır. Giriş kanun-ı esasinin ruhunu, maddeler ise kanun-ı esasinin bedenini temsil eder. Aşağıdaki örnekteki gibi giriş bölümünde, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının tarihsel bir özgeçmişi yapılmalı ve kanun-ı esasinin yazılış nedeni ifade edilmelidir.

12. Kanun-ı esasi, Türkiye'nin idare şekli ve kanun-ı esasinin mahiyeti, Cumhuriyet kanunlarının tanzim, telaffuz ve tatbik yetkileri, Cumhuriyet kanunlarının esasları, Cumhuriyet'in yasama kurumu Türkiye Cumhuriyet Meclisi'nin teşkili, Cumhuriyet'in yasama kurumu Türkiye Cumhuriyet Meclisi'nin mesai ve görevleri, Cumhuriyet'in yürütme kurumu Türkiye Cumhuriyet hükümetinin teşkili, Cumhuriyet'in yürütme kurumu, Türkiye Cumhuriyet hükümetinin görevleri, Cumhuriyet'in yargı kurumu Türkiye Cumhuriyet senatosunun teşkili, cumhurbaşkanının seçimi ve Yüksek Mahkeme üyelerinin tayini, Cumhuriyet'in yargı kurumu Türkiye Cumhuriyet senatosunun görevleri, sağlık hizmetleri, eğitim hizmetleri, savunma hizmetleri, iktisadi esaslar, vergi esasları, çevreyi koruma ve tarihî eserler, ferdi hakların tarifi, toplumsal hakların tarifi, cezai esaslar ve kanun-ı esaside yapılacak değişiklikler hakkında maddeleri içermelidir.

Kanun-ı esasiyi kimler hazırlamalıdır?

Kanun-ı esasi gibi bir metni ancak ve yalnız hukuk eğitimini almış olanların yazabileceklerini ve böyle bir metni hukuk eğitimi olmayan kişilerin kaleme almasının münasip olmadığını düşünebilirsiniz. Naçizane hatırlatırım ki, kanun-ı esasi bir hukukun değil, bir hukuk felsefesinin ifadesidir. Bu felsefeyi inşa etmek için hukuk eğitiminden ziyade, öncelikle, çok derin ve geniş bir hayat tecrübesi şarttır. İnşa ettiğiniz felsefeye ince ayar yapabilmek içinse siyaset ve ahlak felsefelerine hakim olmak gerekir. Yine bu felsefeyi, Türkiye'ye özgün kılabilmek için de son iki-yüz yıllık yakın tarihimizi çok ciddi özümsemek elzemdir. Kanun-ı esasiyi, bu vasıflara sahip vatandaşların oluşturduğu bir 'anayasa konseyi'nin hazırlaması en doğrusudur. Anayasa konsey üyeleri halk tarafından seçilmelidir. Yirmi beş yaşından gün almış her Cumhuriyet vatandaşı anayasa konsey üyelerini seçmek; ve kırk beş yaşından gün almış ve herhangi ağır ceza yükümlülüğü olmayan ve yukarıda tariflenen vasıflara sahip her Cumhuriyet vatandaşı anayasa konsey üyesi seçilmek hakkına sahiptir. Anayasa konseyine bir alternatif olarak, şahsen tercih etmesem de, Türkiye Büyük Millet Meclisi düşünülebilir.

Dibaceye bir örnek:

Bizler ki on bin yıl önce Çatalhöyük'te toprağı yoğurup tahıl ettik. Bizler ki beş bin yıl önce Boğazköy'de üzümü bereket tanrısına adadık. Bizler ki dört bin yıl önce İyonya'da zeytini kutsallaştırdık. Bizler ki üç bin yıl önce Troya'da destan yazdık, Lidya'da akçeyi darp eyledik ve Anadolu'yu kentlerle bezedik. Bizler ki iki bin yıl önce Kapadokya'da peribacalarına yuva yaptık ve Nemrut Dağı'nı anıtlaştırdık. Bizler ki bin yıl önce dörtnala geldik Uzak Asya'dan ve bir kısrak başı gibi uzanan bu memleketi yurt edindik ve Karaman'dan dünyaya evrensel kardeşlik felsefesini Türkçemizle seslendirdik. Bizler ki Anadolu'nun toprağıyla yoğurduğumuz hoşgörüyü yüzyıllarca himayemizdeki cemiyetlerden esirgemedik. Bizler ki yüz yıl önce Balkanlar'dan ve Kafkaslar'dan akın akın yollara düştük ve yorgun ve bitkin, bu yurdun bağrında ana yüreğinin sıcaklığına kavuştuk. Bizler ki Sarıkamış'ta ve Çanakkale'de ve Sakarya'da istiklâl destanları yazdık. Ve bizler ki Ankara'da 'Hakimiyet kayıtsız şartsız milletindir' diyerek ve insanoğlunun ferdi haklarının kutsal olduğunu ve hiçbir zaman kısmen veya tamamen gasp edilemez olduğunu, and olsun ki bu böyle biline diye ilan ettik.

Biline ki bu kanun-ı esasiyi, istikbâldeki nesillerin huzur, refah ve mutluluğu için; Yaradan'ın, yarattığından övündüğü nesiller için; inancı ne olursa, anadili ne olursa, kökeni ne olursa, cinsi ne olursa, bize yadigâr Türkiye adıyla andığımız bu güzel ülkeyi yurt edinmiş nesiller için; Yüce Tanrı'nın bahşettiği akıl, sabır ve hür iradesini, dil ve inanç farklarına istinaden birbirlerini tahakküme zorlayarak israf etmek yerine, yine bize yadigâr Ay-Yıldızlı bayrak altında tek vücut olup birlikten dirlik yaratan nesiller için; yaşadığı çevreye saygı gösteren ve onu titizlikle koruyan, cemiyetin bütün fertlerinin birbirlerine hoşgörü, sevgi ve saygı göstererek yaşayacağı nesiller için; ve komşu ülkeler ve tüm dünya milletleriyle barış içinde yaşayacağı nesiller için, and olsun ki bu böyle biline diye ilan ediyoruz.

Doç. Dr. Öz Yılmaz'ın hazırladığı anayasa önerisi http://www.halkiradesi.org adresinden okunabilir.



8 Ocak 2015 Perşembe

CHP organizasyonu




 Organizasyonu

Cumhurbaşkanı’na hakaretten gözaltına alınan 16 yaşındaki çocuğun, tarafından suça itildiği ortaya çıktı.  İl, Kadın Kolları ve Selçuklu İlçe Başkanı’nın görüntüleri, hakaret için çocukların kullanıldığını belgeliyor. CHP lideri Kılıçdaroğlu ise Erdoğan'a küfreden liseliyi CHP Genel Merkezi'nde ağırladı.
C.Başkanı’na hakaret CHP organizasyonu


Haberi Dinle
  • Tarihi : 07.01.2015 06:11:18



    •  
    Geçtiğimiz hafta 'da Cumhurbaşkanı 'a hakaretten gözaltına alınan ve serbest bırakılan 16 yaşındaki M.E.A'nın,  Konya İl Başkanlığı tarafından 'eyleme' hazırlandığı ortaya çıktı. CHP lideri Kılıçdaroğlu ise Erdoğan'a küfreden liseliyi CHP Genel Merkezi'nde ağırladı.

    PARTİM BANA SAHİP ÇIKTI

    Mehmet Emin Altunses, "Partim bana sahip çıktığı için teşekkür ederim. Bu süreçte yanımda olan başta Gençlik Kolları olmak üzere CHP örgütüne teşekkür ediyorum" ifadesini kullandı.

    KILIÇDAROĞLU: YALNIZ BIRAKMAYIZ

    Kılıçdaroğlu'nun da bu sözler üzerine, "Hiçbir evladımızı bu hukuksuz düzende yalnız bırakmayız. Hukuksuzluk karşısında ayrım yapmaksızın tüm mağdurların yanında duruyoruz" dediği öğrenildi.

