SERDAR ANT etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
SERDAR ANT etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

30 Nisan 2015 Perşembe

CHP VE MHP ORTAK HAREKET EDEBİLSEYDİ.



CHP VE MHP ORTAK HAREKET EDEBİLSEYDİ.



30 Mart yerel seçiminde aşağıdaki 13 İLDE belediye başkanlığı AKP adayları tarafından kazanıldı:
AMASYA, BALIKESİR, BİLECİK, KASTAMONU, KIRŞEHİR, NİĞDE, UŞAK, ANKARA, ANTALYA, ARDAHAN, ARTVİN, DENİZLİ, YALOVA…
Oysa CHP ile MHP; AKP’ye karşı ORTAK HAREKET EDEBİLME iradesini gösterip bu illerde AKP’YE KARŞI TEK BİR ADAY ÜZERİNDE ANLAŞABİLSEYDİtablo çok daha farklı olacak, bu 13 İLDEN 7’SİNDE MHP, 6’SINDA DA CHP ADAYI SEÇİMİ KAZANACAKTI.
CHP; Amasya, Balıkesir, Bilecik, Kastamonu, Kırşehir, Niğde ve Uşak’ta MHP adayını destekleseydi…
MHP de; Ankara, Antalya, Ardahan, Artvin, Denizli ve Yalova’da CHP adayını destekleseydi…
AKP, bu 13 ilde belediye başkanlığını kazanamayacak, bu illerden 7’sinde MHP, 6’sında da CHP belediye başkanlığı elde edecekti.
30 Mart yerel seçiminde bu 13 ilde belediye başkanlığını kazanan AKP adayları, Kemal Kılıçdaroğlu ve Devlet Bahçeli’ye teşekkür borçludur!

SERDAR ANT

..

40’DA 1…




40’DA 1…



Satır içi resim 1







22 Ekim’den beri TBMM Plan ve Bütçe Komisyonu’nda 2013 yılı bütçesi görüşülüyor.
PLAN VE BÜTÇE KOMİSYONU, Meclis’teki en kalabalık ihtisas komisyonudur. 40 üyesi var!  Ama ne ilginçtir ki bu 40 ÜYENİN SADECE BİRİ KADIN!
4 kadın milletvekilinin türbanla Meclis Genel Kurulu’na girmesini büyük bir “özgürlük”(!) hamlesi olarak değerlendirenler, TBMM’de 40 üyeye sahip en büyük komisyonda sadece 1 kadın üye bulunması konusunda neden hiç ses çıkartmıyorlar peki?

Bu ülkede her ailenin bütçesinden ağırlıkla KADINLAR sorumludur. Parayı çoğunlukla erkek kazanır belki, ama evi kadın çekip çevirir. Üç kuruşla ay sonunu getirmek, her gün sofraya en azından iki kap yemek koymak, evin diğer masraflarını karşılamak için olmadık şeylerden tasarruf etmek, kadınımızın “milli hasleti” haline gelmiştir! Türk ailesinde evin direği kadındır aslında…
Ama devletin bütçesi sözkonusu olduğunda kadının söz hakkı işte bu kadardır:
40’da 1…
Oysa bu ülkenin nüfusunun yarısı kadın değil mi?
Ama Meclis’teki kadın milletvekillerinin oranı sadece yüzde 15… 550 milletvekilinin sadece 79’u kadın!
Plan ve Bütçe Komisyonu’nda ise neredeyse “KADININ ADI YOK”!  
Ne zaman ki milletin vergilerinin nasıl harcanacağına karar verirken kadınların da sözü erkeklerinki kadar geçer, işte o zaman Türkiye’de gerçekten demokratikleşme ve eşitlikten konuşmaya başlayabiliriz.

Yoksa bugün yaptığımız şey “Yeni Cami tıraşı”…

SERDAR ANT
21.11.2013  

..

  

TEK ÇARE CHP-MHP GÜÇBİRLİĞİ…


TEK ÇARE CHP-MHP GÜÇBİRLİĞİ…




Serdar ANT 

7 Haziran’da bugünkü koşullarda sandığa gidildiğinde AKP’nin bir kere daha birinci parti olacağı ve Türkiye’yi 4 yıl daha yöneteceği açıktır. HDP’nin barajı aşamaması durumunda AKP’nin çıkaracağı milletvekili sayısının anayasayı değiştirecek düzeye ulaşması da büyük olasılıktır. Bu durumda önümüzdeki dönemde “Türk usulü Başkanlık sistemi” adı altında bir tek adam yönetiminin kurulması, “barış sürecinin gereği” denilerek Güneydoğu’da PKK’ya özerklik verilmesini mümkün kılacak anayasa değişikliğinin yapılması gibi gelişmeler kaçınılmaz olacaktır.

Bütün bunların önlenebilmesi için AKP’nin iktidardan indirilmesi şarttır. AKP’nin seçim yoluyla hükümetten düşürülmesinin ise bugünkü koşullarda MUHALEFET PARTİLERİ ARASINDA BİR GÜÇBİRLİĞİ olmadan gerçekleşmeyeceği bellidir. Ne CHP’nin ne MHP’nin ne de başka bir muhalefet partisinin tek başına birinci parti olamayacağı ve AKP’yi iktidardan indiremeyeceği ortadadır. Bu durumda CHP İLE MHP’NİN 7 HAZİRAN SEÇİMLERİNDE GÜÇBİRLİĞİ YAPMALARI, BARAJIN ALTINDAKİ Vatan Partisi, DSP, HEPAR, Anadolu Partisi gibi DİĞER KÜÇÜK PARTİLERİN DE BU GÜÇBİRLİĞİNE DESTEK VERMELERİ, AKP’yi iktidardan uzaklaştırmak için tek yoldur.

CHP ve MHP yetkilileri bu GÜÇBİRLİĞİNİN hangi amaçla ve ne yöntemle yapılacağını kararlaştırmak amacıyla en kısa sürede bir araya gelmelidir. Hiçbir siyasal ve partisel çıkar, Türkiye’nin bölünmesi ve bir diktatörlüğün pençesine düşmesini önlemek için özverili davranmaktan daha önemli olamaz.

Bu çerçevede CHP ile MHP’nin, AKP’yi iktidardan indirip bir GEÇİŞ HÜKÜMETİ kurmak amacıyla seçimlerde güçbirliği yapacakları, 7 Haziran öncesinde halka açıklanmalı ve sandığa bu amaçla gidilmelidir. Eğer bu güçbirliği sandıkta istenen sonucu verirse, CHP-MHP koalisyon hükümetinin bazı temel yasal düzenlemeleri yaparak EN FAZLA BİR YIL İÇİNDE YENİDEN SEÇİME GİDECEKLERİ de halka duyurulmalıdır.

Bu bir yıllık geçiş süresi içinde CHP-MHP geçiş hükümeti temel olarak iki önemli icraatta bulunmalıdır.

1. YÜZDE 10 SEÇİM BARAJININ OLMADIĞI ADİL VE DEMOKRATİK BİR SEÇİM YASASINI ÇIKARMAK…

2. AKP’NİN GEÇMİŞ DÖNEMDEKİ YOLSUZLUKLARINI SORUŞTURUP DEVLET İÇİNDE KRİTİK NOKTALARDA GERÇEKLEŞTİRDİĞİ KADROLAŞMAYI TASFİYE ETMEK.

