e-Muhtıra etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
e-Muhtıra etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

9 Kasım 2020 Pazartesi

28 ŞUBAT 1997 ASKERİ DARBESİ VE TÜRK EĞİTİM SİSTEMİNE ETKİLERİ., BÖLÜM 46

28 ŞUBAT 1997 ASKERİ DARBESİ VE TÜRK EĞİTİM SİSTEMİNE ETKİLERİ., BÖLÜM 46


Cumhuriyet Tarihi, Demokrasi, Darbe, Post Modern Darbe, Eğitim, 28 Şubat 1997 Askeri Darbesi,İsmail GÜLMEZ, Yrd. Doç. Dr. Yavuz ÖZDEMİR,
Aczimendi, Fadime Şahin, Fadıl Akgündüz , Hüsamettin Cindoruk, Mesut Yılmaz, Tevhid-i Tedrisat Kanunu,Zaviye ve Medreseler, İmamhatip Liseleri,



7.1.2. 28 Şubat 1997 Askeri Darbesinin Türk Eğitim Sistemine Etkileri ile İlgili Bulgular ve Yorumlar 

Bir ülkenin kalkınmasında eğitimin ne denli önemli olduğu tartışılmaz bir 
gerçekliktir. Halkın eğitim seviyesi, o ülkenin gelişmişlik düzeyiyle paralellik gösterir. 
Bu nedenle ülkede kalkınma hamlesinin istenilen hızda gerçekleşebilmesi için öncelikle eğitilmiş ve eğitimin önemine inanmış yurttaş sayısını artırmak gerekir. Çünkü eğitim seviyesi yüksek olan toplumlarda daha istikrarlı ekonomik, sosyal, siyasal ve kültürel bir gelişme görülür. Sadece gücü elinde bulunduranların değil, tüm vatandaşların daha iyi bir yaşam sürdüğü, eşitlikçi, özgürlükçü bir çoğulcu demokrasi anlayışının daha iyi yerleştiği, insanlara daha fazla hak ve özgürlüklerin tanındığı, barış ve huzur ortamının sağlandığı, refah düzeyi daha yüksek bir toplum söz konusudur (Tok, 2012, s.280). 
Eğitim, devletin varlığını, gücünü ve temel ilkelerini topluma kabul ettirebilmek 
için kullandığı en önemli ideolojik araçlardan birisidir. Devlet, toplumsal düzenlemeyi belirlediği ideolojik amaçlar ve ilkeler çerçevesinde yeniden kurmak için eğitimi kullanmaktadır (Çetin, 2001, s.206). 
Eğitim ile siyasal sistem arasında sıkı bir etkileşim vardır. Eğitim; devletin 
varlığını, gücünü ve temel ilkelerini topluma kabul ettirebilmek için kullandığı önemli ideolojik araçlardan biridir. Devlet, toplumsal düzenlemeyi, belirlediği ideolojik amaçlar ve ilkeler çerçevesinde yeniden kurmak için eğitim sistemini ve eğitim kurumlarını kullanır. Bir yandan toplumun ve bireylerin eğitim alanındaki 
gereksinimlerini karşılarken, diğer taraftan devletin ve ideolojik sistemin geleceğini güvence altına alacak uygun biçimde eğitilmiş bireyleri, grupları yetiştirir (Tok, 2012, s.280). 