    CHP'DE KAYIP PARA KRİZİ BÜYÜYOR - TIKLAYIN

    Çocukları suça ittiler

    Kubilay'ı anma adı altında düzenlenen basın açıklamasının görüntüleri, CHP yöneticilerinin, töre cinayeti ve birçok siyasi saldırılarda örnekleri görülen 'suçu küçük yaştaki çocuklara işletme' mantığıyla hareket ettiklerini ortaya koyuyor.

    CHP CANLI BOMBANIN HAKKINI BÖYLE ARAMIŞTI! - TIKLAYIN

    Yazılı kağıttan okutturuldu

    Çok konuşulacak olay görüntülerde, 16 yaşındaki M.E.A. ve aynı yaştaki bir başka çocuğun ellerine mikrofon ve yazılı bir metin verilerek hakaret içeren konuşmanın yaptırıldığı görülüyor. Yaşı küçük çocuklar hakarete baskıyla zorlanıyor.

    CHP heyeti hemen arkada

    Konuşma sırasında kalabalığın arkasında olayı izleyenler arasında CHP Konya İl Başkanı  ve Selçuklu İlçe Başkanı Mustafa Yeniyol ile çocukların hemen yanında Kadın Kolları Başkanı Deniz İndibi Çelik'in bulunması dikkat çekiyor. Görüntülerde CHP'li yöneticiler çocukları yönlendiriyor.



    'DURMA DEVAM ET' BASKISI

    M.E.A'nın hakaret içerikli konuşmasından sonra ikinci çocuğa yine hakaret içerikli slogan attırılmaya çalışılıyor; ancak çocuk kekeliyor. Bu sırada Kadın Kolları Başkanı Çelik, "Durma, durma devam et" diye zorluyor. Ancak çocuk konuşmayı başaramıyor. Bunun üzerine M.E.A mikrofonu yeniden alarak hakaret sloganları atıyor.

    BAŞKAN KULAĞINA FISILDADI

    Daha sonra CHP Selçuklu İlçe Başkanı Mustafa Yeniyol'un M.E.A'nın yanına gelerek kulağına bir şeyler fısıldadığı, ardından çocuğun yeniden Cumhurbaşkanı'na yönelik hakaret içerikli sloganlara başladığı dikkat çekiyor.

    KILIÇDAROĞLU'NUN MAKAMINDA...

    CHP Konya İl Başkanı Karpuz ve Kadın Kolları Başkanı Çelik'in, hakaret suçunu işlettikleri 16 yaşındaki çocuğu Ankara'ya getirerek CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu ile de görüştürmeleri dikkat çekti. CHP'nin sitesinde "Kılıçdaroğlu'nun geçmiş olsun dilediği" bilgisine yer verildi.

    ARKASINDA CHP'NİN OLDUĞU GİZLENDİ


    Skandal görüntülere rağmen, M.E.A 'liseli genç' olarak sunuldu. CHP, suça ittiği çocuklar üzerinden 'hükümet gençlere gözdağı veriyor' siyaseti yaptı, bazı medya organları da geniş yer verdi. Adı CHP Genel Başkanlığı için anılan TBB Başkanı Metin Feyzioğlu da gözaltı için 'hükümetin burun sürtme operasyonu' dedi.

    http://www.sabah.com.tr/gundem/2015/01/07/cumhurbaskanina-hakaret-chp-organizasyonu
    ..

