Prof. Dr. Cihan DURA etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Prof. Dr. Cihan DURA etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

28 Kasım 2018 Çarşamba

SÖMÜRGELEŞEN TÜRKİYE

SÖMÜRGELEŞEN  TÜRKİYE  



Prof. Dr. Cihan DURA
Erciyes Üniversitesi İ.İ.B.F

TARIM BATI UĞRUNA NASIL FEDA EDİLDİ.,

BALTAYI AĞACA VURMUŞLAR.., NEYLEYİM SAPI BENDEN DEMİŞ.. >

Türkiye’de Derin Merkez dayatması olan Neoliberal politikalar çerçevesinde, aramızdaki “dahilî bedhahlar”ın işbirliğiyle tarım sektörümüzün nasıl çökertildiğinin öyküsünün artık sonuna geldik. Yazımın bu kısmında AB-Türkiye tarım ilişkilerinin, “çifte standartlık” niteliğiyle, nasıl aleyhimize işlediğini ve büyük gelecek vaad eden tarım sektörümüzün çöküşünün gerçek sorumlularını
sergiliyorum.

Faydalandığım başlıca kaynaklar şunlar: Bağımsız Sosyal Bilimciler 2006 Yılı Raporu: IMF Gözetiminde On Uzun Yıl 1998-2008, Ank., Haziran 2006, ss.63-69; C. Dura, Satıldık Uyanın, İleri Yayınları, İst.,2005, ss.483-496 ve C.Ertuğrul,
“AB’nin Dönüşümü ve Gümrük Birliği”, 

http://www.zmo.org.tr/etkinlikler/ktts02/21.pdf (26.11.2006).

I) AB-TÜRKİYE TARIM İLİŞKİLERİ: ÇİFTE STANDART

Avrupa Birliği (AB) bugünkü yüksek üretim düzeyine tarım sektörüne uzun yıllar boyunca sağladığı destekler sayesinde ulaşmıştır. Buna karşılık “sanayileşmeleri engellenmiş ülkeler”e, örneğin Türkiye’ye gelince, “merdiveni itme” stratejisini
devreye sokmuştur 
(Bu strateji hakkında bkz: C. Dura,Sömürgeleşen Türkiye, İleri yayınları, İst.,2004, ss.123-124).

Başka bir deyişle AB Türkiye’nin tarımda kendine yeterli bir noktaya gelmemesi, hattâ geriye gitmesi için elinden geleni yapmıştır. Bu tutumu “tavizli tarım ürünleri” ve “işlenmiş tarım ürünleri” ticareti bakımından ortaya koyabiliriz.

A) Türk tarımı özellikle son altı yıldır Batı’nın gelişmiş ülkelerinin çıkarları doğrultusunda yeniden yapılandırılmakta, - esas gayesi gelişmiş ülkelerin yeni pazarlara girişini kolaylaştırmak olan- “Dünya Ticaret Örgütü Cenevre Anlaşması”na daha kolay uyacak bir yapıya doğru itilmektedir. Dahası, Türkiye;
tarımını Dünya Ticaret Örgütü (DTÖ) sistemine uyuma yöneltilirken dahi -her şeye rağmen- elinde tuttuğu esneklikleri de IMF ve Dünya Bankası (DB) ile AB koşullarını kabule zorlanarak tamamen elinden kaçırma yolundadır.

Öte yandan, AB tarım politikalarına uyum sağlanmasıyla IMF ve DB dayatmaları arasında önemli çelişkiler olmasına rağmen, AB yetkilileri tam bir çifte standart örneği vererek Türkiye’ye, IMF ve DB reçetelerinden sapmamasını şiddetle
dayatıyor.

Şu uygulama farkına bakın: AB ülkelerinde tarıma sağlanan destek tarımsal katma değerin yarısı ya da üçte ikisi oranında! Türkiye’de ise sadece yüzde 7 dolayında!. 2006 bütçesinde tarımsal desteklemeye sadece 4 milyar YTL (yaklaşık 2.4 milyar Avro) ödenek ayrılmıştır. Bu rakam bütçe borç faiz ödemelerinin onda birinden bile azdır (Bir devletin dış borçlanma yoluna
gitmesinin ne büyük bir belâ olabileceğinin bir kanıtı daha, burada karşımıza çıkmış bulunuyor).

Ayrıca ekleyelim ki AB üyesi ülkelerde ve ABD’de doğrudan gelir desteği (DOGED) tek başına kullanılmıyor. Nitekim ABD’de bu destek toplam tarımsal desteğin yalnızca yüzde 21’idir. AB’de ise sadece yüzde 6’lık kısmını oluşturuyor. Üstelik oralarda kullanılma amacı, fazla üretimi kısmaktır. Bizde ise tam tersine üretimi kısmak değil, artırmak gerekiyor. Ülkelerin yapıları farklı!. Bizim cahil yöneticilerimiz “yapı” nedir, “yapısal farklılık” nedir, “bu farklılık neden önemlidir”, bilmiyorlar; ya da “bilmiyor” görünüyorlar. Eğer bileni varsa, gereğini
yapmıyor; bu da “kötü niyetliliği” gösterir. Türkiye tarıma 2000 yılında yalnızca 2 milyar dolar destek sağladı. Aynı destek ABD’de 97 milyar dolar, AB ülkelerinde 127 milyar Avro idi.

Avrupa Birliği’nin (AB) 2004 Yılı İlerleme Raporu’na göre, bugünkü Ortak Tarım Politikası (OTAP) çerçevesinde, AB’nin Türk tarımına ayıracağı destekleme miktarının, 9 milyar Avro olması gerekmektedir. Yani Türkiye, OTAP’a yaklaşmak için bugüne kıyasla tarıma 4.5 kat daha fazla kaynak ayırmak zorundadır.
Bu da millî gelirin şimdiki gibi yüzde 0.7’sinin değil, yaklaşık yüzde 3.2’sinin destekleme ödemelerine ayrılması anlamına gelir. Görüldüğü gibi, bu bile AB’deki oranların gerisinde kalacaktır; oysa minimum hedef bu olmalıdır. A.K.P.’nin Nisan 2006’da çıkardığı Tarım Kanunu, tarıma yönelik destekleri
GSMH’nın yüzde 1’ine getirmekle yetinmiştir. Bu göstermelik düzenlemelerin dahi, 2006 yılı konjonktüründen anlıyoruz ki, uygulanma olasılığı kalmamış gibidir.

B) Türkiye’nin 2003 sonrasında net tarım ithalatçısı olmasının arkasında yatan en önemli etkenlerden biri, özellikle Avrupa Birliği’nden yaptığı tarımsal ürün ithalatıdır. Bu ithalat artmıştır. Türkiye’nin tarım ürünleri ithalatında AB’nin
payı 1993’te yüzde 59.5’ti, yani zaten yüksekti. Ama bu pay 2002’de yüzde 73.9’a tırmandı; Artışı AB istatistiklerinde de görebiliyoruz: AB’nin tarımsal ürün ihracatında Türkiye’nin payı 2001’de %1.3’den, 2004’de%1.9’a yükselmiştir. Demek ki Türkiye AB’nin önemli bir tarımsal ürün ihracat pazarı olma  yolundadır. Kuşkusuz, bazı ürünlerde Türkiye de AB’nin önemli bir tedarikçisidir. AB Türkiye açısından da önemli bir ihracat pazarıdır. Nitekim AB’nin tarımsal ürün ithalatında Türkiye’nin payı 2001’de %3.5’di; bu oran 2004’de %4.1’e yükselmiştir.

Bununla birlikte olası bir “tarım ürünleri serbest ticareti” senaryosunda, bizzat AB’nin saptamalarına göre, Türkiye’nin rekabetçi kalabileceği tarımsal ürün sayısı çok az olacaktır.

Türkiye; tarım işletmelerinin yapısında bozukluk, teknoloji kullanımında yetersizlik, düşük verimlilik gibi çetin sorunlarla karşı karşıya bulunmaktadır. Bundan dolayı, doğal kaynakları nedeniyle avantajlı konumda olduğu ve meyve-sebze, tütün pamuk gibi Topluluk tarımını tamamlayıcı nitelikte olan ürünler
dışında, çoğu tarımsal üründe, hele hele hayvansal ürünlerde AB ile rekabet edemeyecektir. Tarımsal üretimde ve üretici gelirlerindeartış sağlanamayacak, hatta azalmalar ortaya çıkabilecektir. Türkiye çoğu stratejik tarım ürününde dışa bağımlı hale gelmeyi sürdürecektir.

Birileri çıkıp “AB yardımları var” diyebilir; oysa bundan da umut yoktur. Şu bakımdan ki AB, bütçe disiplini çerçevesinde, üye olacak ülkelerin tarımsal potansiyelini göz önünde bulundurarak, her yeni üye kabulünden önce tarımsal harcamaları kısma yoluna gitmektedir. Böyle bir uygulama Türkiye’nin
tam üyeliği öncesinde de ortaya çıkabilecektir. Topluluk ayrıca, son yıllarda tarım da dahil olmak üzere, bütün alanlarda, mâli destek sağlamaktan çok düzenleyici bir rol üstlenme yoluna gitmektedir. Dünya Ticaret Örgütü (DTÖ) çerçevesinde ortaya çıkan gelişmeler tarımsal harcamaların kısılması yönündeki süreci daha da hızlandırmaktadır. Bu gelişmeler göz önüne alındığında denebilir ki Türkiye’nin OTAP çerçevesinde AB’den sağlayacağı mâli destek çok sınırlı bir düzeyde kalacaktır.

C) Son 10 yılda AB ile tarımsal ticaretin, aleyhimize gelişmesinin başlıca sebepleri şu konularla ilgilidir: “Tavizli tarım ürünleri” ve “işlenmiş tarım ürünleri” ticareti.

i) Tavizli tarım ürünleri ticareti: Gümrük Birliği’nin ‘tarım ürünleri hariç’ olarak uygulanışı, fazlaca basite indirgenerek algılanmaktadır.

Bazı tavizli tarım ürünleri kapsamı içinde, vergi alınmayan ya da düşük gümrük vergisi alınan tarım ürünleri kategorisi de vardır. Şöyle ki Türkiye’nin AB’den olan tarım ürünleri ithalatının yüzde 33’ü “düşük vergili” ya da “vergisiz”
bir ithalat rejimi kapsamındadır. Dolayısıyla tavizli tarım ürünleri sorunu ciddî bir sorundur.

ii) İşlenmiş tarım ürünleri ticareti: İşlenmiş tarım ürünlerinde -ki bunlar sınaî ürün sayılmaktadır- Türkiye ile AB dış ticaret dengesi negatiftir; mevcut fark da artmaya devam etmektedir.

1996’da Türkiye ile AB arasında işlenmiş tarım ürünlerinde (İTÜ) 30 milyon dolarlık bir negatif fark varken, bu miktar 2002’de 80 milyon dolara çıkmıştır. Buna karşılık bütün ülkeler hesaba katıldığında, Türkiye’nin bu ürünlere ilişkin ticareti pozitif bakiye vermektedir.

AB’ye işlenmiş tarım ürünleri (İTÜ) ihracatımızın en önemli kalemlerini çikolata, şekerleme, çiklet ve makarna oluşturmaktadır.

Bu ihracatta AB’nin payı 1996’da yüzde 6 iken, 2000’lerin başlarında yüzde 12’ye çıkmıştır. Sağlanan artış ilk bakışta olumlu görülebilir; ancak Türkiye’nin İTÜ ithalatında AB’nin payını göz önüne aldığımızda görüşümüz değişir; çünkü
bu oran, 1994-2002 itibariyle ortalama %85’dir. Başka bir deyişle, İTÜ’de Avrupa ezici bir üstünlüğe sahiptir. İşlenmiş tarım ürünü ticaretini asıl yapan, AB’dir; Avrupa Birliği İTÜ üretiyor, biz tüketiyoruz.

İşlenmemiş ya da işlenmiş (sınaî) tarım ürünleri ticaretinde neden Türkiye aleyhine bu kadar olumsuz bir durum var?

