24 Aralık 2014 Çarşamba

Polise darbeci demek iftira ve nankörlüktür




Polise darbeci demek iftira ve nankörlüktür.,




Polise darbeci demek iftira ve nankörlüktür

Polis Akademisi Öğretim Üyesi Prof. Dr. İbrahim Cerrah, Emniyet Genel Müdürlüğü’ndeki Etik Komisyonu üyeliğinden birkaç ay önce istifa etti. Türkiye’deki çoğu emniyet amirinin de hocası olan Cerrah, 17 Aralık dosyasının kapatılamayacağını söylüyor. AKP hükümetine “Polis olmasaydı bu ülkeyi yönetemezdiniz.” diyor.
Prof. Dr. İbrahim Cerrah, yaklaşık 25 yıldır Polis Akademisi’nde öğretim görevlisi. İngiltere’de master ve doktorasını tamamladı. 1995’ten 2008’e kadar Polis Akademisi’nde Güvenlik Bilimleri Enstitüsü Müdürlüğü yaptı. Başta New York Polisi ve FBI olmak üzere ABD’li polislere üç yıl eğitim verdi. Cerrah, yakın zamana kadar Emniyet Genel Müdürlüğü Etik Komisyonu üyesiydi. 17 Aralık sonrasında meslektaşlarına yönelik ‘kıyıma’ ve ‘cadı avına’ tepki göstererek görevinden istifa etti. Polis Akademisi Bilimsel Araştırma ve Yayın Kurulu Başkanlığı’ndan da istifa eden  Cerrah, kısa bir süre sonra akademideki görevini de bırakmayı düşünüyor. Sahur vakti operasyonunu da değerlendiren Cerrah, öğrencileriyle gurur duyduğunu, onların kahraman olduğunu belirtiyor.
-Manifesto niteliğinde bir mektup yazarak akademideki görevlerinizden istifa ettiniz. İstifaya giden süreçte neler yaşadınız?
Mektubu kamuoyuna ve emniyet mensuplarına bir mesaj olarak yazdım. Yolsuzlukla mücadele eden meslektaşlarımın yanında, yolsuzluk yapanların da karşısında olduğumu duyurmak ve öğrencilerimin yüzüne bakabilmek için istifa ettim. 17 Aralık sonrasında yaşananlarla ilgili Etik Komisyonu ve Polis Akademisi Başkanlığı’na birer yazı yazarak “Bu konuda bir tavır almamız gerekiyor.” dedim ve cevap gelmeyince istifa ettim. Ayrıca televizyona çıkmamam konusunda 7 kez uyarıldım. Onun için Bilimsel Araştırma ve Yayın Kurulu Başkanlığı’ndan da istifa ettim.
-İstifa sonrası çevrenizden ne gibi tepkiler aldınız?
7-8 yıldır bu görevi yapıyordum. Ailemden ve emniyet teşkilatından destek gördüm. Akademideki arkadaşlarımdan bazılarının ‘konuşma, başına bir iş gelir’ gibi endişelerini dile getirmelerinin dışında tepki veren olmadı. Bazı akademisyen ve polis arkadaşlarımdan özellikle sessiz kalmamam gerektiğini söyleyenler oldu. Bunlar, bu süreçte görevden alınanlar değil, tam aksine göreve getirilenler, yani klasik tabirle mevcut ‘düzenin adamları’ydı.
-17 Aralık operasyonu sizin için ne anlama geliyor?
Milletin kendisinden zannederek güvendiği, haram ve helale dikkat edeceğini zannettiği bazı insanlar tarafından aldatılmış olduğunun ortaya çıkmasıdır. Türk milleti dün inandığı ve güvendiği bazı insanlar tarafından aldatılmakta ve soyulmakta, milletimiz olan biteni, şaşkınlık ve ibretle izlemektedir. Milletin bu acı gerçeği kabullenmesi biraz zaman alacak. Ancak bunu çok geçmeden görecek ve bunu yapanlara da gereken dersi verecektir.
-Polise yapılan sahur vakti operasyonuna şaşırdınız mı?
Şaşırmadım çünkü bu insanlardan her şey beklenir. Daha fazlası da beklenir, çünkü çaresizlik içindeler. Bu insanların hukuki olarak alınmamaları gereken bir saatte alınmaları, yasalara göre yanlış şekilde kelepçelenmeleri bir zulümdür. Polislere yapılan muamele hırsızlara bile yapılmadı. 17 Aralık operasyonlarında yolsuzlukları yakalayanlar nasıl siyaset meydanlarında delilsiz ve mesnetsiz bir şekilde darbecilikle suçlanmışlarsa; bu ülkeye ihanet eden bir casusluk örgütünü deşifre edenler de aynı şekilde iftiraya maruz kalmakta ve sözde casusluk yapmakla itham edilmektedirler. Kamuoyu artık şunu görmektedir ki bu ülkeyi yönetmek için seçilen siyasilerden bazıları ve onların aile bireyleri büyük paralarla etki altına alınmış ve kuşatılmıştır. Şu ana kadar paraları verenlerden sadece biri suçüstü yakalanmış olup siyasilerin yargıya müdahalesi ile salıverilmiştir. Ama dış bağlantılı kara para aklama ve siyasileri rüşvetle kuşatma bir kişiyle sınırlı olamaz.
-Bundan sonra nasıl bir süreç bekliyorsunuz?
Ne yaparlarsa yapsınlar kaybedecekler. Haklı bir davada zayıf güçlüyü her zaman yener. Polisler haklıdır. Başta darbeci olmakla suçlanıyorlardı, şimdi casuslukla... Polis teşkilatı 12 yıldır bu iktidarı darbelerden korudu. Polise darbeci demek hem iftiradır hem nankörlüktür. Casusluk çetesinin üzerine giden polislere casus iftirasını atıyorlar. Hırsızın ev sahibine baskın çıkma durumudur bu.
-Bülent Arınç, “Polis özür dilesin, bu iş kapansın.” diyor!
17 Aralık’ta görevini yaparak hırsızları yakalayan polis, kimden özür dileyecektir? Rüşvet ve yolsuzluk hem suç hem de günah değil midir? Fakirlerin, gariplerin ekmek çalması suç ve günah da bakanların, bakan çocuklarının ve zenginlerin milyarlarca dolarlık yolsuzluk yapmaları suç ve haram değil mi? Durum böyleyken bu ülkeyi yöneten siyasi kişi ve makamlar polisin yakaladığı hırsızlardan özür dilemesini mi istiyorlar? Şunu belirtmekte fayda var: 17 Aralık rüşvet ve yolsuzluk operasyonları herhangi bir cemaat veya tarikatın ilkelerine göre değil, çoğu hâlen iktidarda olan siyasi parti tarafından çıkartılan kanunlara göre yapılmıştır. Dosyanın kapağını açacak kadar cesareti olanlar, yapılanların yürürlükteki kanunlara göre suç olduğunu göreceklerdir.
-Gözaltı süresi boyunca polislerin ve ailelerin verdiği fotoğrafı nasıl okumalıyız?
Anne ve babalar evlatlarını herkesten iyi bilirler. Haram lokma yememişlerdir. Eğer bu insanlar, bakanların önlerinde takla attıkları kişilerin rüşvetlerini kabul etselerdi, onların da altlarında lüks arabalar olurdu, lüks evlerde otururlardı. Ancak çoğu kirada oturuyor. Anne babalarından emanet aldığımız o evlatları biz de hukuka uygun eğittik. Güçlünün değil, haklının yanında olmayı öğrettik. Nasıl aileleri onların arkasındaysa ben de evlatlarımın arkasındayım, onlarla gurur duyuyorum.
-Göreve yeni gelen polislerin meslektaşlarına yaptığı uygulama ne kadar etik? Örneğin kelepçe mizanseni…
Alt rütbedekilerin gelen talimatları yerine getirmeye çalıştıklarına inanıyorum. Üst rütbedekilerin de psikolojileri bozuk. Her gün üç-beş tane sakinleştirici ilaç alan tanıyorum. Bazıları yıllardır kin ve nefretle bileniyor, fırsat kolluyorlardı. Bir kısmı ceza almış, hapis yatmış insanlardı. Bunlardan adalet beklemek mümkün değil zaten. Bu uygulamayı yapan polislere ileride hesabı sorulacaktır. Hukuksuz emir, emir değildir, yerine getirilmez. Şu anda görev yapanlara şunu söylüyorum. Başlarındaki başbakan da olsa kanun dışı emirleri yerine getirmesinler, getirirlerse yarın kendilerini ne başbakan ne de içişleri bakanı kurtarabilir. Biz onlara zamanında öğrettik. Öğrenmemişler veya unutmuşlarsa bu onların kusurudur.
-Bu süre içinde AKP bürokrasisi ile ilişkileriniz nasıldı?
Son 12 yıldır iktidarda olan AKP bürokrasisinden birçok kişi beni şahsen tanır. Siyasete ve halkın seçerek iktidara getirdiği siyasetçilere karşı duruşumu ve kendi çapımda verdiğim desteği de çok iyi bilirler. Hiçbir zaman siyasete ve hükümete karşı biri olmadım. Bunu hem polislere verdiğim eğitimlerle hem de çalışmalarımla ortaya koydum. Meşru siyasete verdiğim destekten dolayı tehdit edildim.
-Nasıl bir tehdit?
İki kez bomba süsü verilmiş paketlerle suikast teşebbüsüne maruz kaldım. Adım, birden fazla terör örgütünün suikast listelerinde yer aldı. İstihbarat raporları ile can güvenliğimin tehlikede olduğu ve kendime dikkat etmem konusunda istihbarattan uyarıldım. Bunların hiçbiri beni yıldırmadı. Bunu bugün başbakana ‘çok yakın’ olan bazı siyasiler ve bürokratlar çok iyi bilmektedir. Eğer bilmiyorlar ve hatırlayamıyorlarsa belgeleriyle ispat ederim.
-İçişleri bakanlarıyla ilişkileriniz nasıldı?
Beşir Atalay’la gerek içişleri bakanı olduğu ve gerekse daha önceki bakanlık döneminde birkaç kez görüştüm. Ancak asıl onun içişleri bakanı olduğu dönemde makamlarına nazikâne davet ettiğinde yaptığımız görüşme, bakanın şahsında hükümetin polise o günkü ile bugünkü bakışının karşılaştırılması açısından çok manidardır.
-Neden?
AKP iktidarının ilk 10 yılında polis kahramandı. Polise minnettarlık duyuluyordu. Polis değil darbecilikle suçlanmak, darbeleri önlüyordu. Kısacası, 10 yıl boyunca polis bugünkü gibi tu kaka değildi. Ne zaman ki dört bakana ve onların çocuklarına ulaşan milyarlarca liralık büyük rüşvet ve yolsuzluk operasyonu yapıldı, o polisler birden ‘darbeci’ ve ‘ajan’ olmakla suçlandı. Bu ülkede Genelkurmay’ın ışıkları açık kaldığında siyasilerin uykularının kaçtığı günler vardı. Askerler konuşunca bu ülkenin kimyası bozulurdu. O tarihlerde polisler canla başla çalışarak onlarca darbe hazırlığı ve teşebbüsünü önlediler. Bir insan hele bir Müslüman nasıl bu kadar nankör ve vefasız olabilir? İktidara geldiğiniz ilk yıllarda polisler canla başla çalışmasaydı siz bu ülkeyi yönetemezdiniz. Devlet kurumları içinde güvenebileceğiniz sadece emniyet vardı. Medya, yargı, sivil toplum karşınızdaydı. İçinde yaşadığımız coğrafyada halkın oyu ile iktidara gelinse bile halkın oyu ile iktidarda kalınamadığını görmediniz mi? Bugün kendisine çok güvenerek her şeyinizi ona emanet ettiğiniz kişiler o koltukta yokken siz polise güveniyordunuz. 12 yıldır iktidardaysanız bunu biraz da polise borçlu değil misiniz?
-O dönem başka nelerle karşılaştınız?
AKP’nin ilk iktidarı döneminde askerî vesayet ciddi bir şekilde hissediliyordu. Gerek yaptığımız yayınlar ve gerekse düzenlediğimiz konferans ve panel gibi bilimsel aktivitelerle demokratik değerleri savunduk. Örneğin, 2006’da TESEV Almanağı’nı yayımlayarak siviller adına darbecilere karşı bir duruş sergileyenler arasında yer aldım. Zamanın genelkurmay başkanının bir konuşmasında hedef olarak gösterildik. Arabama ve makam odama bomba süsü verilen paketler konularak korkutulmaya ve yıldırılmaya çalışıldım. Kamuoyuyla ilk kez paylaştığım bu bilgi, polis kayıtlarında olduğu gibi bendeki belgelerle de mevcuttur.
-Beşir Atalay’la görüşmenize dönersek…
Sayın bakan ile ortak bir dostumuz var. Hâlen başbakana çok yakın ve çok etkili bir konumda olan bürokratı otuz yılı aşkın süredir tanımaktayım. Kendisini 13-14 yaşlarında âdeta gencecik bir fidan iken tanıdım ve hâlâ da severim. Sayın Atalay ile ortak dostumuz olan bürokrat, kendisine yaptığı hayırlı olsun ziyaretinde geçen konuşmayı anlattı. Bakan beye, polis teşkilatında görev yapan ve teşkilatı çok iyi tanıyan bir arkadaşından söz ettiğini ve bu kişinin kendisini doğru ve sağlıklı bilgilendireceğini, yanıltmayacağını söyler. Ben içimden ‘kim bu kişi’ diye geçirirken bakan beye söz ettiği kişinin ben olduğumu öğrendim. Ancak bu arada, ileride bir yanlış anlaşılma olmaması için de benim özel hayatımla ilgili olarak biraz bilgi verir ve kamuoyunda tanınmış bir kişiye karşı benim ‘gönül bağım’ olduğunu da belirtir. Ben de kendisine bakan beye benim hakkımda söylediği şeyin çok doğru olduğunu ve bir zamanlar başbakan ve bakanların da açıkladıkları gibi benim de bu kişiye karşı bir gönül bağımın olduğunu doğruladım. Sonuç olarak, bu konuşmadan sonra bile bakan beyle görüşmek gibi hiçbir niyet ve teşebbüsüm olmadı. Aradan birkaç ay geçtikten sonra bakan bey bizzat kendisi beni telefonla arayarak görüşmek üzere makamına davet etti.
-Neden?
Ben o tarihlerde (Nisan 2009) Güvenlik Bilimleri Enstitüsü müdürü olduğum için görevimle ilgili bir bir görüşme olacağını düşünüyordum. Ama öyle olmadı. Bakan bey bana daha önce kendisini neden ziyaret etmediğimi ve beni beklediğini ifade eden sitemkâr bir konuşma yaptıktan sonra çok önceleri görev yaptığı İzmir ile ilgili bazı ortak noktalarımızdan söz etti. Benim açımdan oldukça yararlı ve onurlandırıcı bir görüşme oldu. Bakan bey bana görev yaptığım kurumla ilgili olarak bir istek ve ihtiyacımın olup olmadığını sordu. Böyle bir soruya hazırlıksız olmama rağmen o andaki bazı parasal ihtiyaçlarımızı telaffuz ettim. Bakan bey bana “Bunlar küçük rakamlar hocam! Siz büyük düşünün! Her zaman arkanızdayım! Paraysa para! Elemansa eleman! Ne ihtiyacınız varsa sizi desteklerim.” dedi.
-Herhangi bir talepte bulundunuz mu?