    İsrail ve Haçlı Batı’nın Uyarıldığı MGK,




    İsrail ve Haçlı Batı’nın Uyarıldığı MGK,



    “Biz Yahudiler Ortadoğu’da yıkılmaz denilen devleti(Osmanlı’yı) yıkıp iki tane devlet kurduk. Onlara öyle güzel sistem inşa ettik ki, Türkler bize Filistin’i vermeyen Abdülhamit’e en az 200 sene daha söverler!”
    Yukarıdaki sözler İsrail Devleti’nin ilk Cumhurbaşkanı Haim Weizmann Azriel’e ait!
    Osmanlıyı yıktıktan sonra kurduklarını açıkladığı iki devletten birisi İsrail diğeri Türkiye!
    Hatta ülkemizdeki bir kısım mahfillerin “İsrail, Türkiye’de İsrail’den daha güçlüdür” demelerindeki maksat bu gerçeğe vurgu yapmaktır.
    Süleyman Arif Emre, “Siyasette 35 yıl” adlı kitabında dünyada Siyonizm tarafından direk yönetilen 4 ülkenin İsrail, ABD, Fransa ve Türkiye olduğunu yazmıştı!
    İsrail Devleti’nin ilk Cumhurbaşkanı Haim Weizmann Azriel, bu sözleri söylerken Erbakan’dan habersizdi tabi!
    200 yıl Abdülhamit’e küfretmek için kurdukları sistemin Erbakan tarafından 40 yıl gibi kısa bir sürede muhteşem Milli Görüş mücadelesiyle yıkılacağını ve Siyonizm’in saltanatına son verileceğini nereden bilsin zavallı!
    Hz. Ömer (RA) tarafından Yemen’e Vali olarak atanan Hz. Bilal Habeşi ile (RA) görüşmek için kapısında bekleyen Ebu Süfyan, kendisi gibi Mekke’nin Fethinden sonra Müslüman olmuş bir sahabeye dönerek şunları fısıldar:
    “İyi ki, bizim atalarımız, Mekke’nin ileri gelenleri bu günleri görmediler. Baksana şu rezilliğe! Bir zamanlar Mekke’nin reisi olan ben, adam yerine koymadığımız, köle olarak alıp sattığımız Bilal ile (RA) görüşmek için kapısında saatlerdir bekliyorum. Atalarımız bu günleri görselerdi kahırlarından ölürlerdi!”
    Dünya Siyonizm’i ile İsrail’in karar vericileri de geçen hafta yapılan MGK bildirisini okuduklarında şöyle demiş olmalılar:
    “Devletimizin ilk cumhurbaşkanı Haim Weizmann Azriel, iyi ki, bu günleri görmeden öldü! Yoksa kahrından ölürdü!”
    2014 Aralık MGK toplantısı sonrasında basına dağıtılan 5 maddelik bildiride özellikle son 2 madde Siyonist Yahudiler ile Haçlı Batının bağrına bir hançer gibi saplanmış olmalı!
    Maddelerden birinin hedefi İsrail, diğerinin ise Haçlı Batı dünyasıydı!
    Maddelerin içeriğine gelince:
    “4. Son zamanlarda, Özellikle Avrupa‘da, göçmenlere ve Müslümanlara karşı ırkçı ve İslam düşmanı hareketler; Cami kundaklama, saldırı, taciz gibi eylemler ve nefret suçlarındaki artış, kaygı verici bir gelişme olarak ele alınmıştır.
    1. İsrail‘in İslam dininin kutsal mekânlarına yönelik menfur saldırıları ve insan hakları ihlalleri şiddetle kınanmış; Filistindevletinin tanınması yolunda uluslararası alanda kaydedilen gelişmeler memnuniyetle karşılanmıştır.”
    Osmanlı İmparatorluğu yıkıldıktan sonra Ortadoğu’da kurulan iki Yahudi devletinden biri olan Türkiye’de 2014 yılında devletin en üst düzey sivil ve askeri erkânının hazır bulunduğu MGK toplantısı sonrasında İsrail’i ve hinterlandı Haçlı dünyasını hedef alan, suçlayan, yargılayan bir bildiri yayınlanıyor!
    Refah –Yol döneminde Erbakan’ı başbakanlıktan indirip Milli Görüşün kökünü kazımak için ABD Yahudi Lobilerinde kurgulanıp sahnelenmeye çalışılan 28 Şubat post-modern darbe sürecinde görev yapan ve hayattaki komuta kademesi bu bildiriden haberdar olduklarında ne düşünmüşlerdir acaba?
    28 Şubat MGK öncesi soluğu İsrail’de alan dönemin GKB İsmail Hakkı Karadayı, ne günlere kaldık diye iç geçirmiş midir?
    Ya da başında Yahudi kipasıyla Ağlama Duvarı önünde dindaşlarıyla hatıra fotoğrafı çektirecek kadar İsrail sevdalısı olan Ergenekoncu İlker Başbuğ bu bildirinin içeriğini okuduktan sonra kahrından rahatsızlanmış mıdır?
    28 Şubat’ın kudretli generali, her söylediğiyle medyanın ilgi odağı olan ve genel yayın yönetmenleri ile gazetecilerin emir eri gibi çalıştıkları meşhur Çevik Bir paşa şöyle düşünmüş olabilir mi?
    “Biz, İsrail namı hesabına Erbakan’a karşı 28 Şubat darbesini gerçekleştirirken bizden 18 yıl sonra toplanan MGK’da askeri komuta kademesinin onayıyla İsrail’i suçlayan ve Filistin devletine açıkça destek veren bir bildiri yayınlanıyor! O zaman biz b… niye yedik arkadaş?”
    Evet.
    Artık Türkiye’de Hava Kuvvetleri Komutanı olduktan sonra ilk kutlamayı yapmak için askeri helikoptere atlayıp İsrail’in yolunu tutan generaller TSK’de istihdam edilmiyor!
    Çok değil daha 10 yıl öncesine kadar yapılan MGK toplantıları sonrasında yayınlanan bildirilerde en büyük tehlike olarak irtica hedef gösterilirken- ki irticadan kasıt İslam’dı- günümüzde MGK’nın gündeminde artık irtica yok!
    Ne var onun yerine!
    İsrail ve Haçlı Batı!
    İşte bu muazzam ve muhteşem devrimin mimarı Milli Görüş lideri Erbakan’dır!
    Çünkü Erbakan,“ Yahudi Osmanlı’yı hangi yol ve yönetmelerle yıktıysa bizde aynı yöntemlerle bu hile rejimi ve köle düzenini yıkacağız” diyordu!
    Osmanlı’yı yıkan Siyonizm güdümlü İngiliz işbirlikçisi Sabetayist İttihat ve Terakki kadroları ilk önce ordu içerisinde gizlice örgütlenip çeteleştiler.
    Yani önce Osmanlı ordusuna sızıp kontrolü ele geçirdiler.
    Erbakan’da tıpkı İttihatçılar gibi siyasete girmeden önce ordu içerisinde kendisine bağlı bir milli derin devlet kurdu!
    TSK komuta kademesine general yetiştirmek için kurulan Harp Akademilerinde siyasette fiilen olmadığı yıllarda en fazla derslere giren sivilin Erbakan olduğu gerçeğini Aydınlık dergisi deşifre etmişti!
    Askeri yetkililere verdiği ağır sanayi ve yerli-milli silah sanayi konferansı sonrasında ışıklar yandığında salondaki bütün komutanların gözyaşlarına hâkim olamadıklarını bizzat Erbakan anlatmıştı!
    “Biz, her gece generallerle beraberiz! Hocam, bu ülkeyi senden başkasına teslim etmeyiz. İstiyorsanız yarın devletin başına sizi geçirelim diyorlar. Ama ben onlara diyorum ki; Siz, bu ülkeyi bana teslim etseniz bile Yahudi gelir 3 günde elimden alır. Ben öyle bir zamanda iktidara geleceğim ki, Yahudi silaha sarıldığında benimde O’na karşı koyacak silahım hazır olacak” diyen Erbakan’dan başkası değildi!
    Türkiye Cumhuriyeti MGK toplantısında resmen İsrail ile Haçlı Batıyı suçlayacak kararlılığı gösterebiliyorsa eğer Erbakan’ın bahsettiği üstün silah teknolojisi hazır olduğundandır!
    12 Eylül’den 5 ay önce 27-28-29 Mayıs tarihlerinde Milli Görüş Kültür Sarayında MSP eğitim seminerinde konuşan Erbakan salonda bulunanlara “Bir 30 Ağustos Sabahı Radyonuzun düğmesini açtığınızda askerin yönetime el koyduğunu öğrendiğiniz zaman ilk yapacağınız şey hemen dışarı çıkıp gördüğünüz ilk askerin miğferini öpmektir. Çünkü O, İslam’ın Ordusudur!”
    Bu konuşmasından 5 ay sonra 12 Eylül ihtilali oldu.
    Erbakan 30 Ağustos demişti diyenlere hatırlatmakta fayda var.