Sorunun yanıtı şu olabilir: 1 Ocak 1995 tarihinden itibaren, Dünya Ticaret Örgütü’nün (DTÖ) tarıma ilişkin yeni politikaları yürürlüğe girmiş bulunmaktadır. Bununla eş zamanlı olarak  AB özellikle işlenmiş tarım ürünlerinde önlem almakla yetinmemiş; diğer tarım ürünlerinde de gümrüklerini yükseltmiştir.
AB’nin İTÜ’de gümrükleri yükseltmesinin Türkiye’ye etkisi olmuş mudur? Elbette, hem de olumsuz etkisi olmuştur; çünkü Türkiye gümrüklerini yükseltmemiştir; dolayısıyla yeni bir rekabet dezavantajıyla karşı karşıya kalmıştır. Bundan başka,
Türkiye; 2004’te AB’ye katılan ülkelerin neredeyse 10 yıldır yararlandığı bu tercihli rejimden yararlanamadığı için, yeni üye ülkeler karşısında da rekabet dezavantajına uğramıştır. AB’nin fanatik, “şifa bulmaz” savunucusu olan İktisadi Kalkınma Vakfı (İKV) da bu izah şekline katılmış bulunuyor: Türkiye’nin AB’ne
yaptığı ihracatta, işlenmiş tarım ürünleri (İTÜ) küçük bir paya sahiptir (1994: %7, 2002: %15). Gümrük Birliği sonrası İTÜ sektörünün AB’ne ihracatında ilk yıllarda çok küçük oranlarda artış kaydedilmiştir. Sektörün toplam ihracatında AB’nin düşük payının sebebi, AB’ne ihraç edilen işlenmiş tarım ürünlerinin
“tarım payı” için Ortak Tarım Politikası kapsamında son derecede yüksek gümrük vergileri ödenmesidir. Buna karşılık AB, Türkiye’ye ihracatında ilgili ürünlerin tarım payına çok daha düşük oranlarda vergi ödemektedir  (H. Soğuk ve E. Uyanusta, Gümrük Birliği’nin Türkiye Ekonomisine Etkileri, İKV yayını, İstanbul, 2004, s. 133].

Türkiye AB ile İTÜ ticaretinde neden dezavantajlıdır? Bunu anlamak için mekanizmayı biraz daha açıklayıp netleştirmek gerekmektedir. Şöyle ki: Türkiye’nin AB’nin işlenmiş tarım ürünleri piyasasındaki rekabet gücü, Birliğin bu ürünlerin tarım payına uyguladığı yüksek vergiler nedeniyle düşüktür. Türkiye
sektörün AB’ne ihracatında sanayi paylarına uygulanan gümrük vergilerinden muaf olmakla birlikte, üçüncü ülkelere uygulanan yüksek tarım payı vergisine maruz kalmaktadır. AB’nin temel tarım ürünleri süt, hububat ve şeker olarak sıralanabilir. İlgili ürünlerde AB’nin koruması devam etmektedir. AB sektör ürünleri ihracatında ilgili ürünün tarım payına Birlik fiyatı ile dünya fiyatı arasındaki fark kadar sübvansiyon uyguluyor. Bu ürünlerin işlenmiş tarım ürünleri olarak piyasaya girişini engellemek amacıyla belirlenmiş olan tarım ve sanayi payı ayrımı, Gümrük Birliği’ne rağmen Türkiye’nin AB piyasasındaki avantajlarını kısıtlamaktadır.

II) TARIMSAL ÇÖKÜŞÜN SORUMLULARI: TESLİMİYETÇİ HÜKÜMETLER

AB’nin çifte standartları, “merdiveni itme” stratejileri; ancak Türkiye’nin “aydın” ve yönetici sınıfl arının işbirliğiyle etkili olabilirdi ki ne yazık ki öyle de olmuştur. Zaten emperyalizm “dahilî ortaklar” bulmadıkça, bir ülkede hiçbir şey yapamaz.
Türkiye her alanda olduğu gibi tarımda da, kendi öz buluşumuz olan Atatürkçü kalkınma politikalarından tamamen uzaklaştırıldı. Artık ortada köşeleri iyice sivriltilmiş, çok bilinçli ve uzun vadeli olarak tasarlanmış, “emperyalizm” patentli yeni politikalar var. Bunları oluşturanlar, anlaşılıyor ki kendi insanımız
değildir, Türkiye’nin tarım politikası sorumluları değildir.

Ancak “iyi niyetliler” de görülmüştür; 1999 sonrası hükümetlerinin
kimi tarım bakanları uygulanan tarım politikalarının dışa bağımlı niteliğinden yakınmışlar, ama başlangıçtaki çare arayışlarının etkisizliğini görünce kısa sürede onlar da teslimiyeti seçmişlerdir.

1999’da iktidar olan DSP-MHP-ANAP Koalisyonu, hükümet olduktan 8 ay sonra IMF programını kabul ederek harfi harfi ne uygulamaya koyulmuştur. A.K.P. ise kuruluşu sonrasında ve 2002 seçim kampanyasında IMF politikalarını ve özellikle
tarım politikalarını değiştirme vaadiyle iktidara talip olmuş, ama seçimleri kazanıp iktidar olduktan sonra o da teslimiyeti seçmiş, “Derin Merkez”in taşeronları IMF v DB’nın politikalarına, öncekilerden de ileri bir şevkle angaje olmuştur.

Altıncı yılını dolduran uygulamalar sonunda tarımsal katma değerin göreli payının hızla gerilediği bir dönem yaşanmıştır (Tarım/GSMH oranı 1999’da %15, 2005’de %10). Daha hızlı gerileme ise tarımda çalışan nüfusun toplam istihdam içindeki payında görülmüştür. Gerçekten sivil istihdamın tarımdaki payı
1999’da %42 iken, 2005’de %30’a düşmüştür. Önümüzdeki dönemde bu payın daha hızlı olarak azalması beklenmektedir.

Bu eğilimler tarımın göreli konumunu hızla değiştirmektedir; ancak bununla da kalmayıp kırsal göçü kontrol edilemez hâle getirmekte, kentsel ve kırsal işsizlik oranlarını ve âdi suç vakalarını tırmandırmaktadır. Tarımdaki değişmelere bağlı olarak tüm ekonomik ve toplumsal yapılar altüst olmakta ve yeniden
şekillenmektedir.

Türkiye’yi istikrarsızlaştıracak, sömürgeleşmeye götürecek bütün bu tehlikeli ögeler birer birer oluşurken, Türkiye’nin yönetici sınıfl arı, aydınları, “para fesörler”i ne yapıyorlar acaba?

Ne yapacaklar…, Hayırsızlar olup bitene seyirci kalmakla yetiniyorlar. ?

http://www.ulkunet.com/UcuncuSayfa/ocak2007_9047.pdf

****

EKONOMİK BÜYÜME VE GELİŞME KAVRAMLARI ÜZERİNE

EKONOMİK BÜYÜME VE GELİŞME KAVRAMLARI ÜZERİNE

Cihan Dura
6.12.2012

Ekonomik büyüme ve gelişme, ekonomiyle ilgili konuşma ve yazılarda sık sık duyduğumuz iki terim. Örneğin son ekonomik krizle birlikte, ekonominin “kesintisiz büyüme rüyası”nın artık sona erdiğinden söz edildi, büyüme hızının düşerek yüzde 0.5’e kadar indiği yazıldı. Bundan başka ekonomik aktivitedeki yavaşlamanın önemli bir bölümünün, yüzde 1.1 oranında daralan imalat
sanayinden kaynaklandığı, son bir yıldır büyük sıkıntı içinde olan - son yıllarda büyümenin en önemli itici gücü- inşaat sektöründeki daralmanın yüzde 4.3’ü bulduğu belirtildi. Bu ifadelerin merkezi, açıkça görülüyor, büyüme ve gelişme kavramları... Yazımın konusu işte bu temel kavramlardır. Teknik ifadelerden olabildiğince uzak durarak, kolay anlaşılan bir anlatım yolu
tutmaya çalışacağım

1) GENEL OLARAK BÜYÜME VE GELİŞME

Büyüme ve gelişmeyle ilgili yapıtlarda terminoloji bakımından ilk dikkat çeken husus, literatürde bu alanda tam bir “terim birliği”nin sağlanamamış olmasıdır. Bu eksiklik kanı’mca teorinin dahamoluşum halinde iken, Neoliberalist anlayışın baskısıyla geri plana itilmesinden kaynaklanmaktadır[1].

Büyüme ve gelişme kavramları ile eş ya da yakın anlamlı olarak kullanılan başka kavramlar vardır: Genişleme, kalkınma, evrim, ilerleme, terakki gibi. Bu kavramlar anlam itibariyle aralarında sıkı bir bağlılık içinde iseler de kesinlikle eş anlamlı değildir; yakın anlamlı olduklarını söylemek daha yerinde olur. Bununla birlikte uygulamada yazarların, bunları kendi tarzlarınca tanımladıklarına da tanık oluyoruz. Oysa bilim kavramların herkes tarafından aynı şekilde
anlaşılmasını ister. Ben burada bu ilkeye uyarak büyüme ve gelişme olgularının, “herkesçe kabul edilebilir” bir açıklamasını, tanımlarını sunmaya çalışacağım.
Bunun için ufkumuzu geniş tutmakta, konuyu önce iktisat dışında ele almakta fayda var. Çünkü söz konusu kavramlar “evrensel”dir, iktisattan önce diğer bilimler tarafından kullanılmıştır; iktisat diğer birçok kavramı gibi bu kavramları da kendisinden önce gelişmiş diğer bilimlerden ödünç almıştır.

A) Büyüme (growth, croissance) kökeni bakından biyolojik bir kavramdır, bir bitkinin büyümesi, bir çocuğun büyümesi gibi. Genel olarak büyüme “nicelikçe uzama, genişleme ve çoğalma; nitelik bakımından yükselme” şeklinde tanımlanabilir. Etimolojik olarak büyüme hipotetik bir “bud” yahut “bod” yani “boy” kökünden gelir. Demek ki büyüme boyut, hacim ve ağırlık artışını
içerir. Şu anlamda ki boyutu olmayan bir şey büyümez; örneğin bir fikir büyümez, bir değerin, bir fiyatın büyümesinden de söz edilemez. Bir fikir gelişir, bir değer ya da fiyat ancak “artış” (accroissement) kaydedebilir.
Gelişmeye (development, développement) gelince, bu kavram sözcük olarak “büyüyüp boy atarak yetişme” demektir; örneğin bir çocuk yalnız büyümez, aynı zamanda gelişir. Gelişme “açılıp ilerleme, inkişaf etme” demektir. Bir fikir, bir akım, bir ideoloji, bir bilim gelişir. Büyüme kuşkusuz gelişmeye katkıda bulunur. Fakat boyutça artış olmasa da gelişme pekâlâ devam edebilir. Bir çocuk gün gelir delikanlı olur, büyümesi durur; ancak gelişmesi sürer. Büyüme sınırına varmış bir canlı varlık için “ergin” de deriz, ergin yemiş, ergin ekin deriz. İnsan
konusundaki ergin olma, “erginlik” halinin hukûkî anlamında da bu anlayışın yattığı varsayılabilir. Ancak ergin insanın gelişmesi ömrü boyunca durmayabilir. Hattâ küçülme değilse de, bir duraklama, sürekli bir gelişme ile atbaşı gidebilir.
Görülüyor ki büyüme daima nicel, ölçülebilir bir olgu iken; gelişme nitelikle ilgilidir, ölçüden kaçabilen bir olgudur. Gelişme “açılma” ve “tamamlanma” demektir[2].


B) Şimdi nispeten daha az kullanılan diğer kavramlara geçiyorum.