AKP henüz iktidara gelmeden önce ve daha doçent bile değilken yardımcı doçent unvanı ile Polis Akademisi bünyesinde kurulmuş olan Güvenlik Bilimleri Enstitüsü Müdürlüğü görevine atandım. O tarihlerde Akademi’de üç tane profesör olmasına rağmen- sağ olsunlar- beni bu göreve atadılar. 2001’de atandığım ve yaklaşık 8 yıl kaldığım bu görevden kendi istek ve irademle ayrıldım. Bu görevimden istifa etmeden sadece 1-2 hafta önce zamanın içişleri bakanı makamına davet ederek bana her türlü desteği vermeye hazır olduğunu söyledi. Bakanın bunca teveccüh ve destek vaadine rağmen görevimde daha fazla kalmayı düşünmedim. 8 yıl içerisinde değişen akademi başkanlarına istifamı verdim ama onlar uygun görmeyip devam etmemi istediler. Ancak 2009’da atanan akademi başkanına istifam konusunda ısrarcı oldum. Çünkü o zamanki içişleri bakanı, başbakanımızın lise yıllarından sınıf arkadaşına akademi başkanlığına atanması konusunda ümit vermiş olmasına rağmen onu atamamıştı. Bu durumda kendimce bir jest yaparak 8 yıldır iktidarda olan başbakanımızın sınıf arkadaşına bir yer açmak için görevimden istifa ettim. Bu da gerçekleşti ve ben istifa ettikten sonra bu hocamız benim boşalttığım makama oturdu. Bu iddialarımı bazı okuyucularımız abartılı bulabilir. Ancak şimdi söyleyeceğim ve bundan sadece birkaç hafta önce gerçekleşen bir olay anlattıklarımı teyit etmektedir. Başbakanımızın liseden sınıf arkadaşı olan saygıdeğer hocamız, diğer bir arkadaşı da içişleri bakanı olmasına rağmen ancak 2012’de akademi başkanlığı görevine atandı. Ancak görev süresi dört yıl olmasına rağmen üzerinden daha iki yıl bile geçmeden alındı. Kısacası 12 yıldır ülkeyi yöneten başbakanımız kendi sınıf arkadaşına ancak 10 yıl sonra bir görev verdi ve bu görevi de tamamlamadan daha yarısındayken görevinden aldı. Saygıdeğer bir beyefendi olan bu hocamızın görevden alınma nedeni, kendi ifadeleri ile kartal olamayışıydı. Diğer bir anlatım ile ‘cadı avı’ yapma konusundaki isteksizlik ve belki de biraz da hızlı olmayışıydı.
-Emniyete yapılan sahur vakti operasyonunun başında bulunan İçişleri Bakanı Efkan Ala’yla ilişkileriniz nasıldı?
Kendisini İçişleri Bakanlığı tarafından 2005-2006 yıllarında yürütülen ve benim de ‘yerli uzman’ olarak katıldığım bir Birleşmiş Millet Kalkınma Programı (UNDP) projesi kapsamında tanımıştım. UNDP projesinin yerli uzmanı olarak gerek programın içeriği, gerekse sabit hocalar dışında dışarıdan davet edilecek isimler konusunda bana teveccüh gösterilerek görüşüm sorulduğunda Efkan Ala’nın ismini önermiştim. O zamanlar Diyarbakır valisiydi. Kendisini o günkü şartlarda rol model bir vali olarak gördüğüm için konuşmacı olarak çağırılmasını önermiştim. Kendisi hatırlamayabilir; ama aramızda geçen ve onun taa öğrencilik yıllarına ve Erkan Mumcu ile arkadaşlıklarına kadar uzanan çok samimi ve dostane görüşmelerimiz oldu. Açıkça itiraf etmek gerekirse kendisinden o tarihlerde çok etkilenmiştim ve bende ülkeye çok güzel hizmetler edebilecek bir bürokrat izlenimi bırakmıştı. Ancak Sayın Ala’nın Başbakanlık Müsteşarlığı’na atandıktan sonraki performansına inanamıyorum. Bugün neden böyle davrandığını tam olarak kavrayamasam da bu tür davranışlarının asıl nedeninin bir gün mutlaka ortaya çıkacağına inanıyorum. Ben şahsen Efkan Bey tarafından ‘aldatıldığımı’ söyleyemem. Bu ona karşı saygısızlık olur. Ama kendim- belki de biraz saf olmamdan dolayı- onun hakkında ‘aldanmışım’ diyebilirim. Önemli bir programa konuşmacı olarak katılmasına katkı yaptığım Sayın Ala’nın yıllar sonra bakan olunca benimle ilgili ilk tasarrufunun ‘ifade özgürlüğümü’ ortadan kaldırmak olması çok manidardır.
-Nasıl yani?
14 Mart 2014’te CNN Türk’te Taha Akyol’un programına davet edildim. Programın konusu benim doktora alanım olan toplumsal olaylardı. Aynı gün birkaç saat içinde emniyet genel müdürünün imzası ile öğretim üyelerinin TV programlarına katılmalarını sınırlayan ama kanuni dayanağı olmayan bir yazı çıkartılmıştı. Bu yazı ile öğretim üyelerinin TV programlarına katılmaları bakanın, yani Efkan Ala’nın iznine bağlanıyordu. Acele ile alınmış ve hukuksuz olan emri ciddiye almadım ve o gün bugündür çağrılan her TV programına çıkmaktayım.
-Hakkınızda resmî olarak hiçbir işlem yapıldı mı?
Yapıldı elbette ama henüz bana ulaşmadı. Gerçi geçenlerde iki memur arkadaş beni evimde ziyaret ederek bana bir zarf vermek istediler ama yıllık iznimi kullandığım için üzülerek kabul edemedim. Ancak memur arkadaşlar evrakı mahalle muhtarına bırakmışlar. 5-6 gün sonra evrakı muhtardan aldığımda gelen yazının ‘uzaklaştırma’ olduğunu öğrendim. Ayrıca, yazın akademide eğitim olmadığından dolayı ben zaten ‘meslekten uzak’ olduğum için bu yazıyı da çok ciddiye almadım doğrusu.
-Bu süreçte kendinizle ilgili bir kaygınız var mı?
Hem evet, hem hayır. Evet; çünkü sonuçta can tatlıdır. Ayrıca evliyim ve bakmakla sorumlu olduğum ve hepsi de eğitim çağında dört çocuğum var. Hayır; çünkü korkunun ecele faydası yok. Önemli olan yanlış bir yönde ve yanlış bir yolda ölmemektir. Hem burada nasıl ölüp nasıl uğurlandığımız değil, orada nasıl karşılandığımız önemli. Ben ne yapıp edip bu dünyada biraz daha fazla yaşamak değil de ne yapıp edip ‘Müslüman olarak ölebilmenin’ derdindeyim. Şu anda haklı ve mağdur olduğuna gönülden inandığım bazı arkadaş ve meslektaşlarımı savunuyorum. Bunun bedeli ne ise onu ödemeye de hazırım. Ancak zaman zaman geceleri uyanıp acaba dostlarım beni de almaya geldiler mi diye ümide kapıldığım da olmuyor değil. Bir zamanlar abi-kardeş olduğunuz, beraberce oturduğunuz, beraberce gülüp ağladığınız ve acı tatlı hatıralarınız olan bir insanın sizin için endişe kaynağı olması kelimelerle ifade edilemeyecek kadar ilginç bir duygu. Ama buna korku denemez. Bu insana korkudan daha fazla acı veren bir duygu. Şahsım adına endişelenmekten daha çok o dostumun içine düştüğü durumdan dolayı üzülüyorum. İşin benim açımdan güzel tarafı ise bu kurumun başında otuz yılı aşkın bir süredir birbirimizi iyi tanıdığımız ve sevdiğimiz bir dostumun olmasıdır. Aramızdaki dostluk, ilişkilerin bu düzeye gelebileceğini hiç hesap etmediğimiz dönemlerde, yapmış olduğumuz bazı dostane anlaşmalarla geri dönülemez bir şekilde perçinlenmiştir. Ben şu ana kadar sözümü tuttuğum gibi bundan sonra da ahdimi bozmayacağım. Sanırım eski dostum da en az benim ona olduğum kadar bana sadıktır. Bu durumda şu anda Türkiye’de kendisini en fazla güvende hissedecek birisi varsa o da benim. Her şeye rağmen, araba kazası veya başka bir şekilde başıma bir şey gelmesi durumunda ise bunun ilk sorumlusu bu ülkede cadı avını başlatan makamdır. Çünkü benim dostuma beni ortadan kaldırmak konusunda emir verebilecek tek kişi de odur. Ancak emri alan kişi bunu yerine getirmekte çok zorlanacaktır. Çünkü kendine emir veren kişiyle yaklaşık 15 yıldır hukuku varken benimle olan dostluğu ve hukuku 30 yılı aşkındır.
 __________________________
BABAMIN DUALARINDA HEP ERDOĞAN VARDI
-Ailenizin tepkisi nasıl?
 Ben ilkokul çağlarından beri namazını aksatmayan ağzı dualı bir anne-babanın çocuğuyum. Ailecek muhafazakâr-mütedeyyin ve Millî Görüş geleneğinden geliyoruz. Ailem başbakanı millete dürüstçe hizmet ettiğine inandığı için sevmişti. Babam başbakana, eşine ve çocuklarına her gün tek tek ismen dua ederdi. Bir zamanlar kendilerine güvenerek destek verdiğimiz bazı siyasetçilerin bu güveni suiistimal ederek yolsuzluğa bulaştığı konusunda babam ve yakın aile çevrem de benim taşıdığım endişeleri taşıyor. Ailemden hiç kimseyi bu konuda konuşarak etkilemedim. Onlar da benim gibi düşünüyor ve bana destek veriyorlar.
-17 Aralık’tan ülke olarak nasıl bir ders çıkarmalıyız?
Bu süreçte şunu öğrendim ki yolsuzluk yapanlar ile yolsuzlukla mücadele edenler gerçekte çok ayrı dünyaların insanlarıymış. Ben şahsen yakın bir zamana kadar her iki tarafın da ‘helal-haram’ ve ‘kul hakkı’ gibi konularda aynı inanç ve değerleri paylaştıklarını zannediyordum. Birbirlerine benzediklerini zannettiğim bu insanlar, birbirlerinden çok farklılaşmış ve birbirlerine ‘yabancılaşmışlar’. Birileri maaşı ile ayın sonunu zor getirirken diğerleri sadece bir ihaleden gelen 10 milyon doları dahi az görerek reddedebiliyor. Birileri paraları sıfırlamak için lüks villalar satın alırken, havuzlu yazlık villalar yaptırırken, birileri de milyon dolarlık rüşvetlere sırtlarını dönerek 100 metrekarelik evlerde kirayla oturmaya devam edebiliyor. Kısacası, birileri milleti adına samimi ve ‘hasbi’ bir şekilde gece gündüz demeden eşlerini ve evlatlarını ihmal etme pahasına koştururken, diğerleri de ihalelerden komisyon ve pay alarak evlatları ve torunları için servet biriktirebiliyor.
-Rüşvet ve yolsuzluk konusunda toplumda bir yozlaşma var mı?
 Maalesef öyle. AKP iktidarı döneminde insanlar daha fazla dindarlaşmadılar. Tam aksine dinî ve ahlakî değerlerde ciddi bir erozyon ve yozlaşma oluştu. Dindar değil; yozlaşmış, kolaycı, çıkarcı, helal-harama dikkat etmeyen bir nesil yetişti. Sakalı göbeğinde beş vakit namaz kılan hacı amcalar bile “Çalıyor ama çalışıyor!” diyerek hırsızlığı meşru görür oldu. “Allah için siyaset yapacağız! Halka hizmet hakka hizmettir!” diyerek iktidara gelenlerin bugün içine düştükleri durum çok üzücüdür. İslam adına çok acı bir durumdur. Özellikle 17 Aralık’tan sonra Türkiye’nin gündemine oturan ‘rüşvet ve yolsuzluk’, benim yıllardır üzerinde araştırma yaptığım ve eğitim verdiğim bir konu. Bu konularda bilimsel araştırmalar yapmak ve sonuçlarını kamuoyu ile paylaşmak benim hem görevim hem de hakkımdır. Kaldı ki Başbakanlık bünyesinde kurulmuş olan Etik Kurulu’nun bünyesinde, başbakanımızın da özellikle vermiş olduğu destekle yürüttüğüm yolsuzlukla mücadele projeleri vardır. Bu projelerden birinin başkanlığını bizzat ben yürüttüm.
________________________
CADI AVI POLİSİ YIKMAZ, GÜÇLENDİRİR  
-17 Aralık sonrası 100 bine yakın polis sürgün edildi. Siz aynı zamanda Türkiye’deki çoğu emniyet amirinin hocasısınız. Bu süreçte öğrencilerinize yapılan kıyım sizi nasıl etkiledi?
Bence her polisin yaşadığı mağduriyet bir kahramanlık hikâyesi. Bir polis memuru vardı, çocuğu özürlü. Sürgün edilen memura, amiri ‘Akılsızlığının cezasını çekiyorsun’ demiş. Üç göç bir yangına bedeldir. Sadece tayin olmak hele de damgalanarak tayin olmak polisleri ve ailelerini mağdur eder. Bugün o polisler gözaltı-tutukluluk yaşıyorsa, bugün 50-60 bin polis yolsuzluğa göz yummayacağı için sürgün ediliyorsa onlar kahramandır. Onların hepsini alnından öpüyorum.
-Emniyet teşkilatının ruh hâli nasıl?
Namuslu olduğu için görevden alınan hiçbir polisin yıkıldığını görmedim. Yıkılmış, ümitsizliğe kapılmış hiç kimseyi görmedim. Bence polis teşkilatı aklandı. Dün de bu yolsuzluklar yapılıyordu ama bunun üzerine gidecek bir polis teşkilatı yoktu. Şu anda hukuka inanmış cesur polisler var ki bakan da bakan çocuğu da olsa üzerine gidiyorlar. Bence polis teşkilatının imajı parlıyor. O kelepçeler şeref madalyaları.
-Bu kıyımın, polise yapılan zulmün toplumda nasıl bir etkisi olacak?
Ben bunun sürdürülebilir bir durum olmadığına inandığım için bunu yapanlar kısa sürede darmadağın olacaktır. Cadı avı bitecek, hukuk yeniden işleyecektir. Namuslu polisler tekrar görevlerine döneceklerdir.
-Bu süreçte topluma düşen bir görev var mı sizce?
Her şey milletin gözü önünde gerçekleşiyor. Burada Türk toplumuna şunu söylemek istiyorum. Yıllarca haklı olarak polisin rüşvet almasından, adam kayırmasından şikâyet ettiniz. Biz de hak ve hukuku gözeterek sizlere hizmet edecek, hırsızlar ve yolsuzlar tarafından satın alınamayacak kadar dürüst polisler yetiştirdik. Yolsuzluk yapan bakan veya bakan yakını bile olsa hukuk içinde onun üzerine gidebilen polisler yetiştirdik. Milletin hukukunu korumak konusunda cesur, kararlı ve rüşvetçiler tarafından parayla satın alınamayacak kadar dürüst olan bu polislere sahip çıkma sırası sizdedir.
-Bu dosya kapanır mı?
Kesinlikle kapanmaz. Yapanların yanına kâr kalmayacak. Bu dünyada da hesap verecekler, mahkeme-i kübrada da...
.