    Rumi takvime göre 30 Ağustos her yıl 12 Eylül’e denk gelir!
    İlginçtir, Erbakan’ın 40 yıllık siyasi hayatı boyunca yargılanıp beraat ettiği tek mahkeme 12 Eylül askeri yargısıydı!
    Ayrıca Erbakan’ı yargılayan Albay hâkim emekli olduktan sonra resmen Refah Partisine üye oldu!
    Oysa ihtilal başkomutanı Kenan Evren, gazetecilerin “12 Eylül darbesi Cuma gününde denk geldi. Bu bir bilinçli tercih miydi?” sorusuna; “ Elbette hayır! MSP lideri Erbakan yurt dışına ziyarete çıkmıştı. Biz darbe kararını çok önceden almıştık. Ancak Erbakan’ın yurt dışından dönmesini bekledik. Öncesinde darbe yapsaydık Erbakan gelmeyebilirdi. Erbakan yurt dışından 12 Eylül günü gelince bizde darbeyi o gün yaptık” şeklinde cevap vermişti.
    12 Eylül lideri Kenan Evren çok açık bir şekilde darbenin hedefinin Erbakan ve Milli Görüş olduğunu tüm dünyaya ilan ediyordu.
    Etmişti etmesine ama Erbakan’ı yargılayan 12 Eylül askeri mahkemesi suçsuzluğunu ilan edip beraat kararını verdi!
    Çok geçmeden 12 Eylül konsey üyelerinin Erbakan ile derinden işbirliği yaptığını anlayan İsrail ve yerli işbirlikçileri Kenan Evren ve silah arkadaşlarına yönelik çok şiddetli bir kara propaganda başlattılar.
    Öyle ki, şu anda ülkemizde sağcısı-solcusu; Atatürkçüsü-ulusalcısı; Milliyetçisi-Muhafazakârı; demokratı—liberali; Sünni’si-Alevi’si; Türk—Kürdü kim olursa olsun hiç kimse 12 Eylülü sahiplenmiyor!
    Oysa 27 Mayıs darbesini sahiplenen Sabetayist oligarşi mensubu sermaye, medya ve siyaset çevreleri 1960 ihtilalini bu ülkede bayram günü olarak ilan etmiş ve 12 Eylül 1980 yılına gelinceye kadar resmi törenle kutlamışlardı!
    27 Mayıs bayram kutlamalarına 12 Eylül son verdi!
    Keza, Erbakan’ı hedef alan 28 Şubat post-modern darbesine destek olan ittifakın kimlerden oluştuğu herkesin malumu.
    27 Mayıs ile 28 Şubat’a sahip çıkıp her türlü desteği veren batı işbirlikçisi kesimlerin, 12 Mart ve 12 Eylül’e düşmanlık etmelerinin altında yatan gerçekler iyi analiz edilmelidir.
    12 Eylül komutanlarına yapılan düşmanlığın bir benzeri 12 Mart generallerine de yapıldı!
    12 Mart 1971 tarihinde Türk Silahlı Kuvvetleri’nin Genelkurmay Başkanı Memduh Tağmaç’tan boşalan koltuğa oturan dönemin Kara Kuvvetleri Komutanı Faruk Gürler, henüz 6 ayını bile doldurmadığı görevinden Cumhurbaşkanı seçilebilmek için ayrıldı ve aday oldu.
    Ancak İsrail ve ABD’den aldıkları talimat nedeniyle Adalet Partisi ve Cumhuriyet Halk Partisi Milletvekillerinden gerekli desteği göremeyince seçilemedi.
    Daha sonra dış güçlerin işaretiyle Adalet Partisi lideri Süleyman Demirel ile CHP lideri Bülent Ecevit’in aralarında anlaşmaları sonucu 6 Nisan 1973’te, Emekli Oramiral Fahri Korutürk, Türkiye’nin 6. Cumhurbaşkanı oldu.
    Faruk Gürler’e oynanan Siyonist tezgâhın bir benzeri 12 Mart Hava Kuvvetleri Komutanı Muhsin Batur’a da oynandı!
    12 Eylül darbesi öncesi Cumhurbaşkanlığına adaylığını ilan eden Muhsin Batur yine Süleyman Demirel ile Bülent Ecevit’in arasındaki derin işbirliği dolayısıyla TBMM’de yapılan oylamalarda bir türlü gerekli desteği göremedi!
    Erbakan, Sultan Ahmet camisinde kıldığı bir Cuma namazı sonrası dinlenmek için çekildiği imam odasında yaptığı açıklamada, Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde MSP olarak Muhsin Batur’a oy verdiklerini ancak kendisini aday gösteren CHP’li vekillerin ise ABD’den aldıkları talimat gereği desteklerini çektikleri için seçilemediğini belirtmiş ve bu açıklama Zaman gazetesinden manşetten duyurulmuştu!
    12 Mart’ın kudretli her iki komutanına birden yapılan Siyonist kumpasın ana sebebi milli derin devlet üzerinden Erbakan ile birlikteliklerinin farkına varılmasıydı!
    Milli Görüş lideri Erbakan, 40 yıllık siyasi hayatı boyunca ülkemizde yaşanan herhangi bir sorunun, çalkantının, darboğazın, krizin, insan hakları ihlallerinin sorumlusu olarak bir kez dahi olsa TSK’ni adres göstermedi.
    Bu gerçeğe rağmen Milli Görüş camiasında İsrail ve ABD düşmanlığı kadar TSK aleyhtarlığının kabul görmesinin tek sebebi, İsrail güdümlü Masonik medya ile işbirlikçi İslamcı medyanın ülkede yaşanan insan hakları ihlalleriyle ilgili Erbakan’ın tam aksine sürekli TSK’ni hedef alan algı operasyonları düzenlemiş olmalarıdır!
    Zaten Milli Görüş camiası 40 yıl boyunca hangi konuda Erbakan’ı dinledi ki, bu konuda da Erbakan gibi düşünebilsin!
    Siyonist medya aşçılarının mutfaklarında pişirip önlerine koyduğu ve Milli Görüş camiasının afiyetle yemediği bir yemeğin varlığından şahsen haberim yok!
    Batı işbirlikçisi ve uzantısı İslamcı medyanın özellikle Erbakan aleyhine yaptıkları yayınlara destek olmak noktasında Milli Görüş camiası sürekli oltanın ucundaki yeme aldanan balıklar gibi davrandı!
    Milli Görüşçüler Erbakan’ı dinleyip teslim olmaktansa Yahudiler bir hıyar uzattığında ceplerindeki tuzu alıp koşmaktan vazgeçmediler!
    Erbakan, AKP yandaşı İslamcı gazetecilerin, yazarların, aydınların, akademisyenlerin, tarikat ve cemaatlerin aksine ülkemizde yaşanan her türlü insan hakları ihlallerinin asıl sorumlusu olarak Dünya Siyonizm’i ile ülkemizdeki sivil uzantıları olan menfi sermaye, medya ve siyaset kesimleri olduğunu söylerdi.
    Öyle ki, televizyon söyleşilerinde ve gazete röportajlarında 28 Şubat post-modern darbesi hakkında sorulan sorulara verdiği cevaplarda tek sefer bile olsa askeri suçladığına şahit olan yoktur!
    Erbakan, 28 Şubatın menfi sermaye, menfi medya ve menfi siyaset tarafından gerçekleştirildiğini askerin ise bu gizli mahfiller tarafından aldatılıp kandırıldığını söylerdi!
    Erbakan’ın ölümüyle birlikte 28 Şubat döneminde komuta kademesinde görevli olan birçok generalin yaptıkları açıklamalarda Erbakan’a haksızlık edildiğini beyan etmeleri bu gerçeğin bir ifadesi olsa gerek!
    Bu ülkede Siyonizm, İsrail ve Haçlı Batı zihniyeti düşmanlığını siyasi bir söylem olarak benimseyip bunu bir ideal haline dönüştüren ilk devlet adamının Erbakan olduğu geçeğini kimse inkâr edemez!
    Eğer bugün gelinen noktada Türkiye Cumhuriyetini yöneten en üst düzey resmi protokolün tamamının bir arada bulunduğu MGK toplantısının ardından
    İsrail ve Haçlı Batı zihniyeti suçlanıyorsa bu Erbakan’ın ve Milli Görüşün Siyonizm ile girdiği savaşta zafer elde ettiğinin en açık kanıtı değil de nedir?
    İstanbul İl Teşkilatı bayramlaşma töreninde kendisinden önce konuşma yapan protokol mensuplarının sürekli olarak iktidara geleceklerinden bahsetmeleri karşısında sıra Erbakan’ın konuşmasına gelince şöyle dedi:
    “Bizim derdimiz, gayemiz bu ülkede salt iktidar olmak değildir. Çünkü biz, bu ülkede hiçbir zaman iktidardan inmedik! Biz Yeniden Büyük Türkiye önderliğinde Adil Düzene dayalı Yeni Bir Dünya kurmak için Cihad ediyoruz!”