Önce ilerleyiş (progression), ilerleme, terakki kavramları üzerinde duralım. Dilimizde “ilerlemek” genel olarak “bulunduğu yerden daha uzakça bir yere gitmek” anlamında kullanılır. Ancak her ilerleyiş bir “terakki” içermez. İlerleme ancak mecazî anlamında, “daha iyiye, daha yüksek bir aşamaya erişme” anlamında “terakkî”ye (progrés) yaklaşır. Esas anlamıyla terakkî gelişme ile
daha haşır neşirdir. Ancak terakkide fazladan gaiyet (ereklik, finalité) fikri vardır. Şunu da eklemem gerekir ki Fransızca’da “progression” “belli bir yönde hareket etme, öne doğru hareket etme” anlamında kullanılır: Bir arabanın, buzulların ilerleyişi gibi. Bu sözcük “derece derece, düzenli ve sürekli gelişim” anlamında kullanıldığında Fransızca “progrés” kavramının verdiği anlama ancak yaklaşır. Yalnız “progrés”de bir değer hükmü vardır: “Progrés” iyiye doğru gelişimdir. Bu koşulu “ilerleme” sözcüğünde kısmen, “terakkî” sözcüğünde tam olarak
bulabiliyoruz.

Bir benzetme ile ifade etmek gerekirse, yukarda tanıtmaya çalıştığım kavramlar; basit matematik bir âlemden, madde âlemine uğrayarak eğer varsa bir metafizik âleme safha safha geçişte, her bir âlemin özü olarak çıkar karşımıza:
-Düzlem âleminde artışlar ve ilerleyişler vardır ki matematik vasıtasıyla ölçüle bilirler.
-Büyüme, düzlemin yanı sıra maddeyi de kaplayan uzay âlemine özgüdür ve üç boyutlu artışı ifade eder.
-Uzay âlemine soyut kavramları ve nitelikleri ilave ettiğimizde yeni bir aleme kavuşuruz ki orada gelişme vardır.
-Nihayet, sonuncu âlem “terakki”nin mevcut olduğu âlemdir ki burada da gelişme değer ve ereklik fikrine göre gerçekleşmektedir.

2 ) EKONOMİDE BÜYÜME VE GELİŞME

Yukarda yaptığım açıklamalar bize büyüme ve gelişme olgularının evrende genel olarak ne anlama geldikleri hakkında yeterli bir fikir vermiş bulunuyor. Şimdi “büyüme” ve “gelişme” kavramlarını düşünme alanımızı ekonomi dünyası ile sınırlandırarak açıklamaya çalışacağız. İktisat biliminde ekonomik büyüme ve ekonomik gelişme (kısaca büyüme ve gelişme) olguları hakkında ileri sürülmüş üç temel görüş vardır.

A) Birinci görüş gerek büyümeyi gerekse gelişmeyi birer reel (nicel) olgu olarak görür ve büyümeyi “belirli göstergelerin mutlak değerindeki yöndeş artışlar” olarak tanımlar. Gelişme ise “aynı göstergelerden elde edilen sentetik bir nicelikteki nispî artış” tan ibarettir. Buna göre büyüme gösterge mahiyetinde olan global niceliklere ait bir olgudur (söz konusu göstergeler genellikle millî gelir ve ülke nüfusu yahut sadece millî gelirdir); buna karşılık gelişme sentetik
niceliklere ait bir olgudur. Bu bağlamda kullanılan “millî gelir/ülke nüfusu” oranı sentetik bir niceliktir.
Ekonomik büyüme deyince genellikle bir ülkenin, bir milletin ekonomik büyümesi anlaşılır. Bu anlayışa göre büyüme millî ekonomiyi temsil ettiğine inanılan iki göstergeye dayanılarak şöyle tanımlanır: Büyüme bir milletin iki temel ögesinin, yani nüfus ile kullanılabilir kaynakların (örneğin millî hasılanın) birlikte artmasıdır. Görülüyor ki bu tanım büyümenin varlığından söz edilebilmesi için, göstergelerin her ikisinde de artış olmasını şart koşmaktadır. Örnek veriyorum:
-İngiltere’de 1860-1953 döneminde yıllık ortalama olarak hem nüfus (%0.8) hem millî hâsıla (%2) artış kaydetmiştir.

-Hemen hemen aynı dönemde ABD ekonomisi %1.6’lık nüfus, %.3.5’lik millî hâsıla artışıyla İngiltere ekonomisinden daha hızlı büyümüştür.
Aynı artışlar kullanılabilir diğer kaynaklarla ilgili göstergelerde de gözlemlenebilir. 
Örneğin ABD
ekonomisinde 1895-1946 arasında tarım üretimi 5 kat, sanayi üretimi (1881-1938) 7 kat artmıştır. İşte belirli göstergelerin istisnasız hepsinde artışlar olduğu için, söz konusu dönemlerde gerek İngiltere’de gerekse ABD’de gerçekleşen iktisadî hareketler, ekonomik büyüme olarak tanımlanacaktır.

Büyüme hakkındaki bu anlayış, kabul etmek gerekir ki göz önüne alınan göstergelerin gerçek hayatta birlikte gösterebileceği değişme hallerinden sadece birini hesaba katmaktadır. Bundan başka söz konusu iki göstergenin, gerçek hayatta birlikte ve sürekli olarak yükselişine az rastlanır. Örnek veriyorum: Yukarda sözü geçen dönemlerde Batı Avrupa’nın ve ABD’nin büyümesi, uzunluğu 7-10 yılı bulan bir çevrimler (cycle) silsilesi içinde gerçekleşmiştir. Üstelik
her çevrim boyunca hızlı büyüme dönemleri ile, üretimin artmadığı, hattâ azaldığı kriz dönemlerinin ard arda sıralandığı görülür. Aynı şekilde nüfusun seyri de ne daima artış yönünde olmuş, ne de diğer göstergenin, “kullanılabilir kaynaklar”ın seyri ile yöndeşlik göstermiştir. Çünkü söz konusu göstergelerin birlikte değişimi, aynı mekân ve zamanda, örneğin şu hallerden herhangi biri de olabilir:

- Hâsıla büyümesi ve nüfusta durgunluk,
- Hâsıla büyümesi ve nüfus azalması,
- Nüfus artışı ve hâsılada durgunluk
- Nüfus artışı ve hâsıla azalması.

 Demek ki bu ilk anlayışa göre büyüme tanımının özünü oluşturan, nüfus ile “kullanılabilir kaynaklar” ın birlikte artması hali, bu iki ögenin birlikte gösterebileceği türlü değişim hallerinden yalnızca biridir.

B) Yukarıdaki görüşün eleştirisinden hareketle yapılan ikinci bir analize göre:

-Ekonomik büyüme global bir gösterge olan gayrisafi millî hasıla (GSMH) ile ifade edilmelidir.
-Ekonomik gelişme ise şu oranla ile ifade edilecektir: GSMH / nüfus
GSMH’yı (toplam geliri) Y ile, nüfusu N ile gösterirsek, aşağıdaki büyüklükleri göz önüne almış oluyoruz:


Mutlak değişme hareket halinde olan bir niceliğin sayısal iki değeri arasındaki farktır. Göreli değişme, mutlak değişme mutlak değere oranlanarak elde edilir. Buna göre:
-dY ve dN, sırasıyla gelir artışı ve nüfus artışı,
-dY/Y ve dN/N sırasıyla “büyüme oranı (büyüme hızı)” ve “nüfus artış oranı” olarak adlandırılır.
-Y/N ise kişi başına gelirdir.

 Milli gelir ile nüfusun kaydettiği karşılıklı değişmelere bağlı olarak kişi başına gelir de mutlak değişmelere uğrar. Bu değişmeler 5 halde pozitif, 3 halde sabit, 5 halde negatiftir. Ekonomik gelişmenin ve bunun yanı sıra diğer yakın olguların tanımlanması, işte bu değerlere göre yapılır:
-Eğer kişi başına gelirdeki değişme sıfır değerini almışsa, bu hale durgunluk (stagnation) denir;
-negatif değer alması gerileme (regression),
-pozitif değer alması gelişme (développement) olarak nitelenir.
Bu ikinci görüşün öncekinden farkı gözlem alanını yeteri kadar genişletmesi, gelişme olgusunun yanı sıra buna yakın diğer olgulara da dikkat çekerek, bunların da tanımlarını yapmasıdır. Ayrıca bu görüş büyümeyi tanımlarken GSMH’daki artışı yeterli bularak, ayrıca bir nüfus artışını gerekli görmemektedir.

C) Büyüme ve gelişme hakkındaki sonuncu ve en olgun görüş, ünlü Fransız iktisatçı François Perroux (okunuşu: Fransua Peru) tarafından geliştirilmiş olan görüştür.

1) François Perroux da büyüme terimini millet hakkında kullanır; ancak olguyu farklı bir açıdan gözlemler. Oluşturduğu büyüme kavramı, sınırlı bir kavramdır. Bu yazara göre büyüme “belli bir boyut göstergesinin -millet için reel millî hasılanın- belirli bir dönem içindeki düzenli genişlemesi”dir. Büyümenin Perroux’gil tanımının bir orijinalliği büyüyen nesnenin, artık millet değil, hâsıla olarak alınmasıdır. Dolayısiyle Perroux’gil görüş açısı bizden, hiçbir rakamın veya
boyut göstergesinin bütünü ile ifade edemeyeceği bölge, millet, milletler öbeği gibi karmaşık coğrafi birimler hakkında “iktisadi büyüme” terimini kullanmaktan kaçınmamızı ister. Demek ki bu görüş “ekonomik büyüme” teriminin, kişi başına hâsıla, toplam hâsıla, nüfus ve sanayi üretimi gibi rakam veya sentetik göstergelerle ölçülebilir basit veya karmaşık verilere tahsis edilmesini
uygun görmektedir.

2) Bu tarzda anladığımız büyüme olgusu genellikle, etkilediği unsurlardaki yapı değişmelerine eşlik eder. 

Örnek verelim:

-Sanayi üretiminin büyümesi büyük bir ihtimalle arkaik üretimin gerilemesini veya yok olmasını içerecektir.
-Millî hâsılanın büyümesi, ekonomideki ilişkilerde, oranlarda ve davranış tiplerinde meydana gelen değişmelerle birlikte cereyan edecektir.
Gelişme kavramının anlaşılması bakımından hayatî olan bir husus da şudur: Ekonomik büyüme ayrı şeydir, yapı değişmeleri ayrı şeydir. Yapı değişmeleri hiçbir şekilde büyümenin kapsamı ve tanımı içine girmezler. Bunlar büyümenin sadece bir sonucudur, bir alt-ürünüdür. Büyüme ile gelişme arasındaki fark da işte burada karşımıza çıkar: Ekonomik gelişme yapı değişmelerini içerir ve bu sebeple büyümeden daha geniş, daha karmaşık bir olgudur.

Bir coğrafî kümenin gelişmesi; sürekliliği için gerekli yapı ve zihniyet değişmeleri eşliğinde-hâsıla gibi, kişi başına gelir gibi- belli sayıdaki karakteristik değişkenlerin büyümesinden oluşur.

Gelişme; sistemleri yapı kompleksleri olarak anlamak kaydıyla, bir ekonomik sistemden öbürüne geçiştir. Nicel bir bakış açısından, bir ekonomik birimin yapı “mutation”ları, iç değişmeleri söz konusudur. Şu açıklamalar gösteriyor ki büyüme kısmî ve nicel bir kavram iken, gelişme kavramı sentetik tir; hem nicel hem de nitel bir kavramdır.

SONUÇ

Sonuç olarak, aşağıda, açıklamalarımın çok kısa bir özetini, daha doğrusu özünü sunacağım.

Ancak bir kavram daha ekleyeceğim; bu kavram bizi ulusal bir hayal kırıklığımıza götürecek.

Ekonomik büyüme; bir ülkenin ekonomik yığınlarında, özellikle toplam hâsılasında meydana gelen artıştır. Ekonomik gelişme; bir ülkede, ekonomik büyümenin yanı sıra arzu edilir yapısal değişmeler meydana gelmesidir.