Türkiye’de iktidarda bulunan siyasal partiler, parti programlarında belirttikleri 
eğitim siyasalarını MEB aracılığı ile ülke genelinde hayata geçirirler. Eğitim sistemi 
üzerinde bütün bunları gerçekleştirebilmek için öncelikle gerekli yasal düzenlemeler yapılır, sonrasında gerekli alt yapılar istenilen amaca uygun hale getirilir (Tok, 2012, s.281). 
Eğitim ve iktidar ilişkisi, herhangi bir devletin benimsediği eğitim felsefesinin 
etkisinden uygulamaya koyduğu eğitim politikalarına; bireylerin aileleri ile 
ilişkilerinden okullarda öğretmenleri ile kurdukları ilişkilere kadar geniş bir yelpazenin içinde değerlendirilebilir. Bu bağlamda günümüzde eğitim alanında devletlerin ve iktidarlarda bulunulan hükümetlerin ağırlıklarının olması, eğitim konusunda ürettikleri politikaları önemli hale getirmektedir. Bu gelişmelerin doğal sonucu olarak ise devletin eğitime doğrudan ya da dolaylı olarak müdahalesini ortaya çıkarmıştır. Bu müdahale eğitim politikalarının değişmesinden ders kitaplarının içeriğine kadar olan geniş bir yelpazeyi ifade etmektedir (Şimşek, 2012, s.25-26). 
Cumhuriyet’in ilanı ve sonrasında ki tek partili yönetimin sona ermesi ve 1950’li 
yıllarda çok partili yaşama geçilmesi ile beraber her alanda olduğu gibi eğitim alanında da yeni politikalar ortaya çıkmıştır. Özellikle 27 Mayıs 1960 Askeri darbesi ve sonrasında şekillenen askeri zihniyetle dolu olan eğitim politikaları ve sonrasında kurulan sivil hükümetler ile yeniden şekillenen eğitim sistemi, sonrasında 12 Mart 1971 muhtırası ve 12 Eylül 1980 Askeri darbesi ile eğitim politikalarına tekrardan müdahale edilmesi oldukça ilginç ve anlamlıdır. Bu klasik darbe ve müdahaleler sonrasında 1990’lı yıllara gelindiğinde ise, Türkiye’nin içerisinde bulunduğu siyasal atmosfer ve siyasal karmaşa sonrasında ki süreçte 28 Şubat 1997 Tarihi MGK Toplantısında alınan karalar doğrultusunda eğitim alanında yeniden değişiklikler olmuş ve iktidar ile eğitim politikaları arasında ki ilişkiyi bir kez daha gözler önüne serilmiştir. 28 Şubat süreci sonrasında da eğitime tekrardan müdahale edilmiş ve bununla beraber 3 Kasım 2002’de iktidara gelen Adalet ve Kalkınma Partisi ve hükümetleri döneminde de eğitime müdahaleler olmuş ve eğitim alanında önemli değişiklikler ve yenilikler gerçekleşmiştir. 
Genel olarak devletlerin ya da iktidarların zaman zaman eğitime müdahale 
ettikleri görülmektedir. Günümüzde de dünyanın hemen her yerinde devletler eğitime yoğun olarak müdahale etmektedir. Ancak, gerek eğitim sistemindeki başarısızlıkların gerekse çalışmaların devletin eğitime müdahale etmesi gerektiği iddiasını desteklemiyor olması, dünyada devletin eğitimdeki rolünün giderek artan bir biçimde sorgulanmasına yol açmıştır. 

28 Şubat sürecinde Türkiye Cumhuriyeti’nin laik ve ulusal yapısına yönelik 
negatif koşulların oluşmasında etkili olduğunu savunduğu RP’nin eylemlerine karşı 28 Şubat 1997 tarihli MGK Bildirisi’nin bir karşı çıkış olarak ortaya çıktığı ifade 
edilmektedir. 28 Şubat sürecinin en önemli sonuçlarından birisi de eğitim alanında yapılan zorunlu 8 yıllık kesintisiz eğitimdir. Zorunlu 8 yıllık kesintisiz eğitim uygulaması özellikle ulusal ve laik eğitimi güçlendirmek, yaygınlaştırmak 
doğrultusunda Atatürkçü düşünce sistemine yeni bir ivme kazandırmıştır (Kili, 2006, s.264). Bu gelişmelerin yanı sıra özellikle kılık-kıyafet alanında olduğu gibi, kamu kurum ve kuruluşlarında çalışanların ve İmam-Hatip Liselerinin geleceği hakkında önemli kararlar alınmış ve uygulanmıştır. 