    ..


    İYİLER MUTLAKA KAZANIR. TARİH OLDU.! Sermaye ve OYAK Üstüne




    Mustafa Sönmez
    Ordunun holdingi olarak lanse edilen OYAK’ın, bankası Oyakbank’ı, ING Grubuna satması, orduyu ulusalcı. OYAK’ı da “ulusal sermaye” olarak etiketleyenlerin ezberini bozdu. Özellikle bazı emekli paşalar fena bozuldular, bazıları da fena halde hayal kırıklığı yaşadı.

    Bunlar tabi ki Türkiye’ye mahsus alturkalıklar, sığlıklar.
    OYAK, ordu mensuplarının birikimlerini değerlendiren bir anonim sermaye. Anonim de olsa son tahlilde “sermaye”. Sermaye dediğniiz şey bir ilişkidir. Onun kime ya da kimlere, bir aileye mi, binlerce küçük ortağa mı, devlete mi ait olduğu önemli değildir. Sermaye, sermaye olarak yola çıkıp kar ve birikim sağlama amacıyla harekete geçtiğinde onun OYAK mı olduğu Koç mu olduğu artık farketmez. Hatta bir sendikanın birikimleri ile değer ve artı değer üretmeye girişilmesi halinde de o sendikanın da olsa, “sermaye”dir, emeğin karşısında artık değer sağacak güçtür.
    Marks’ın dediği gibi, Biriktir, biriktir, Musa da bu peygamberler de..
    Bu basit ama çok temel gerçeği unutanlar, zaman zaman sermayeyi sınıflandırıp ona ulusalcı, işbirlikçi, yeşil, kızıl gibi sıfatlar takıp o özelliklerine göre saf tutarlar.
    Herkes de bilir ki, Koç Grubu , Türkiye’nin başta ABD olmak üzere dış yatırımcılarla ilk ve en çok işbirliğine girmiş grubudur. Ama, mesele Tüpraş’ın özelleştirilimesine geldiğinde Koç, ulusalcı ilan edilip, özelleştirmenin Koç’ta kalmasına başta Cumhuriyet gazetesi ve İlhan Selçuk olmak üzere “ulusalcı” zevat onay verdi, bu durumu eleştiren yazarlara da köşelerini kapattı Cumhuriyet… Oysa, Koç, Tüpraş’ta Shell ile işbirliğindeydi ve bir bütün olarak global sermaye ile en çok sarmaş dolaş bir holding.
    Oyak öyle değil mi? Fransızlarla yıllardır Oyak Renault faaliyeti sürdüren, sigortacılıkta, çimentoda yabancı partnerleri olan aynı Oyak değil mi? Neden o boyutuyla OYAK’ın “işbirlikçiliği” görmezden gelinir de, banka satmasında bu yönüne hayıflanılır.
    Dedik ya, tam bize göre, tam alaturkalık ve sığlık..
    OYAK’ın, Zorlu, Özyeğin, Doğan, Sabancı, Doğuş v.d. holdingler gibi , bankasının tamamını veya bir kısmını yabancı ortağa satacağı beklenen birşeydi. Bu sermayelerle bankacılık yapamazdı OYAK. Diğerleri hangi saikle sattıysalar, OYAK da o nedenle sattı. Çünkü OYAK’ın da kendi misyonunu şu cümlelerle özetlediği unutulmasın:
    “ OYAK, bir yandan üyelerce arzulanan hizmetleri bir şirket anlayışı içinde en üst standartlarda sağlarken, diğer yandan da üyelerine en çok nemayı sağlamaya yönelik olarak, çevre ve toplum duyarlılığı içinde, bir holding yaklaşımı çerçevesinde portföy ve iştirak yatırımları yapan, tüm faaliyetlerinde aktüeryal dengeyi öncelikle gözeten bir sosyal yardımlaşma kurumudur….VİZYONUMUZ Üye mutluluğunu daima göz önünde tutarak, değişim gerekliliğini benimseyip dünya ve Türkiye’deki yenilikleri yakalamak, OYAK’a olduğu kadar ülkeye de yararlı yatırımlar yapmak, OYAK’ın kaynaklarını riske sokmadan üyelere her yıl artan reel kâr dağıtmayı hedeflemektir.”
    Bu kadar açık ve net…Holding yaklaşımı içinde üyelere artan reel karı dağıtmak.. Gereği yapılacaktır. Bunun için gerekirse, Erdemir de satılacaktır. Satmazsa misyon ve vizyonuna aykırı hareket etmiş olacaktır OYAK.
    Satılan parayla ne yapacaktır OYAK? Başka holdingler ne yapıyorsa onu. Global rekabette neye gücü yetiyorsa ona rıza gösterip oraya yönelecektir. Yeni özelleştirmelere girip gücünü orada kullanacaktır. Erdemir’e sermaye katacaktır, belki de diğerleri gibi plaza, alışveriş merkezi yatırımları yapacaktır. Bir global sermaye gibi davranıp Türkiye dışı yatırımlara da yönelecektir. Ama şu taahhüdünü unutmadan: “OYAK’ın kaynaklarını riske sokmadan üyelere her yıl artan reel kâr dağıtmayı hedeflemek”..
    Umalım, bu satış birilerine sermaye üstüne biraz daha düşünme, sermayenin vatanı, dini, imanı, rengi olup olmadığı sorusunu sordursun, düşündürtsün…


    7 Ocak 2015 Çarşamba

    '' Haşim Kılıç, Kılıcını Çekti '' mi?


     '' Haşim Kılıç, Kılıcını Çekti  ''  mi?




















    AKP ve Tayyip Erdoğan hukuk tarafından sınırlanmaya başladı artık. Yargılandıklarını ve hatta AKP’nin kapatıldığını da göreceğiz. 
    Bunu onlar da biliyor ve o yüzden bu kadar saldırıyorlar Haşim Kılıç’a.

    Beklenen final yaklaşıyor…


    Anayasa Mahkemesi’nin 52. Kuruluş Yıldönümü dolayısıyla düzenlenen törenin yapılacağı Yüce Divan Salonu’na giriyoruz. Tüm davetlilerin oturacağı koltuklara bir kitapçık bırakılmış: “Sorularla Anayasa Mahkemesine Bireysel Başvuru”… AYM’nin bu konudaki hassasiyetinin bir kez daha vurgulanması olarak algılıyoruz.
    Bu sırada salona Tayyip Erdoğan giriyor. Yüzündeki gergin ifade çok belirgin… Bir anons ya da “ayağa kalkın” çağrısı vs. yok. Yanında Ali Babacan, Cemil Çiçek, Bekir Bozdağ… Geçip protokoldeki yerlerini alıyorlar. Bir süre sonra Cumhurbaşkanı’nın salona girmekte olduğu anons ediliyor. Az öncekinin aksine salon ayağa kalkıyor ve Abdullah Gül, AYM Başkanı Haşim Kılıç ile sohbet ederek içeri giriyor. Onlar da oturuyorlar. Tayyip Erdoğan ile Haşim Kılıç’ın arasında Çiçek ve Gül var… Ama artık çiçek, gül sadece isimlerde. Ortamda zemheri ayazı var… Birbirlerine bakmamaya dikkat ediyorlar.

    Bu gergin havayla başlayan törende esas tansiyon Haşim Kılıç’ın konuşması sırasında yükseliyor. Kılıç daha konuşmasının başında ilk mesajını veriyor: “Hukuk devletinin odağında esas itibariyle iktidar gücünün keyfi davranışlarının sınırlandırılması vardır.”

    “Acaba bu kadarla mı kalacak?” diye bekliyoruz… Ama Kılıç devam ediyor: “Hukuk devletinin temel direği olan yargı, aynı zamanda devletin vicdanı olarak da tanımlanır. Bu vicdanın, siyasi ve ideolojik vesayet odaklarının işgaline uğraması nedeniyle toplum hayatına verilen zararların acı örnekleri, hafızalardan henüz silinmemiştir.”

    Kılıç, Erdoğan’ın tam karşısında “kendi vesayet sistemini dayatmanın çabası”na düşenlerden bahsediyor. “Bu kez, farklı renkte bir vesayet sisteminin oluşmasına tanık olduk” diyor. Arka sıralardan protokolde oturan Tayyip Erdoğan’ın yüzünü göremiyoruz. Ama tahmin etmek hiç de zor değil…

    Ardından Kılıç daha somut konuşmaya başlıyor, yargıdaki “paralel devlet”, “çete” gibi iddiaların yarattığı ortama değiniyor ve çok önemli bir cümle kuruyor: “Görevi, maddi gerçekleri ortaya çıkarmak olan yargının karşı karşıya kaldığı bu iddianın adı ‘vicdan yolsuzluğu’dur”. “Yolsuzluk” ifadesinin boş yere kullanılmadığına salondaki herkes emin görünüyor…

    İşte o anda Erdoğan’ın bu salonda, yine bu heyetin karşısında Yüce Divan’da yargılandığını görür gibi olduğundan eminim…

    Ve Kılıç bireysel başvurularla ilgili olarak ilave ediyor: “… belirtilen zorunluluk nedeniyle verilen kararlarımızın arkasında olduğumuzu da ifade etmek istiyorum.”