Eklemek istediğim kavram, en az diğerleri kadar kullandığımız ekonomik kalkınma kavramıdır.

Bana göre ekonomik kalkınma; bir ülkenin, ekonomik açıdan kendinden daha ileride olduğuna inandığı ülkeler düzeyine ulaşmasıdır.

Ekonomik büyüme ile yapı arasında doğrudan bir ilişki yoktur. Buna karşılık ekonomik gelişme yapısal değişmeler içerir. 

Ekonomik kalkınma ise optimal (en iyi) ekonomik yapıya ulaşmaktır.

Dünya milletleri bugün bir gelişme yarışı içindedir.

Diyelim ki ortalarda koşmakta olan Türkiye yerini koruyor ya da hızlanarak, önündekileri geçmeye başlıyor. Bu durum ülkemizin gelişmekte olduğunu gösterir. En önde koşan beş altı ülkeye yetişip aralarında koşmaya başladığı zamansa, Türkiye’nin kalkınmış olduğu söylenecektir.

Atatürk “Türklüğün unutulmuş büyük medenî vasfı ve büyük medenî kaabiliyeti, bundan sonraki inkişafıyla geleceğin yüksek medeniyet ufkunda yeni bir güneş gibi doğacaktır” derken, Türkiye’nin kalkınmasını düşlemiş ve kalkınmış Türkiye’ yi doğan bir güneşe benzetmiştir.

Ne yazık ki bu rüya gerçekleşmiş değildir bugün.
Ve galiba bu gidişle de hiç gerçekleşmeyecek.

KAYNAKÇA

J. Austruy, Le Scandale du développement, Editions Marcel Riviére et Cie, Paris,1972.
R. Barre, Economie politique, PUF, Paris, 1969.
H. Guitton, les Mouvements conjoncturels, Dalloz, Paris, 1971.
P. Maillet, Lacroissance économique, PUF, Paris, 1974.
[1] 1980’lerden önce Batı dünyası gelişme ve kalkınma teorisine önem veriyordu. Küreselleşme ideolojisi ile birlikte bu
ilgi zayıfladı; hedef değişti, asıl hedef yeni emperyalist anlayış çerçevesinde, az gelişmiş ülkelerin yeniden
sömürgeleştirilmesiydi; tabiî bizim kopyacı iktisatçılarımız da onların ardından düşüncesizce sürüklenip gittiler.
[2] Bu iki terim sırasıyla Fransızca “épanouissement” ve “accomplissement” karşılığı olarak kullanılmıştır.


http://www.cihandura.com/akademik-yazilar/154-ekonomk-bueyueme-...

***

3 Ekim 2017 Salı

TÜRKİYEDE AMERİKANCILIK NASIL BAŞLADI. BÖLÜM 3



TÜRKİYEDE AMERİKANCILIK NASIL BAŞLADI. BÖLÜM 3


XII) Türkiye Amerikan Yörüngesinde 

Amerikancılık ilk etkiler olarak Türkiye’de hangi sonuçları doğurdu? Bunları aşağıdaki gibi toparlayabiliriz (Yetkin, 2002: 174, 271, 337): 

• “Çok partili düzen”e geçildi. Ancak Türk solunun bir siyasal parti olarak örgütlenmesi engellendi. Bununla da yetinilmedi: Sol’a karşı acımasız bir baskı uygulandı. İnönü’nün İç işleri Bakanı Şükrü Sökmensüer, sol görüşlere ve bu yönde yayın yapan yayın organlarına göz açtırmadı. 

• Muhalefet partisi olarak yalnızca Demokrat Parti (DP) korundu ve büyütüldü. Bu parti de sırtını ABD’ye dayamıştı. Doğal olarak çok geçmeden, 1950’de iktidar da oldu. 

• Devletçilik gözden düşürüldü, liberalizm öne geçirildi. 

• Türk ekonomisi Amerikan malları için bir pazar olmaya başladı. 

• ABD ile yapılan yardım antlaşmaları Türkiye’yi Amerikan emperyalizminin kıskacına soktu. 

• Türkiye yağmurdan kaçayım derken doluya tutuldu; Sovyet tehdidi derken, Amerikan askerî tesislerinin işgaline uğradı. 

• Toprak reformu rafa kaldırıldı, Köy Enstitüleri zararlı kuruluşlar sayılmaya başladı. Çok geçmeden, İ. İnönü’nün, H. Ali Yücel’in yerine getirdiği Milli Eğitim Bakanı Reşat Şemsettin Sirer eliyle Köy Enstitüleri yerle bir edildi. 

• Türkiye ABD’nin isteklerine göre şekillendi ve yeniden yapılandırıldı. 

“Ordudan eğitime, ulaşımdan devletçiliğe... her şey Amerika’nın buyruklarına, gönderdiği uzmanların istek ve planlarına göre biçimlendirilmeye” başlandı. Örneğin, Çalışma Bakanı Sadi Irmak’ın çalışma yaşamına düzen getirirken yaptığı şey, ABD’nin eline sıkıştırdığı programı uygulamaktan ibaretti. 

• Türkiye IMF ile tanıştırıldı. 7 Eylül 1946’da, IMF’nin isteğiyle Türkiye Cumhuriyeti tarihindeki ilk devalüasyon yapıldı. Devalüasyon oranı yaklaşık yüzde 100’dür. Türkiye’nin IMF ile ilişkiye girmesi, kuşkusuz ABD ve Türkiye arasındaki yeni oluşumdan bağımsız değildir. O da genel planın parçalarından biriydi. ABD böyle istiyordu, Hükümet razıydı; “ekonomi bilgisi” çok zayıf olan İsmet Paşa’ya da “peki” demek düşüyordu. 

Bütün bu olumsuz gelişmelerin, Atatürk ilkeleri ile ne denli bağdaşmaz olduğu kolayca görülebilir. Onun zamanında ne yapılmışsa yıkılmış, ne yapılmışsa tersine çevrilmiştir. Atatürk’ün “tam bağımsızlık” ilkesini birkaç yurtsever aydından başka anımsayan ve anımsatan kalmamıştır. O yurtseverleri “bekleyen ise cezalandırılmak, hapishanelerde gün doldurmak” olmuştur (Yetkin, 2002:337). 

Sonuçtan iki taraf da memnundur: İsmet Paşa ve takımı da, Amerika da! 

Plan eksiksiz uygulanmış, hedefe ulaşılmıştır. 

Türkiye artık ABD yörüngesindedir. 

XIII) İlmikler Atılıyor: İkili Antlaşmalar 

Eğer uygulanan planı, yani “Türkiye’yi yeniden sömürgeleştirme” planını bir ağa benzetirsek, ağın ilmikleri ard arda gelen, sırasıyla 1945, 1946 ve 1947’de imzalanan üç antlaşma ile atılmıştır. 

A) 1945 Antlaşması: ABD ile Türkiye arasındaki ilk yardım antlaşmasıdır, 23 Şubat 1945’te imzalanmıştır. Antlaşma ABD’nin, “Ödünç Verme ve Kiralama Kanunu” çerçevesinde savaş sırasında Türkiye’ye verdiği savaş araç ve gereçleri ile ilgilidir. İki maddesi önemlidir: 

• Verilen silahlar, araç ve gereçler Türkiye’nin malı değildir, gerektiğinde geri istenebilir (5. madde). 

• Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti sağlamakla görevli bulunduğu ve müsaade edebileceği hizmetleri, kolaylıkları ya da bilgileri ABD’ye temin edecektir (2. madde). 

Bu maddelerin anlamı şu: Savaş malzemesinin mülkiyeti ABD’ye aittir. Türkiye bunları yalnızca ödünç almıştır. Karşılığında ise Amerika’ya her türlü hizmeti, kolaylığı ya da bilgiyi temin edecektir. Örnekler: Hava meydanları, limanlar ve yolların Amerikalılar tarafından kullanılması, Amerikalıların Türkiye’de üs ve tesis kurması… “Bu madde ile Türk Hükümeti, nerede başlayıp nerede biteceği belli olmayan çok geniş bir yükümlülük altına girmiş bulunmaktadır... Amerika’nın bu antlaşmayı basamak yaparak, bundan sonraki antlaşmalarda daha fazla imtiyazlar, haklar ve tavizler kopardığı... görülecektir”(Yetkin, 2002: 349). 

B) 1946 Antlaşması: İkinci yardım antlaşmasıdır. TBMM tarafından 27 Şubat 1946’da onaylanmıştır. Antlaşma ile, ABD Türkiye’ye 10 milyon dolar kredi açmaktadır. Kredi 10 yılda geri ödenecektir. 

Gerçekte, ortada açılmış bir kredi falan yoktur. Türkiye’ye herhangi bir para ödemesi de yapılacak değildir. Durum şudur: ABD’nin elinde İkinci Dünya Savaşı’ndan arta kalan silahlar, savaş araç ve gereçleri vardı. Türkiye söz konusu malzemeden satın alabilecek, aldıklarının bedelini taksitle ödeyecekti. Borcunu Türk Lirası olarak da ödeyebilirdi. Bu takdirde ABD bu parayı Türkiye’de harcayabilecekti. Peki, hangi amaçlarla? Burası önemli: Kültürel, eğitsel ve insanî gayelerle! Bunlar kuşkusuz ABD’nin “Türkiye’ye sızma stratejisi” ile ilgilidir ve bu stratejinin finanse edilmesi söz konusudur. 

Aynı konuda Haydar Tunçkanat’ın değerlendirmesi ise şöyle: “Türkiye’de bu parayı Amerikan Hükümeti adına kullanacak kişi, diğer elçilerden farklı olarak büyük bir güç ve önem kazanmakta ayrıca Türk Hükümeti üzerinde de bir siyasal baskı aracı elde etmiş” olmaktaydı. (Yetkin, 2002 :350) 

C) 1947 Antlaşması (Truman Doktrini): Türkiye’nin yazgısını değiştiren asıl antlaşma, budur (Yetkin, 2002: 351-357). 

Tarih 12 Mart 1947… ABD Başkanı Truman bir konuşmasında şunları söylüyor: “Yunanistan’ın komşusu Türkiye de dikkatimizi gerektirmektedir. Türkiye’nin bağımsız ve ekonomik olarak sağlıklı bir devlet olarak bekası, barışa bağlı bütün dünya milletleri için Yunanistan’dan daha az önemli değildir.” Türkiye’de hükümet, Başbakan Recep Peker, kuşkusuz İ. İnönü de bu konuşmadan çok memnun kalmıştı. 

Aradan yalnızca dört ay geçiyor. Tarih 12 Temmuz 1947… İnönü’nün ünlü bildirisinin de tarihi!... Türkiye için örülen ağ’a karşılıklı olarak birer ilmik daha atılıyor: Truman Doktrini, Türkiye adına Dışişleri Başkanı Hasan Saka’nın, ABD adına da Ankara Büyükelçisi Edwin C. Wilson’ın imzaladığı bir antlaşma ile uygulamaya konuyor. 

Antlaşmanın hükümlerini görelim. 

• Önce, antlaşmanın neden imzalandığı açıklanıyor (1. Madde): Türkiye Hükümeti; Türkiye’nin özgürlüğünü ve bağımsızlığını korumak için ihtiyacı olan güvenlik kuvvetlerinin takviyesini temin ve aynı zamanda ekonomik istikrarını sürdürmek amacıyla, ABD hükümetinden yardım istemiştir. 

• Örgütlenme (2. madde): Türkiye’de yardımın kullanılmasını denetleyecek, koşullarını belirleyecek, Amerikalılardan oluşan bir kurul görev yapacaktır. Kurul başkanının adı, “Misyon Şefi”dir. Türk Hükümeti bu kurula her türlü kolaylığı gösterecektir. 

Bu madde, “doğrudan doğruya Türkiye’nin iç işlerine karışmak” demekti. 