28 Şubat sürecinde meydana gelen gelişmeler neticesinde 18 Haziran 1997’de 
Refah-Yol Hükümeti Başbakanı Necmettin Erbakan istifa etmiş ve bunun doğal sonucu olarak Refah-Yol Hükümeti düşmüş ve yerine ANAP lideri Mesut Yılmaz’ın 
başbakanlığını yürüttüğü Anasol-D Hükümeti kurulmuştur. Anasol- D Hükümeti 
döneminin eğitimi ilgilendiren ilk uygulaması 8 yıllık zorunlu kesintisiz eğitimin 
uygulanması olmuş ve buna bağlı olarak da İmam-Hatip liselerinin orta kısımlarının kapatılmıştır (Çavdar, 2004, s.343). 
28 Şubat 1997 Askeri Darbesinin Türk Eğitim Sistemine Etkilerine baktığımızda 
ise 28 Şubat sürecinde özellikle dershane, yurt ve okulları kapsayacak şekilde eğitim alanında adeta bir “Cadı Avı” yapıldığı iddia edilmektedir. Eğitim üzerindeki devlet baskısı o boyutlara ulaşmıştır ki, bazı öğrenci yurtlarının yatakhanelerinde kız öğrenciler başörtüsü ile dolaştıklarından dolayı bu yurtlar kapatılmış, bakanlık 
müfettişleri özel okulları denetlemeleri esnasında ders işlenirken bayan öğretmenlerin başlarında peruk olup olmadığını kontrol etmek amacıyla saçlarını çekmiş, başörtülü öğretmenleri başlarını açmaları konusunda “İkna Odalarına” almışlar ve eğitim-öğretim alanlarında başörtülü öğretmenlerin durumunun tespiti adına bakanlık müfettişler ‘‘hafiye gibi dolaşıp” öğretmenler hakkında raporlar düzenlemiştir. “28 Şubat sürecinde” ortaya konulan uygulamalar içerisinde iktidar 
yansımalarının en çok olduğu kurumlar, her darbe sonrası dönemde olduğu gibi, yine eğitim, yine üniversiteler olmuştur. Üniversitelerde yaşanan öğrenci ve öğretim üyesi tasfiyeleri, başörtüsü sorunu ve akademik özgürlükler ile ilgili sorunlar bu dönemde öne çıkan konular arasındadır (Şimşek, 2012, s.166). 
Türkiye’de çeşitli dönemlerde eğitim seferberliği yaşanmıştır. Cumhuriyetin ilk 
yıllarından itibaren görülen bu eğitim seferberlikleri içinde hem eğitim müfredatı nın hem de okul binalarının yeniden yapılanmasını sağlayan 1997’den itibaren başlayan son eğitim seferberliği ile olmuştur. Temel eğitimin 5 yıldan 8 yıla çıkarılmasını kapsayan bu eğitim seferberliği müfredatta oluşturduğu temel değişikliklerden dolayı eğitim mekânlarında da köklü değişimleri mecbur hale getirmiştir. Özellikle 28 Şubat 1997 Askeri darbesi ve öncesinde alınan MGK kararlarının en önemlileri belki de eğitim alanında gerçekleşmişti. Bu dönemde “8 Yıllık Kesintisiz Eğitim” tartışmaları gündeme gelmiş olmakla beraber meslek liselerinin, özellikle İmam Hatiplerin orta kısımlarının kapatılması kararları büyük tartışmalar yaratmıştır. MGK’nın 28 Şubat kararlarının ardından özellikle 18 Nisan 1999 seçimlerine kadar süren zaman diliminde 14 Ağustos 1997'de 8 yıllık kesintisiz eğitim kanunu TBMM’de kabul edildi. Bu kanunla İmam Hatip Liseleri dâhil Meslek Liselerinin ortaokul bölümleri kapatıldı. “Sekiz Yıllık Kesintisiz Zorunlu Eğitim”,16.08.1997 tarihinde yürürlüğe giren 4306 sayılı kanun kapsamında Türkiye’de uygulanmaya başlanan temel eğitim modelinin adı olarak anılmaya başlamakla beraber, 6-14 yaş arasındaki öğrencilerin eğitim ve öğrenim sürecini kapsamaktadır. Zorunlu Eğitim “Sekiz Yıllık Kesintisiz Zorunlu Eğitim” kavramında, her öğrencinin sekiz yıl eğitim almaya mecbur olduğu “zorunlu” sözcüğü ile ifade edilmiştir. 4306 sayılı kanun 1997-1998 eğitim-öğretim yılından itibaren uygulanmaya başlamıştır. Böylece 28 Şubat kararları, 5 yıllık ilkokul ve 3 yıllık ortaokul eğitimi birleştirilerek sekiz yıllık kesintisiz bir ilköğretim sürecinin yasallaşmasını sağlamıştır. Sekiz yıllık eğitimin yasallaşmasında “kesintisiz” 
ifadesinin kullanılması bazı kesimlerce ortaokul ve lise düzeyinde din ağırlıklı eğitim veren İmam Hatip Okulları’nı etkisiz hale getirmek olarak nitelendirilmiştir. Çünkü bu yıllarda İmam Hatip Okulları’nın sayısı hızla artmakla birlikte bu okulların din adamı yetiştiren okullar olmaktan çıktıkları ifade edilmektedir. Diğer taraftan tüm dünyada temel eğitimin süresinin arttırılması doğrultusunda yapılan tartışmalar ışığında Türkiye’de de toplumsal gelişmelerin gereksinim duyduğu temel eğitimin sekiz yılda verilebileceği savunulmuştur (Çınar, Çizmeci, Akdemir, 2007, s.189-190). 
 