    Ve son olarak twitter kararı ile ilgili olarak doğrudan sözlerini Erdoğan’a söylüyor: “Bu sonuçlara bakarak Anayasa Mahkemesi’nin siyasi amaçlarla hareket ettiğini söylemek ya da milli olmamakla suçlamak içeriği ve derinliği olmayan sığ eleştirilerdir…”

    Kılıç konuşmasını daha bitirirken Erdoğan’ın kalkıp gittiğini görüyoruz. Aklından “En azından bu sefer yargılanmak için burada değildim” fikrinin geçtiğini hem biz hem de tüm salon anlıyor.
    Bu sefer ama belki de son sefer…


    “Cüppeni çıkar!..”
    Toplantının ardından ilk şoku atlatan AKP’liler tepki vermeye başlıyorlar. Toplantıdan önceki günlerde Erdoğan’ın Kılıç için söylediklerini tekrarlıyorlar: “Cüppeni çıkar!...”
    İlk konuşanlardan biri Adalet Bakanı Bekir Bozdağ… Bozdağ; “Emekliliğine az bir süre kaldığı için yeni arayışlarda sanırım. Şu anda muhalefet boşluğu var. Muhalefetin yetkilerini Kılıç üzerine almış. Toplantıya davet ettiği kıymetli konukları huzurunda mahkemenin nezaketine yakışmayacak üslupla konuştu…” diye tutuk bir açıklama yapıyor. Bir AKP’linin nezaket ve üslup kaygısı taşıması tabii ki ilginç… Ne de olsa yıllardır Türkiye’nin en nezaketsiz üslubuna sahip olan siyasetçisinin liderliğinde çalışmayı içlerine sindiren insanlar bunlar…
    Cemil Çiçek de konuşuyor: “Kimse oraya azarlanmaya gitmedi. Üslup yargıya yakışmadı.” Yine aklımıza yıllardır Tayyip Erdoğan tarafından çeşitli ortamlarda ve çeşitli vesilelerle azar işiten, hakaretlere maruz kalan insanlarımız geliyor. Ve tabii AKP’lilerin samimiyetsizliği…
    Fakat AKP’lilerin “emekliliği yakın” derken imalarının, “Haşim Kılıç’ın Cumhurbaşkanlığına aday olacağı” iddiası olduğunu da görüyoruz.


    Aydınlıkçılar yine şaşırtmıyor…
    Ve ertesi sabah Aydınlık Gazetesi yine bizi şaşırtmıyor. Sanki manşeti Bekir Bozdağ atmış gibi: “Yüce Divan’da Köşk Savaşı” ve “Cemaat kılıç çekti”. AKP’nin; Kılıç’ın çıkışını Cumhurbaşkanı adaylığı hesaplarına ve Cemaat’le ilişkili hareket etmesine bağlayan tavrını Aydınlık da aynen tekrarlıyor.
    CHP ve MHP’liler açıklamalarında Haşim Kılıç’ı haklı buluyorlar. Değerlendirmeler genellikle Kılıç’ın konuşmasının hukuk çerçevesi içinde ve doğru olduğu yönünde. Kılıçdaroğlu; “Sözde bir diktatörün yüzüne hukuk devletinin ne olduğu söylendi” diyor. Fakat AKP ile anlaşarak hapisten çıkan, seçimlerde CHP oylarını bölmek için azami gayreti gösteren, Akit Gazetesine verdiği röportajda “Tayyip Erdoğan’ın yanındayız” diyen Perinçek ve gazetesi yine AKP’nin yanında yer alıyor. Kılıç’ı haklı bulan muhalifler, Atatürkçüler ve milliyetçiler “Haşim Kılıç’tan medet ummak”la suçlanıyor.
    Perinçek’in Akitçilerle samimiyetinden, Büyük Doğucu Necip Fazıl’ın öğrencisi Tayyip Erdoğan’ı desteklemesinden nedense hiç rahatsız olmayan Aydınlıkçılar, tekrar tekrar Haşim Kılıç’ın İBDA-C bağlantısı iddiasını tekrarlıyorlar. Tutarlılık mı? Kırk senedir asla olmamış bir şeyi neden şimdi bekleyelim ki…


    Tayyip: “AYM’yi de dinliyorlar”
    Tayyip ise durumu doğrudan Cemaat’e bağlıyor Konya’da: “Bunlar beni dinliyor, Cumhurbaşkanı’nı dinliyor. Yeni bir şey söylüyorum Anayasa Mahkemesini de dinliyorlar.” Sonra şöyle sürdürüyor: …Bu örgütün yargı içindeki, emniyet içindeki ve diğer kurumlardaki uzantılarından ve diğer çevrelerdeki uzantıları tarafından direnç gösteriliyor. Biz o direnci de kıracağız, paralel devlete asla müsaade etmeyeceğiz.”

    Kılıç’ın adını burada vermiyor ama onun da aynı Aydınlık gibi “Cemaat kılıç çekti” dediğini herkes rahatlıkla anlıyor. Amerikan kanalı PBS’ye daha açık konuşuyor:
    “Biz Anayasa Mahkemesi’nin verdiği karara uyarız ama eleştirimizi de yaparız. Öyle kararlar veriyorlar ki hukuki değil, politik. Yargının kararlarıyla konuşması gerekir. Ama bugün bir konuşma yaptı, Cumhurbaşkanı, Meclis Başkanı, Başbakan, Başbakan Yardımcısı orada. Herkese ders verdi. Bugünkü konuşma benim üzülerek dinlediğim bir konuşmaydı. Bu konuşmanın altından da Sayın Başkan ömrü boyunca kurtulamayacak.”

    Kılıç’a bu açık tehdidi yaparken bir taraftan da ABD’nin Fethullah Gülen’i iade etmesini ya da en azından sınır dışı etmesini beklediğini de ekliyor. Peki, Tayyip Erdoğan’ı ve AKP’lileri bu kadar kızdıran şey ne? İktidarın yıllar boyunca defalarca nasıl da kendisini yargının yerine koyarak davrandığını hatırlıyoruz. Kılıç’ın “siyasi” denen konuşması bu mizanla çok hukukî kalıyor…


    Faşizm, kendini frenleyecek herkese düşmandır
    Daha twitter ile ilgili iptal kararı çıktığında tavrını belli etmişti aslında AKP. Bülent Arınç’ın o sırada yaptığı açıklamayı hatırlıyoruz. Arınç; geçmişte de durumdan vazife çıkaran kurumlar olduğunu, onların şimdi bunu yapamadığını ama onların yerini Anayasa Mahkemesi’nin aldığını söylüyordu. Tartışmalar sırasında Ömer Çelik aynı şeyleri daha açık ifade ediyor:
    “…Geçmişte zaman zaman ordunun ve başka kurumların yaptığı gibi kurtarıcı misyona kendini kaptırmış. Demokrasi felsefesiyle en çelişen durum, bir kurumun kendine kurtarıcı misyonu biçmesidir.”

    Türkiye’de devletin içinde bir dengenin olduğu günleri kastediyor Çelik. Yani Başbakanlık koltuğunda oturan bir diktatör heveslisinin çıkıp kimseyi takmadan her şeyi yapamadığı, “ileri demokrasi” diyerek faşizm kurmaya kalkamadığı, Cumhurbaşkanı’nın gerçekten işini doğru yaptığı, ordunun ve yargının dengeleyici bir ağırlığının olduğu o günleri hatırlatıyor bize. Ve anlıyoruz ki işte Tayyip Erdoğan ve AKP’nin Haşim Kılıç’ın tavrında tahammül edemediği merkezi nokta da bu: Hiç beklemedikleri anda ve hiç beklemedikleri bir kişi onlara hukuk devleti ve demokrasi adına sınırlarını bildiriyor.

    İşte bir faşist için en dayanılmaz şey: Sınırları olduğunun hatırlatılması…
    Bu Haşim Kılıç’ın kişiliğinden de, kimliğinden de, hangi amaçla, kimlerin desteğiyle bu eleştirileri yaptığından da bağımsız bir şey…

    Kılıç, Asya Anayasa Mahkemeleri Kongresi’nde “Bunu korumak için devletin varlığına ihtiyaç duyan toplum, bu kez devlet gücüne karşı da özgürlüğünü teminatlı bir konuma getirmek istemiştir. Bu ihtiyaç, devletin gücünü kullanan yasama, yürütme ve yargı organlarının hukuk dışına çıkarak bu değerlerin zedelenmesine ya da ortadan kaldırılmasına engel olma düşüncesinden doğmuştur” derken tam da bu noktaya değinmiş olmuyor mu aslında?
    AKP ve Tayyip Erdoğan hukuk tarafından sınırlanmaya başladı artık. Yargılandıklarını ve hatta AKP’nin kapatıldığını da göreceğiz. Bunu onlar da biliyor ve o yüzden bu kadar saldırıyorlar Haşim Kılıç’a.
    Beklenen final yaklaşıyor…

    http://www.turksolu.com.tr/447/kataberk447.html

    ..