• Gözlem ve propaganda (3. madde): Amerika Birleşik Devletleri basın ve radyo temsilcilerinin, bu yardımın kullanılışını serbestçe gözlemlemelerine ve gözlemlerini tam olarak bildirmelerine müsaade edilecektir. Türkiye Hükümeti; yardımın amacı, kaynağı, mahiyeti, genişliği, miktarı ve ilerleyişi hakkında Türkiye’de tam ve devamlı olarak yayın yapacaktır. 

Ç. Yetkin 3. maddeyi şöyle yorumluyor: 1. fıkra yalnız Amerikalı gazetecilere tanınmış bir çeşit “kapitülasyon”dan başka bir şey değildir. 2. fıkra ise Amerika’nın propagandasını yapmayı, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ne bir görev olarak veriyor. 

• Her şey Amerika’nın çıkarları için (4. madde): Antlaşmanın “en can alıcı” maddesidir. ABD yaptığı yardımın üzerinde, kendi çıkarları yönünde ipotek oluşturuyor. Türkiye bu yardımı almıştır ama, esas olan ABD’nin güvenliğidir ve yardım esas itibariyle bu amaçla kullanılacaktır: “Türk Hükümeti yapılan yardımı tahsis edilmiş bulunduğu gayeler yolunda kullanacaktır. Türkiye Hükümeti, Birleşik Devletler Hükümeti’nin muvafakati olmadan bu türden hiçbir madde ve bilgilerin mülkiyet ve zilyetliğini devredemez. Aynı muvafakat olmadan subay, memur veya görevli sıfatını taşımayan bir kimseye açıklanmasına, maddeler ve bilgilerin verildikleri gayeden başka bir gayede kullanılmasına müsaade etmeyecektir.”

Türkiye -artık muhalefete düşmüş İsmet İnönü de- bu ifadelerin acı anlamını yıllar sonra, Kıbrıs’a çıkarma yapılması girişimi sırasında ABD Başkanı Lyndon Johnson’ın 3 Haziran 1964 tarihli, uzun süre kamu oyundan gizlenen mektubuyla öğrenecektir. Ancak bugünkü perişan halimiz gösteriyor ki bundan da ders alınmamıştır. Başımıza geçirilen çuvalları da kuzu kuzu sineye çekiyoruz. 

Oldukça kaba bir üslupla yazılmış olan mektupta şöyle deniyordu: 

“Türkiye ile mevcut 1947 tarihli antlaşmanın 4. Maddesi gereğince askeri yardımın, veriliş amaçlarından ayrı gayelerde kullanılması için ABD’nin muvafakatının alınması gerekmektedir... Mevcut koşullar altında Türkiye’nin Kıbrıs’a yapacağı bir müdahalede Amerika tarafından sağlanmış olan askeri malzemenin kullanılmasına ABD muvafakat etmemektedir.”

Bu ifadelerin somut anlamı ne? Amerikan Başkanı neyi ima ediyor? 

Çetin Yetkin’in yorumuna başvuralım: 1947 antlaşması ile sağlanan askerî yardım, ancak Sovyetler’e karşı ve o da ABD’nin izin vermesi koşuluyla kullanılabilir. Türkiye’nin ulusal güvenliğine yönelen diğer tehditler ABD’yi ilgilendirmez. Meğer ki bu silahları kullanmak için Amerikan hükümeti izin vermiş olsun. ABD’nin kaygısı Türkiye’nin savunulması değildir. Onun gözünde Türkiye SSCB karşısında bir ileri karakoldur, bir fedai birliğidir. 

1947 Antlaşması bir “ittifak” antlaşması değil, tek taraflı bir yardım uygulamasıdır. ABD, Türkiye’nin SSCB’ye karşı savunulması konusunda hiç bir yükümlülük altına girmemiştir. Yalnızca silah, malzeme ve para yardımında bulunmuştur. Türkiye ise, Amerikan askerî varlığına Türkiye’nin kapılarını açmış, ABD’ye ülke yönetiminin bazı alanlarında karar verme yetkisi tanımıştır. Hattâ Amerika’nın propagandasının devlet eliyle yapılması kabul etmiştir. 

Truman Doktrininin uygulaması şöyle başladı (Yetkin, 2002: 358): 

• 22 Mayıs 1947’de General L.E. Oliver başkanlığında 20 kişilik bir askeri yardım kurulu Türkiye’ye de geldi. Bu kurulun onuruna Ankara Palas’ta verilen kokteyle İnönü de katıldı. 

• İlk görüşmelerden sonra bu kurul üyeleri gruplara bölünerek ülke içinde inceleme gezilerine çıktılar. 

• 24 Mayıs 1947’de Kara Kuvvetleri subay üniformaları, Amerikan subaylarınınki örnek alınarak değiştirildi. 

• Ağustos ayı sonunda bir grup subay ABD’ye eğitim görmek üzere gönderildi. 5 Ekim 1947’de Genelkurmay Başkanı Orgeneral Salih Omurtak başkanlığında general, amiral ve subaylardan oluşan bir kurul ABD’ye gitti. 

• Bu arada Amerika’dan ilk parti yardım malzemesi ile yola çıkan gemilerin 15 Ekim’de İskenderun Limanı’na ulaşacakları, bu malzemenin yol yapımında kullanılacak iş makineleri olduğu, kullanacak teknisyenlerin de aynı gemilerle gelmekte oldukları haberi basında yer aldı. 

iXIV) N. Berkes’e Göre “Dışa Ayarlı Politika”nın Başlaması

Türkiye’de Amerikancılığın, kendi deyişiyle “dışa ayarlı politika”nın nasıl başladığını bir de Niyazi Berkes’den dinleyelim [Unutulan Yıllar, İletişim Yayınları, İst., 1997, çeşitli sayfalar]: 

N. Berkes’e göre (ss.192-194) Türkiye’nin 2. Dünya Harbi’ne girmesini isteyen herhangi bir devlet yoktu: Ne Almanya, ne Rusya, ne İngiltere, hele ne de Amerika!... Nasıl ülkeye demokrasiyi İsmet Paşa’nın getirdiğine inandırılmışsak, savaşa da onun yüksek diplomasi becerisi sayesinde sokulmadığımıza inandırılmıştık. 

Gerçekte her şeyi belirleyen, iki büyük devletti: İngiltere ve Almanya... Millî Şef’in dehasına bağlanan tarafsızlık diplomasisinin gerçek mimarları bunlardı. 

Duruma Von Papen hâkimdi! Onun istediği olacaktı ve olmuştur. Onun arzusu, Berlin’de Hitler’le kararlaştırdığı işi, yani Türkiye’nin “tarafsız” kalmasını sağlamaktı. İngiltere’nin istediği de buydu. Millî Şef ile Saraçoğlu’na düşen, bu iki devletin ortak isteğine göre davranmaktan ibaretti! Ünlü “tarafsızlık” siyasetinin aslı işte budur! 

Türkiye’nin, ulusal egemenlik ilkesine dayanan bağımsız bir dış siyaset uygulamak yerine, başka ülkelerin kendi çıkarlarına göre oluşturup yürüttükleri politikalara takılıp gitmesi, işte bu tarihten sonra başlamıştır. 

Niyazi Berkes devam ediyor (s.198): Von Papen’in neden büyük bir Türk dostu olarak bilindiğini, ölümünden sonra onun ardından neden yalnız Türkiye’de yas tutulan yazılar kaleme alındığını anlamak kolaydır: Çünkü o Millî Şef hükümetine Hitler’in kuracağı Avrupa Düzeni’nde Nazi uyduluğu vâdediyordu! 

Bu uyduluk kısmet olmadı. Onun yerine ABD uydusu olmanın kapısı açıldı. 

İsmet İnönü, Von Papen’in başına sardığı Turan serüveninin sorumluluğunu sırtından atmak için, bir “ırkçı-turancı ayaklanması” keşfetmiş; buna katılanları, yalancıktan mahkûm ettirdikten ve iş unutulduktan sonra da, salıverdirmiştir. Böylece, bir taşla bir kaç kuş vurarak, kendisinin Turancılıkla hiçbir ilgisi olmadığı, bu gibileri sıkıyönetim karşısına çıkaracak kadar ileri kafalı olduğu inancının kafalara yerleşmesini sağlamıştır. İşin aslını öğrenmek için olaya daha yakından bakmanın, Nazi çöküşü üzerine Şef’in neden o kadar çırpınırcasına Amerika uyduluğunu sağlama çabasına sarıldığını anlamamıza da katkısı olacaktır (s.240). 

Bir gün Sadi Koçaş’ın da aklına şöyle bir soru gelmiş: Neden Üçüncü Dünya önderliği Tito, Nehru, Nasır gibi adamlara kaptırılmış da böyle bir önderlik Türkiye’ye nasip olmamış? Sorunun yanıtını, daha sonra İnönü ile yaptığı bir görüşmede bulabilmiş. Ona şu soruyu sormuş: “İkinci Dünya Savaşı sonunda tarafsız kalamaz ve Birleşmiş Milletler’de etrafımızda bir grup oluşturamaz mıydık, Paşam?”

İnönü’nün yanıtı şöyle: 

“Mutlaka oluştururduk. Ve ben bunu planlamıştım kafamda yıllarca. Ama Stalin’in hırsı önledi. İki tehlike arasındaydık. Batıyı ehven-i şer bulduk. Halbuki en büyük şerrin “ehven-i şer” olduğunu da biliyorduk, ama başka bir şey yapmamız çok zordu.”

Berkes’e göre Şef’in buyurduğu sözlerde tek bir gerçek var, o da kafasında bir şey planlamış olduğu... Üçüncü Dünya ülkelerinin önderliğini düşündüğü tümden asılsızdı. O zamanlar böyle bir kavram bile yoktu. Peki, neydi kafasında planladığı şey? 

Paşa’nın, kafasında tasarladığı plan şuydu (s. 304): 

i) Kendi yönetimini Batıya beğendirmek; 

ii) Büyük bir devletin himayesine girmek; 

iii) Sorumlulukları unutturmak; barış dünyasından yeni avantajlar sağlamak; 

iv) Bütün bunları zorlaştıracak engeller çıkacak olursa, o ezelî “değişmez düşman” görüşünü veryansın ettirmek (bu işi yapacak demagog kişi ve çevreler Nazi yıllarından kalma olarak bol bol vardı); 

v) Daha da sıkışırsa Batı dünyasına “Türkiye içinde kızıl bir devrim tehlikesi var” izlenimini vermek ve -yeterli demokrasi kamuflajları yapıldıktan sonra- kendi rejiminin sürmesini sağlamak; 

vi) Kısacası, ne yapıp yapıp tahtından inmemek. 

Berkes şöyle kestirip atıyor: Amerika uyduluğunun kapısını açan ne Bayar’dır, ne Menderes’tir; Millî Şef’in ta kendisidir. O kapıyı açana değin, planladığı şeylerin kimilerini gerçekleştirmiş, kimilerini ise gerçekleştireyim derken kamuflaj uygulamalarının yanlış sonuçları yüzünden kendi partisinin içinden doğan “psikopatlar” demokrasisi tarafından tahtından indirilmiştir (ss. 303-305). 

Berkes’e göre Türkiye’nin, Amerika’yı işin içine sürükleme çabaları başlangıçta sonuç vermemiştir. 

Milli Şef, Ankara’da Rus tehlikesi korkuları içindeyken -bir yandan da iç muhalefet “düzen”leri ile karşılaşırken- Amerika’nın kendisine ve hükümetine karşı soğuk davranmakta olduğunu gördükçe korkusundan ne yapacağını bilemiyordu. Halbuki savaş sonrası için yapılan büyük pazarlıklarda Türkiye’nin bir çekişme konusu olduğunu gösteren hiçbir belge yoktur. Türkiye 1945-1947’de dünyanın büyük sorunlu yerleri listesinde yer almamıştır (ss.330-331). 