Bu amaçla 7 Haziran seçimlerinde CHP ile MHP, aşağıdaki koşullarda bir SEÇİM GÜÇBİRLİĞİ yapabilirler:

2011 GENEL YA DA 2014 YEREL SEÇİM SONUÇLARINA GÖRE, CHP İLE MHP’NİN SEÇİME GİRDİĞİ HER BÖLGEDE, DİĞERİNE GÖRE DAHA AZ OY ALAN PARTİ 7 HAZİRAN SEÇİMLERİNDE ADAY GÖSTERMEYECEK VE O SEÇİM ÇEVRESİNDE DAHA ÇOK OY ALAN MUHALEFET PARTİSİNİN ADAYINI DESTEKLEYECEKTİR.

Böyle bir güçbirliğinden ötürü CHP veya MHP’den biri, önceki seçime göre sanki kaybetmiş ya da zararlı çıkmış gibi görünebilir. Ama bunun sonucunda oluşacak CHP-MHP koalisyonu kısa süreli olacağından ve belli ulusal amaçlarla hareket ederek, AKP’nin yarattığı tahribatı gidermeyi hedefleyen bir geçiş hükümeti olacağından, sözkonusu siyasi kayıp geçici olacaktır.

Bu seçim güçbirliğinin nasıl gerçekleştirileceğinin ayrıntıları partilerinin yetkilileri arasında müzakere edilerek daha ayrıntılı bir şekilde kararlaştırılabilir.

Eğer bu tür bir güçbirliği gerçekleştirilmezse, ne CHP’nin ne de MHP’nin seçimde AKP karşısında tek başına başarılı olması sözkonusu değildir ve 7 Haziran seçimlerinin kazananı da önümüzdeki dönemde Türkiye’nin başına gelmesi olası belalar da bugünden bellidir. O zaman bütün bu felaketlerin sorumlularından biri de 7 Haziran seçimlerinde güçbirliğinden kaçınmış olan muhalefet partileri olacaktır.

AKP’ye karşı muhalefet partilerinin bir güçbirliği yapmadan sandığa gitmeleri durumunda zaten adaletsiz ve antidemokratik koşullarda gerçekleşecek olan böyle bir seçime katılarak oluşacak Meclis’e meşruiyet kazandırmak, aslında AKP’nin seçimlerden sonra yapmayı planladığı ve bugünden belli olan projelerini onaylamak demek olacaktır. Bu durumda seçimleri boykot ederek sandığa gitmemek tek yol olarak görünmektedir. En azından “demokrasi” adı altında Türkiye üzerine oynanan bu oyunun parçası olunmaz!   

Serdar ANT 
.

17 Nisan 2015 Cuma

ÜÇ SİLAHŞÖRLER




                            ÜÇ SİLAHŞÖRLER 


SERDAR ANT

Hergün televizyonlarda seçim hırsıyla saygıyı,hitap etme şeklini unuturcasına ,birbirlerine karşı savaş ilan etmiş olan siyasi liderlerin,seçim korkularını dinliyoruz ;ama CUMHURİYET GAZETESİ'NİN yapmış olduğu habere baktığımızda, aslında bu hezeyanların gösteriş abideliğinden başka bişey olmadığını bakın SERDAR ANT ne de güzel kaleme almış...

ÜÇ SİLAHŞÖRLER

Erdoğan avaz avaz bağırıyor:
«Valimi yedirmem…»

Baykal yanıtlıyor:
«Ben vali değil, hoşmerim yerim…»

Erdoğan'ın karşılığı:
«Fazla yeme de şekerin çıkmasın…»

Baykal altta kalır mı hiç:
«Herhalde sen çok yemişsin ki, tansiyonun yükselmiş…»

Bahçeli ikisine birden çatıyor:
«Hacivat-Karagöz kavgası bu…»

İşte Türkiye'nin önde gelen siyasetçileri, devlet adamlarımız bunlar! Magandası, namerdi, alçağı ve daha böyle bir sürü abuk sabuk şey de bu dalaşmanın tuzu biberi… İlkokul çocuklarının birbiriyle didişmesi bile daha seviyeli değil mi? Devlet Bahçeli, avaz avaz bağırmayı nutuk atmak sanıyor, Baykal-Erdoğan ikilisi «yedin-yemedin» tartışması yapmayı siyaset!

İyi de bizim kaderimiz mi bu «liderler» ?

Evet, halkımızın eğitim ortalaması ilkokul 4. ya da 5. sınıf seviyesinde belki, ama benim ilkokul 3. sınıfa giden yeğenim bile daha ağırbaşlı, daha terbiyeli, daha duyarlı!

Ne var ki manzara bu işte... İnsanın içi acıyor, içi...

Oysa içimizi acıtan bir başka gerçek daha var! Öyle bir gerçek ki, bu karşılıklı atışmaların yapaylığını, miting meydanlarında birbirine atıp tutanların koşullar gerektirdiğinde nasıl anlaşabildiklerini de gösteriyor!

Aşağıdaki haberin Cumhuriyet'te yayınlanmasının üzerinden yaklaşık iki hafta geçti. Ama haberin güncelliği geçmedi! Çünkü AKP, CHP ve MHP'nin sürdürdüğü yaygaranın ne kadar yapay olduğunun somut bir örneği bu haber… Cumhuriyet haberi, «Meclis ittifakıyla talan…» başlığı altında vermiş. Yalan değil, gerçekten de bir talan var ortada! Şöyle diyor Türkiye'nin en ciddi gazetesi Cumhuriyet'teki haber:
«Seçim öncesi turizmcilere şirin görünme yarışına giren AKP ve CHP'li vekiller, kamu arazilerini işgal etmeyi Türk Ceza Yasası suçu olmaktan çıkaran düzenlemeyi TBMM'den geçirdi. MHP'nin de çekingen muhalefet ettiği yasa ile Boğaz'da kamu arazilerini işgal edenler ve 2B alanlarını işgal edenler haklarındaki davalardan kurtulacak» (Cumhuriyet, 27.2.2009)

Şimdi söyleyin bakalım, ne farkı var bu üçünün?

Biz, örneğin İstanbul'da AKP'ye karşı CHP adayını desteklediğimizde aslında yurtsever bir tutum mu almış olacağız? Söz konusu olan kamu arazilerinin talanı olunca, ne fark var aralarında? Tıpkı milli varlıkların talanı demek olan «özelleştirme» konusunda aralarında hiçbir fark olmadığı gibi…

Sen ister vali, ister hoşmerim ye… Ama sonuçta «kazığı yiyen» hep millet!

Meclisteki partiler değil bunlar, «Üç Silahşörler» !

Athos, Porthos, Aramis…
Kabul edilen yasa mis…
AKP, CHP, MHP…
Meydanlarda yalan üstüne yalan…
Mecliste elbirliğiyle talan…

Ne idi Üç Silahşörler'in o ünlü sloganı:

«Hepimiz birimiz, birimiz hepimiz için…»

Peki, bizim «Üç Silahşörler» in sloganı ne olsun:

Söz konusu olan talansa, farklılıklarımız yalan…

SERDAR ANT
http://acpuk.blogcu.com/uc-silahsorler-serdar-ant/5112692



“TETİĞE BASACAK HASAN TAHSİNLER”!




“TETİĞE BASACAK HASAN TAHSİNLER”!