    6 Ocak 2015 Salı

    İNGİLİZLER ( MUSUL VE KERKÜKTEKİ EMELLERİ İÇİN ) ŞEYH SAİD 'İ DESTEKLEDİ


    İNGİLİZLER ( MUSUL VE KERKÜKTEKİ EMELLERİ İÇİN ) ŞEYH SAİD 'İ DESTEKLEDİ


    İngilizler, Musul ve Kerkük için Şeyh Sait’i destekledi,


    İsyandan üç yıl önce İngilizlere yazılan bir mektup…










    Şeyh Ali Rıza

    Başlı başına bu belge bile esas meselenin İngilizlerin Musul-Kerkük hesapları olduğunu kanıtlamaktadır. Tabii bir de Mustafa Kemal Atatürk’e duydukları derin Düşmanlığı…




















    Damat Ferit




















    Seyit Abdülkadir



    Mektup, 7 Ocak 1922 tarihliydi ve Şırnak, Hacı Bayram ve Selubi gibi birkaç aşiret adına Şırnak Aşireti Reisi Aysurzade Abdurrahman Ağa’nın imzasını taşıyordu. Muhatabı ise o sıralar Irak’ın gerçek yöneticisi olan İngiliz komiseriydi. İngilizlerden, Türkiye’ye karşı destek isteyen, bunu yaparken de Kürtlerle İngilizlerin aynı ırktan geldiklerini (!) anlatacak kadar çeşitli yollara başvuran Abdurrahman Ağa’nın bu mektubu, üç yıl sonra yapılacak olan Şeyh Sait Ayaklanması yargılamalarında kanıtlar arasında yerini alacaktı. Abdurrahman Ağa, İngilizlere şöyle sesleniyordu:
    “Britanya Hükümetinin, haklarımızın yalnızca bu anlaşmayla tanınmakla yetinmesine rıza göstermeyiz. Bağımsızlığımızın sağlanması konusunda gizli yardımda bulunulacağı umudunu taşımaktaydık. Oysa, Şırnak olayında, umut ettiğimiz ve beklediğimiz yardımı görmediğimizden güçlü düşmanımız Türk Hükümeti elinde yalnız kaldığımızı üzülerek ifade ederiz.
    Milli hukukumuzun elde edilmesi ve hükümetimizin kurulmasına kadar aşiretlerimizin savaş mühimmatı konusundaki eksiklikler milli maksadımızın gerçekleşmesini engellemektedir. Bazı aşiretler de mühimmatsızlık yüzünden harekete katılamıyorlar.
    Gerçi hükümet kurmadan Büyük Britanya’nın açıkça yardım edemeyeceğini biliyoruz. Ancak, hükümet kurulduktan sonra yapılacak açık yardımdan önce bu gizli yardımın yapılmasını bütün içtenliğimizle bildiririz.”
    Aşiretler ve şeyhler, İngilizlere destek için defalarca başvuruyor, ayaklanmak için hazır olduklarının ama desteğe ihtiyaçları olduğunu belirtiyorlardı. İngilizler ise iki sebepten dolayı bekliyorlardı.

    İngilizler, Musul-Kerkük meselesini bekliyor
    İngilizlerin açık bir destekten kaçınmasının nedeni ortadaydı: Osmanlı’dan kopardıkları yerlere daha yeni yerleşmişlerdi ve burada hem müttefikleri hem de rakipleri olan Fransa’yla bir paylaşım yarışına girişmişlerdi. Bu durum hareketlerini kısıtlıyordu. Fakat daha da mühimi Anadolu’ya tamamen el koyma, batıyı Yunanlılara, doğuyu ise Ermenilere ve Kürtlere bölüştürme planları Atatürk tarafından durdurulmuştu. İngiliz emperyalizmi tarihinin en acı tokadının Türklerden yemişti. Atatürk’ün üstün askerî ve siyasî dehasıyla uygun şartlar oluşmadan tekrar karşı karşıya gelmek istemiyorlardı. Açık bir kriz şu an işlerine gelmiyordu.
    Bunun da dışında İngilizler hesaplarını iyi yapıyorlardı. Onlar için temel mesele; Türkiye’nin Misak-ı Millî sınırları içinde olan ve vatana katmak için mücadeleden kaçınmayacağını açıkça ortaya koyduğu Musul ve Kerkük bölgesiydi. İngiltere, bu meselenin er ya da geç Türkiye tarafından olmazsa olmaz bir şekilde masaya getirileceğinin çok net farkındaydı. Çıkacak ve erkenden bastırılacak bir ayaklanma İngiltere’nin bu hesabına uymuyordu. Ayaklanma öyle bir zamanlamayla çıkmalıydı ki Türkiye tam Musul-Kerkük meselesine yoğunlaşacağı sırada ona engel olmalı, Türkiye’nin dikkatini ve enerjisini buraya toplamalıydı.
    Böylelikle, ayaklanmanın başarılı olmaması durumunda dahi Türkiye, Musul ve Kerkük’ten olacağı için İngiltere kendi adına oldukça kazançlı çıkacaktı. Nitekim öyle de oldu… Kürt aşiretleri ve Nakşî şeyhleri ne kadar aceleci ve ihanete teşne iseler İngilizler de bir o kadar soğukkanlı ve planlı davrandılar. Bölücü, Kürt-İslamcı örgütlenme kendisini kullandırtmak istiyordu; İngiltere de bu imkânı sonuna kadar ve istediği gibi değerlendirdi…

    Seyit Abdülkadir ile Hürriyet ve İtilaf’ın Kürt özerkliği anlaşması
    Kürt-İslam örgütlenmesinin temel hedefi ise özerk hatta mümkün olursa “bağımsız” bir Kürdistan kurarak bunu Şeriatla yönetmekti. Bu Şeriatçı Kürt devletinin başında da tabii ki Nakşî-Kürt şeyh aileleri bulunacaktı. Seyit Abdülkadir, babası Ubeydullah’ın misyonunu kaldığı yerden sürdürüyordu. 1908’den beri açıkça Kürtçü örgütler kuruyor, 1918’den itibaren de Sevr’in yarattığı koşullardan iştahı kabarmış bir halde sonuca ulaşmaya az kaldığını düşünüyordu.
    Şeyh Sait İsyanı sırasında Seyit Abdülkadir Nehrî, İstanbul’daki evinde tutuklanacaktı. Evinde ele geçen belgelerden biri de İngiliz kuklası Damat Ferit Paşa hükümeti ile Abdülkadir’in Kürt Teali Cemiyeti arasında yapılan bir anlaşmayla ilgiliydi. Anlaşmaya göre Hürriyet ve İtilaf hükümeti özerklik sözü vermekteydi. Sorgulamada Mazhar Müfit Bey (Kansu) bu konuyu sorduğunda Abdülkadir inkâr etmeyecekti:

    “Evet, bilgim vardır, inkâr etmem. Hürriyet ve İtilaf’la bir anlaşma yaparak Ferit Paşa’nın Ermenistan emellerini kırmak istedik. Bu anlaşma gereğince Kürdistan’a özerklik verecektik. Fakat Osmanlı hükümeti ile İslâm halifeliğini ayırmadık.”