Yazarımız şöyle devam ediyor: Görüyorsunuz, üzerinde o zaman onca gürültü koparılan sorun; sadece ve sadece makamlarını yitirmek istemeyenlerin yalancıktan demokrasi oyununa girişerek, o mahut “tehlike” gerekçesiyle Türkiye’yi “bir ihtilâlin eşiğinde” olan bir ülke gibi göstermelerinden ibarettir. Türkiye’nin başında bulunmak tekelini sürdürmek isteyen bir rejim, Boğazlar’ı vesile ederek ne pahasına olursa olsun yerinde tutunmayı büyük ve güçlü bir devletin garantisine, diplomaside çok kötü bir anlamı olan himayesine (protectorate) bağlama peşindedir! (ss. 341-342) 

Niyazi Berkes’e göre İsmet İnönü ABD’ye yaklaşmak için Rus tehlikesini bir koz olarak kullanmış, demokrasiye de aynı amaçla geçmiştir. 

Ancak sonuç Türkiye için trajik olmuştur: Yeniden Sevr’e dönüş!

Kitabından izliyoruz: 

Gerçekte istenen demokrasi değildi; demokrasi görüntüsü altında, şeflik yönetiminin sürmesi için gerekli “tehlike” korkusunu sürekli kılmaktı. “Sovyet baskısı” denen şeyin de amacı üs değil, Saraçoğlu hükümetini düşürmekti. İnönü, zamanı gelince Saraçoğlu’nu da kurban verdi. Ne var ki, Truman doktrinin ilânına kadarki dönemde, Amerikan uyduluğunu ondan daha iyi sürdürebilecek parti olduğunu gerekli yerlere anlatabilmiş olan Demokrat Parti’nin iktidara gelişine değin, meydanı demagogların at koşturmasına bırakarak, kendi “sırça köşk”üne çekildi. 

Terbiyeli, genç bir efendi görünümü veren Adnan Menderes’in, ileride nasıl iktidar koltuğunun sarhoşluğu içinde edepsizleşebilen bir politikacı olabileceğini, kendisini sevemeyen halk arasında evliyalaşabileceğini hiç ummuyordu. Bu demagoji aşamasına girerken, iki olasılıktan hangisinin doğrultusuna yöneldiğini göreceğiz. Bu olasılıklardan biri “demagoji yoluyla muhalefeti yok etmek,” diğeri “onu yozlaştırma karşılığı iktidarı yitirmek”ti. Şimdiki numarası, arka plana çekilmek; demagoji alanında kendine yararlı olacak kim varsa serbest bırakmaktı. Bunlar herhangi bir eleştiriyi “Moskova ağzı ile konuşuyor” çığlığı ile ağızlara tıkayacak ve daha da ileri giderek Amerika’yı “Türkiye’de kızıl tehlike olduğuna” inandıracaklardı. Celâl Bayar, Fuat Köprülü bile böyle susturuldu (ss.342-343). 

Türkiye’yi bugüne getiren yolun nasıl açıldığının en iyi izahını, bir görüşmemiz sırasında Dr. Adnan Adıvar yapmıştı. Mecliste kadroların kaldırılması için getirilen kanun tasarısının tartışılmasına başlanırken bu tasarıya karşı olduğunu belirten Adnan Adıvar, oturumu terkedip dışarı çıkarken, arkasından milletvekili arkadaşları “Sen de mi Moskova’ya, sen de mi Moskova’ya?” diye bağırmışlar. Bunu bana anlattıktan sonra şöyle dedi: “Niyazi bey oğlum, şu yanı başımızdaki dev ülke ile uğraşıldığı sürece, bu ülkede ne demokrasi olur, ne de özgürlük. Demagoglar boyuna onu vesile ederek bu iki davanın savunucusu olanları kolaylıkla lekeleyeceklerdir. Bir zamanlar Mustafa Kemal bu devle (Rusya ile) iyi ilişkiler kurmayı başarmıştı. İsmet’se bu işi yüzüne gözüne bulaştırdı. Şimdi bunun cezasını siz çekiyorsunuz. Bu gidişle bu memlekette biz de siz de boşuna uğraşmış olacağız”. 

Bu kötümser sözleri dinlediğim zaman, kapsamını anlamamış, üstelik verdiği yargıyı doğru bulmamıştım. Sözünü ettiği İsmet Paşa’nın, bu demagojilerin hedefi olduğunu sanıyordum. Yalnız, o sözlerin Mustafa Kemal ile arası açılmış olan, yurda ancak İsmet İnönü zamanında dönebilmiş bir kişinin ağzından çıkmış olması beni hep düşündürmüştür. Ben bile ancak 70 yaşıma geldikten ve anılarımı, görüşlerimi yazıya dökmeye başladıktan sonradır ki Adıvar’ın verdiği yargının dayandığı mantığı kavramaya başladım. 

Adnan Adıvar’ın yargısı yerindeydi. Paşa Moskof tehlikesi oyununu, demagoglarla boy ölçüşecek oranda kullanmaya girişmekten çekinmedi. Ülkeyi, içinden kolay kolay çıkılamayacak darboğazlara getirdikten sonra, arkasında bugüne değin süren bir siyasal saçmalama, bir “sağduyu bunalımı” geleneği içinde bıraktı. Şefliğini sürdürebilmek için partisinin içine soktuğu “Nietzsche”ciler, Şalcı’lar, Satır’lar ve CHP’nin diğer “mezar kazıcıları” ile giriştiği direnme 1950’ye kadar sürdü. 

Ülkeyi büyük bir dış sorun içine soktuktan, iç sorunlarını bir daha içinden çıkılamayacak bir karışıklık içine soktuktan sonra, bunların hepsini Demokrat Parti’ye devretti. 

Türkiye için “Manda” kapısını, onun arkasından Sevr’e giden yolun kapısını, Halk Partisi’nin “mezar kazıcıları” dediğim kişilerinin yükselttiği “Moskova’ya, Moskova’ya” haykırışları arasında ilk açmış olan Millî Şef İnönü’dür, Menderes’lerin iktidara gelişinden üç yıl önce!... 

Süleyman Demirel de o yolun tutarlı bir yolcusudur. Tarihsel bilinçten yoksun sızlanmalara rağmen, söyleyeyim: “Nereye mi gidiyoruz?” Sevr’e!... Onun malî koşullarını IMF’ninkilerle karşılaştırın, yanlış söyleyip söylemediğime yine siz kendiniz karar verin (s. 479-496). 

XV) N. Berkes’e Göre Truman Doktrini

N. Berkes’e göre Truman doktrini Amerikan bencilliğinin, Amerika’nın dünyayı ele geçirme tutkusunun eseridir. Ne var ki onun bu yönü, Türk halkından gizlenmiştir. “Unutulan Yıllar” dan (ss. 381-382) özetliyorum: 

Truman Doktrini bizde Yunanistan ile Türkiye’ye bilmem kaç milyon dolar verme ve iki ülkeye yönelik -birinde “iç savaş” şeklinde, diğerinde “Boğazlar sorunu” şeklinde- ortaya çıkan Sovyet baskısına karşı bu iki ülkeyi destekleme girişimi olarak görülür. Oysa Truman Doktrini bundan çok daha kapsamlı bir doktrindir. 

Truman Doktrini “ ABD’nin Dünya Egemenliği ” Doktrinidir!

Bu doktrin “özgür” ulusların özgürlük haklarına karşı Sovyet emperyalizmine çevrilmiş dinsel bir çağrıya dayanır. Çağrı şöyledir: Özgürlük savunuculuğu yapmak Tanrı’nın Amerikalılara verdiği bir görevdir. Tanrı, onlara, kendilerine güvenmekle Tanrı’ya güvenmenin aynı şey olduğunu buyurmuştur. Dünya ulusları ikiye ayrılır: “özgür” uluslar ve “köle” uluslar. Köle ulusları Tanrı’nın emrine göre özgürlüğe kavuşturmanın yolu, onlara “refah” sağlamaktır. “Refah” ise ancak “liberal” ekonomi ile sağlanabilir. Bu, Amerika’nın kendi liberal ekonomisinin de var olmasının temel koşuludur. Amerika, savaş sonrasının ekonomik güçlüklerinden, dünyaya Amerikan ekonomik sistemini kabul ettirmekle kurtulabilir. 

1946 ilkbaharı ile 1947 yazı arasında iki ülkede olup biten başlıca olayların bir cetvelini yapın; o zaman Truman Doktrini’nin bizimkilerin ayağına kadar, nasıl geldiğini anlarsınız. 

• Truman Doktrini’nin, 1918 Wilson Doktrini’ne benzer yanına kimse değinmemiştir. Bunu görmek, bizim için çok güç bir şey değil. Truman Doktrini’ne karşı hem Amerika’da hem Avrupa’da yöneltilen eleştirileri Türk basını halka yansıtmamıştır. 

Amerikan bilim adamlarının eleştirilerinde Amerikan yardımının gerçek amacının despotik hattâ devletçi rejimlere karşı demokrasinin savunulması olması gerekirken, Türkiye gibi demokrasiye aykırı bir devlete yardım vermenin anlamsızlığı üzerinde durulmuştur. Fakat, bunları kaygı içinde yakından izleyen Ankara’ya göre, bunlar “Moskova ağzı” ile konuşan Türk düşmanlarıydı. 

Türkiye’de insanca, uygarca bir kalkınma yoluna girilmesini bütün varlığımızla istediğimiz bir zamanda, aslında Amerika’yı tanımayan, ona düşman olan, Batıya karşı her çeşit sahtekârlığı yapmaktan çekinmeyecek olan kişilerin başlattıkları rezaletler yüzünden ne Amerikan yardımının bir faydası görülmüş, ne de çağdaş bir ulus olma uğruna yapılmış bir savaşın bizlere emanet ettiği görevler yerine getirilmiştir. 

Amerika’daki son perdenin baş aktörü olan McCarthy adlı sahtekârın, kendi ülkesini ne hale getirdiğini, 13 yıl sonra Amerika’ya gittiğim zaman gördüm. Üniversitelerde bile kimse korkudan ağzını açamıyordu. Bizde Sökmensüer’lerin, Reşat Şemsettin Sirer’lerin, Sadi Irmak’ların arkasından, McCarthy’ler türedi. Burada, Amerika’ya kıyasla iki yıllık öncülük şerefimiz bile var. 

Sonuç

Truman Doktrini ile başlayan Amerikan “yardımı” ülkemizi Kemalist Yol’dan saptırdı. Türkiye Amerikan emperyalizminin gereklerine uygun şekilde yeniden yapılandırıldı. Hem de bütün yönlerden: Askeri yönden, dış politika yönünden, ülke içinde özellikle emekçi kesimlere ve aydınlara karşı izlenen tutum açısından, kültürel yönden: Özetle 1923-1938 Türkiyesi’nde, Atatürk zamanında ne yapılmışsa hepsi yıkıldı, ters yüz edildi: 

• Bağımsızlığımızın yitirilmesine karşı yükselebilecek sesler susturuldu. 

• ABD ile başka antlaşmalar, ikili antlaşmalar yapıldı. Bunlarla siyasal ve ekonomik bağımsızlığımız törpülendi, giderek yok edildi. 

• Türkiye ABD için bir hammadde deposu ve pazar haline getirilmeye başladı. 

• Millî eğitimimiz ulusal olmaktan çıkarıldı, ona Amerikan çıkarlarına uygun bir yapı kazandırıldı. Atatürk Devrimleri’nin birinci güvencesi olan Köy Enstitüleri kapatıldı. Yerine imam-hatip okulları açılmaya başladı. 

• Ekonomi politikası olarak devletçilik sulandırıldı. 

• Türkiye IMF’nin kıskacına sokuldu. Dış borçlanma başlatıldı. 

• Ulaştırmada demiryolları terk edildi, karayoluna ağırlık verildi. 

• Türkiye’nin sanayileşmeden vazgeçmesi yönünde telkinler yapıldı. 

• İrtica yeniden harekete geçti. 

Atatürk’ün yolu... Kurtuluşa, cennete, gönenç ve onura giden yol... Ne büyük hatâdır ki bir süre sonra sapılıyor, o yoldan. Sapılan yerde, ayak izleri... Sapanlar bütün sonraki kuşakları, bizleri de sürükleyip götürdü. O izler arasında, hem de en başlarda “İsmet İnönü’nün ayak izleri var.”