Serdar Ant

Son yıllarda sanal dünyada güncel siyasal konularla ilgili yayın yapan bir internet sitesinde yaklaşık bir hafta önce yayınlanan bir yazıda şunlar söyleniyordu:

“Türk Milleti için tek yol Müdafaa-i Hukuk, tek umut ise 'Kuvva-yı Milliye'dir. Siyasi partiler ile 'Ulusal Kurtuluş' mücadelesi verilmeyeceğini Türk Milleti anlamalıdır. Siyasi partilerin seçim çıkarları, siyasetçilerin şahsi menfaatleri ile tevhid olup, ulusal onurun ve bağımsızlığın önüne geçebilir. En temiz ve sağlam örgütlenme partiler üssü bir oluşumla sağlanabilir ancak; partilerin doktrinleri ve ideolojileri insanları gruplaştırıp ayrıştırabilir. Yüreği Vatan ve Millet sevdasıyla çarpan iki insan, farklı ideolojilerin ve partilerin peşine düşerek yolları ayrılabilir. Bu ayrılığın yaşanmaması için partiler üssü bir oluşum şarttır.”

Bu görüşlerin günümüz Türkiye koşullarında, ülke sorunları için ne derece bir çözüm olacağı tartışmaya açıktır ve ayrı bir yazının konusudur. “Kuvayı Milliye”nedir, ne değildir, 1920’lerin “Müdafaa-i Hukuk” örgütlenmelerinden farkı nedir, günümüzde “partiler üstü örgütlenme” nasıl yaşama geçer, böyle bir girişimin de en sonunda bir partiye dönüşmesi kaçınılmaz değil midir gibi soruları, şimdilik bir yana bırakalım. Benim bu yazı çerçevesinde asıl değinmek istediğim, yazının son cümlesi ve bu cümleyle yapılan çağrıdır:

"Namlu Düşmanın şakağında, vurmayı - ölmeyi emir beklemeyen, tetiğe basacak Hasan Tahsinleri bekliyor..."

Birilerinin “tetiğe basması” için davet çıkaran bir mücadelenin ne tür bir “mücadele”(!) olacağı ortadadır aslında. Böyle bir anlayışın, doğal olarak yasal ve demokratik tüm siyasal mücadele yollarını daha en baştan dışlayacağı ve kötüleyeceği de açıktır. Madem sorunlar tetiğe basmakla çözülecektir, o zaman birilerine çağrı yapmaya ne gerek var? Bu tür bir kışkırtıcılığa soyunanlar, kimi hedef alarak, hangi tetiğe basacaklarsa, buyursunlar bassınlar o zaman… Ama daha ilginç olan ise, böyle bir çağrının kendisini Hasan Tahsin gibi tarihsel bir figürle meşru kılmak istemesidir.

Hasan Tahsin, bizim milli tarihimizde kutsallaştırılmış bir simgedir, kimilerine göre “kurtuluşu ateşleyen ilk kıvılcım”dır.  1919 Mayıs’ında İzmir’e çıkan işgalci Yunan kuvvetlerine karşı ilk kurşunu sıkan ve bunun üzerine şehit edilen bir kahramandır. Ne var ki Hasan Tahsin’in 15 Mayıs 1919’da gösterdiği bu yiğit duruş, onun öyküsünün sadece son cümlesidir. Hasan Tahsin’i böyle bir çıkış yapmaya mecbur bırakan hatalarla dolu bir “önceki dönem” vardır ki işte burası çoğu kişi tarafından bilinmez, bilenler de görmezden gelmeyi yeğler.

Gerçek adı Osman Nevres olan Hasan Tahsin hakkında herhangi bir başvuru kaynağında genelde şu tanımın yapıldığını görürsünüz:

“15 Mayıs 1919 tarihinde İzmir'e çıkan Yunan askerine ilk kurşunu sıkarak Türk direnişini başlatan ulusal sembol kişi, yazar ve gazeteci...”

15 Mayıs, Hasan Tahsin’in yaşamının son günüdür. O gün Yunan askerleri tarafından açılan ateş sonucu şehit edilmiş ve tarihe de yaşamının bu son günü yaptıklarıyla geçmiştir. Oysa Hasan Tahsin 1888 doğumludur, yani Atatürk ile aynı dönemin insanıdır. 15 Mayıs 1919 günü şehit edildiğinde 31 yaşında olan Hasan Tahsin’in yaşamının önceki yıllarında yaptıkları onun hiç de Mustafa Kemal’in benimsediği çizgide bir insan olmadığını göstermektedir.

Ama günümüzde kendini “Kemalist-Atatürkçü” olarak tanımlayan birçok kişi, Hasan Tahsin’i bir simge haline getirmekte ve resmi tarih de onu yaşamının bu son günü yaptıklarıyla gelecek kuşaklara tanıtmaktadır. “Kurtuluşu ateşleyen ilk kıvılcım” gibi yakıştırmalar ise Hasan Tahsin efsanesinin zorlamasıyla yapılan haddini aşan nitelemelerdir. Çünkü Kuvayı Milliye adı altında değerlendirebileceğimiz yerel, silahlı direniş hareketleri, Hasan Tahsin’in ilk kurşunu atmasından daha önce başlamıştır.  

Mustafa Kemal’in Nutuk’ta “Memleket dâhilinde ve İstanbul’da milli varlığa düşman teşekküller” başlığı adı altında saydığı cemiyetler arasında Sulh ve Selamet Cemiyeti de vardır. (Nutuk, C-1, TTK Yay. Ankara, 1989, s.8)

İzmir’de Yunanlılara ilk kurşunu sıkan Hasan Tahsin, 30 Ekim 1918’de Mondros Mütarekesi’nin imzalanmasından sonra İngilizlere güvenme görüşünü savunan biridir ve “Ali Kemal ve Satvet Lütfi gibi İngiliz yanlısı işbirlikçilerin ön ayak olduğu Osmanlı Sulh ve Selamet Cemiyeti’ni İzmir’de kurmuştur” (Doğan Avcıoğlu, Milli Kurtuluş Tarihi, C-1, s. 24) 

Ayrıca Nutuk’ta ne “mal” olduğu ortaya konulan Sait Molla’nın da bu Osmanlı Sulh ve Selamet Cemiyeti’nin İdare Meclisi üyesi olduğunu ekleyelim. (Tarık Zafer Tunaya, Türkiye’de Siyasal Partiler, Cilt: 2, Mütareke Dönemi, Hürriyet Yay. s. 141)

Hasan Tahsin’in İzmir’de çıkarmakta olduğu Hukuk-ı Beşer gazetesinin 1 Aralık 1918 tarihli sayısında Osmanlı Sulh ve Selamet Cemiyeti’nin programı yayınlanmıştır. Hatta gazetenin adı da 4 Ocak’tan itibaren Sulh ve Selamet olarak değiştirilmiştir. Ertesi gün gazetede yapılan bir açıklamada “Hukuk-ı Beşer’in Prens Sabahattin Bey’e mensup Osmanlı Sulh ve Selamet Cemiyeti’nin bir yayın organı olduğu ancak doğrudan doğruya Cemiyet’in adını alması gerektiği ve bu nedenle dünden beri Sulh ve Selamet adıyla yayınlandığı” ifade edilmiştir.