23 Aralık 2014 Salı

Siyaset Harmanında Kimlik Arayışı




Siyaset Harmanında Kimlik Arayışı


08 Temmuz 2011, 00:00

Siyaset Harmanında Kimlik Arayışı
Dr. Metin ERİŞ














Değerli okuyucu… Söze bir özürle başlamak istiyorum. Bu yazı 24 Haziran tarihi için hazırlanmış ve ani olarak çıktığım bir seyahatten gönderilmesi plânlanmıştı. Fakat bazen beklenmeyenler insanın bütün düşüncelerini altüst ediveriyor. Gittiğim yere herhangi bir ihtimali düşünerek modem bağlantısını birlikte götürmüştüm. Ama ne yaparsınız ki bozulacağını hesaba katmamıştım!.. Bu yüzden de neredeyse yarım günlük çabam boşuna gidecek ve hiç hayatımda yapmadığım gibi mazeretsiz sizlerden uzak kalacaktım. Özrümü kabul etmenizi diler ve o günkü yazıyı bilgilerinize sunarım…. Her yeni gibi görünen olayın insanoğlunun hafızasında geçmişe dönerek bazı araştırmalara başlamasını garipsememek gerekir… Hele bizim nesil gibi, çocuk yaşlarda da olsa, demokrasimizin ilk harfinden itibaren yaşayarak ibret alanlar için hafıza yoklamaları âdeta birer kader gibidir… Türkiye Cumhuriyeti devletinin Osmanlı İmparatorluğunun köklü ağacının filizinden doğduğunu, hâlâ inkâr edenler bulunsa da, günümüzde belgeli gelişmelerle karartılmasının mümkün olmadığı açıkça gözlenmektedir. Osmanlını 18nci yüzyılda belirginleşen, 19ncu yüzyılda ise ne yazık ki yanlış teşhis ve içine sürüklenişle ortaya çıkan darboğazlar ve nihayet Tanzimat’la birlikte neredeyse tamamen Batı kontrolüne giren yenileşme hareketlerinde uygulanan metotların imparatorluğun daha hızlı çöküşüne vesile olduğu bilinir. Böylece Tanzimat çizgisindeki İttihatçı kadrolardan bir grubun yeni devletin kurucuları arasında yer almasının âdeta kader haline gelmesi kaçınılmaz olacaktır!. Cumhuriyetin kuruluş sürecinde, örnek alınan Batı dünyasında yaşanan ideolojik çalkantılardan ülkemiz aydınlarının tesir altında kalmamış oldukları ise herhalde söylenemez. Bu durumda ilk yıllarındaki totaliter yapıda zamanın ideolojilerinin mâkes bulmasını tabii kabul etmek mümkün olacaktır. Dışarıdaki benzerleriyle bağımlı olmadığı intibaını veren, kendine mahsus bir hüviyet iktisap etmek isteyen ideolojik kurgunun vardığı nokta şahıs kültüne bağlanan Kemalizmdir. Kemalizm bir ideoloji midir? Eğer biz söyledik o halde saplantısında değilseniz, bunun bir şahıs kültü olmanın ötesine geçmediğini ve geçemeyeceğini samimiyetle dile getirmek gerekir. Kemalizm olarak isimlendirilmeğe çalışılan pragmatizmin, gerçekte bir sığınma mercii ve/veya iktidar vesayetinin pragmatik bir uygulamalar zincirinden başka bir şey olmadığı görülecektir. Kemalizm ile uygulamağa konulmak istenilen davranışlar irdelediğinde, karşımıza çıkanın iktidara hedefli bir kelimeler silsilesinden ibaret olduğu belirgin şekilde ortaya çıkar. Meselâ İnönü örneği hatırlandığında görülecektir ki Atatürk’ün ortaya koymağa çalıştığı pek çok uygulamanın ortadan kaldırıldığı ve bunların da Kemalizm’in unsurları olduğu iddia edilmiştir! Daha sonraları bu defa Ortanın Solunda da çelişkili görülse de Kemalizm’e sığınılacaktır. Görülen o dur ki CHP’nin kimlik arayışlarındaki çelişkilerinde hep kullanılan Kemalizm paravanıdır. Gariptir, bir türlü ulaşılamayan iktidar yolunda Güneydoğu Anadolu insanından istifade etmenin yolu aranırken, dünün Dersim mucitleri TİP’in arka plânında kalmayı tercihle Kürtçülük Hareketinin organize halde gündeme geldiği Doğu Mitinglerinde başrol oynamışlardır. Hatta TİP’in kuruluşundaki alt yapı da CHP teşkilâtlarınca sağlanacaktır!.. Ve paravan, kendi içinde çelişkilerle dolu olsa da, yine Kemalizm’dir Bu davranış biçimi, tersinden okunduğunda, sn Kılıçdaroğlu’nun Hakkâri Mitingindeki dayanışmasını hatırlatmıyor mu, ne dersiniz? İnönü’den sonra Ecevit de aynı ikilemi kullanmaktan kaçınmayacaktır. Bir taraftan kendi çizgisindeki devrim adına “Kemalist devrimler üst yapı devrimleridir” derken öte yandan “Ortanın Soluna karşı olanların kendilerini Atatürkçülükle vasıflandırmaları bir çelişmedir” diyerek Kemalizm sütresini kullanacaktır. Sonraki yıllardaki Ecevit, Kemalizm(!) adına gerçekleştirilen darbelerden birilerinin bumerang gibi CHP’e çarpması karşısında Kemalizm’in bir ideoloji olmadığını anlayacak ve anlatmağa da çalışacaktır ama kendini CHP’nin dışında bulacaktır!.. Özetle Kemalizm, ilmî temelden kaynaklanmadığı için boşlukta sallanan ve kullananların yorumlamak istedikleri yönde paravan yapılan farklı zeminlerdeki söylemlerden ibaret kalmaya devam etmiştir ve edecek gibi de görünmektedir… Ecevit’ten sonra CHP’nin Baykal ve sonrasında Kılıçdaroğlu ile yaşadıklarına bakınca önceki tespitlerimizden farklı bir zeminin şekillenmediği görülür. Kaybedilen seçim sonuçlarına göre, bir ara şeyh Edebali’ye ve halkın geleneksel değerlerine dönüş arayışları gündeme gelecekse de, adı “Kemalist” konulan vesayet yine hâkim unsura dönüşecek ve CHP’i halktan uzaklaştıracaktır. CHP’nin temel sıkıntısı sığınılan Kemalizm’in ideoloji olamayışı yanında onu bir türlü tarif edememekten kaynaklanmaktadır. Üstelik ondan vazgeçemeyerek yalpalamağa devam ederken halkın değerlerine intibak edememek de kimliksizleşmelerine yol açmaktadır.!.. Kimliksizlik evvel emirde “devletin kurucusu sıfatıyla her şeyin kendilerinden menkul oluşuna bağlandığı, milleti adam etmenin de kendilerinin sahip olduğu bir vecibe” inancı CHP’li mantığa yerleşmesinden doğmuştur!.. Doğruların tek sahibi saplantısından yola çıkıldığında içine sürüklendikleri totalitarizmden despotluğa, kapitalizmden devletçiliğe, halkçılıktan şahıs kültüne bağlı oluş ve nihayet Atatürk milliyetçiliğine uzanan çizgide, kulvar değiştirirken bile, halkla bütünleşememek kimliksizleşmeyi pekiştirmektedir. Dikkatle üzerinde durulduğunda görülecek olan, Atatürk döneminde demokrasi denemeleri olarak sunulan “emirli partiler” uygulamalarının da gerçek anlamda demokrasi arayışlarının olmadığıdır. Kurulan partiler, Anadolu tabiriyle CHP için “hık” deyiciler olarak düşünülmüş, tahakkuk etmeyince de kapanmaları kaçınılmaz olmuştur. Aynı uygulamanın 1946’da DP için de geçerli kılınmak istendiği ama zaman ve zeminin değişmesinin buna müsaade etmediği açıktır. Demokrasinin gerçeğe yakın 1950-60 yılları ise ibret alınacak olaylarla doludur. Birileri sahip oldukları vesayet zincirinin kırılmasına tahammül gösteremeyecek ve daha seçimlerin yapıldığı ilk günlerden itibaren 27 Mayıs Darbesinin alt yapısını oluşturmak üzere harekete geçeceklerdir. Ötesi bahanelerdir. Darbe sonrasında, 1965-69 arasını bir tarafa koyunuz, 60’lı yıllar Türk demokrasisinin talihsizlikler zincirinin devamıdır. İdeolojiler yanında çatışmasının siyasî zemindeki görüntüsü “halk yardakçılığı” artık gündemin başköşesindedir. Dönem parçalanmaların, inatlaşmaların ve insanlarımızın birbirine kırdırılışının yeni bir 10 yılıdır. Bölgesel tahrikler de bu yıllarda önlenemez boyutlardadır. Temelinde artık sol ideoloji ağırlıklıdır. O günlerin zemini, 1980 Darbesinin nokta koyacağı iç savaş çağrışımlarıyla doludur. Öyle ki samimi olunduğunda, hemen herkesin kurtuluşu darbede gördüğü günlerdir o günler. Fakat kim derdi ki “koruma/kollama” yetkisi yeni bir mezalimin sebebi olacaktır!. Bütün bunların irdelenmesi ile ortaya çıkacak olan siyasilerimizin, hele hele kendine devlet partisi kisvesi giydirmekten memnun CHP’nin demokrasiyi için bir türlü sindiremediğidir. O halde bugüne kadar halkı tarafından daima iktidara taşınan muhafazakâr partilerin karşısında ancak sahip olduğu imtiyazla ayakta kalabilen CHP önce kendisini yargılamalıdır. Bu yargılamaya da önce amblemi olan altı okuyla başlamalıdır. Ki bunun kolay olacağı söylenemez. Neden mi? Çünkü halkı anlamaktan çok onunla cebelleşmeyi tercih eden bir zihniyete sahiplenmiş görünmektedirler.. Ama şunu da itiraf etmem gerekir. Yavaş yavaş da olsa ve gelişme denilebilirse, CHP “nankör millet” söyleminden dış kaynaklı “Stockholm sendromunda” karar kılmışlardır.