SEKİZİNCİ BÖLÜM 

8. SONUÇ ve ÖNERİLER 

8.1. Sonuçlar 

Cumhuriyetimiz millî egemenlik temelinde kurulmuştur. Demokrasilerde,“Milli İradenin” dokunulmazlığı daima esas alınmış ve bu ilke korunmaya çalışılmıştır. 
Türkiye Cumhuriyeti’nin siyasi tarihine baktığımızda bir askeri darbeler tarihi olarak anıldığı, Türk milletinin darbelere her dönemde aşina olduğu, gerek 
Osmanlı Devleti gerekse Cumhuriyet dönemleri içerisinde yaşanan darbeler sonucunda millet iradesinin ve demokratik uygulamaların askıya alındığı 
dönemler olarak bilinmektedir. 
Cumhuriyetimizin ilanından bu yana ülkemizdeki demokratikleşme sürecini kesintiye uğratan birçok antidemokratik uygulamalar gerçekleşmiş ve bu 
uygulamalar neticesinde başta anayasa askıya alınmak şartıyla; baskı kurarak, zor kullanarak, hukuk dışı yollara başvurularak millet iradesi hiçe sayılmış 
ve seçilmiş hükümetler darbe girişimleri sonucunda iktidardan uzaklaştırılmış ve bu darbe girişimleri demokrasi tarihimizde kapanması zor derin yaralar açmıştır. 
Türkiye Cumhuriyet’i tarihinde muhtıralar ve askeri darbelerle demokrasimize çok sayıda müdahale gerçekleşmiştir. Yaşanan bu darbe ve muhtıraların 
ülkemize ve milletimize toplumsal, siyasal, ekonomik ve hukuki açılardan birçok etkisi olmuştur. 
Türkiye’de her 10 yılda bir gerçekleştirilen darbeler, demokrasilerin vazgeçilmez unsuru olan “milli iradeyi” yok ederek demokrasinin kesintiye uğramasına yol açmış, Türkiye’nin “kanun devletinden” bir “hukuk devletine” dönüşmesine engel olmuştur. Bu dönemler içerisinde milli irade başta olmak üzere milletin temsil hakkı, demokrasi, hukuk ve insan hakları gibi evrensel değerler çiğnenmiş ve millet iradesinin sürekliliği kesintiye uğratılmıştır. Millet iradesinin sürekliliği ve daima korunmasının temelinde yatan gerçek unsur ise demokrasidir. Bu yüzden demokrasi, her koşul ve ortamda korunmalı ve benliğimize nakşedilmesi gereken bir değer olmalıdır. 