Prens Sabahattin’in kim olduğu ve siyasi geçmişi göz önüne alınır ve Osmanlı Sulh ve Selamet Cemiyeti’nin Mütareke döneminde nasıl bir rol oynadığı hatırlanırsa, Mondros Mütarekesinin hemen ardından ve İzmir’in işgalinden kısa bir süre önce Hasan Tahsin’in nasıl bir politik tutum içinde olduğu daha iyi anlaşılır.  

Bugün millete “kurtuluşu ateşleyen ilk kıvılcım” olarak sunulan Hasan Tahsin, 15 Mayıs 1919’da Yunan işgali başlayana kadar tam tersi bir tutum içinde olmuştur. En azından 1919 yılının bahar aylarına kadar durum böyledir. Hasan Tahsin gazetesinde “Bizi yenen devletleri kızdırmamak, gücendirmemek ve bir olay çıkarmamak gerekir. Ancak bu sayede Anadolu’yu elimizde tutma olanağı vardır” görüşünü savunmuştur. (Doğan Avcıoğlu, Milli Kurtuluş Tarihi, C-1, s. 24)

Hasan Tahsin’e göre İngiltere, Fransa ve Amerika insanlığı ve eşitliği savunan güçlerdir! (Nurdoğan Taçalan, Ege’de Kurtuluş Savaşı Başlarken, s. 139-140)

Hasan Tahsin, en sonunda yanlış bir yolda olduğunu fark edip 15 Mayıs 1919’da Yunan işgalcilerine karşı ilk kurşunu sıkarak belki kahramanca bir duruş sergilemiştir, ama bu tavrı Mondros Mütarekesi sonrasındaki o karanlık dönemdeki hatalı duruşunu yok edemez. İşgalden kısa bir süre öncesine kadar halkı direnişe değil, boyun eğmeye ve beklemeye teşvik eden bir tavır içindedir Hasan Tahsin… En azından başyazarlığını yaptığı gazete, bu amacı güdenlerin sesidir.

Kaldı ki 15 Mayıs’ta atılan o ilk kurşunun da “kurtuluşu ateşleyen ilk kıvılcım” olduğu iddiası gerçeklerle ilgisi olmayan bir yakıştırmadır. Bu konudaki diğer bütün iddialar bir yana, Yunanlıların İzmir’i işgale başladığı 15 Mayıs 1919’da Mustafa Kemal Bandırma vapuru ile Samsun’a doğru yola çıkmıştı bile… Ve Anadolu’ya da Hasan Tahsin’in attığı ilk kurşunun yönlendirmesiyle gitmiyordu. Hasan Tahsin’in İzmir’de “bizi yenen devletleri kızdırmamak, gücendirmemek ve bir olay çıkarmamak” gerektiğini savunduğu günlerde, Mustafa Kemal İstanbul’da, birkaç ay sonra başlatacağı Anadolu İhtilali’nin planlarını yapmaktaydı.

Kısacası Mustafa Kemal gibi ulusal demokratik devrimcilerle, Hasan Tahsin gibi romantik hayalperestlerin çizgisi bir değildir. Hiçbir zaman da olmamıştır!

Silahlı mücadeleyi kutsayan, yasadışı yollar ve şiddeti çareymiş gibi gösteren maceracı hareketler bugün Türkiye’ye hiçbir şey kazandırmaz. Kabzasını kimin tuttuğu belli olmayan bir silahın tetiğine asılarak hiçbir sorun çözülemez. Bu tür kışkırtıcı çağrılar, vatansever bir söylemle meşru kılınmaya çalışılsa bile, bir kaos ve anarşi ortamının yaratılmasına hizmet eder, o kadar… Böyle bir ortamın ise her zaman emperyalizm ve yerli işbirlikçilerine yaradığını biliyoruz. Türkiye, 1971 ve 1980 darbesine giden süreçte bu kışkırtıcı oyunu iki kere izledi. İster sağcı olsun ister solcu olsun, bu ülkenin yurtsever ve tertemiz evlatları, büyük satrancın bir piyonu gibi kullanıldı, birbirini kırdı. En sonunda o namlunun kime çevrildiğini ve kimleri vurduğunu ise yaşayarak gördük.

Aynı oyun, şimdi bir kere daha mı sahneye konulmaya çalışılıyor?

8.5.2013  

16 Nisan 2015 Perşembe

Beşinci Kol



Beşinci Kol 





Beşinci Kol / Serdar ANT



Sal Tem 26, 2011 23:51
Beşinci Kol

Bugün İşçi Partisi Genel Başkan Vekili olarak görev yapan Mehmet Bedri Gültekin, 1990’lı yıllarda İşçi Partisi Genel Başkan yardımcısıydı. Mehmet Bedri Gültekin, 18 Haziran 1994 tarihinde, Ankara’da, İşçi Partisi Genel Merkezi’nde bir konferans verdi. Bu konferansta yapılmış konuşmanın metni, İşçi Partisi’nin yayın organı Teori dergisinin Ağustos 1994 tarihli 56. sayısında“Ulusal İnkârcılık Üzerine” başlığıyla yayınlandı.




Gültekin, bu konferansta “Siirt’teki bir Kürt açısından kimdir Mustafa Kemal? Ulusal katliam, Kürtlere katliam yapmış bir insandır. Bu da doğrudur” diyor, “Kürtlerin önemli bir kısmı açısından Şeyh Sait değer verilen bir yere oturtuluyorsa, bizim buna karşı saygılı bir tavır içinde olmamız gereklidir” şeklinde konuşuyordu.

Mehmet Bedri Gültekin, bugüne kadar bu sözlerinden ötürü ne en ufak bir özeleştiri yaptı ne de çıkıp Türk milletinden özür diledi. Buna rağmen, Mehmet Bedri Gültekin’in bu küstah sözlerini eleştirdiğim için kimileri beni İşçi Partisi ve Aydınlık düşmanlığı yapmakla, kin gütmekle suçladılar. “Canım şimdi sırası mı eski defterleri açmanın” diyerek sitem edenler de oldu, aşağılık iftira ve yalanlarla karalayarak susturmaya çalışanlar da…

Peki, amacım gerçekten kin gütmek, birilerine düşmanlık beslemek mi? 1994 yılında ifade edilmiş kimi düşünceleri, 17 yıl sonra neden gündeme getiriyorum? Son seçimde yüzde 0,19 oranında oy alabilmiş, artık kendi tabanında bile inandırıcılığı kalmamış, tükenmiş bir partinin yöneticilerinin uzun yıllar önce söylediklerinin bugün ne anlamı var?
Yukarıdaki soruları doğru bir şekilde yanıtlayıp eski defterleri açma nedeninin anlaşılabilmesi için Mehmet Bedri Gültekin’in 1994 yılındaki o konferansta söylediği bazı başka şeyleri de anımsamak gerekir. Şöyle konuşuyordu İşçi Partisi Genel Başkan Yardımcısı:
    “…Biz her iki milletin de ulusal değerlerine saygılıyız. Her iki milletin de ulusal marşını söyleyebilmeliyiz. Bunu aslında 89-90-91’de koşulların elverişli olduğu dönemlerde Güneydoğu’da Sosyalist Parti’nin mitinglerinde ve toplantılarında yapıyorduk. Bir milletin ulusal değerlerine sahip çıkmak, diğerlerini görmezlikten gelmek veya reddetmek, düşmanlık konusu yapmak bizim tutumumuz olamaz. Her iki milletin ulusal değerlerini, ulusal şahsiyetlerini, ulusal sembollerini savunmak durumundayız.