..

21 Aralık 2014 Pazar

İlk Örgütlü gizli Hareket



Ilk örgütlü gizli hareket

Dr. Orhan Kologlu:

Abdülhamit dönemi sanildiginm aksine sadece romantik Islamcilik dönemidir. Panislamcilik yapacak ne örgüt ne kadro vardir. Abdülhamit Bati'ya karsi yalniz Islamcilik alternatifi kullanabilecegini vurgulamistir. Abdülhamit yillari hem Osmanli, hem Islam ve hem de dünya kamuoyunda Islamcilik fikri olustu. Bu fikri pratige döken Ittihat Terakki oldu. Bu fikir Trablusgarb Savasi'nda Enver Pasa'nin kafasinda dogdu. tstanbul'a dönünce hükümet darbesi yaptilar. Enver Pasa'nin sahsina bagli kurulan Teskilat-i Mahsusa devleti kurtarma gayesi ile ilkeleri ve hedefleri olan bir örgüttü.


Teskilat genelde Ittihat ve Terakki'nin askeri kanadina hizmet etti. Dünya Savasi sirasinda cihat ilanini duyurmak için faaliyet gösterdi. Ama devletin içinde bulundugu sosyoekonomik durumun yetersizligi örgütü iflas ettirdi. Ittihatçilari takdir etmek lazimdir ki, bütün Islam dünyasina emperyalistlere karsi mücadele dinamizmini bu teskilat ile vermislerdir. Teskilat-i Mahsusa'dan asil Mustafa Kemal, îstiklal Harbi'nde ürün alir, maceracilari tasfiye eder. Teskilat-i Mahsusa üyeleri diger gizli örgütlerin yaninda Anadolu Ajansi (AA) muhabiri olarak da kurulus yillarinda hizmet ettiler.



TESKlLAT-I MAHSUSA: Ilk GlZLl ÖRGÜT



teskilat-i-mahsusa-mit-ve-istihbarat-orgutleri-ilhan-bahar



Harbiye Naziri Enver Pasa'ya bagli olarak 1913 yilinda kurulan Teskilat-i Mahsusa'nin daire baskani, Süleyman Askeri Bey idi. Dr. Philip H. Stoddard'a göre 1916 yilinda personel sayisi 30 bin kisiye ulasan örgüt ajanlarinin büyük bir kismi, uzmanlardan olusmaktaydi. Örgütte doktorlar, mühendisler, gazeteciler, politikacilar ve subaylarin yanisira, geçmisi oldukça karanlik ama sadakatlerinden kusku duyulmayan gerilla savasi uzmanlari da yer aliyordu. Böylesine zengin bir "ajan kadrosu" na sahip olmasina ragmen Türkçe ve yabanci dillerde yayinlanan kitaplarda Teskilat-i Mahsusa'dan pek sözedilmemesi, sözedenlerin de yeterince bilgi vermemesi, Stoddard'a göre teskilatin faaliyet alani ve personel sayisini gizli tutmakla yükümlü olan Osmanli devlet adamlarinin bir taktik basarisiydi. Bu asrin ilk çeyreginde faaliyet gösteren Teskilat-i Mahsusa, o yillarda dünyanin en güçlü ve en etkin örgütlerinden biriydi. Ortadogu ve Kuzey Afrika basta olmak üzere üç kitada örgütlenen Teskilat-i Mahsusa ajanlarmm pek azi örgüt mensubu olarak taniniyordu. Resmi üyelik listeleri bulunmamakla birlikte Kusçubasi Esrefe göre böyle bir listenin yayinlanmasi, Ortadogu'daki birçok devlet adamini rahatsiz edecekti.

Casusluk ve karsi casusluk faaliyetleri tarih boyunca olagelmisti ama, dogrusu bunun Batili anlamda müesseselesmesi ilk olarak Teskilat-i Mahsusa ile gerçeklesti. Abdülhamid dönemi de dahil, bundan önceki dönemlerdeki casusluk faaliyetleri padisahin sahsina bagli olarak yapildigi için, saglikli bir örgüt yapisi olusturmak da pek mümkün degildi.



tarih363.jpg (69463 Byte)

Bati Trakya'da Teskilat-i Mahsusa'nin kurdugu bagimsiz devlette bayrak çekme merasimi yapilirken



Eylem stratejisi

Ittihatçilarin ittifaklari dogrultusunda Teskilat-i Mahsusa, Almanya ile hem finans, hem de teoripratik eylem birligi içindeydi. Kafkasya, îran, Ortadogu, Hindistan ve Afganistan bölgelerinde önceleri Almanlar'la birliktelik saglanmis, ancak daha sonralari basgösteren bazi sorunlar nedeniyle bu dayanisma çözülmeye baslamisti. Almanlar maddi gücü, Teskilat-i Mahsusa ise milis ajanlari sayesinde bölge halkinin destegini saglamislardi. Genel planlama Enver Pasa'nin Alman Genelkurmayi ile koordinasyonu sonucu gerçeklestirilmisti. Uygulama alaninda ise Esref Sencer'in baskanliginda Zübeyde Sapli, Ahmet Salih Harb, Hilmi Musallimi, ve Hamza Osman Erkan gibi serdengeçtiler yer aliyordu.


tarih364.jpg (40389 Byte)

Teskilat-i Mahsusa'nin "Ittihadi Islam" hareketinin temin ettigi Güney Afrika merkezi Yuhanisburg sehri Müslümanlari'ndan bir grup.




Teskilat'in gayesi özetle, Islam dünyasini ve Müslüman Türkler'i bir bayrak altinda toplamak, yani genis imparatorluk cografyasinda yerine göre Panislamizm, yerine göre de Pantürkizm yapmakti. Ancak Ittihatçi kurmaylarin sanildigi kadar ütopist olmadiklarini da söylemek gerek. Bu ideolojilere sahip olmalarina ragmen gerçeklesmeyecek bir rüyanin pesinde olduklarinin da farkindaydilar. Herseyden önce, genel konjonktür tümüyle aleyhteydi. Buna karsi onlarin Teskilat-i Mahsusa'dan bekledikleri sey, Islam ülkelerine saldiran Ruslar'a ve îngilizler'e karsi besinci kol faaliyetlerini sürdürebilmekti.




Islam dünyasinin destekledigi bir örgüttü

Ergün Hiçyilmaz


Teskilati Mahsusa Islam inanci ile Hiristiyanlar'a karsi kurulmus hemen bütün Müslüman dünyasinin destegini almis gizli, militer ve ayni zamanda sivil bir örgüttü. Faaliyetleri Osmanli cografyasindan baska Hindistan, Java, Ortaasya'ya kadar uzaniyordu. Teskilat-in kurucusu Süleyman Askeri. Mensuplarinin hepsi gerilla ruhuna sahip kisilerdi. Örgüt vatanseverlik temeline dayaniyordu.
Teskilat, sabotaj, mühimmat nakliyati gibi sahalarda basarili olurken karsi casuslukta o kadar muvaffak olamadi. Ama kendi istihbaratini devlet disinda kurmus olabilir, bunu bilmiyoruz. Teskilat bütünüyle devlet disinda kurulsa idi daha basarili olurdu. Özerk degildi, Enver Pasa'dan ve onun adami diger Ittihatçi subaylardan emir aliyorlardi. tttihat Terakki'nin yanlislari Teskilat-i Mahsusa'ya da yansidi.
Ittihatçilar sunu göremediler, 1914'te Avrupa karsi cephelere ayrilmis olsa da mücadele Osmanli topragi içindi. Savasi kazansaydik ne olacakti; Almanlar kazanmis olacakti. Hicaz Demiryolu'nun sabote edilmesiyle Istanbul'un Mekke ve Medine ile iliskisini kesmek ve Halifeligi Osmanli disina çikarmayi planliyorlardi.
Bu konudaki arastirmalar Teskilat-i Mahsusa'nin 15 kisisi etrafinda döndürülüyor. Halbuki hiçbir seyden habersiz, sayisi belirsiz ve sadece hizmet gayesi ile çalisan 'nefer' kadrosu vardi. Esref Sencer'i de bazi kimseler tek adam gibi gösteriyor. Süleyman Askeri silinmek isteniyor. Bu tavir Osmanli Türk askerine takinilan tavirdir.
Teskilat-i Mahsusa elemanlarinin ellerinden büyük paralar geçmistir. Ama, para yediklerine dair bir belge görmedim.

MÎT konusunda da biz sadece onun içe dönük yönüyle ugrasiyoruz, diça dönük faaliyetlerini bilmiyoruz. Bizim gizli örgütümüz neden CIA, Intellegent Servis gibi onurlu olmasin. Tabii bu yapilanlan duyurmakla ilgilidir. Yapilanlarin karanlikta birakilmasi, karanlik islere de zemin hazirliyor.



Teskilattaki Ünlüler

Enver Pasa, Binbasi Süleyman Askeri, Esref Kusçubasi, Rauf Orbay, Çerkes Ethem, Abdulaziz El-Sinusi, Dr. Esat Isik Pasa, Hüsamettin Ertürk, Mehmet Akif Ersoy, Cezayirli Emir Ali, Afyonlu Ali Çetinkaya, Ali Fethi Okyar, Binbasi Misirli Aziz Ali Bey (sonradan Misir ordusunda general), Nuri Killigil (Enver'in kardesi sonradan önemli sanayici), Binbasi Fuat Bulca (sonradan THK Baskani), Tegmen Islam Bey (Fuat Pasa'nin oglu), Binbasi Mustafa Kemal Bey, Yüzbasi Manastirli Nuri Conker (Osm. Meclisi Mebusan azasi), Dr. Refik Saydam (sonradan bakan ve basbakan), Piyade Yüzbasi Çerkes Resit (Çerkes Ethem'in agabeyi), Tegmen Yakup Cemil (1916'da vatana ihanetten asildi), Dr. Bahattin Sakir, Mithat Sükrü Bleda, Ohrili Eyüb Sabri, Fuat Balkan, Teymen Hilmi Musallimi (1915 Süveys Kanali Harekati'nda Kürt mücahitlerin komutani, Said Halim Pasa'nin katibi), Ismail Canbulat (1926 îstiklal Mahkemesi'nde asildi), piyade subayi Rasuhi (sonradan Mustafa Kemal'in yaveri), Filibeli Hilmi Bey (Ittihat Terakki Müfettisi, 1926'da asildi), Serif Burgiba (Habib Burgiba'nin babasi), Arabistan'da îbn-ür Resid.

(P.H.Stoddard'in Esref Kusçubasi'ndan dinleyip hazirladigi listeden derlenmistir.)