Cumhuriyet tarihinde, darbeler ve muhtıralarla demokrasimize çok sayıda 
müdahale gerçekleşmiş, bu darbe ve muhtıraların ülkemize ve milletimize toplumsal, siyasal, ekonomik ve hukuki alanlarda birçok yıkıcı etkileri olmuştur. Cumhuriyetimizin ilanından bu yana ülkemizdeki demokratikleşme sürecini kesintiye uğratan birçok antidemokratik uygulamalar olmuş, baskı kurarak, zor kullanarak, hukuk dışı yollara başvurularak millet iradesi ile iş başına gelmiş hükümetleri devirmek isteyenler, çeşitli darbe girişimlerinde bulunmuş ve bu darbeler demokrasi tarihimizde ve kültürümüzde kara bir leke olarak kalmıştır. 
Türkiye Cumhuriyeti’nin demokrasi tarihi aynı zamanda onun kesintiye 
uğrayışının, demokrasi kültürünün sekteye uğratıldığı ve milli iradenin askıya alındığı muhtıraların ve darbelerin talihsiz hatıraları ile doludur. 90 yıllık Cumhuriyet tarihimize baktığımızda, siyasi hayatımızda 27 Mayıs 1960, 12 Mart 1971 ve 12 Eylül 1980 klasik Askeri darbelerin yanında 28 Şubat 1997 post-modern Askeri darbesi ve 27 Nisan e-Muhtıranın varlığı da bilinmektedir. Bütün bu yaşanan muhtıra ve darbelerin sonucunda demokrasiye hukuk dışı müdahaleler yapılmış, iktidarda bulunan hükümetler cebir, şiddet ya da baskı yöntemleri kullanılarak görevlerinden uzaklaştırılmış, milli iradenin yegâne yansıması olan parlamento lağvedilmiş ve sonuç olarak yüzbinlerce vatandaşımız büyük acılar yaşamış, işkencelere tabi tutulmuş ve mağdur edilmiştir. 

Bunun yanında özellikle Başbakan ve Bakan konumunda ki devlet adamları adaletsiz bir biçimde yargılanmış, hukuk dışı uygulamalara tabi tutulmuş, yargısız infaz yollarına gidilerek idam edilmiş ve hafızalardan silinmeyen büyük acılar yaşanmıştır. 
Cumhuriyetimiz “millî egemenlik” temeline dayalı kurulmuştur. 
Türkiye Cumhuriyet’i bir ulus devleti olarak 90 yıllık bir tarihe sahip olmasının yanında Osmanlı İmparatorluğu’nun izlerini de bünyesinde taşıyan bir özelliğe sahiptir. 
Bu bağlamda Türkiye Cumhuriyeti’nde yaşanmış olan darbelerin Osmanlı yönetim yapısı ile olan ilişkisi, ordunun darbe yaparken meşruluk zeminini nereden aldığı, 28 Şubat 1997 Askeri darbesi öncesi askeri darbelerin ortak özellikleri ve farklılıkları incelenmiş, ordu-siyaset ve sivil ilişkileri, siyasal atmosfer içerisindeki ordunun yeri ve önemi, siyasi arenada geniş bir yer tutan ve devlet organizasyonları üzerinde belirleyici ve etkin bir konumda bulunan ordunun faaliyetleri, 28 Şubat 1997 Askeri darbesini diğer darbelerden farklı kılan yönleri, doğrudan yönetime el koymak yerine dolaylı yollara başvurulmasının nedenlerini, dini referanslı partilerin siyasal alanda yer almasının darbeyi çağıran yönleri ve bu darbenin sonuçları ele alınmış ve konumuz kapsamında incelenmiştir. 
Bu bağlamda yakın tarihimiz içerisinde bir dönüm noktasını oluşturan ve 
Türkiye’nin siyasal yaşamında önemli bir yeri olan ve tarihe 28 Şubat süreci olarak geçen askeri darbenin neden ve nasılının yanında, Türk Silahlı Kuvvetleri ’nin rejimi korumak ve kollama görevini üstlenerek siyaset kurumuna müdahale etmesi sonucunda ortaya çıkan atmosfer neticesinde Türkiye’de ordunun siyasete karışma sebepleri, siyasal yapıdaki ağırlığı, ordunun yeri ve önemi, siyasal iktidarlara doğrudan karıştığı durumlar vb. faktörler incelenen konular arasında dır. 

Özellikle 28 Şubat 1997 MGK karalarının anlık olarak alınan kararlar olmadığı 
ve yaşanan uzun bir sürecin ürünü olduğu herkes tarafından da bilinmektedir. 28 Şubat 1997 MGK karalarının uygulanmasında sivil toplum kesimlerinin ve dönemin basın ve medya organlarının önemli roller üstlendiği ve bu süreçte ordunun da siyasette aktif olarak rol üstlenmelerini ve bu tavırlarını da meşru kıldıkları bilinmektedir. 