    …Türklerin ulusal değerleri Bayrak, Mustafa Kemal, Marş; bütün bunlar Kürtler için ne ifade ediyor? Bir Türk gibi Türklerin ulusal değerlerini savunmalarını bekleyemeyiz Kürtlerden, beklemek de gerekmiyor, ayrıca doğru da değil. …Biz Kürtlerin ulusal değerlerine saygıyı Türklerin içinde propaganda ederiz, Türklerin ulusal değerlerine saygıyı da Kürtlerin içerisinde propaganda ederiz.
Görüldüğü gibi Gültekin’in iki millet derken kastettiği Kürtler ve Türklerdir! Gültekin, “her iki milletin de ulusal marşını söyleyebilmek” gerektiğini düşünmekte ve “bunu 89-90-91’de koşulların elverişli olduğu dönemlerde Güneydoğu’da Sosyalist Parti’nin mitinglerinde ve toplantılarında” yaptıklarını söylemektedir!

Peki, koşullar elverişli olmadığında ne yapılmaktadır acaba?

Kürtlerin marşını (artık o neyse!) söylemek için koşullar elverişli değilse, o zaman da Türk bayrağı dalgalandırılır herhalde! Örneğin o konferansta konuşan parti yöneticilerinden Ali Kalan, bu konuda söyledikleriyle İşçi Partisi’nin ikiyüzlü tavrını ortaya koymaktan çekinmemiştir:
    “Hedefimiz burjuva ulusal bayrağı ilelebet dalgalandırmak değil, emeğin enternasyonalist bayrağını ülkenin milli bayrağı haline getirmektir. Ama pilavı pişirmek için suyu, yağı, bulguru bir araya getirmek lazım. ‘Pilav yapacağım, pilav yapacağım’ diye bağırarak bu malzemeleri bir araya getiremezsin. Onun için sen sınıf bayrağını istediğin kadar salla dur. Kürt Kürt’ün bayrağının peşine takılmış, Türk’ün emekçileri de Türk’ün bayrağının peşine takılmış gidiyorlarsa sen ancak uzaktan gazel okuyan bir konuma gelirsin. Hedef sınıf bayrağı altında bu halkı toparlamaktır. Biz ne Türk bayrağını ne de Kürt bayrağını bu bizim siyasi bayrağımız diye dalgalandırmıyoruz.
Mehmet Bedri Gültekin “Biz Kürtlerin ulusal değerlerine saygıyı Türklerin içinde propaganda ederiz, Türklerin ulusal değerlerine saygıyı da Kürtlerin içerisinde propaganda ederiz” diyor, ama bu, “ulusal değer” şeklinde tanımlanan kişi ve simgelere gerçek bir saygı olmasa gerek… Çünkü Mehmet Bedri Gültekin, Kürtlerin “ulusal değeri” olarak tanımladığı Şeyh Sait için saygı gösterilmesi gerektiğini öğütlerken, Türklerin ulusal değeri olan Mustafa Kemal için “Kürtlere katliam yapmış biridir, Bu da doğrudur” demekten kaçınmıyor.

Bugün Türkler için “ulusal değer” olarak tanımlanacak kişi ve kavramların neler olduğu bellidir. Gültekin de bunları saymış zaten: “Türklerin ulusal değerleri Bayrak, Mustafa Kemal, Marş…” 

Peki, Kürtlerin ulusal değerleri nelerdir ya da kimlerdir acaba? Kürt bayrağı, Kürt marşı ve Öcalan mı? İşte orası özenle gözlerden saklanıyor!

Bu “ulusal değerlere saygı” lafı, günümüzde topluma bir “kardeşlik” edebiyatı paketiyle sunuluyor.

Örneğin 24 Temmuz tarihli Aydınlık gazetesinin sürmanşeti dikkat çekici:
    “Kardeşlik şimdi lazım”
Aydınlık’a göre “yıllardır İstanbul Zeytinburnu’nda bir arada yaşayan Türk ve Kürt yurttaşlar, 5 gündür sergilenen kışkırtmalarla karşı karşıya getiriliyor. Aydınlık olarak kardeşleri birbirine kırdırma oyununa karşı herkesi birliğe davet ediyoruz.”

Aydınlık’ın bu çağrısına hangi sağduyulu vatandaş “hayır” diyebilir ki? Ama insan, haberin hemen altında, PKK’nın ikinci adamı Murat Karayılan’ın resminin yanında yer alan “Kürtler öz savunma sistemini kursun” sözlerini okuyunca, “Aydınlık’ın sürmanşetindeki “Kürt yurttaşlar” ile Karayılan’ın çağrı yaptığı “Kürtler”farklı mı sanki?” diye düşünmeden edemiyor. Çünkü devletin de milletin de sorunlu olduğu kesim, Türkiye Cumhuriyeti’ne bağlı, milletimizin bir parçası olan "Kürtler" değil, Karayılan’ın çağrı yaptığı ve onun çağrısına uyan "Kürtler"… Son seçimlerde, Zeytinburnu'nun da içinde bulunduğu seçim bölgesinde PKK’nın desteklediği adaya oy veren yaklaşık 120 bin Kürt var! Bunlar için acaba hangisi önceliklidir: PKK mı, Kürt olmak mı?

Ya da şöyle soralım: PKK destekçisi ve taraftarı bu “Kürtler” mi bizim kardeşimiz?

Kuşkusuz kardeşlik karşı çıkılacak, eleştirilecek, yadsınacak bir kavram değil. Ne var ki kavramı söylem düzeyinde bırakıp içine doldurmadığımızda pek bir anlamı da olmuyor. Örneğin Mehmet Ali Ağca da bir Türk değil mi? Peki salt Türk olduğu için kutsayacak mıyız Ağca’yı?

Ne Öcalan ne de Ağca… İkisi de benim kardeşim değil!

Aydınlık’a göre kardeşlik kavramının taraflarından biri olan “Kürtler” kimlerdir acaba? PKK’ya karşı çıkan, lanetleyen Kürtler olmasa gerek, zira ne kimsenin onlarla bir sorunu var ne de onların kimseyle… Onlar zaten milletimizin ayrılmaz bir parçası, tasada ve kıvançta, iyi günde de kötü güde de can yoldaşımız…

Ama bugün PKK’ya destek veren, onun amaçlarını benimseyen ve hedeflerine varması için eylemli olarak onu destekleyen Kürtleri de kardeşimiz olarak bağrımıza basabilir miyiz? Bugün PKK= Kürtler diyebilir miyiz gerçekten? PKK ve yasal uzantıları, Türkiye’deki bütün Kürtlerin gerçek temsilcisi mi?

Ya da bir adım daha öteye gidip daha farklı bir perspektiften soralım: Varsayalım ki Türkiye’deki bütün Kürtler, PKK’nın taleplerine sahip çıkarsa, onun amaçlarını benimserse, o zaman PKK’nın varmak istediği hedef meşruiyet kazanacak ve bizler de kardeşlik adına suskun mu kalacağız?