Teskilat-i Mahsusa'nin faaliyetleri Birinci Dünya Savasi'nda yogunluk kazandi. Teskilat, savas boyunca savas ilanini duyurmanin yaninda; karsi casusluk, Ingiliz istihbarat ve kesif kollarina karsi istihbarata karsi koyma harekati da gerçeklestirdi. Bu arada teskilatin askeri operasyonlar yaptigi da bilinen bir gerçek.Örgütün ilk çalisma alani Bati Trakya oldu. îlk baskan Süleyman Askeri'nin basinda bulundugu Teskilat-i Mahsusa, özel bir tim ile, 1913 Istanbul Anlasmasi sonucu Bulgarlar'a terk edilen Bati Trakya'da, Osmanli Devleti'nden ayri bagimsiz bir Bati Trakya Türk Devleti de kurdu.1914 yilinin sicak bir agustos gününde, daha harp baslamadan Enver Pasa Rauf Orbay'i îran, Afganistan, Hindistan sahasinda ajitasyon ve anti îngiliz eylemler yapmakla görevlendirmisti. Istanbul Harbiye Nezareti Sark Subesi Baskani Ömer Fevzi Bey araciligi ile yürütülen hazirliklar sonucunda 20 kisilik asker kökenli özel tim, göreve baslamisti. Ekipte bir ara Çerkes Ethem de görev almis, ancak bölge halkinin kayitsizligi ve Almanlar'in ikilik çikarmasi sebebiyle eylem takriben bir yil sonra, Eylül 1915'te sona ermis ve tim dagilmisti.
Afrika'da Trablusgarb, Misir, Çad, Habesistan ve Sudan'a kadar ajanlar gönderilmisti. Meshur Seyh Ahmed El Sunusi'nin Trablusgarp'tan bir denizalti ile Istanbul'a kaçirilmasi, teskilatin bölgedeki en basarili eylemi. Ayrica Enver Pasa'nin Türkistan seferi ve Cemal Pasa'nin Afganistan'a geçirilmesi, en kötü zamaninda bile örgütün hareket kabiliyetini göstermesi bakimindan önem tasiyor. Bu arada Dünya Savasi sirasinda Nil Nehri üzerindeki su depolarini ve barajlari havaya uçurmak, hatta nehrin Sudan ve Habesistan'daki yataklarini degistirmek gibi görevler üstlenen Teskilat-i Mahsusa'nin bu faaliyetlerine dair belgeler, yillardir arastirmacilara kapali tutulan Genelkurmay Askeri Tarih ve Stratejik Etüd Baskanligi Arsivi'nde saklaniyor. Bu arsivde arastirmacilardan sürekli gizlenen belge sayisinin, gayri resmi rakamlara göre 30 bini buldugunu yeri gelmisken hatirlatmakta fayda var.


ENTELEKTÜEL ENFORMATlK FAALIYETLER


Anadolu-Iran-Hindistan çizgisinde mezhep ayriliklarina karsi politika olusturmak üzere özel bir çalisma baslatan Teskilat-i Mahsusa, bir taraftan da emekli yüzbasi Baha Said Bey'in idaresinde sosyolojik arastirmalar yapiyordu. Ayrica Hindistan'a Sürini imamlar gönderilmek suretiyle, Kara Vasifin baskanliginda Islam Ihtilal Komitesi olusturulmustu. Baha Said, Rusça dahil bes yabanci dil bilen ve birikimi hayli fazla bir entelektüel olarak önemli görevler üstlenen bir Teskilat-i Mahsusa mensubu olarak bilinir.
Hicaz seyhlerinin çocuklarinin özel olarak egitilmek üzere Galatasaray Lisesi'ne getirilmesi ve bunun yanisira Misir'dan bir grup din adaminin Mugla'da bir çiftlikte misafir edilmeleri de teskilatm faaliyetleri arasinda yer aliyordu.

Ittihat Terakki bir yandan Teskilat-i Mahsusa gibi faaliyet alani alabildigine genis bir istihbarat örgütü kurarken, öte yandan Islam dünyasinda Ittihati Islam fikrinin olusmasi için egitim ve yayin faaliyetleri de yapmaktan geri kalmiyordu. Bugüne kadar yapilan arastirmalarda belge bulmak mümkün olmadigindan, bu konudaki çalismalar tarihçiler tarafmdan atlanmisti. Doç.Dr. Zekeriya Kursun'un arsivde buldugu el degmemis belgeler sayesinde Ittihatçilar'in, Teskilat-i Mahsusa'ya paralel bir sivil örgüt kurdugu beliriendi. Cemiyeti Hayriyei Islamiye adiyla olusturulan bu sivil cemiyet Medine'de bir Islam Üniversitesi kurmayi bile basarmisti. Teskilatin en önemli prensiplerinden biri de, sivil ve askeri örgütlerin birbiri ile koordineli bir sekilde çalismalarmi saglamakti.


Teskilat-i Mahsusa'nin vazife telakkisi

Esref Kusçubasi anlatiyor, "îçimizde kimsenin kaybedecek birseyi yok. Davamizin hakli olduguna ve çalismalarimizin mühim olduguna inanmistik. Sonunda kazanamayacak olusumuzu gözardi etmeye meyyaldik. Hiç degilse, harbin sonunda etrafimizdaki dünya çökmeden, ufak tefek bir kaç zafer kazanabilirdik. Durmadan çahstim... Bu ise gönül vermistim, mantik ne derse desin.. hiçbir zaman filozofyahut siyasetçi olmadim ve bu isten iyi dostlar, yara izleri ve kalça çikigi, birkaç madalya ve memleketim için çok iyi dögüçtügümü bilmenin verdigi tatmin disinda hiçbir sey elde etmedim."



FAALIYETLERlN SONUÇLARI

1911-1918 yillari arasinda Orta Dogu-Orta Asya, Güney Asya, Kuzey ve Orta Afrika'da casusluk, karsi casusluk, propaganda ve çesitli operasyonlar yapan Teskilat-i Mahsusa'nin faaliyetleri, Osmanli Devleti'nin yenilmesiyle resmen sona erdi. Teskilat için çalisan pek çok Arap Osmanli vatandasi isgal altindaki kendi ülkelerine dagildilar.

Bütün bu gelismelerden sonra faaliyetler, örgüte bagli kalmaksizin, bir sekilde devam etti.

Türk-Arap iliskileri üzerine önemli çalismalar yapan Doç. Dr. Zekeriya Kursun'un arastirmalari sonucunda vardigi neticeye göre, Kuzey Afrika'daki bagimsizlik mücadelelerinde Teskilat-i Mahsusa'nin bir hayli etkili oldugu görülüyor. Mesela Sekip Arslan Kuzey Afrika'da milli mücadele fikrini yayarken Sadik El-Husri, Arap Birligi'nin fikir babaligini yapiyordu ve bu kimselerin teskilat ile iliskileri vardi.
Teskilat-i Mahsusa batmakta olan bir devletin askeri istihbarat örgütü niteligini tasiyordu. Bu niteliginden dolayi da parlak basarilar elde etmesi nerdeyse imkansizdi. Orhan Kologlu devletin içinde bulundugu sosyo ekonomik durumun örgütü iflasa sürükledigini söylerken, Dr. Haluk Dursun bu çöküsü teskilatin rakiplerinin gücüne ve dünyanin en iyileri olmasina bagliyor. Dursun "Teskilat-i Mahsusa amatör bir ruhla ve çok genis bir cografyada yüksek performansi ile faaliyet göstermistir. Devlet tecrübesi ve felsefesinden dogmus bir strateji yerine pratik eylem ve militanlik ruhundan kaynaklanan bir hareketti Teskilat-i Mahsusa. En büyük handikap ve dezavantajlari ise karsilarinda rakip olarak bu konuda dünyanin en iyisi îngiliz Entelijans servisi ve E.T. Lawrence'in bulunmasiydi" diyor. Ancak Zekeriya Kursun, teskilatin karsi casusluk faaliyetlerinde küçümsenmeyecek basarilar elde ettigini, Serif Hüseyin isyaninin diger Arap bölgelerine yayilmasinin, teskilatin çalismalari sayesinde önlendigini ve Arabistan'da îbn Resid, Yemen'de ise îmam Yahya'nin savasin sonuna kadar Osmanli Devleti'ne bagli kaldigini hatirlatiyor.


MlLLl MÜCADELE VE TESKlLAT-I MAHSUSA

Bütün olumsuzluklara ragmen Mütareke Devri Istanbul'unda ve Anadolu'sunda Teskilat-i Mahsusa'nin faaliyetleri durmak bilmedi. Zamana ve zemine çok çabuk adapte olup faaliyete geçebilen bu örgüt mensuplari Istanbul'da Milli Kongre olarak bilinen cemiyeti de olusturdular. Tarihçi Dr. Haluk Dursun "Mütareke Devri Istanbul'unda Milli Kongre çatisi altinda birlesen ve milli direnisi destekleyen eski Teskilat-i Mahsusaci; bilim, fikir adamlari, sanatçilar, doktorlar, gazeteciler yani imparatorluk entelektüelleri özellikle yabanci dilde gazete, kitap çikararak milli tezleri dünya kamuoyunda savunmuslardir. Ayrica o sartlarda Cenevre, Paris, Budapeste, Londra gibi merkezlerde kitap, gazete yayinlamak imparatorluk kadrosunun vizyon ve misyon bakimindan seviyesini gösterir" diyor.
1918'de resmen sona eren Teskilat-i Mahsusa faaliyetleri devam eder. Kara Kemal, Kara Vasif, Baha Said öncülügünde Karakol Cemiyeti kurulmus ve Milli Mücadele'nin temeli atilmisti. Bunlar hem Anadolu'ya silah ve asker geçirilmesini saglamislar hem de Mustafa Kemal'in faaliyet ve kongresinde bunlar olusturdu. Adeta Enver Pasa'nin kurup harekete geçirdigi Teskilat-i Mahsusa'dan asil Mustafa Kemal ürün aldi. Yrd. Doç. Dr. Süleyman Beyoglu, Milli Mücadele'yi Teskilat-i Mahsusa'nin teskilatlandirdigini bütün gizli örgütlerin bu teskilatta çalisarak tecrübe kazanmis kisilerce kuruldugunu belirterek "însan ve silah kaçirmaktan propaganda ve casusluk hizmetlerine kadar ciddi hizmetler yaptilar. Mustafa Kemal bu örgütlerin farkindaydi" diyor. Mustafa Kemal bir süre beraber çalismayi uygun gördügü bu etkin gizli teskilatlarla daha sonra hesaplasma yoluna gitti. Bu çatisma tarihçilere göre kaçinilmazdi.
Philip H. Stoddard'in Esref Kusçubasi'ndan aldigi teskilat listesinde de görüldügü gibi Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucusu Mustafa Kemal'in de teskalatla iliskisi olmustu. Mustafa Kemal teskilatla iliskisi Trablusgarp Savasi'nda mahalli milisleri örgütlemekle baslamisti. Mustafa Kemal daha sonra Enver Pasa ile olan ihtilafi nedeniyle teskilata biraz mesafeli durmayi tercih ediyor. Orhan Kologlu'nun belirttigine göre de Enver Pasa Trablusgarp'ta Bedevi Araplar'la bir Islam imparatorlugu kurabilecegini raporlarina yazarken Mustafa Kemal dönemin genelkurmayina bedevilerle hiç bir is yapilamayacagina dair bir rapor gönderiyordu. O dönemde teskilat henüz kurulmamasina ragmen fiili olarak görev yapiyordu.

Gerek Istiklal Savasi'nda gerekse cumhuriyet sonrasinda önemli roller oynayan Rauf Orbay, îstiklal Mahkemeleri'ne baskanlik eden Ali Çetinkaya, Cumhuriyet döneminin önemli isimlerinden Ali Fethi Okyar, T.C'ye bakanlik ve basbakanlik yapan Dr. Refik Saydam, Atatürk'ün yaveri piyade subayi Rasuhi, THK Baskanligi yapan Fuat Bulca, îstiklal Marsi'nin yazari ve Kurtulus Savasi'nin manevi dinamiklerinden Mehmet Akif Ersoy da teskilatta çalismisti.




Teskilat-i Mahsusa K.Afrika'da istiklal fikrini yaydi

Doç. Dr. Zekenya KURSUN:


Ittihat Terakki 2. Mesrutiyeti ilan ettirdikten sonra imparatorlukta sahte kaynasma yasandi. Ama hemen ardindan 1909'da imparatorlukta yasayan muhtelif unsurlarda 'milli hedefler' ortaya çikti. Balkan Harbi sonrasinda artik Ittihatçilarin politikasi Osmanliciliktan Islamciliga kaydi. Tenkit ettikleri Abdülhamit politikalarini ülke ve dünya sartlari onlara adeta dikte ettirdi. Emperyalistlere karsi bülün Müslümanlari harekete geçirmek için sivil örgütler kuruluyor. Bunlardan birisi Cemiyeti Hayriye-i Islamiye kuruluyor amaci da egitimi yayginlastirarak Müslümanlar arasindaki dayanismayi artirmak olarak tesbit ediliyor. Bu gaye ile Medine'de bir Islam Üniversitesi kuruluyor. Bununla Abdülhamit'in Hicaz Demiryolu Projesi ile olusturmak istedigi Ittihat-i Islam fikrini, Islami dayanismayi tesis etmeye çalisiyorlardi. Fikri altyapi olusturulurken ittihatçilar istihbarat ihtiyaci için Emniyet-i Umumiye içinde Heyeti Istihbariye teskil ediliyor. Devlet bünyesindeki subelerle bilgi toplaniyor. Trablusgarp Savasi'ndan sonra Teskilat-i Mahsusa kuruluyor ve hem bilgiyi degerlendirme hem de gerektiginde askeri operasyon yapiyor.
Arsivde buldugum bir belge teskilatin çalismasi hakkinda fikir vermektedir; Osmanli askeri Katar'dan çekilirken Teskilat-i Mahsusa görevlisi Ömer Fevzi Bey, Enver Pasa'ya yazdigi mektupta"Anlasma üzerine askerlerimizi çekiyoruz; ama halkin durumu müsait. Libya'daki gibi milisleri organize ederek mi çikalim?" diye soruyordu.
Osmanli sonrasinda Kuzey Afrika'da verilen bagimsizlik mücadelesinde Teskilat-i Mahsusa'nin etkisi vardir. Mesela Sekip Arslan Kuzey Afrika'da milli mücadele fikrini yaymistir, Sati' El Husri Arap Birligi fikrinin babasidir ve teskilattandi. Gerek manda yönetimi altinda gerekse bagimsizligini kazandiktan sonra Arap devletlerinin yöneticileri Osmanli okullarindan mezun idiler ve Teskilat-i Mahsusa ile alakalari olabilir. Bunlari mahalli arsivlerin tetkiki ile anlayabilecegiz.