Bütün yaşanan bu gelişmelere baktığımızda milli irade yolu ile seçilmiş bir parti 
ilk önceleri iktidara getirilmek istenmemiş, ardından hükümet kurma görevi verilerek iktidara getirilmiştir. Ancak milli iradenin seçmiş olduğu kişilerin iktidara getirilmesi sonrasında bir takım gündemler yaratılarak bu kişiler yıpratılmaya çalışılmış ve iktidardan uzaklaştırılmışlardır. Refah-Yol Hükümeti’nin iktidardan gitmesinden sonra başa gelen hükümetlerden de, RP’nin iktidardan gidişini hızlandıran 28 Şubat 1997 tarihinde MGK’da alınan kararların uygulanması istenmiş, bir nevi siyasi hayat denetim ve baskı altına alınmıştır. 

Nitekim burada belirtilmesi gereken önemli bir husus ise çok açık ve net bir 
biçimde anlaşılmıştır ki 28 Şubat 1997 askeri müdahalesi ile istenilen RP’nin iktidardan gitmesidir. 24 Aralık 1995 genel seçimlerinde RP büyük bir başarı ile seçimlerden birinci parti olarak çıkmasına rağmen hükümetin kurma görevinin genel yapılan genel seçimlerden ikinci parti olarak çıkan Mesut Yılmaz liderliğindeki ANAP’a verilmiş olması, aslında 28 Şubat sürecinin Refah-Yol Hükümeti’nin iktidara gelmesinden çok daha önce başladığını göstermesi açısından oldukça önemlidir. Yine bununla beraber seçim öncesi RP aleyhine basın ve medyada yapılan propagandalar da yaşanan bu sürecin daha iyi anlaşılmasını sağlamaktadır. 
Yıllardan beri süre gelen sisteme muhalif bir parti olan RP, 27 Mart 1994 yerel 
seçimlerde büyük bir başarı elde etmiş olmasının yanı sıra asıl başarısını 24 Aralık 1995 genel seçimlerinde göstermiş ve seçimlerinde en çok oyu alarak birinci parti olmuştur. 
Ancak RP’nin almış olduğu bu başarı kısa sürede gölgelenmiş idi. Çünkü RP aldığı 
oylarla tek başına iktidara gelemediğinden, koalisyon kurmak için bir diğer partiye ihtiyaç duymuş ve bunun sonucun da yıkılan Ana-Yol Hükümeti’nin DYP kanadı, bu koalisyon için en ideal ortak olarak görülmüştür. Nitekim Ana-Yol Hükümeti’nin iktidardan düşürülmesinde önemli etkisi olan Tansu Çiller hakkında ki yolsuzluk gensorulardır. Tansu Çiller’in Yüce Divan’a gitmemek için artık her yola başvuracağı açık bir şekilde ortadayken, RP Erbakan’ın bu zaafı iyi kullanmış ve Tansu Çiller’i koalisyona zorlamıştır. Bunun sonucunda da Refah-Yol Hükümeti kurulmuş ve böylece Türkiye Cumhuriyeti’nin 54. Hükümeti olan Refah-Yol Hükümeti iktidara gelmiştir. Çıkarlar ve bazı ödünler sonucu kurulan bu hükümetin icraatları çok tartışılmış RP’ne Taksim’e cami, pompalı tüfek satın alımı, karayoluyla hac, Sincan’daki Kudüs gecesiyle ilgili çok ağır eleştiriler gelmiş RP faaliyetleri sonucu, ordu ile birçok kez karşı karşıya gelmek zorunda kalınmıştır. Bir müddet sonra ülke şeriat-darbe ikilemine sürüklenmiş ve sonuç olarak bu ikilemde geçen süreç sonun da, post-modern darbeyi getirmiştir ve halkın oyuyla gelen, partiler iktidardan indirilmiştir. Kimilerine göre bu durum Cumhuriyeti Şeriattan kurtarırken, kimilerine göre ise demokrasiye asker eliyle bir müdahale olarak ifade edilmiştir. 

