Hikmet Kıvılcımlı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Hikmet Kıvılcımlı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

15 Kasım 2019 Cuma

27 MAYIS YÖN HAREKETİNİN SINIFSAL ELEŞTİRİSİ, BÖLÜM 14

27 MAYIS YÖN HAREKETİNİN SINIFSAL ELEŞTİRİSİ,   BÖLÜM 14




BEŞİNCİ BÖLÜM 

27 Mayıs'ın Sentetik İncelenimi.,

27 MAYIS'IN SENTETİK İNCELENİMİ VATAN HİZMETİ, 

27 Mayıs ihtilalinin bitmez tükenmez ayrıntıları ve o zavallı "Canım kadar sevdiğim Talat Aydemir" (D.S., 19) lerin başını yiyen sarsıntılar üzerine nice şeyler söylenebilir. Sonuç bakımından hepsi aynı kapıya çıkar. Adsız ihtilal severlerden Talat Turhan, D.S.'a mektubunda diyor ki: "Sene 1960.. Sene 1965. Sadece 5 sene.. Tarih ölçüleri içinde bir saniye... Oysa, bu beş sene bir asırlık ölçüye sığacak hadiselere sahne oldu." (D.S., 17) Yığınlar açısından Devrimlerin bir günde öğrenilenler, durgun yüzyıllar boyu propaganda ve tahriklerle öğrenilemez. Ancak, Finans - Kapital çağındayız. En açık olaylar, en içine işlenmez Mason perdeleriyle gizlenir. Talat Turhan da ona dikkati çekiyor: "Bence, diyor, bu devrenin önemli hususiyetlerinden biri de; perde önünde geçen olayların, perde gerisinde olanların ancak binde biri ölçüsünde olduğu hususudur. Geçen hadiseler, ihtilaller, açığa çıkmış veya çıkmamış diğer teşebbüsler, mahkemede dahi vuzuha kavuşmamıza imkân vermedi. "Gizlilik ve kapaklılık belki 27 Mayıs 1960-15 Ekim 1961 arasında tabii bir özellikti. Ya ondan sonraki açık rejimdeki aynı tip davranışlar? Bütün bunlar düşünebilen, düşünmek isteyen, memleket sorunlarına bir çözüm yolu arayan münevverler için inkişafı hayal sebebi oldu. "O halde, bu devre hakkında yazılacakların hakikate hizmet etmesi, karanlıklara ışık tutması, bir vatan hizmeti olacaktır." (D.S. 17) Aşağı ki satırlar, o hizmeti, Vatan hizmetini, ufak tefek tekrarlamalardan korkmaksızın yerine getirmek çabasıdır.

 BAŞLICI KAYNAK ÜZERİNE 

Bu incelemede en çok B. Dündar Seyhan'ın "Gölgedeki Adam" yazısına başvurduk. Gölgedeki adamı tanımıyoruz. Doğru mu yazıyor? Hatıraların çıktığı gazetede "Tabii Senatörler" genel imzalı bir açıklama çıktı. D.S.'nin yazılarını "Yurt dışından takip ve tespit edebildiği şahsi görüşler" (D.S., 32) olarak "ciddi" saymıyorlar ve "sorumsuz" buluyorlar. Ve bir müjde veriyorlar: "Tabii Senatörler olarak bütün olayları ileride objektif bir görüşle yüce Türk milletine ve ilgi duyan dünya efkâr'ı umumiyesine sunacağız." "Bugün için açıklamayı milli menfaatler bakımından uygun bulmamaktayız." diyorlar. Yanılmıyorsak, "Tarihe malolmuş ye gelecekteki genç kuşaklara ışık tutacak nitelikteki olayları" Tabii Senatörler diye bir kollegya yayınlamış olmadı. Yalnız o "Açıklama"dan üç gün sonra, aynı gazetede, bu yol adı sanı belli bir Tabii Senatör'ün şu "Açıklama"s\ ile karşılaştık: "Tabii Senatör ve Senato Başkan Vekili Kadri Kaplım dün bir açıklama yaparak, Tabii Senatörler adına gazetemizde yayınlanan Gölgedeki Adam başlıklı yazılarla ilgili açıklamadan bir haberi olmadığını bildirmiştir. Kaplan, bu husustaki düşünce ve mütalaasını gerekirse ayrıca beyan edeceğini de söylemiştir." (D.S. 35) Ondan sonra gerekmemiş olmalı ki ilgili başka bir açıklamaya rastlanmadı. Öteki Emekli Kurmay Yarbay Avni Elevli (27 Mayıs devriminde Harbokulu 3. Tabur Kumandanı) imzalı uzun açıklama yalnız Muzaffer Özdağ'ın Gürsel'i İzmir'den getirmediğini yazıyor ve getirenler arasında Elevli'nin "müsaade"siyle bulunduğu gibi şeylerle uğraşıyor. Sonunda kimi Orgenerallerin (C. Sunay, M. Alankuş) "Dündar Seyhan'dan çok daha vatanperver" olduklarına yağ çekiyor. Bize gelince, birincisi gibi sonuncu açıklamayı da pek "ciddi", yani aydınlatıcı bulmadık. Bizce Gölgedeki Adamın "Sorumsuz" kalabilmiş olması daha "ciddi" oluşuna yaramış sayılabilir. Jandarma Genel Komutanı Em. General Abdurrahman Doruk'un kısa "Açıklama"s\, ise kendisinin "Güdümcü" sayılmasını "Tarihin takdirine" bıraktıktan sonra, Eminsu'ların sivil görevlere girmelerine D.S.'ın "Karşı ihtilal hazırlayabileceklerini empoze ederek buna engel" olduğunu, o yüzden "Komitenin karşısına Eminsu'ların dikilmesine sebep" olduğunu, "Halen Paris'te bulunan bir sınıf arkadaşım Albayla, emekli olan bir Albayın maddi zararı bir milyon liraya yakındır" hesabını yapıyor. Bu arada, eskilerin "intak'ı hak" (doğrunun dile gelmesi) dedikleri çeşitten de bir sözü hatırlatıyor. Dündar Seyhan: "Avrupa'dan döner dönmez, Komite arkadaşlarına: Eğer siz Orduyu yemezseniz, Ordu sizi yiyecektir. Birlik Komutanlarını derhal emekliye sevk edelim." Demiş. Böyle demediği yazılarından belli. Yalnız, "Orduda Paşa bırakmanın" sakıncasını öne sürüyor. Ondan galat olmalı. Kimi Paşa, Ordunun ruhu olmakla birlikte, Paşa demek Ordu demektir sayılmasa gerek. Bütün bu nedenlerle, "Gölgedeki Adamin "İhticaca salih" (belgelenime elverişli) olduğu kanısına vardık. Ve yararlandık. Hatta biraz da fazlası ile yararlandık. 