Dogu ve Kuzey Afrika Bedeviler arasinda yapilan sözlü tarih arastirmalarinda hala, îngiliz istihbarat örgütleri ve kesif kollarina karsi, istihbarata karsi koyma harekati gerçeklestiren basta Esref Kuççubasi ve Teskilat-i Mahsusa örgütünün kahramanliklarinin anlatildigi tesbit edilmistir."

..

Cumhuriyeti Teskilat-i Mahsusa kurdu






Cumhuriyeti Teskilat-i Mahsusa kurdu


M. ALI EREN

50'li yillar... Türkiye'nin genel görüntüsü, Tek Parti Dönemi'ne nazaran daha bir güllük gülistanlik. Demokrat Parti'nin ülkeye getirdigi demokrasi ve özgürlük havasi, devlet ile halk arasindaki gerilimi oldukça azaltmis. CHP döneminin Disisleri Bakani Hasan Saka'nin öncülügünde baslayan Türk-Amerikan iliskileri, "Marshall Yardimi" ile biraz daha rayina oturmus gözüküyor. Gelisen iliskilerin aslinda, Amerika'nin isine yaradigi da su götürmez bir gerçek. Yüklü bir Osmanli mirasina sahip Türkiye'de, Amerika'nin yararlanabilecegi çok sey var.
Türkiye'nin yeniden yapilandigi bu yillarda esrarengiz bir Amerikali, Ford Foundation'in da destegiyle Washington-Ankara-Istanbul ve Washington-Misir arasinda mekik dokuyor. Türkiye ve Misir'da eski bir gizli örgütün üyeleri ile sik sik görüsmeler yapiyordu. Yerli arastirmacilara kapali tutulan bazi gizli kapilar, Türk-Amerikan iliskilerinin yüzü suyu hürmetine, bu kisiye ardina kadar açiliyordu. Philip H. Stoddard adli bu esrarengiz Amerikali, bunca zahmete Osmanli'nin istihbarat örgütü teligindeki Teskilat-i Mahsusa hakkinda aynntili bilgi edinebilmek amaciyla katlaniyordu.

Trablusgarp Savasi sonunda kurulan Teskilat-i Mahsusa'nin birçok görevlisi hayattaydi o yillarda. Bunlardan en önemlisi hiç kuskusuz Esref Kusçubasi idi. Aziz el-Misri, Zübeyde Sapli, Ahmet Salih Harb, Hilmi Musallimi, Satvet Lütfi Tozan ve Hamza Osman Erkan gibi, her biri adeta "yasayan tarih" niteligindeki Teskilat-i Mahsusa üyeleriyle Türkiye ve Misir'da defalarca biraraya gelen "Esrarengiz Amerikali" Stoddard, hayatinin hazinesini bulmustu. Elde ettigi çok önemli bilgileri, 11 Mayis 1963 tarihinde Princeton Üniversitesi'nde doktora tezi olarak sundu. Çalismada 1911-1918 yillari arasinda Osmanli hükümetleri ile Araplar'in münasebetleri inceleniyor, Teskilat-i Mahsusa'nin Ortadogu ve Kuzey Afrika'daki faaliyetleri arastiriliyordu. Stoddard'in bu kapsamli çalismasi sonunda, örgüt ve faaliyetleri hakkindaki bütün bilgiler Amerika'nin eline geçmis oldu.

2.jpg (42826 Byte)






Kahraman-i hürriyet Enver Pasa, kendisine bagli olarak Osmanli Devleti'nin ilk gizli istihbarat örgütünü kurdu, ancak teskilatin asil ürününü Mustafa Kemal Pasa aldi.


1.jpg (52482 Byte)
Teskilat-i Mahsusa'nin Süleyman Askerîden sonra reisi olan Esref  Sencer Kusçubasi, büyük yararliliklar gösterdigi Hicaz'da Arap kiyafetiyle gorülüyor.

































CIA IÇlN BlR KAYNAK: TESKlLATl MAHSUSA

Teskilat-i Mahsusa gibi bir gizli örgüt, genis ufuklu ve büyük devlet felsefesi ile düsünen Osmanli devlet adamlari için ne kadar önem tasiyorsa, tipki Osmanli gibi "büyük oynayan" Amerika için de o denli önem tasiyordu. En azindan, dünya hakimiyetinin pekistirilmesi bakimindan bir gizli örgütün dünya ölçeginde nasil çalismasi gerektigine dair önemli dersler veriyordu Teskilat-i Mahsusa.
Stoddard'in Teskilat-i Mahsusa hakkinda elde ettigi bilgiler CIA'nin ufkunu bir hayli genisletmis ve isine oldukça yaramis olmali. Isin ilginç yani, Teskilat-i Mahsusa'nin birikiminden Türkiye'nin bir türlü yararlanamamasi. Çünkü Misaki Milli sinirlari içerisine sikisip kalmis "dar ufuklu" bir Türkiye, o begenmedigi Osmanli kadar bile büyük düsünemiyor.

Stoddard'in Teskilat-i Mahsusa hakkindaki çalismalari 1963'te tamamlandi. Ama Türk kamuoyuna Teskilat-i Mahsusa'yi tanimak Amerika'dan tam 30 yil sonra, yani 1993 yilinda nasib oldu. Çalisma 1993 yilinda ARBA Yayinlari'nin girisimleri sonucu Türkçe'ye çevrildi ve ayni adla yayinlandi: "Teskilat-i Mahsusa: Istanbul'un Dogusunda Bitmeyen Oyun". Kitabin bu tarihte piyasaya çikmasinin özel bir anlami var Mahir Kaynak'a göre. "Bu kitabin yayinlanmasi" diyor Kaynak, "AmerikaAvrupa güç dengesi arasinda bir tercih yapmak noktasina gelmis olan Türkiye'deki Alman lobisinin zayiflatilmasi amacina yönelik."
Bu arada Stoddard'in sözkonusu çalismasini yayinlayan ARBA Yayinlari, önümüzdeki birkaç ay içinde, Teskilat-i Mahsusa'nin en önde gelen ismi Esref Kusçubasi'nin bugüne kadar hiçbir yerde yayinlanmamis hatiralarini Türkçe ve Ingilizce olarak yayinlamayi düsünüyor. ARBA yetkilileri bu hatirati, "dostumuz" Philip H. Stoddard'dan almis.

Teskilat-i Mahsusa, kimi çevrelerce "Kizil Sultan" diye adlandinlan Sultan II. Abdülhamid'in Islamcilik düsüncesini bütün dünyaya yayma isteginin bir ürünü olarak tezahür etmis kabul ediliyor. Yeri gelmisken söylemekte yarar var; bu gizli örgüt, Abdülhamid'i tahtindan eden Ittihat Terakki Partisi mensuplarinca kurulmus.

Iktidara gelinceye kadar oldukça liberal ve özgürlükçü bir siyasal tavir sergiliyor gözüken Ittihat Terakki'nin ayaklari, iktidari zorla ele geçirdikten sonra suya degdi. Ülkenin içinde bulundugu durumu ve dünya konjonktürünü daha yakindan görme firsati bulan Ittihatçilar, devletin kurtulusunun Abdülhamid'in politikalarina dönmekle mümkün olacagini anladilar. Ama artik olan olmus, ati alan Üsküdar'i çoktan geçmisti.


Ittihat Terakki'nin Islamci ve Türkçü bir politika belirlemesi, Talat Pasa'nin 1910 yilinda Selanik'te yapilan gizli bir toplantida Müslümanlar'la gayri müslimlerin esit olmadigini söylemesi ve Balkan Harbi sonunda gayri müslimlerin Osmanli'dan ayrilmasiyla baslar. Ittihatçilar, Abdülhamid'in ektigi Islamcilik tohumlarinin biçilme vaktinin geldigine inaniyorlardi artik. Abdülhamid, Islam dünyasini halifelik etrafinda birlestirmek, ümmet suuru ve Islam kardesliginin olusmasini saglamak amacindaydi. Ancak Ittihat Terakki'nin darbesi sonucu iktidari elinden alinan Abdülhamid'in bu düsüncesi, bir "ütopya"dan öteye geçmedi. Son yillarda yayinladigi önemli arastirma kitaplari ile dikkat çeken Orhan Kologlu, bu faaliyetleri Panislamizm olarak degerlendirmenin yanlis olacagini belirtiyor. Çünkü Abdülhamid döneminde Ittihad-i Islam hareketi, fikri ve sahsi gayretlerin ötesine geçebilmis degildi. Oysa bir hareketin "Pan" niteligini kazanabilmesi için bir örgütünün ve siyasi hedefinin olmasi gerekiyor. Nitekim, Abdülhamid'in dünyanin dört bir yanina gönderdigi "misyoner" ruhlu kisilerin Osmanli Devleti içinde öyle söylenildigi gibi bir teskilatlari yoktu. Bu kisiler padisaha bagli olarak görev yapan gönüllü kimselerdi. Ittihatçilara göre ise, emperyalistlere karsi ciddi bir mücadele verebilmek, bütün Islam dünyasini harekete geçirmekle mümkündü. Bunu gerçeklestirmek için de bir örgüte ihtiyaçlari vardi Ittihatçilarin. Ayrica politikacilari güvenilir bulmayan Ittihatçi kurmaylara göre bu örgüt, gizli bir örgüt olmaliydi.


..

18 Aralık 2014 Perşembe

TURGUT ÖZALLI YILLAR .. 8




TURGUT ÖZALLI YILLAR .. 8


Turgut, Turgut sen bunları bırak!

1991 erken seçimlerinin ardından Erdal İnönü yönetimindeki SHP ile koalisyon kuran DYP'nin Genel Başkanı Süleyman Demirel, yapacakları ilk işi 'Özal'ı Çankaya'dan indirmek' olarak açıkladı.,


Turgut, Turgut sen bunları bırak!

SÜREYYA ORAL / ÖZAL'LI YILLAR - 8

1991 yılında yapılan erken genel seçimde, Süleyman Demirel'in başında bulunduğu DYP, birinci parti oldu. Köşk'teki Özal için artık sıkıntılı günler başlıyordu. Başbakanlığı döneminde müsteşarlığını yaptığı Demirel, artık çok ciddi bir siyasi rakipti. Şimdi kendisi Cumhurbaşkanı, Demirel ise Başbakan olmuştu. Seçimin ardından Süleyman Demirel ile Erdal İnönü tarafından koalisyon hükümeti kuruldu. Seçimler sonrasında, "İlk görevimiz Özal’ı Cumhurbaşkanlığı'ndan indirmek" diyen Süleyman Demirel ile Özal’ın arası iyice açıldı. Köşk, her bakımdan hükümet tarafından abluka altına alındı, ekonomik kaynakları kısılırken, karşılama ve uğurlamalarda da yalnız bırakıldı. Hatta İl Sağlık Müdürlüğü envanterinde bulunan, ancak Çankaya Köşkü tarafından kullanılan iki ambulans bile geri çekildi. Cumhurbaşkanı'nın öncülük ettiği bazı toplantılara katılması da koalisyon ortakları tarafından engellendi.