Örneğin 2011 seçimlerinde PKK destekli adayların Hakkâri’de aldıkları oy oranı yüzde 80, Batman’da yüzde 52, Diyarbakır’da yüzde 61, Mardin’de yüzde 61, Şırnak’ta yüzde 73… Bu adaylara oy verenlerin ezici çoğunluğu, hatta hepsi Kürt… 

Peki, bu durumda ne yapacağız? Yıllardan beri emperyalizme maşalık eden, bu yolda Türkiye’yi kana bulayan PKK’yı da “kardeş” ilan ederek bağrımıza mı basacağız? O “Kürt yurttaşlar” soyutlaması içine, terör örgütü PKK’nın adaylarını destekleyenler de girecek mi? Sınırı neye göre çizeceğiz?
Resim
Örneğin Aydınlık gazetesinin 26 Temmuz tarihli sayısının başlığında BDP’nin Zeytinburnu ilçe başkan Nezir Erdemci’nin sözleri var:
    “İstanbul’dan başka gidecek yerim yok”
“Aydınlık, Zeytinburnu’nda yaşanan gelişmeleri yakından takip etti ve kardeşlik çağrılarında bulundu. Çağrımıza ilk ses veren BDP ilçe başkanı Erdemci oldu” deniliyor haberde…

Ne yalan söylemeli BDP Zeytinburnu İlçe Başkanı’nın ağzından bal damlıyor! “Türk, Kürt, Arnavut fark etmez. Bizim çocuklarımız aynı atölyelerde yan yana çalışıyor. Bu çocukları düşünmeliyiz. Bunlar birbirini vurursa ne olacak? Böyle olur mu ya! Bir arada yaşamaya mecburuz” şeklinde konuşan BDP’li ilçe başkanına yıllardan beri kan döken, Türk, Kürt demeden can alan terör örgütü PKK hakkında ne düşündüğünü sorsak, ne yanıt verir acaba?

Tabii Aydınlık muhabiri bu soruyu sormamış!

PKK’nın şehirlerdeki “Askerlik Şubesi” gibi çalışan BDP örgütlerinden hiçbir kimsenin ya da herhangi bir Genel Merkez yöneticisinin, bugüne kadar PKK terörünü kınamadığı, hatta kınamak ne kelime en ufak bir eleştiri bile yapmadığı, hatta alkışlayıp bir tehdit unsuru olarak savunduğu ortadayken, bugün bir BDP yöneticisinin gerçeği yansıtmadığı gün gibi ortada olan sözlerini kardeşlik ambalajıyla paketleyip manşetlerden sunmak acaba hangi amaca hizmet etmektir?

Ne ilginçtir ki BDP Zeytinburnu İlçe Başkanı Nezir Demirci, 2000’e Doğru dergisinin çıktığı dönemde ilgiyle okunduğunu ve tüm devrimcileri ve sosyalistleri birleştirip önünü açtığını da söylüyor! 2000’e Doğru’nun 1990’lı yıllardaki PKK yanlısı, ayrılıkçı Kürt milliyetçiliğine destek veren yayını anımsanırsa, BDP Zeytinburnu İlçe Başkanı’nın Aydınlık tarafından manşetlere taşınan sözde “kardeşlik” çağrılarının samimiyet derecesi de anlaşılabilir.

Ne var ki Aydınlık’ta bu söyleşinin yer aldığı sayfadaki bir başka haberin başlığı da şöyle:
    “Şehitlerimizi uğurladık”
Haberi, bir şehit cenazesinde tabuta kapanmış feryat figan eden bir anayla bir babanın resmi “süslüyor”! Hemen altında da elinde babasının fotoğrafını tutan 6-7 yaşlarında bir kız çocuğu resmi…

Aydınlık bu işte!

Bir taraftan şehit haberleri yap, diğer taraftan da o askerleri katleden alçakları açıkça destekleyen bir partinin yöneticisinin yalanlarını manşetlere taşı, PKK’lı katilleri “Kürtler” adı altında meşru göstermeye çalış, bunun için de “kardeşlik” lafını ağzına sakız et…

Buna kardeşliği savunmak değil “beşinci kol” çalışması denir!

O şehit tabutlarına kapanan, elinden acı ile feryat etmekten, beddualar savurmaktan başka bir şey gelmeyen çaresiz anaların, babaların yanına gidin ve bu“kardeşlik” laflarını onlara da söyleyin, bakalım ne yanıt alacaksınız?

Her türlü kışkırtmaya, yasaları hiçe sayan her türlü girişime, etnik çatışma yaratmayı amaçlayan her türlü kalleşçe girişime HAYIR! 

Ama “kardeşlik” gibi kavramların çekiciliğinden yararlanarak katili, kurban ile aynı kefeye koyarak aklamaya da HAYIR! 

Serdar ANT26 Temmuz 2011
Türk Genci, devrimlerin ve cumhuriyetin sahibi ve bekçisidir. Bunların gereğine, doğruluğuna herkesten çok inanmıştır. Yönetim biçimini ve devrimleri benimsemiştir.

Bunları güçsüz düşürecek en küçük ya da en büyük bir kıpırtı ve bir davranış duydu mu, "Bu ülkenin polisi vardır, jandarması vardır, ordusu vardır, adalet örgütü vardır" demeyecektir. Elle, taşla, sopa ve silahla; nesi varsa onunla kendi yapıtını koruyacaktır.
http://www.guncelmeydan.com/pano/besinci-kol-serdar-ant-t28994.html
..



6 Ocak 2015 Salı

İŞTE SİZLER GEÇMİŞTE CUMHURİYET’İ BÖYLE SAVUNDUNUZ!



İŞTE SİZLER GEÇMİŞTE CUMHURİYET’İ BÖYLE SAVUNDUNUZ!




TÜRK HALKINI BUGÜNLERE DE SİZLER GETİRTTİNİZ.. İŞTE GELİŞMELER KRONOLOJİSİ.. 

NOT; YAZAR SAYIN SERDAR ANT BEYEFENDİYE BUGÜNLERİ GÖREREK YAZDIĞI BU ARAŞTIRMA YAZISINDAN DOLAYI..TEŞEKKÜRLER EDERİM,,

2013-03-09 11:04:00
İŞTE SİZLER GEÇMİŞTE CUMHURİYET’İ BÖYLE SAVUNDUNUZ! (Serdar Ant )




WebmasterSitesi-Aklın ve Bilimin Işığında

Ey “BİLİMSEL SOSYALİST” Aydınlıkçılar!