Refah-Yol Hükümeti’nin kurulması ile başlayan bu süreç Genelkurmay 
Başkanlarından Hüseyin Kıvrıkoğlu’nun ifadesiyle; “1000 yıl daha sürecek olan 28 
Şubat süreci”, Türkiye Cumhuriyet’i siyasi tarihinde olağanüstü bir dönem olarak yerini almış ve Refah-Yol Hükümeti’nin kurulduğu ilk günlerden itibaren başta askeri kanat olmak üzere, basın ve medya organları ve sivil toplum örgütleri tarafından yakından takip edilmiştir. Nitekim RP içerisinde bulunanların sık sık yaptıkları şeriat ve irticai açıklamalar başta Genelkurmay Başkanlığı olmak üzere birçok kesimin tepkisini çekmiş, Cumhuriyeti ve lâikliği koruma görevini Anayasa’dan aldıklarını ifade eden askerler siyasi yaşama müdahale etmeye başlamışlardır. Bu yapılan müdahaleler kimi zaman sert demeçlerle, kimi zaman basın ve medya organları kullanılarak köşe yazarları aracılığıyla kimi zaman da sivil toplum örgütlerinin harekete geçirilmesi ile olmuştur. 

Özellikle 28 Şubat süreci içerisinde basın ve medya organları aktif bir rol 
oynamıştır. Bu dönem içerisinde basın ve medya organları adeta kendisini kullandırarak bu yaşanan süreçte önemli bir yere sahip olmuş ve darbe söylentileri çıkararak siyaset atmosferinde ki yaşananları manşetlerine taşıyarak baş aktör konumuna yükselmiştir. Nitekim şu da bir gerçektir ki demokratik rejimi korumak ve kollamak adına bile olsa darbe söylentileri çıkarmak, gelişmekte olan ülkenin önüne set çekmek, ülkemizi geri kalmış ülkeler sınıfına koymak, Türkiye’nin ulaşmak istediği çağdaş medeniyet seviyesinden uzaklaştırmak ve en önemlisi de hak etmediği bir konuma yerleştirmektir. Çünkü yaşanan hiçbir askeri müdahale Türk siyasi hayatına olumlu bir etki ve değer katmamış, tam tersi bir süreç içerisine sokmuştur. Yaşanan bütün bu gelişmelere baktığımızda ordu dünyanın hiçbir ülkesinde demokrasinin koruyucusu değildir. Bu durum ise Türkiye’de 1960 ve sonrasında ki yaşanan askeri darbeler ile ordunun meşruiyetini kılan ve bizim demokratik idare eksikliğimizin bir uzantısı olarak görülmektedir. Belki bu yüzden ordunun yapmış olduğu müdahaleler meşruymuş gibi görünmekte ancak demokrasinin sahibi milli iradenin yansıması olan iktidar ve devlet olmadıkça orduya duyulan ihtiyaç hiçbir zaman kaybolmayacaktır. 
Bu durum ise demokrasinin koruyucusu olan orduyu ön plana çıkaracaktır. Nitekim Türkiye’nin yaşadığı bu sıkıntılı süreçler sonrasında, demokrasi kültürümüzün daima zayıf bir şekilde bırakılmasına meydan verecektir. 
Ancak şu da belirtilmelidir ki Türkiye’de silahlı kuvvetlerin kendisine münhasır 
bir yapısının ve gerekli gördüğü durumlarda sisteme müdahale etmesini kolaylaştıran sebeplerin başında toplumun kendilerine biçtiği saygın imaj ve de yerleşmiş geleneksel kültür yapısı gelmektedir. Eğer ülkenin güvenliğinin ve geleceğinin tehlikede olduğunu söyleyen toplumda sarsılmaz güvene sahip bir kurum olan silahlı kuvvetler ise, toplum buna rahatça ikna olabilmektedir. 
Bu yaşanan durum elbette ki askeri darbelerinin onaylanması için sebep değildir. 
Her ne kadar 28 Şubat sürecinin demokrasiye bir müdahale olduğu, milli iradenin 
askıya alınmış olması ve bir süreç olarak uzun bir olgunun ürünü olmasının yanında askeri müdahalenin geç fark edilmiş olması, toplumda ki egemen güçlerin hegemonyalarını sürdürme kararlılığı ve yine bunun yanında halkın bilinçsiz bir şekilde, kendi kendisini yönetemeyecek bir şekilde bir noktaya saplanıp kalması 28 Şubat sürecinin ürünü olarak bilinmektedir. 
28 Şubat süreci; halkın demokratik bir ortam içerisinde, milli iradenin seçim 
yolu ile yansıması sonrasında seçilmiş ve iktidara taşınmış olan hükümete karşı başta askeri kanat olmak üzere, oligarşik sınıfların, basın ve medya organlarının, 
üniversitelerin, sivil dernek ve sendikaların birlikte yaptıkları bir darbedir. Ancak 
belirtilmelidir ki siviller olmaları gerektiği kadar demokrat olmadıkları ve milli iradenin üstünlüğüne inanmadıkları sürece demokrasinin korunması ve gelişmesi hep kesintiye uğrayacak ve demokrasi kültürümüz hep eksik kalacaktır. Nitekim bir ülkede başta siyasi partiler olmak üzere yargı, basın, üniversiteler, sivil toplum kuruluşları demokrasiyi sahiplenmezler tam tersine müdahaleleri onaylarlar ise demokrasiyi yaşatmak elbette çok zor olacaktır. 