Tekrar siyaset kararı


Gelişmeler üzerine Özal, Köşk'ü bırakarak tekrar siyasete dönmenin yollarını aradı. ANAP bıraktığı ANAP değildi. Bu nedenle Yusuf Bozkurt Özal’ın başkanlığını yaptığı YENİ PARTİ adında bir parti kuruldu. Özal'ın amacı 19 Mayıs 1993'teki törenlerin ardından Köşk'ü bırakarak, halkın arasına karışarak tekrar siyasete dönmekti.
Bu düşünceler içinde günlerini geçiren Turgut Özal, 1993'ün nisan ayında Türk Cumhuriyetleri’ni kapsayan bir geziye çıktı. Çok yoğun ve yorucu geçen geziden 15 Nisan tarihinde yurda döndü. Uçaktan inerken yorgunluğu her halinden belliydi. Köşk'e geldikten sonra Demirel ile telefonda görüştü. Demirel, gezinin nasıl geçtiğini sordu. Bu görüşmenin sonrasını o ana tanık olanlardan Yusuf Özal’ın görüşmeyi aktardığı isimlerden biri olan Halil Şıvgın şöyle anlattı:

Demirel’in sert çıkışı


"Türk Cumhuriyetleri’nden döndüğü gün Yusuf Özal ile görüşürken Başbakan Demirel, Özal’ı telefonla arayıp geziyi soruyor. Özal da gezisini anlattıktan sonra, 'Ekonomi ısınıyor. Bir istikrar paketi hazırlamanın zamanı' diyor. Bu sözler üzerine Süleyman Demirel, 'Turgut Turgut sen bunları bırak bizimkiler seni Yüce Divan'a göndermek istiyor. Sen onu düşün' diyor."

Ağabeyim çok üzüldü


Turgut Özal, 16 Nisan (1993) günü Bulgar heykeltıraşlarının sergisini gezdi, dönüşte Hüsnü Doğan ile telefonda görüşüp, parti programıyla ilgili gerekli hazırlıkları yapmasını, cumartesi günü saat 17.00’de bir araya gelerek değerlendirme yapacaklarını söyledi. Bu konuşma üzerine Hüsnü Doğan, evinde sabahın 5’ine kadar çalışarak programı hazırladı ve cumartesi günü bir araya geleceklerinin rahatlığı içinde uyudu. Ama hazırlanan bu programı Özal ile paylaşmak nasip olmadı.

Rejime başlayacaktı


Özal, konutta, Cumhurbaşkanlığı sözcüsü Kaya Toperi’ye takılarak, "Kilo alıyorsun. Sabah kahvaltıya gel beraber yapalım ve rejime başlayalım" dedi. Sonrasında yorgun olduğunu ve erken yatacağını belirtti. 17 Nisan Cumartesi sabahı ise erken kalktı. Semra Özal, biraz daha istirahat etmesini tavsiye ettiğinde, "Yok yok, çok daha iyi dinlendim" yanıtını verdi. Tıraş oldu ve duşunu aldı. Semra Özal’la birlikte konuşarak yatak odasından oturma odasına doğru yürüdüler. Bu kısa mesafe içinde olanlar oldu. Semra Özal o kısa mesafede olanları yıllar sonra şöyle anlattı:
"Yatak odasından oturma odasına geçeceğiz. Arada küçük bir oda var. Orada, ani bir durumda müdahale edilecek aletler duruyor. Bir de yürüyüş bandı var. Konuşa konuşa yürüyoruz. Öğlen İstanbul’a gideceğiz. 'Bana hangi elbisemi hazırladın? Ama rahat olsun çocuklara gideceğiz' dedi. Sonra,   'Biraz yürüyüp öyle geleyim' dedi. Banda çıktı, sonra, 'Yok, yok, şimdi duş yaptım terlemeyeyim’ dedi. Banttan indi, konuşuyoruz.  O benim arkamda duruyordu, ben de, 'Tamam istediğini hazırladım’ dedim. Böyle omuzumda bir gürültü oldu, döndüm düşmüş bir anda. Baktım yani gitmişti o anda, düştüğünde gitmişti. Tabii ben bağırdım, doktorları çağırdım."
Semra Özal, olayı daha sonra Houston’da doktorlarla çok tartıştıklarını, doktorların olaya yaygın tıkanma dediklerini, hatta Kemal Sunal'ın da aynı şekilde öldüğünü söylediler. Yaygın tıkanmanın ise aynı anda bütün damarların tıkanması olduğunu, düşmenin de bu tıkanma nedeniyle meydana geldiğini söylediler.


Dönemin koalisyon ortağı SHP’nin Genel Başkanı?Erdal İnönü, Cumhurbaşkanı Turgut Özal’la bir arada.

1964 model araçla hastaneye götürüldü

Özal, Köşk’te hasta nakil aracı olarak kullanılan 1964 model araçla hastaneye götürüldü. Araç GATA’ya gidecekti, ancak son dakikada en yakın hastane olan Hacettepe Tıp Fakültesi Hastanesi'ne geçildi. Burada doktorlar 45 dakika-1 saat kadar elektro şok ve kalp masajı yaparak Turgut Özal’ı hayata döndürmeye çalıştı. Ama mümkün olmadı. Doktorlar kesin ölümü açıkladıktan sonra Başbakan Süleyman Demirel’e haber verildi. Bu arada da Cumhurbaşkanlığı sözcüsü Kaya Toperi, Özal’ı kaybettiklerini açıkladı. Hacettepe Üniversitesi Rektörü Yüksel Bozer de tıbbi raporu kamuoyuyla paylaştı.
Özal’ı hastaneye götüren hasta nakil aracını bir Köşk personeli kullanırken, araçta Cumhurbaşkanlığı Başyaveri Aslan Güner ile Başkomiser Turan İnanç ve yıllardır korumalığını yapan Turgay Açıkgöz vardı. Turgay Açkgöz, Özal’ı hastaneye götürürken ölmüş olduğunu belirterek, "Ağzından köpük geliyordu, mendille sildim" dedi.




Turgut Özal’ın ölümünün ardından İstanbul’a uçakla getirilen cenazesi, düzenlenen resmi törenle Vatan Caddesi’ndeki  anıt mezara konuldu.

Naaşına F-16'lar eşlik etti

Cenaze aynı gün akşam saatlarinde Hacettepe’den alınarak GATA’ya götürüldü. Burada cenaze yıkanırken başında kardeşleri Korkut ile Yusuf Bozkurt ve koruma polisi Turgut Açıkgöz vardı. Yıkandıktan sonra cenaze tahnid edilerek (ilaçlanarak) koruma altına alındı. Özal’ın naaşı iki gün sonra TBMM’de katafalka konuldu. Buradan da defnedileceği İstanbul’a götürüldü. Özal’ın naaşı askeri uçakla İstanbul’a götürülürken iki F-16 uçağı da eşlik etti. Özal, İstanbul'daki Anıt Mezar'da son istirahatine çekildi.




Hüsnü Doğan, Turgut Özal’ın dayısının oğlu.

KURMAYI ANLATIYOR:

Köşk’ten inip siyasete girecekti...

HÜSNÜ DOĞAN (Özal'ın dayısının oğlu, ANAP hükümetlerinde Devlet Bakanlığı, Milli Savunma Bakanlığı ve Tarım Bakanlığı görevlerinde bulundu)

Rengi solmuştu


"Son gezisini Orta Asya’ya ve Azerbaycan’a yapmıştı. 15 Nisan Perşembe günü öğleden sonra seyahatten döndü. Uçaktan zor iniyordu ve rengi hayli soluktu. 60 kadar arkadaşla protokol sırasında kendisine 'hoşgeldin' demek için bekliyorduk. Benimle el sıkıştıktan sonra öpmek istedi. Yorgunluğunu dikkate alarak buna izin vermedim ve elini bastırdım. Eğer beni öpmesine izin verseydim diğer arkadaşları da öpmek zorunda kalacaktı. Özal durumu anladı ve eliyle yanağımı okşadı.
Cuma günü bir resepsiyona gitmişti. Akşamüzeri telefonla görüştük. 'Köşk'ü bırakmak ve tekrar siyasete dönmek niyetindeydi. Yarın akşam beşte gel görüşelim ve o konuyu bitirelim' dedi. Ben de o gece sabahın beşine kadar evde program hazırlamakla uğraştım. Sabah 11.00 sıralarında evin telefonu çaldı. Telefon senden (Süreyya Oral) geliyordu ve Özal’ın hastaneye kaldırıldığını ilk senden duydum.

Özgüveni sağladı


Turgut Özal, Türkiye için büyük bir değişim yaptı. 20 yıldır yazıldığı, çizildiği gibi Türkiye’yi dünyaya açtı. Türkiye’yi kapalı kutu olmaktan kurtardı. O dönemde büyük bir zihniyet reformu oldu, vatandaşa güven geldi. İleri ülkeleri yakalayacağımız konusunda sanayicimize ve müteşebbisimize bir özgüven geldi.

Siyasete girmesini önerdim


1982 Haziran başında Turgut Özal, Başbakan Yardımcısı iken kendisine el yazısıyla 8-10 sayfalık bir mektup yazarak siyasi ortamı değerlendirerek, yakında çok partili siyasi hayata geçileceğini ve ileride yapılacakları dile getirdim. Siyasete girmesinin uygun olacağını anlattım. Mektubu haziran ayının başında, Kastelli olayının patlak vermesinden 40 gün kadar önce yazdım.
18 Türk büyüğünü yanlış buluyorum. Özal gibi birinin böyle bir metoda hiç ihtiyacı yoktu. Parti içinde esas sorun ondan sonra başladı. 18 kişinin hepsi kendini genel başkanlığa layık gördü, giremeyenler üzüldü. Kaldı ki Özal bu 18 isme de itibar etmedi, kendisi ondokuzuncu kişiyi Yıldırım Akbulut’u Başbakan yaptı ve partinin başına geçirdi. Bu belirlemeyi anketlerden önce yapsaydı hiçbir sorun olmazdı.

İki referandum da yanlıştı


Kendimize ait hatalar vardı. Mesela her iki referandum da yanlıştı. Ya hiç gündeme getirmeyecektik, ya da Meclis'te kaldıracaktık. Ya da referanduma gitmemiz halinde propagandada tarafsız kalacaktık. Dünle bugünü mukayese ederek kararı halka bırakacaktık. 'No' demeye hiç gerek yoktu.
Ekonomide güzel işler yaptık,   ama enflasyonu indirmede başarılı olamadık. Bunda muhalefet partilerinin de etkisi oldu.
1980'de alınan ekonomik kararlarla yapılan zamların siyasi sorumluluğu Süleyman Demirel’e aitti. Özal o zaman müsteşardı. O dönemde ekonomik kararlar alınmasaydı biz de geleceğimizden yiyen ülke konumunda olacak, belki bugünkü Yunanistan ile Güney Kıbrıs’ın durumuna düşecektik. 1989 seçimleri öncesinde Turgut bey, 'Memura ve işçiye istedikleri zammı vermem' dedi. Ama seçimlerde alınan sonuçlardan sonra daha fazlasını verdi. Keşke seçimden önce o sözleri söylemeyip gerekli zamları verseydi. Özal’ın zam vermemedeki ana argümanı şuydu:
'Her şey iyi hoş da ben Türkiye’nin Başbakanıyım, çalışanların da Başbakanıyım. Ekonominin sağlıklı gitmesini düşünmek zorundayım. Sendikaların beğenmediği paraya çalışacak çok insan var.'
Turgut Özal, grup toplantılarında dahi Süleyman Demirel aleyhine kimseyi konuşturmazdı. 1987 yılına kadar. Yasakların kalkmasından ve eski siyasilerin sahneye çıkmasından sonra yapılan acımasız eleştiriler karşısında kayıtsız kalamadı."


BİTTİ

http://www.milliyet.com.tr/turgut-turgut-sen-bunlari-birak-/gundem/gundemdetay/23.04.2013/1697122/default.htm


..

TURGUT ÖZALLI YILLAR .. 7




TURGUT ÖZALLI YILLAR .. 7


ÖZAL'LI YILLAR - Hükümet görevini merdivenlerde aldı

1989'da Cumhurbaşkanı seçilen Özal, hükümeti kurma görevini o sırada Meclis Başkanı olan Yıldırım Akbulut'a verdi. Dönemin başbakanı Akbulut Körfez Krizi konusunda Cumhurbaşkanı Özal’la farklı düşündüklerini anlattı,


ÖZAL'LI YILLAR - Hükümet görevini merdivenlerde aldı

SÜREYYA ORAL / ÖZAL'LI YILLAR - 7

Turgut Özal, 31 Ekim 1989'da Meclis'te cumhurbaşkanı olarak seçildikten sonra 9 Kasım'da Çankaya Köşkü'ne çıkıp görevine başladı. Ancak boşalttığı koltuk için isim belirlememesi durumunda, ANAP kongresinde kaos yaşanması ufukta görünüyordu. Meclis Başkanı Yıldırım Akbulut, bu sıkıntıyı Özal’a anlatmış ve kısa sürede kararını açıklanmasını istemişti. Ancak Özal, sadece dinlemekle yetinmişti.
Cumhurbaşkanı'nın Meclis’te yemin etme günü gelmişti ancak belirsizlik sürüyordu. Özal, 18 isim üzerinde bir anket yaptırmıştı ancak bunun sonucu da bilinmiyordu. Yıldırım Akbulut, Özal Meclis’e geldiğinde merasim kıtasını selamladıktan sonra birlikte merdivenlerden çıkarken bu sıkıntıyı tekrar kendisine aktardı. O anı ve sonrasını Özal'ın kendisini genel başkan ve dolayısıyla başbakan olarak seçtiği Yıldırım Akbulut, yıllar sonra şöyle anlattı:
"Bana orada ‘hükümeti sen kuracaksın’ dedi. Birlikte genel kurul salonuna girdik. O yemin ederken ben de hem Meclis Başkanı hem Başbakan olarak yanında durup yemin etmesini izledim. Ama herkes benim Meclis Başkanı olarak yemini izlediğimi düşünüyordu. Yeminden sonra istifamı verdim ve Bakanlar Kurulu listesini hazırlayarak hemen onaylattım."