27 MAYIS'TA İKİ CEPHE 

M.B.K.'nin "temize havalesi" bundan çok önce Finans - Kapitalce "hazırlanmış"t\. 27 Mayıs hangi sosyal çelişkileri ortaya vurdu? Bunun üzerine pek az belge verildi. Genel sözler bir yana. Gözleme dayanan canlı olayı, 27 Mayıs'ın vurucu lideri şöyle anlatıyor: "Harbokuluna yüzlerce kişinin getirildiğini haber aldım. Bizim kararımız, Kabine üyeleri ile mahut takrire imza koymuş olan 4 mebus dışında başka kimseyi tevkif etmemekti. Fakat halk, büyüğü küçüğü, çoluğu çocuğu, hatta kedisi köpeği ile bu hareketi o kadar candan bekliyormuş ki, penceresini açan, eline telefon rehberini almış; "- Şu evde falanca var... Onu da götürün... "- Bu adam da onlardandır, milyonlar vurmuştur... şeklinde hemen bütün mebusları ve yakınlarını toplatmışlar." (C. Madanoğlu: "İfşa ediyor!", Adalet, 16 Aralık 1961) Türkiye halkı bu idi. Hisse, hayale kapılmıyordu. Karşısında "Milyonlar vurguncu"sunu görüyor ve toplatıyordu. Çelişki açıktı: 1 - Finans - Kapital (milyonlar vurmuş) 2 - Halk cephesi. Devrimci subaya tuhafça gelen bu olay, Finans - Kapital (Kodaman sermayeci ve toprak ağası) için korkunçtu. Halkın Ordu ile tek cephe kurması bütün egemen çevreleri telaşa düşürdü.