Netice itibariyle seçilmiş olan bir hükümet, seçim yoluyla değil zor kullanılarak 
iktidardan uzaklaştırılmıştır. Bu süreç ise milletin özgür iradesini hiçe saymak, aynı zamanda ülke ekonomisini gözden çıkarmak, dış siyasi arenada ülkenin imajını zedelemekten başka bir anlam ifade etmemektedir. Yaşanan bu süreçte sistemin diğer aktörlerinin etkisini ve katkısını da unutmamak gerekir. Muhalefet partileri 28 Şubat sürecinde askerin sivil siyasete yaptığı uygunsuz müdahaleye karşı çıkmamış, hükümetin, parlamentonun ve demokratik siyasetin yanında yer almamışlardır. 
Sivil toplum örgütleri bu süreçte “laikliğin savunuculuğu” rolüyle 28 Şubat kararlarını destekleyerek Refah-Yol Hükümeti’nin iş başından uzaklaştırılması için verilen mücadelenin başını çekmişlerdir. Askerin “Bu kez silahsız kuvvetler halletsin” çağrısına ilk onlar cevap vermişlerdir. 

Türkiye Cumhuriyeti demokrasi serüveni boyunca 3 klasik darbe yaşamış 
olmakla beraber uzun bir sürecin ürünü olan, olgu ve olaylar zinciri etrafında şekillenen siyasi literatüre “post modern darbe” olarak geçen 28 Şubat 1997 Askeri darbesi ile karşı karşıya kalınmıştır. 
Basın ve medya organları başta olmak üzere, üniversitelerin, sivil dernek ve kuruluşların yoğun baskısı ile iktidarda bulunan Refah-Yol Hükümeti meşru olmayan, demokrasi ve hukuk dışı yollara başvurularak iktidardan uzaklaştırılmış  tır. Yaşanan bu süreç içerisinde Cumhuriyetin temel ilkelerine yönelik ortaya çıkan tehditler bir anlamda önlendi. Bununla beraber askerin Türk siyasi hayatına  yapmış olduğu bu dolaylı müdahale demokrasi ve rejim tartışmalarını da beraberinde getirmiş, milletin özgür iradesiyle iktidara gelen hükümetin meşru olmayan yollara başvurularak iktidardan uzaklaşmasını sağlamıştır. Bu süreç içerisinde özellikle ordunun söylem ve yönlendirmeleri oldukça etkili olmuş, özellikle bazı kuvvet komutanlarının bu süreç içerisinde aktif olarak rol oynamaları, asli görevleri dışına çıkarak siyasi yaşama müdahalede bulunmaları süreç içerisinde ki askerin rolünü göstermesi açısından oldukça önemlidir. 

Bütün bu yaşanan antidemokratik uygulamalar karşısında kimilerine göre yaşanan bu sürecin normal olduğunu ifade edilerek TSK’nın 35. Maddesini dayanak gösterip yaşanan bu müdahaleyi meşru göstermişlerdir. 



***