İŞTE SİZLER GEÇMİŞTE CUMHURİYET’İ BÖYLE SAVUNDUNUZ! (Serdar Ant'ın yazısından alıntıdır)
Ey “BİLİMSEL SOSYALİST” Aydınlıkçılar!
Şimdi İşçi Partisi lideri, 1990’ların başında da 2000’e Doğru dergisi Genel Yayın Yönetmeni olan Doğu Perinçek’in ve İşçi Partisi’nin öncülü olan Sosyalist Parti’nin Genel Bakanı Ferit İlsever’in, Bekaa’da terör örgütü lideri Öcalan ve PKK teröristleriyle nasıl kucaklaştıklarını ne çabuk unuttunuz! Öcalan ile Perinçek’in birbirlerine çiçekler verirken kameralara gülücükler atarak poz verdiklerini, hatta Perinçek’in PKK militanlarını askeri birlik denetleyen bir komutan gibi selamlayıp tek tek tokalaştığını ne çabuk unuttunuz? Merak eden internete girip İşçi Partisi ya da Doğu Perinçek adına bir tarama yaparsa, ilk karşılaşacağı bu ibretlik resimler olur!
1990’larda İşçi Partisi yöneticileri, PKK lideri ve teröristlerle kucaklaşırken, Güneydoğu’da her gün onlarca vatan evladı toprağa düşüyor, şehit oluyordu! Ama 2000’e Doğru dergisinde yayınlanan Türk askerinin değil, PKK teröristlerinin ölüm ilanlarıydı! İşte bir örnek…
2000’e Doğru dergisi…
Tarih: 27 Mart-2 Nisan 1988…
Yıl: 2, Sayı: 14, Sayfa: 29.
Dergide yayınlanan ilan bir şiirle başlıyor:
Eserindir devrim yolu
Yüreğimiz sevgi dolu
Dağlarımın kızıl güllü
Agit kardaş izindeyiz.
Sönmez devrimin alevi
Devraldık kutsal görevi
Uyandırdın koca devi
Agit kardaş izindeyiz.
Ve şöyle devam ediyor ilan:
“Mahsum Korkmaz (Agit)
'Kahramanlara en çok ihtiyaç duyulan dönemde' bu görevi onurluca yerine getiren ve şehit düşen MAHSUM KORKMAZ'ı (Agit) saygı ile anıyoruz. O'nun ölümsüzlüğünün yıldönümünde iki yıl geçti aradan… Geçse de yıllar yılı… Yaşarız yine her martta… Her gün, her saat… Taptaze ve yüreğimizin en derininde… En sıcak köşesinde acısını çekerek unutmayacağız. O her zaman gözlerimizde hırs, yüreğimizde gurur… Elimizde direniş ve özgürlük bayrağı… Ankara'dan Bir Grup Yurtsever-Devrimci"
PKK'nın terörist eğitmek için adına Bekaa'da akademi açtığı ve “kahraman” ilan ettiği Mahsum Korkmaz'a, İşçi Partisi ve Aydınlık'ın öncülü 2000'e Doğru dergisi de sayfalarını açmıştı o yıllarda!
2000’e Doğru dergisinin PKK’lı teröristlerin ölüm ilanlarını yayınlama politikası, o kapatıldıktan sonra yerine çıkarılan Yüzyıl dergisi tarafından da sürdürüldü. İşte bir örnek daha…
Yüzyıl dergisi…
Tarih: 24 Mart 1991
Yıl: 2, Sayı: 7, sayfa: 41…
Aynı sayfada iki PKK’lının ölüm ilanı var. Biri Mazlum Doğan’ın ve yine bir “şiir” eşliğinde…
Üç kibrit çöpüdür, tutsak bedenlerde başkaldırıyı anlatan.
Biri halkım, biri belasına sevdalandığım ülkem, biri bağımsızlık.
21 Mart 1982’de ihanetin göğsüne hançer olup saplandığı çağdaş KAWA MAZLUM DOĞAN Şehadetinin 9. yılında saygıyla anıyoruz. Diyarbakır E Tipi Cezaevi Siyasi Tutukları…”
Diğer ilan da başka bir PKK’lı Zekiye Alkan için… Onda da şiirimsi satırlar var:
Sen; Gerilla’nın namlusunda patlayan mermi,
Sen MAZLUMUN açtığı ışıklı yolda ilerleyen yiğit Kürt kızı
Sen; Diyarbakır burçlarında yanan baştan başa bir kızıl meşale,
Sen; Kürt proletaryasının yılmaz savunucusu
Sen ZEKİYE ALKAN’dın şehit düşünün 1. yıldönümünde seni
mücadelemizde yaşatacağımıza söz veriyoruz.
DİYARBAKIR DEUTAĞ İŞÇİLERİ”
Ne ilginçtir ki, şimdi Haçlı İrticadan bahseden Aydınlık grubu, o yıllarda İncil ilanları da yayınlıyordu dergilerinde! İşte örnek…
“İNCİL’i okudunuz mu?
İSA MESİH’in tarihsel yaşamı ve öğretişleri hakkında bilgi edinmek isterseniz bize yazın. PK 112 ÜSKÜDAR”
Şimdi buradan İşçi Partililere soruyoruz:
1987-1993 döneminde 2000’e Doğu ve Yüzyıl gibi yayın organlarınızda yayınlanmış bir tane şehit Türk askeri ilanı var mı? PKK’nın katlettiği Türk askerleri için gözyaşı döken bir tane haberiniz var mı?
İşte sizler geçmişte Cumhuriyet’i böyle savundunuz!
***
2000’e Doğru’nun kapatıldığı dönemde çıkan Yüzyıl dergisinin 24 Mart 1991 tarihli 7. sayısının kapak haberinde PKK övgüsü var. Kapakta halay çeken PKK teröristlerini görüyoruz. Biri saz çalıyor, 5-6 tanesi de halay çekiyor. Üstlerinde de “gerilla” elbisesi… Peki, haberin başlığı ne?
“Dört bir Yanda Newroz Ateşi… KÜRTLERİN YENİDEN DOĞUŞU”
Bu fotoğraf için o sıralar derginin Yazı İşleri Müdürü olan Serhan Bolluk şu açıklamayı yapmış:
“Cudi dağındaki gerillaların fotoğrafı, Türkiye basınında ilk kez yayınlanıyor. Yüzyıl’ın kapak fotoğrafı Cudi’den…”
Peki, haberde neler söyleniyor? Kapakta yer alan haberin iç sayfalardaki başlığını okuyalım şimdi de:
“Tarihin en kitlesel ve yaygın Newroz kutlaması… Halk organları oluşuyor. Yetkililerle pazarlıklarda artık milletvekilleri değil halk komitesi temsilcileri yer alıyor… Mücadele devletin önlemlerini boşa çıkardı… Bugüne kadar hareketlenmemiş yerlerde de gösteriler… Önde yoksullar var… Kawa hem Kürt bölgelerinde, hem Batı’da… Öne çıkan iki güç PKK ve Sosyalist Parti…”
Bu haberin yapıldığı sayının; Genel Yayın Yönetmeni: Doğu Perinçek…
Genel Yayın Yönetmen Yardımcıları: Hasan Yalçın, Mehmet Bedri Gültekin… Yazı İşleri Müdürü: Serhan Bolluk…
Sorumlu Müdür: Adnan Akfırat…
Derginin aynı sayısında yayınlanan Mehmet Bedri Gültekin imzalı Başyazı da kapak haberi kadar dikkat çekici… Okuyalım:
“Devrimci Kawa 2500 yıl sonra Kürdistan’da yeniden ayağa kalktı. Newroz bayramı geçen yıllarla kıyaslanamayacak bir kitlesellikle kutlandı. Şimdiye kadar fazla bir kıpırdanışın yaşanmadığı yörelerde bile Newroz ateşleri yandı.
1991 Martı şimdiden Kürt tarihi açısından önemli dönüm noktalarından biri oluyor. Kürtler tarihin yapımına aktif olarak katılarak, bir anlamda yeniden doğarak Ortadoğu’da bir kuvvet olarak ortaya çıkıyorlar. Hem kendi tarihlerinin öznesi oluyorlar hem de silahlı güçleriyle bölgede etkin bir güç konumuna yükseliyorlar.