    Yani Abdülkadir, “Ermenistan’a engel olmak için bunları yaptık ve suç Damat Ferit’indir” diyerek işin içinden sıyrılmaya çalışıyor. Fakat burada birkaç noktada birden çelişkiler ortaya çıkıyor. Birincisi; Damat Ferit Paşa, zaten İngilizci Hüriyet ve İtilaf’ın hükümet başkanıdır. Kendi partisi de onunla aynı noktadadır. İkincisi; Abdülkadir de aynı partinin başından beri içinde yer almıştır, hatta onun Şuray-ı Devlet reisliğini (Danıştay Başkanlığını) üstlenecek kadar önemli bir yeri vardır. Üçüncüsü; Kürt aşiretleri ve Nakşî şeyhleri Ermenilerle o dönemde de ortaktırlar. Paris’te Türkiye aleyhine çalışan Kürt Şerif Paşa ile Ermeni Bogos Nubar bir aradadırlar. Bugünün Kürt-İslâmcıları Şeyh Sait’in daha I. Dünya Savaşı sırasında Ermenilerle ilişki kurduğunu övünerek anlatmaktadırlar. Seyit Abdülkadir’le defalarca görüşüp ayaklanmayı planlayan Şeyh Sait’in oğlu Ali Rıza Kürt-Ermeni ortak örgütü Taşnak Hoybun’un yöneticilerinden olacaktır sonradan. Yani Ermeni talepleri ile Kürt talepleri birbirine toprak paylaşımı dışında asla karşı değil ortaktır.
    Tümünü bir araya getiren esas güç ise tabii ki İngiltere’den başkası değildir… Sorgularda tüm ayaklanma liderleri ise birbirlerini suçlayarak suçu üzerlerinden atmaya çalışacaklardır. Fakat artık tüm olan biten açıklıkla ortaya çıktığı için sonuç alamayacaklardır.

    Binbaşı Kasım, İngiliz parmağını açıklıyor
    Şeyh Sait Ayaklanması olayının en temel isimlerinden biri Binbaşı Kasım’dır. Binbaşı Kasım, Şeyh Sait’in bacanağıdır. Ayaklanma öncesi örgütlenmeyi de gelişmeleri de en başından beri bilmektedir ve ayaklanmaya karşıdır. Bu nedenle de devlete bilgi aktarmış, ayaklanmanın sonunda da Şeyh Sait’in yakalanmasında orduya yardımcı olmuştur. Yine Mazhar Müfit Bey’in ayaklanmacıların İngilizlerle ilişkisi konusunda sorduklarına en net cevapları veren de o olmuştur.
    Mazhar Müfit Bey’le Binbaşı Kasım arasında şu konuşma geçer:
    “- Şeyh Sait’in oğlu Ali Rıza’nın İstanbul’a gidişi bu ayaklanma ile ilgili midir?
    - Ali Rıza Halep’e oradan da İstanbul’a geçti. Sonra döndü. Seyit Abdülkadir Efendi’yi gördüğünü söyledi. Bu düdük ötmez, ömrümüz on beş gündür dedim. Merak etme olacak, dedi.
    - Ali Rıza İstanbul’dan döndükten sonra Seyit Abdülkadir’den söz ederken size İngiliz nüfuzu ile bir Kürdistan kurulmasından söz etti mi?
    - Esasen, söylesin söylemesin, bu olaylarda İngiliz parmağı olduğunu biliyordum.”
    Evet, herkesin bildiği “İngiliz parmağı” gerçeği böylece olayları en yakından yaşayan ve bilen Binbaşı Kasım tarafından da doğrulanmış oluyordu. Fakat bir destekleyici bilgi daha vardı ve o da yine İngilizlerin rakipleri Fransızların raporlarındaydı…

    Fransız komiserinin raporunda İngiliz-Şeyh Sait ilişkisi ve Musul
    Fransızlar, İngilizleri her hareketini kendi menfaat ve hassasiyetleri gereği adım adım izliyorlardı. Fransa’nın Bağdat komiserinin, Paris’e geçtiği rapor birçok meseleyi netleştirmektedir, özellikle de Musul meselesini:
    “… Ayaklanmacılara silahlar İtalya’dan gelecekti. Kürt hareketi Berlin’de cumhuriyet karşıtı Türkler, Mısırlı ve Hintli eylemciler tarafından desteklendi. Cenevre’de toplanan bazı bilgiler İtalya ve İngiltere’nin ayaklanmanın hazırlandığından önceden haberi olduğunu gösteriyor…
    Kürt ayaklanması, kendiliğinden birdenbire meydana çıkmadı. Kürdistan dağları yabancıların kışkırtması ve desteği ile ayaklandı. Ayaklanma işareti İstanbul’daki Kürt yanlısı çevrelerden geldi. Bu bölgede ortaya çıkan olaylar, İngilizlerin uğradıkları yenilgiden sonra hiç affetmedikleri Mustafa Kemal’e ve Ankara’daki Meclis’e karşı yürüttükleri siyasetin bir parçasıdır…
    Kürt ayaklanması bundan daha iyi koşullarda patlak vermezdi. Ayaklanma, Türklerin Musul üzerindeki iddialarını araştıran Komisyon’da Türklerin kendi topraklarındaki Kürtler arasında bile huzuru sağlayamayacağını gösterecekti.”
    Başlı başına bu belge bile esas meselenin İngilizlerin Musul-Kerkük hesapları olduğunu kanıtlamaktadır. Tabii bir de Mustafa Kemal Atatürk’e duydukları derin düşmanlığı…
    Kürt-İslamcı Nakşîler ise yine İngiliz sömürgeciliğinin bir numaralı piyonu olma rolünü oynuyorlardı. 1800’lerin başında kurgulanan İngiliz projesi zehirli meyvelerini veriyordu ve daha da verecekti…


    ***

    TÜRK SİYASİ TARİHİNİN GEÇMİŞ DÖNEM OLAYLARINI BİLMEK İSTEYEN VATANSEVERLERİMİZ..  Kaya Ataberk 'in önceki yazılarıni MUTLAKA OKUYUNUZ..

    - Haşim Kılıç, kılıcını çekti (Sayı 447, 4 Mayıs 2014)
    - Şeyh Sait Ayaklanması: İngiliz emrindeki Kürtçü şeriatçılık (Sayı 446, 27 Nisan 2014)
    - Şeyh Sait ayaklanmasını kimler, nasıl örgütledi? (Sayı 445, 20 Nisan 2014)
    - Nakşî Kürtlerin ikinci kolu Şeyh Sait Ailesi (Sayı 444, 13 Nisan 2014)
    - Sağın Barzani sevgisi ve Nakşî dayanışması (Sayı 443, 6 Nisan 2014)
    - Nakşî Barzanilerin Türkiye’ye ihanet dosyası (Sayı 441, 16 Mart 2014)
    - AKP-Barzani kardeşliğinin kökü, Necip Fazıl ve Nehrî ailesii (Sayı 440, 9 Mart 2014)
    - Nakşî Kürtçülerin birinci kolu Nehrî Ailesi’nin kısa tarihi (Sayı 439, 2 Mart 2014)
    - Tanzimat’ta Nakşî güçlenmesi ve Kürtçülüğün doğuşu (Sayı 438, 23 Şubat 2014)

    - Diktatörle tarikatın savaşı: II. Mahmut’la müttefiki Nakşîler nasıl karşı karşıya geldi? (Sayı 437, 16 Şubat 2014)

    - Kürt Nakşîliği Türk Devletini ve toplumunu nasıl böldü? (Sayı 436, 9 Şubat 2014)

    - İngilizler, Vahhabîlik ve Kürt Nakşîliğinin Türklüğe karşı gizli ittifakı (Sayı 435, 2 Şubat 2014)

    - Kürt Nakşîliğinin Kökeni Şehrizorlu Şeyh Halid ve İngiliz Ajanı Claudius Rich (Sayı 434, 26 Ocak 2014)

    - AKP-Cemaat çatışmasının ardındaki Nakşibendî-Nurcu kavgası (Sayı 433, 19 Ocak 2014)



    http://www.turksolu.com.tr/448/kataberk448.html
    ..