‘Farklı düşünüyorduk’


Akbulut, İçişleri Bakanlığı koltuğundan kalkarken de aynı sürprizi yaşar. Seçim sonrası oluşturulan kabinede yine bakan olarak yer alacağını düşünür, ancak isminin olmaması üzerine üzülür ve bir süre şok yaşar. Evde beklerken bir telefon gelir. Akbulut bu telefon ve sonrasını ise şöyle aktardı:
"Evin telefonu çaldı. Özel Kalem müdürü Tevfik bey arıyordu. Bana ‘beyefendi sizinle görüşmek istiyor’ dedi. Telefonda Turgut beyin ilk sözü ‘Üzüldün mü?’ oldu. İçime sindiremiyor ama kendisine de üzüldüğümü söyleyemiyordum sadece ‘Ben güveninizi nerede yitirdim?’ diye sordum. Bana ‘Üzülme üzülme seni Meclis Başkanı yapacağım’ dedi. Bu şekilde de Meclis Başkanı oldum."
Yıldırım Akbulut, Turgut Özal ile aralarında iki konuda düşünce ayrılığı olduğunu belirtirken, bunların Körfez Krizi ve Zonguldak maden işçileri konusu olduğunu anlattı. Cumhurbaşkanı Özal Irak’a müdahale edecek güce fiili olarak katılmamız gerektiğini dillendiriyordu. Akbulut, bu görüş ayrılığını şöyle aktardı:

ABD'li senatör ‘girin’ dedi


"ABD’li senatör Solares, Türkiye’deydi. ABD elçisiyle birlikte ziyaretime geldiler. Bizden Irak’ın kuzeyinden girerek müdahil olmamızı istedi. Ben böyle bir harekette bulunmamızın bir gereğinin olmadığını belirterek destek vermeyeceğimizi söyledim. Sadece havaalanlarını açtık. Ben o tarihte de fiilen müdahale düşüncesinde değildim, bugün de aynı düşüncedeyim. Özal ile aramızdaki bu düşünce farklılığı anlaşmazlık olarak yansıtıldı."
Akbulut, Cumhurbaşkanı'nın sorumluluğunun bulunmadığını ve bu nedenle düşüncesini rahatlıkla açıkladığını, gerçek sorumluluğun Başbakan’da olduğunu, Bakanlar Kurulu ile Meclis’te konuların ele alındığını bu nedenle temkinli hareket etmek zorunda olduklarını dile getirdi.

Maden işçilerinin yürüyüşü


Zonguldak, maden işçilerinin bir ay kadar süren gösterileri Türkiye gündemindeydi. İşçiler, taleplerinin karşılanması için sonunda Ankara'ya yürüdüler. Hedefleri Çankaya’ydı. Arkalarında muhalefet partilerinin temsilcileri de vardı. Konu Bakanlar Kurulu'nda değerlendirildi. "Bırakalım yürüsünler mi, yoksa taleplerini kabul edelim, bir noktada anlaşalım mı?" diye...  Bakanlar Kurulu'nda maddi taleplerin karşılanabileceği gerekli kaynağın bulunabileceği görüşü belirdi ve sonuçta gereği yapıldı.
Akbulut, o günleri anlatırken bir sitemini de, şöyle dile getirdi:
"Sorun oturup konuşulur ve kazasız belasız nahoş bir hadise olmadan çözülebilirdi. Bazıları bunu taviz olarak algıladı. Böyle olmadı. Bu bir tercih meselesidir. Ülke kargaşa içinde mi olmalı yoksa uzlaşı ortamında mı olmalı. Uzlaşmak mı iyidir. Ben uzlaşmadan yanaydım. Cumhurbaşkanı verilen zamların ekonomiyi etkileyeceğini belirterek benim tarzımı beğenmedi. Ama kendisi 1987 seçimlerinden sonra önceden yapmadığı zamları yaptı. Seçim öncesi ekonominin sıkıntısından bahsediyordu, ama seçimden sonra zamları yaptı. Ne oldu da üç ayda ekonomi düzeldi. Bu bir tercih meselesidir. Biz işçilerle anlaşma kararını Bakanlar Kurulu'nda aldık ama sonradan hiçbir bakan da çıkıp ‘biz bu kararı birlikte aldık' demedi."

Yılmaz'ı örtülü  destekledi



Akbulut, Özal’ın kendisine başbakanlığı verdiğini ancak Mesut Yılmaz’ı da örtülü olarak desteklediğini söyledi.

Akbulut, Başbakan ve Genel Başkan olarak katıldığı ANAP kongresinden Mesut Yılmaz’ın Genel Başkan ve Başbakan olarak çıkmasını da sitemle anlatıyor. O dönem kongreyi kaybetmesine gerekçe gösterilen "Cenap Gürpınar’a bakanlık verilmemesi" tartışmasının sonuca etkili olmadığını düşünüyor. Akbulut, buna Turgut Özal’ın Yılmaz’ı üstü örtülü desteklemesini gerekçe gösteriyor. Sitem dolu sözlerle anlatıyor:
"Herkes bana kongre sırasında ‘Güpınar’a bakanlık verseydiniz bu iş çözülürdü’ diyor. Gerçek durum öyle değil. Ne ben, Gürpınar’la konuştum, ne o benden bir talepte bulundu ne de benim dilim ona bakanlık teklif etmeye gitti. Bu bir yapı meselesi. Yaradılış meselesi. İsteseniz de yapamıyorsunuz. Hem bu işte Mesut Beyin arkasında Turgut bey vardı. Ben Gürpınar’a bakanlık sözü vermiş olsaydım bile yine kaybedecektik. Kişilerle yaptığınız görüşmeler uzlaşma kültürü ile pazarlık çizgisi arasında kalıyor. Devlet içinde bunlar olmamalı. Transfer teklifini yapıp genel başkan seçilenler ne yaptı. Sonuç ne oldu. Her şey ortada. Her seçimde ANAP sistematik olarak oy kaybetti. Ara seçimler bunun ilk tehlike çanlarıydı. Parti olarak bizim yaptığımız ekonomik atılımlar, milletin çoğunluğunun hazmedemediği konulardı. Gerektiğinde dışarıdan ithalat yapılıyor ve iç piyasada fiyatlar belirli düzeyde tutuluyordu. Bu da birçok kişinin kar marjının düşmesine neden oldu. Vatandaş devleti baba olarak görürken biz ‘devlet baba değildir’ dedik. ‘Köprüyü barajı satarız’ dedik. Uygulamalarımızın faydaları zaman içinde görüldü ama o zaman da iş işten geçmiş oldu. ANAP içinde dört eğilim vardı. Bu eğilimdeki kişiler parti tüzüğünü uygulamak yerine kendi görüşlerinin etrafında birleşmenin yollarını aradılar. Partinin geçmişten gelen bir ideolojisi olmadığı için bu fikirler çok çabuk ayrıştı. Ben o zaman bu görüşlerin hiçbirinin içinde yer almadım. İyi de olduğunu daha sonra gördüm."



Cumhurbaşkanı Turgut Özal tören kıtasını sık sık rahat giysilerle selamlardı.



Özal’ın hükümeti kurma görevini vererek başbakanlığa getirdiği Akbulut, TBMM Başkanlığı’ndan istifa ederek hükümeti kurdu.
*Fotoğraflar: Milliyet Arşivi

GAZETECİ CENGİZ ÇANDAR ANLATTI


Özal ve Kürt politikası

Kürt politikası konusunda uzun yıllar Turgut Özal’a danışmanlık yapan gazeteci Cengiz Çandar, "Bu işe Turgut Özal’dan başka kafa yoran yoktu. Proje üzerinde çalışıyor, ateşkesin şart ve süre konulmadan devamından yana tavır koyuyordu. Yaşasaydı bu sorunun çözümünde ciddi ilerlemeler olurdu" diye konuştu. Turgut Özal ile Başbakanlığı ve Cumhurbaşkanlığı döneminde birkaç kez görüştüğünü ancak ciddi yakınlaşmanın, Turgut Özal’ın bir konuşmasında kullandığı “Irak halkları” kelimesinin olduğunu belirten Çandar, Özal’ın bu sözlerinin ne anlama geldiğini öğrenmek için kendisiyle acilen görüşmek istediğini belirttiği ve Köşk'e çıktığını anlatıyor. Çandar'ın anlatımına göre, bu görüşmede, Özal, büyük bir bölge haritası getirtir. Harita açıldıktan sonra ikili arasında şu diyalog geçer:
T.Ö - Irak’ta ne kadar Türkmen var?
C.Ç - Irak’ta etnik olarak bir kayıt tutulmuyor. Türk ocaklarından rakam alın, o rakamı üçe bölün Türkmen sayısını bulursunuz.
T.Ö - Irak’ta Şiiler çoğunlukta. O nedenle İran burada etkili olabilir. Eğer biz etkili olmak istiyorsak Türkmen kartıyla etkili olabilir miyiz?
C.Ç - Kürtlerle birlikte ele alabilirsek etkili olur. Ancak bunun da bir tek şartı var. O da Türkiye’de Kürt var mı yok mu resmi olarak önce bunu belirlemek lazım. Bizler Bulgaristan’da, Yunanistan’da yaşayan Türklerle uğraşıyoruz.
T.Ö - Onlar bizim bir parçamız.
C.Ç - 90 yıl önce bu topraklar da bizimdi. Bizler aynı ülkenin vatandaşıydık. Bugün Irak’ta, Suriye’de yaşayan Kürtler ile güneydoğuda yaşayanlar bir aileydi. Aynı soydan geliyorlardı.
T.Ö - Kürtlerin bizlerden başka dayanakları yok. Bir takım tabuları kıralım. Bizim onlar kadar onların da bize ihtiyaçları var. Biz batıya yakınız onların netice olarak hukuklarını da bizler savunuruz.

Federasyon istemezdi


Kürt meselesinin çözümünde Turgut beyin hiçbir zaman federasyondan yana olmadığını, bu sistemin Kürtleri bir bölgeye hapsedeceğini ve ekonomik sıkıntı içine sokacağını düşündüğünü belirten Cengiz Çandar, Özal’ın sürecin çözümü için süreli değil kalıcı bir ateşkesten yana tavır takındığını vurguladı. Çandar, Özal’ın her ateşkesin bitiminden sonra tekrar silahların konuşmasının çözümün önündeki en büyük engel olarak gördüğünü de hatırlattı.

Öcalan, Özal'a mesaj gönderdi


Çandar, Özal'ın, PKK'nın bir ay süreyle ateşkes ilan ettiği dönemde, geçen sürede ciddi adım atılmadığından, PKK'nın ateşkesi uzatması gerektiğini kendisine aktardığını anlattı. Çandar, Özal'ın bu talebin bir biçimde PKK'ya iletilmesini istediğini söyledi. Bu gelişmeden sonra Çandar, Talabani ile buluşur ve bu durumu kendisine aktararak acil cevap verilmesini ister. Talabani Çandar’a "Ateşkes uzayacak, Öcalan şart ve süre koymayacak" der. İstediği yanıtı alan Çandar soluğu Türkmenistan’da alır. Türk Cumhuriyetleri gezisinde olan Özal’ı burada yakalar. Bu mesajı kendisine iletmek ister, yemekten sonra bir araya gelirler ama diğer gazeteciler de oradadır. Bunun üzerine baş başa görüşme ancak dönüş yolunda uçakta gerçekleşir. Öcalan’ın mesajını ve izlenimlerini aktaran Çandar’a Özal, "Bu dangalaklar ellerine yüzlerine bulaştıracaklar. Teslim ol demek analarına küfür etmek gibi bir şey. Çatışma geri gelirse sonu kötü olur, sorun gangrenleşir. Kademeli af var, hükümet kararnamesiyle olabiliyor. Onunla çözülebilir. Dönüşte Süleyman’la bir konuşacağım, MGK’ya da getirmeyi düşünüyorum" der. Cengiz Çandar’a göre, Turgut Özal Kürt meselesini Barzani ve Irak Kürtleriyle yakınlaşarak çözmek istiyor ve Iraktaki Kürtlerle ilişkilerin düzelmesinin Türkiye'de izdüşümü olacağını düşünüyordu. Bu nedenle de Kürt liderlere kapılar açılmıştı.


YARIN: Türk Cumhuriyetleri gezisinden döndüğü gün Başbakan Demirel aradı ve "Turgut Turgut sen bunları bırak bizimkiler seni yüce divana göndermek istiyor. Sen onu düşün" dedi.


http://www.milliyet.com.tr/ozal-li-yillar-hukumet-gorevini-merdivenlerde-aldi/gundem/gundemdetay/22.04.2013/1696680/default.htm

..