Biz böyle deyince Atatürkçülüğü “laiklik ve çağdaşlık” köşesine sıkıştıranlar öfkeleniyorlar. “Sovyet tehdidi karşısında, başka ne yapabilirdi? Batıya sığınmaktan başka seçeneği yoktu” diyerek İsmet İnönü’yü mazur göstermeye kalkışıyorlar. 

Oysa, bir seçenek daha vardı! 

Atatürk, Nutuk’ta haykırıyor o seçeneğin ne olduğunu: 

“Temel ilke Türk milletinin haysiyetli ve şerefli bir millet olarak yaşamasıdır. Bu ilke ancak tam istiklâle (bağımsızlığa) sahip olmakla gerçekleştirilebilir… Yabancı bir devletin koruma ve kollayıcılığını kabul etmek, insanlık vasıflarından yoksunluğu, güçsüzlüğü ve miskinliği itiraftan başka bir şey değildir… Bu seviyesizliğe düşmemiş olanların, isteyerek başlarına bir yabancı efendi getirmelerine asla ihtimal verilemez. Halbuki, Türk’ün haysiyeti, gururu ve yeteneği çok yüksek ve büyüktür. Böyle bir millet esir yaşamaktansa, yok olsun daha iyidir! 

Öyleyse, ya istiklâl ya ölüm!”

Atatürk’ün bütün başarısı bu formülde gizlidir. 

Tabii, İnönü’nün bütün başarısızlığı da!

Prof. Dr. Cihan DURA, Haziran 2004

Namık KEMAL:

"Vatanın bağrına düşman dayamış hançerini,
Yok mudur kurtaracak bahtı kara maderini?"

...

Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK:

"Vatanın bağrına düşman dayasın hançerini,
Bulunur kurtaracak bahtı kara maderini."


http://www.guncelmeydan.com/pano/turkiye-de-amerikancilik-nasil-basladi-prof-dr-cihan-dura-t32867.html



***

TÜRKİYEDE AMERİKANCILIK NASIL BAŞLADI. BÖLÜM 2


TÜRKİYEDE AMERİKANCILIK NASIL BAŞLADI. BÖLÜM 2


VII) “Türkiye: Amerikan Pazarı”

II. Dünya Savaşı sonu... İngiltere savaştan bitkin çıkmıştır. Bu durum, ABD için büyük fırsattır. Hemen harekete geçiyor: Hedef, dünya pazarlarını ve kaynaklarını ele geçirmek!

Buna karşılık ABD’nin girişimi de, Türk yöneticiler için bir fırsattır: Ne pahasına olursa olsun ABD’nin sempatisini kazanmak, onun desteğini elde etmek gerekmektedir. Çare yine hazırdır: ABD ile ticareti olabildiğince geliştirmek.

Zaten ortam öylesine “Amerikancı”dır ki Türkiye’ye gelen her Amerikan malı coşkuyla karşılanmakta, Türkiye’nin Amerika için bir pazar durumuna sokulması büyük bir iyilik gibi gösterilmekte, iş çevreleri sevinçten uçmaktadır. Ç. Yetkin kanıt olarak Ahmet Emin Yalman’ın Vatan gazetesinde 20 Şubat 1946’da çıkan şu haberini gösteriyor: Amerika Ortadoğu Kumpanyası’nın bir şubesi olmak üzere ithalat ve ihracat işleri ile meşgul olacak bir Türk Ortadoğu şirketi kurulmuştur. Ortadoğu’yu bir Amerikan pazarı haline getirmek ve uzun vadeli krediler açmak gayesiyle kurulan bu şirket hakkındaki haber, piyasada büyük bir ilgi uyandırmıştır. Şirket, Amerikan Ortadoğu Kumpanyası’nın temsil ettiği 160 Amerikan fabrikasının tüm ürünlerini satmaya yetkilidir. Böylece Türkiye bir Amerikan pazarı haline getirilecek, bütün ihtiyaçları karşılanacaktır.

Şu ifadelere dikkat ediniz: Ortadoğu bir Amerikan pazarı haline getirilecektir! Türkiye bir Amerikan pazarı haline getirilecektir!

VIII) Missuri Nasıl Karşılandı?

İşte, tam bu ortamda Amerikalıların Missuri adlı savaş gemisi 6 Nisan 1946’da İstanbul Limanı’na demirliyor. Missuri’nin gelmesi, ABD’nin, Sovyetler Birliği’ne karşı Türkiye’nin yanında olduğu biçiminde yorumlanıyor. Öte yandan değerli “konuklar”ı ağırlamak ve onurlandırmak için yapılanlar, işin ölçüsünün kaçırılmış olduğunu gösteriyordu (Yetkin, 2002: 260-262). Ancak önemli olan, başta İsmet Paşa, Hükümet’in, iş çevrelerinin ve diğer ilgililerin rahat bir nefes almış olmasıydı. Oluşturulmakta olan zincirin eksik bir halkası daha tamamlanıyor, “plan” aksamasına meydan verilmeden yürütülüyordu.

Acaba uçak gemisinin İstanbul’a gelişini aydınlar nasıl karşılamıştı? Yazarlar kamu oyunu nasıl etkilemeye çalışmıştı? Ç. Yetkin’i izleyerek iki anlamlı örnek üzerinde yanıtlayalım, bu soruları: Ahmet Emin Yalman ve Falih Rıfkı Atay. Neden anlamlı? Birazdan anlayacağız.

Önce Ahmet Emin Yalman…

Yalman Amerikan gemisinin İstanbul’a gelişine en çok sevinenlerden... Gazetesi Vatan’da şöyle yazıyordu: “Missuri’ye … bütün dünyanın güvenine ait ortak bir silah gözüyle bakmak yerindedir… Bu koca dövüş gemisi bütün insanlara ferahlık ve güven telkin edecek bir barış bayrağıdır.” Yalman kamuoyuna şunu telkin etmeye çalışıyor: Missuri aynı zamanda Türkiye’nin de bir savaş silahıdır. Türkler barış ve güvenliğe onun sayesinde kavuşabilir.

Sonuç olarak Yalman “Türkiye’nin güvenliğini ABD’ye ihale etmekteydi.” Bu da olağandır. Çünkü o zaten koyu bir Amerikan yanlısı idi. Yazdıkları, özü “tam bağımsızlık” olan Kemalizmden ne kadar uzak, ne kadar habersiz olduğunu açıkça gösteriyor.

Asıl şaşırtıcı olan, Falih Rıfkı Atay’ın davranışıdır.

“Zeytin Dağı”nın, “Çankaya”nın yazarı Atay, “Missuri” başlıklı yazısında şunları söylüyordu: “Amerika’nın ne istediğini biliyoruz: Hür, eşit ve egemen milletlerin ortaklaşa güvenliğine dayanan, harpsiz, saldırısız sadece ahlâk ve kanun, bağlaşma ve antlaşmaların hüküm sürdüğü bir dünya! Böyle bir dünyada yaşamak isteyen herkes Amerikan bayrağında kendi talih yıldızını görür...”

İnsanlar ne kadar da çabuk değişiyor! O zamanki ABD mi gerçek kimliğini gizlemekte öylesine başarılıydı? Yoksa F. R. Atay mı ABD’yi yanlış tanıyordu? Atay’ın yorumları günümüzün “holding medyası” yazarlarının ABD methiyelerinden hiç de geri kalmıyor.

Durumu açıklayıcı iki faktör akla geliyor: Birincisi aydınlarımızın, özellikle tarih ve ekonomi alanında az okumaları, dünya hakkında bilimsel görüş zayıflıkları… İkincisi Atay’ın zaten “İnönü’nün yakın çevresi”nde bulunması... Düşünce olarak, o çevrenin dışında kalamadı.

Ç. Yetkin’in (2002: 270) yorumu ise çok düşündürücü: “Atatürkçülüğü’ne toz kondurmayan Atay’ın, Amerikan bayrağındaki yıldızlardan birinin de Türk ulusunun talih yıldızı olduğunu yazmış olması; ülkemizde karşı devrimin daha başlangıç yıllarında ne boyutlara ulaşmış olduğunu kanıtlaması bakımından önemlidir.”

Bu yazarlar farklı politik kutuplardaydı: İlki, Yalman, Demokrat Parti’yi destekliyordu. F. R. Atay ise CHP’li idi. Ancak bir noktada birleşiyorlardı: Amerikancılıkta! Her ikisi de Amerika’ya övgüler düzmekte birbiriyle yarışıyor. Genelleme yaparsak Ç. Yetkin’in vurguladığı, şu hazin sonuçla karşılaşıyoruz: Türkiye’yi ABD’nin yörüngesine sokmakta o zamanın iktidarı da, muhalefeti de -CHP de, DP de- tam bir görüş birliği içindeydi.

IX) Aydınlarımızın Amerika Hayranlığı

Amerika hakkındaki yanlış bilginin aydınlar arasında ne kadar yaygın olduğu, dönemin siyasetçileri ile bir gazetecisinin aşağıda sunacağım görüşlerinden (Yetkin, 2002:332-346) kolayca anlaşılıyor.

Önce siyasetçiler:

• Yavuz Abadan (CHP, akademisyen): “Dünyanın kalkınması için zorunlu olan Amerikan yardımı, ümitsizliklerden doğacak kötülükleri önlemekle kalmayacak, uluslararası iş birliğinin kurulmasına olan inancı da artıracaktır.”

• Ahmet Şükrü Esmer (CHP, akademisyen): “Amerikalılarla ilişkilerimiz yenidir. Fakat bütün temaslarımızda onları iyi niyetli ve temiz duygulu insanlar olarak tanıdık.”

• Hamdullah Suphi Tanrıöver (CHP, hatip): “Milletler hâlâ endişe ile bakıyor, ışık nereden geliyor? Bu ışığın bir kaynağı var: Yine Amerika. Ümit nereden geliyor? Amerika’dan. Güven nereden geliyor? Amerika’dan. TBMM tutanaklarına göre, Tanrıöver’in bu sözleri üzerine milletvekillerinden “bravo” sesleri yükselmiştir.

• Nihat Erim (CHP, bakan): “.....Maddi ilerlemeler sahasında en önde gelen millet, ruh yüksekliği bakımından da en baştadır. Gerçekten ABD’nin gerek harp içinde, gerek şu harp sonrası dünyada oynadıkları asil rol bu millet tarihinin en büyük şereflerinden biri olarak anılacaktır ... Bu siyaset ancak ve ancak yüksek bir ahlakî evrim aşamasında görülen bir siyasettir. ABD’nin yepyeni bir egemenlik, taptaze bir ekonomi anlayışının öncüsü olarak da bütün insanlık için hayırlı işler başarmak istediğini görüyor ve takdirle karşılıyoruz.” Meclis tutanaklarına göre, Erim’in bu sözleri de “bravo” sesleriyle karşılanmış.

 Falih Rıfkı Atay (CHP, yazar): “Amerika barışçı bir devlettir. Özgürlük ve hukuk temelleri üzerine dayanan bir dünya düzeni ister. Harpte ve hegemonyada menfaat aramaz...”

• Namık Zeki Aral (CHP): “Türkiye ile Birleşik Amerika arasında kendini gösteren sıkı bir çıkar ortaklığı, tarihin şu çok nazik ve tehlikeli anlarında ülkemiz için şüphesiz ki, talihin lütfettiği en büyük onurlardan biridir”.

• Muhittin Baha Pars (CHP): “Bu ses nihayet Amerika’dan peygamber gibi temiz ve kusursuz olan büyük insanın, büyük Ruzvelt’in sesi olarak ufuklara aksetti. İnsanları tutsaklık altında bırakmayacağız diyen bu azametli ses Ruzvelt’in vatandaşlarının sesiyle birleşerek ufuklarda bağrışmalar vücuda getirdi. Bundan sonra Amerikalılar açların imdadına ve silahları ellerinde olarak tutsak milletlerin yardımına koştular... Peygamber gibi temiz ve kusursuz Ruzvelt’i, onun halefi olan değerli devlet adamı Truman’ı saygıyla selamlar ve Türk milletinin insanlık yolunda da, barışta da insanlığa yardımda beraber olacağını söylemekle iftihar duyarım.”