Genel Yayın yönetmenimiz Doğu Perinçek ile beraber geçen intifadaların hemen öncesinde bütün bölgeyi adım adım dolaşmıştık. Bu sene de Newroz dolayısıyla gene bölgedeydik. Malatya, Siverek, Urfa, Suruç, Nusaybin, Cizre ve İdil’de Newroz kutlamalarına katıldık. İki yılın Newroz bayralarının tanığı olarak gelişmeleri doğrudan ve yerinde izleme olanağımız oldu.
… Aradan tam bir yıl geçti. Geçen sene her türden Türk şoveninin uykularını kaçıran intifadalar, bu sene daha da yaygın bir biçimde gerçekleşti. Ama artık intifadaların, serhıldanların meşruluğu tartışılmıyor.
… Irak Kürdistan’ındaki gelişmeler Türkiye Kürtlerini doğrudan etkiliyor. Newroz kutlamalarının kitleselliğinde Irak Kürtleri’nin ayağa kalkışının büyük rolü var. Ama esas etken, bir yıl boyunca Kürt illerinde durmayan hakın mücadelesidir. Cizre, Nusaybin, Kerkoban, Lice, Doğu Beyazıt, Kızıltepe, Şırnak ve İdil’de yıl boyu süren kitlesel mücadeleler, adım adım kendi Newroz’unu yarattı. Kürtlerin ulusal hakları için ayağa kalkması ülkemizin demokratlaşmasına, demokratik devrim yolunda mesafe kat etmesine büyük aktkıda bulunuyor.
… Kürtlerin ulusal talepleri için verdiği mücadeleyi ‘azınlık ırkçılığı’ olarak niteleyenler ise artık tamamen iflas etmiş Türk milliyetçiliğinin kötü bir savunucusu olduklarını ispatlıyorlar sadece.
… Kürt sorunu ise ancak her türlü bağnazlıktan kurtularak, kendi kaderini tayin hakkında saygı gösterilerek çözülür. Kürtlerin ve Türklerin birliği ise ancak bu hakka saygı temelinde mümkün olabilir.”
Bu satırlar, şu anda İşçi Partisi Genel Başkan Vekili olan Mehmet Bedri Gültekin’e ait… Yorum yapmaya gerek var mı, ne dersiniz?
İşte sizler geçmişte Cumhuriyet’i böyle savundunuz!
***
Yüzyıl dergisinin 17 Mart 1991 tarihli 6. sayısında kapak haberinde ise tokalaşan iki el resmi var. Başlık ise çarpıcı:
“Sosyalist Parti’nin Kürt sorununa barışçı çözüm önerisi HÜKÜMET PKK İLE GÖRÜŞSÜN”
“Hoş geldin BDP!” mi demeli şimdi?
Hayır, önce o sayıda yer alan Doğu Perinçek’in “Komşu Kürdü Sev, Evdeki Kürdü Döv Politikası” başlıklı başyazısından birkaç cümle okuyalım:
“Türkiye Cumhuriyeti’nin Kürt sorununu inkâr politikası iflas etti. … Cumhuriyet’in getirdiği statükonun çözümsüzlüğü ortada… Asıl çıkmazda olan ideolojik olarak Türk milliyetçiliğidir, uygulamada ise askeri yöntem… Sorun Kürt sorunudur, milliyet sorunudur. Kuzey Irak’taki Kürt milliyeti, yaşadığı topraklarda silahlı bir otorite kurmak için ayaklandı. Irak’ın bu milli harekete şiddet uygulamasına karşıyız. Kürtler kendi geleceklerini özgürce belirlemelidirler. Milletlerin kendi kaderini tayin hakkı, hiçbir politik gerekçeyle rafa kaldırılamaz. Eğer bir millet emperyalizmi güçlendiren bir çözümü benimsiyorsa, bu tavrın üzerine de şiddetle gidilemez. Burada şiddete göğüs germek bir ilke tutumudur.” D.Perinçek
Doğu Perinçek’in söyledikleri sizi tatmin etmediyse, biraz da o zamanlar Sosyalist Parti Genel Başkanı olan Ferit İlsever’e kulak verelim. Bakın Ferit İlsever de neler demiş:
“Sorun, Kürt sorununu çözmekse bunun için taa Bağdat’a kadar gitmeye ne gerek var? İşte sorunun büyük kısmı burada, ülkemizde bulunuyor. Buradan Irak Kürtlerine “bağımsızlığı”, “federasyonu” bol keseden dağıtanlar, kendi Kürdümüzün dilini bile çok görüyor. Orası için çözümler tartışılırken, Türkiye için neden konuşulmasın?
Örneğin federasyon niçin özgürce tartışılmasın? Artık bu sorunun özgürce konuşulacağı ve Kürtlerin iradesinin serbestçe belirleyeceği ortam yaratılmalıdır. Barışçı bir çözüm için PKK ile görüşülmelidir.” (Yüzyıl, 17 Mart 1991, sayı: 6)
PKK ve uzantılarının 2000’lerde savunduklarını, Aydınlık grubu 1990’ların başında savunuyordu!
Aslında daha çok örnek var verecek, ama şimdilik bu kadar yeter sanırım!
İşte sizler geçmişte Cumhuriyet’i böyle savundunuz!
***
''Çamur atmaktan başka yaptığınız bir şey gösterin bari!” diyerek yavuz hırsızlık yapanlara sormak gerek:
Geçmişte PKK terörünü “serhıldan” diye alkışlayan sizler değil miydiniz?
PKK teröristlerine “gerilla” diyen sizler değil miydiniz?
Federasyonu savunan, bu konuda PKK’ya destek veren, "PKK ile görüşülsün" diyen sizler değil miydiniz?
Kuzey Irak’ta emperyalizmin kuklası Kürt devletini savunan sizler değil miydiniz?
“Türkiyelilik kimlik olsun”, “Kürtlerin kimliği anayasal olarak tanınsın”, “Kürtçe anadilde eğitim yapılsın” diyen sizler değil miydiniz?
Dergilerinizde PKK teröristlerinin sayfa sayfa ölüm ilanlarını yayınlayan sizler değil miydiniz?
Atatürk’e “Kürtlere ulusal katliam yapmış bir kişidir” diyen sizler değil miydiniz?
Şeyh Sait’in Kürtlerin ulusal değeri olarak ele alıp “saygı göstermeliyiz” diyen sizler değil miydiniz?
89-90-91’de koşulların elverişli olduğu dönemlerde Güneydoğu’da Sosyalist Parti’nin mitinglerinde ve toplantılarında “Kürt marşı söyledik” diye övünen sizler değil miydiniz?
“Hedefimiz burjuva ulusal bayrağı ilelebet dalgalandırmak değil, emeğin enternasyonalist bayrağını ülkenin milli bayrağı haline getirmektir. …Biz ne Türk bayrağını ne de Kürt bayrağını bu bizim siyasi bayrağımız diye dalgalandırmıyoruz” diyen sizler değil miydiniz?
CIA Ajanı Fuller gibi “Kemalizm, artık tarihte kalmıştır ve Türkiye’nin geleceği üzerinde rol oynama şansına sahip değildir” diyen sizler değil miydiniz?
Kemalizm’i “zorba bir diktatörlük” olarak tanımlayan sizler değil miydiniz?
“Kemalizm, bir burjuva ideolojisidir. Biz ise Marksistiz. Biz, bir ideoloji olarak Kemalizm’i savunmuyoruz” diyen sizler değil miydiniz?
“Kemalizm, rolünü oynamıştır ve tarihte kalmıştır” diyen sizler değil miydiniz?
İŞTE SİZLER GEÇMİŞTE CUMHURİYET’İ BÖYLE SAVUNDUNUZ!

..