• Fuat Köprülü (DP’nin kurucularından, daha sonra Dışişleri Bakanı): Birleşik Amerika’nın dünyanın hiçbir yerinde emperyalist bir gaye takip etmediği bütün siyasi hayatı ve olaylarla sabittir. Amerika’nın bütün Avrupa ve dünya milletlerine yardımı, doğrudan doğruya büyük maddi imkânlara sahip olan bu ülkenin, bütün insanlığı korkunç bir çöküntüden kurtarmak için yaptığı büyük bir fedakârlıktır. Tarihte benzeri görülmemiş bir insanî harekettir.”

Gazetecimiz ise Zekeriya Sertel.

Z. Sertel Atatürk devrimlerinin birçoğuna karşı çıkan, Türkiye’de Amerika’yı en çok yücelten, Türklere Amerikan yaşam biçimini imrenilecek bir model olarak gösteren, bu konuda en önde gelen kişilerden biri. Bakın ABD hakkında neler yazıyordu:

“Amerika özgür bir delikanlı gibidir. Ne ayaklarında geçmişin zinciri, ne de omuzlarında tarihin ağır yükü vardır. Ülke baştan başa neşe için, eğlence için, zevk için hazırlanmış gibidir. Çalışmada da öyledir. Biz işlerimizi ihtiyarlar gibi yavaş yavaş, tembel tembel, istemeye istemeye yaparız. Halbuki Amerika’da iş içinde iş, onun dışında sürekli bir hareket vardır.

Bizde din bizleri ahirete hazırlayan bir kurumdur. Orada din toplum hayatında önemli bir rol oynayan, bireylere dünyada başarılı olmanın yollarını gösteren sosyal bir kurumdur. Kilise hayatın içindedir. Bizde ise din bize yalnız ahiret yolunu gösteren, dünya ile ilgimizi kesmeyi öğreten bir kurumdur.”

“Türkiye’nin … kalkınma planına uzanacak en samimi yardım eli, Amerika’dan gelebilir. Amerika, İngiltere ve Rusya dahil, bütün dünyanın yardım eli beklediği bir merkez olmuştur. Para orada, makine orada, teknisyen orada toplanmıştır. Böyle bir ülkenin Türkiye’ye yardım elini uzatması bulunmaz bir nimettir.

Amerika’nın başka milletlere yardım siyaseti, şimdiye kadar bildiğimiz emperyalizm siyasetine dayanmaz. Amerika’nın başka milletlere yardım ederken takip ettiği iki gaye vardır. Biri yardım ettiği ülkenin sanayileşmesi ve bu şekilde o ülke halkının düzeyinin yükselmesi, diğeri de bu suretle tüketim gücü artan ülkenin kendisinden fazla mal alabilmesi… Yani Amerikan siyasetinde de bir pazar tutma siyaseti varsa da, bunu aynı zamanda o ülkenin yükselmesi ile barıştırmaya çalışmaktadır.”

“Amerika’nın tek hedefi dünya barışını kurmaktır.”

“Amerika’da kaldığım 3 yıl hayatımın en önemli yıllarıdır. Ben gazeteciliği orada öğrendim. Fikirde en büyük gelişmemi orada yaptım . Hayatı orada öğrendim.”

Toparlarsak, politikacılarımızın ve aydınlarımızın hayran olup taparcasına benimsedikleri ve kaçınılmaz olarak halkımıza da aşıladıkları “Amerikan imajı” şöyledir: Amerika ve Amerikalılar insan üstü varlıklardır. “Gökten inmiş, iyilik melekleri”dir. Tek amaçları vardır: İnsanlığa (tabii Türklere de) yardım elini uzatmak. Öyleyse övülmeye, yüceltilmeye fazlasıyla layıktırlar.

X) Amerika Bir Ülkeye Nasıl Yerleşir?

Aydınlarımızdaki bu korkunç Amerikan hayranlığı ve teslimiyetçilik nasıl açıklanabilir? Kuşkusuz birçok faktör ileri sürülebilir. Ben konum gereği tek bir faktöre yer vereceğim ve diyeceğim ki bu utanılacak durum; emperyalistlerin, tabii ABD’nin, bilerek oluşturduğu bir durumdur. Daha somut bir anlatımla, Batının (Amerika’nın) “hedef-ülkelere sızma stratejisi”nin bir ürünüdür.

Strateji şöyledir:

i) Hedef-ülkenin insanlarının duygu ve düşünceleri önceden biçimlendirilir ve yönlendirilir. Öyle ki o ülke insanları kendiliklerinden, gönüllü olarak, iyi bir şey yaptıklarını sanarak ülkelerinin kapılarını emperyalist güçlere açarlar. Hatta işini bilenler “işbirlikçi” olarak, emperyalist sömürüden pay da alırlar. ABD bunu sağlamak için aşağıdaki yollara başvurur.

ii) O ülkenin geleceği üzerinde söz sahibi olabilecek kişileri, kendi ülkelerine gelmelerini sağlayarak, orada “eğitir.” Onları istediği kalıba sokar. Diğerleri için şu yolu dener: İngilizce dilde eğitim yapan ve öğrencilere kendi dünya görüşlerini aşılayan eğitim kurumları açar, kültür merkezleri kurar.

iii) Bir diğer yol da hedef-ülkede geniş bir propaganda faaliyeti başlatmaktır. Peki, neden? Halkı, özellikle aydınları kendi ideolojilerini benimseyecek, çıkarlarını koruyacak şekilde yoğurmak için. Bu amaçla kitle iletişim araçlarını kullanır. Ülkenin iletişim merkezlerini kendi denetimine alır. Bu mümkün değilse yukardaki yollardan “eğitilmesini” sağladığı kişilerin yönetiminde bulunmasını sağlar. 1940’lı yıllarda kitle iletişiminin başlıca ortamı “yazılı basın”dı. Demek ki ABD’nin teknikleri -diğer etmenlerin rolünü yadsımamak kaydıyla- başarılı olmuştur.

iv) Bir yol da “yardım”da bulunulan ülkenin, ABD’nin propagandasını yapmasıdır. Nitekim ABD ile Türkiye arasında yapılan bir antlaşmada, Amerika’nın propagandasının Türk hükümetince sağlanacağına ilişkin bir madde vardır (Yetkin, 2002 :348).

v) Son ve çok etkili bir yol da tasarruf düzeyi düşük ülkeleri yardımla, kredi ile avlamaktır. Bunların borçlanması teşvik edilir. Koşullar iyice olgunlaşınca, yeni kredilerin açılması politik ve ekonomik koşullara bağlanır. Bu koşullar borç alan ülkenin ekonomik ve politik bağımsızlığının ortadan kaldırılmasına yöneliktir.

XI) Bağımlılığa Giden Yollar

Yukarda açıkladığım emperyalist sızma süreci, kurban seçilen ülkenin bağımsızlığının (istiklâlinin) yok olmasıyla sonuçlanır. Aslında bu süreç çok daha büyük bir mekanizmanın sadece bir kısmıdır. Söz konusu mekanizmayı bir bütün olarak açıklamakta yarar görüyorum. Bağımsızlığı yok eden, onun yerine uyduluk (bağımlılık) oluşturan mekanizma aşağıdaki yollardan oluşuyor (C. Dura, Atatürk Devrimi Yarım Kaldı, Kayseri, 2002, ss.22-23):

a) Ülke fiilen ve temelli işgal edilir. Ulusun her türlü bağımsızlığına son verilir.

b) Ülke fiilen işgal edilir. Yenilgiden sonra, ülkenin yabancı askerlerden arındırılması karşılığında, o toplumdan ekonomik, mâli, adli ve öbür alanlarda bağımlılık yaratacak ödünler kopartılır (Bugün ABD Irak’ta bu yolu deniyor).

c) Sömürgen devlet o toplumda “Biz büyük bir devletin yardımı olmaksızın varlığımızı koruyamayız” diyen kişiler bulur. Onları iş başına getirtir. Bu yöneticiler ülkenin yazgısını her bakımdan koruyucu devlete bağlar. Toplum, uzun erimde vasi devletin emellerini gerçekleştirecek şekilde yeniden düzenlenir (Osmanlı’nın son yüzyılında uygulandı. Günümüzde de uygulanıyor).

Atatürk bu kişilere karşı bizi şöyle uyarır: “Bizi [ekonomik hayatımızı geliştirme, böylece refaha ulaşma] amacına erişmekten alıkoyan iki kuvvet vardır. Biri dış düşmanlardır. Bunlar bizi bir sömürge yapmak için, ilerlememizi istemeyenlerdir. Fakat bizim için, bunlardan daha zararlı, daha öldürücü bir sınıf vardır. O da içimizden çıkması muhtemel olan hainlerdir.”

d) Kimi politikacılar ve devlet adamları; zorluklar arttıkça, tam bağımsızlık yerine “az bağımsızlığa” razı olmaya, halkı da buna razı etmeye çalışırlar. Örneğin, Kurtuluş Savaşımızda, Rauf, Bekir Sami, Kara Vasıf Bey’ler bu yolu denemişlerdir. Bunlar daha Sivas Kongresi sırasında Amerikan mandası fikrini savunmuşlar; sonraları da, ellerine fırsat geçtikçe benzer girişimlerde bulunmaktan çekinmemişlerdir. 

Bu nedenledir ki, tam bağımsızlığı korumada en önemli sorun, bir toplumun yöneticilerinin seçilmesi sorunudur. Yönetimi, ulusun kendi ayakları üzerinde durması gibi zor bir ilkeyi uygulayamayacak denli zayıf ruhlu politikacıların eline geçen bir toplum; bağımsızlığını korumada, dış düşmandan çok, iç düşmanla uğraşmak zorunda kalır. 

e) Bağımlı duruma getirilen toplum, artık, ya “tarımcı,” ürünlerini yok pahasına satan, dışa bağlı ve muhtaç, ya da yeraltı zenginliklerini işlemeden satan, asalak bir insan yığını olmaya mahkûmdur. Sömürücü-koruyucu devlet; “yardım ettiği devlet”in sanayileşmesine, doğal kaynaklarını kendi öz yararı için kullanmasına asla göz yummaz. 

f) Koruyucu devlet; en etkili ve önemli bir araç olarak, kültür emperyalizminden de geniş ölçüde yararlanır. Az gelişmiş ülkenin kamuoyuna egemen olmak üzere, kitle eğitim ve haberleşme araçları (basın, radyo, televizyon) yoluyla, yurttaşların kafaları sistemli ve sürekli olarak yıkanır. Eğitim ve kültür kurumları, şu ya da bu yoldan koruyucu devletin buyruğu altına girer. Böylece toplumdaki diplomalıların çoğu, “boyun eğmeye yatkın,” “bağımsız düşünme yeteneğinden yoksun” sözde aydınlar olarak yetişir. Bunlar topluma öncülük edemezler; onu gerçek bağımsızlığa kavuşturamazlar. Hattâ, eğer ülke bağımsız ise, bunu yitirmesine katkıda bulunurlar. 

g) Büyük devletlerin, az gelişmiş ülkelerin bağımsızlıklarını ortadan kaldırmak için başvurdukları yollardan biri de “sıkı ve geniş kapsamlı askeri ittifaklar” ile bunları izleyen “ikili anlaşmalar”dır. Bu çerçevede tanınan ayrıcalıklar, ulusal orduyu kumanda olanakları, askeri üsler, silah ve teçhizat bakımından tek bir devlete bağlılık gibi olgular; az gelişmiş ülkenin iç işlerinin, dolaylı olarak büyük devletin denetimine geçmesi sonucunu doğurmaktadır (Bu ve önceki teknikler Türkiye’de uygulandı ve netice alındı). 

3 CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..,


***