İFLAS BORUSU 

Bir şey unutuldu. 27 Mayıs siyasi bir olaydı, ama o patlangıç, sosyal ve ekonomik çıkmazın ürünü idi. Eğer, toplumun temel konularında gerekli çözüm yolu bulunmazsa, politika kiremitliğinde başarılacak bütün kotarışlar, zaman kazanmaktan (Tarihte boşuna zaman yitirmekten) öteye geçemezdi. 27 Mayıs konuları çözmek şöyle dursun, koyamamıştı bile. 27 Mayıs sabahı, "Örfi İdare Kumandanlığı çalışılar maz hale gelmişti... Saat 11'e doğru ihtilal subayları stenli muhafızların arasında ciplere binerek Genel Kurmay Başkanlığına gittiler... Gürsel'i İzmir'den getiren uçak, Güvercinlik alanına iniyordu... İhtilalci subaylar Şura salonunun önünde tek saf halinde sıraya girip kendisini karşıladılar. Gürsel, evvelce sadece üçünü tanıdığı subayları birer birer tebrik etti... Bütün Bakanlıkların müsteşarları çağrılmıştı... Maliye Bakanlığı Müsteşarı Sait Naci Ergin hazinenin elinde sadece 85 milyon lira kaldığını bildirmişti." (A. İpekçi, Ö.S. Coşar: "İhtilalin İçyüzü", Milliyet 1 Mart 1965) Bu 85 milyon rakamı, Türkiye'nin 27 Mayıs sabahındaki ekonomi temelinin aynasıdır. 85 milyon lira 30 milyon nüfusa dağıtılırsa, adam başına 2 lira 85 kuruş düşer. Devletin 1960 yılı gideri 7 milyar 320 milyon, borcu resmi rakamla 9 milyar 342 milyon lira. Bırakalım milletin yaşamasını, DEVLET denilen şeyi 85 milyon lirayla yalnız ve ancak 4 gün ayakta tutmak (giderlerini karşılamak) mümkün. Alacaklıları Devletin karşısına çıksa, 110 lira istedikleri halde 1 lira bile ödenemeyecek 4 günlük ömrü kalmış bir Devletin 110 kere iflas durumu... Türkiye'yi Emperyalizmin dümen suyuna sokmuş güdücü sınıfların egemen siyasetinden çıkmıştı.

 İKİ EGEMEN SOSYAL ZÜMREMİZ 

Türkiye'nin EGEMEN POLİTİKASI, iki sosyal ZÜMRE'nin tekelinde idi: 
1 - FİNANS - KAPİTAL zümrelerinin politika örgütü, eski DP idi. (Bugün AP oldu); 2 - DEVLETÇİLİĞİMİZ zümrelerinin gelenekcil örgütü, CHP idi, CHP'dir. İkisi arası çırpınan MP - CKMP - Hür. P. ve ilh. gibi yönsüz, yarı küçük - burjuva, yarı burjuva ve derebeyi partileri, ancak yukarıdaki çifte düşman ikiz - kardeş "Büyük Parti" gemileri için safra rolünü oynuyorlardı ve oynuyorlar.

   Sosyal ilişkileri bakımından iki egemen zümreden Devletçiliğimiz, üstte güreştiği zaman bile, Türkiye'de sırf Finans - Kapital zümrelerini yetiştirmek ülküsü altında çalıştı. İkinci Cihan Savaşı Türkiye'nin Finans - Kapital zümrelerini yeni bir harp zenginliğine kavuşturup kemiklendirince, uluslararası Finans - Kapitalin Amerikan Emperyalizmi kanadına ("Amerikan Yardım/"na) var gücüyle dayanan Özel Sermaye, artık Devletçiliğimize haddini bildirmenin zamanı geldiğini açıkladı. Tek parti zamanı Devletçiliğimiz Finans - Kapitalin sırtında ve üstün görünüyordu; çok parti zamanı Finans -Kapital Devletçiliğimizin sırtına çıktı. Aslında bu hep böyleydi, ama görünüşle millet aldatılmak isteniyordu. Devlet ve Devletlu'dan üstün şey olur mu? denilerek, Finans - Kapitalin aslan payı kesişleri "Devletin hikmeti icabı" gösteriliyordu. Osmanlı alışkanlığıydı bu... İkinci Cihan Savaşından beri bu gösterişe lüzum kalmadı. Finans - Kapital: "Bu ülkede Efendi, benim" dedi. Düne kadar kapısında vurgun yaptığı velinimeti Devletçiliğimizi kötüledi, Devletlûlarımızı boğaz tokluğuna alt kapıkulu durumuna soktu. Efendi pozuyla yukarıdan konuşma ya alışkın Devletlûlar şereflerinin zedelendiği ölçüde, enflasyon ve pahalılıkla keselerinin de dibine darı ekildiğini fark ettiler. Devlet parası ile geçinen askerlerin sayısını Allah bilir, Amerikalı bilir, ama Millet bilmez. O bilinmeyen askerlerle birlikte Devlet kapıkulları net yarım milyon kişiyi çok aşar. Ortalama 4 kişilik aileleri ile sayılırsa, Devlet kapısında geçinen nüfus 2 milyon insan ederdi. 27 Mayıs günü bu 2 milyon Kapıkulu nüfusu ile 2 bin civarı Finans - Kapital zümresinin 8-10 bin kişilik nüfusu göz göze gelmişlerdi. Baskın basanın olduğu için, kuvvet dengesi bir gecede Finans - Kapitalin aleyhine, Devletçiliğimizin lehine dönüvermişti. Geri kalmış Türkiye'de, en "ileri" sömürü sistemini sağlamak isteyen Finans - Kapital, çok ağır ve kalabalık Devletçiliğimizi yaratmış ve geliştirmiş idi. Bu devletçiliğimizin bir gün başına dertler açabileceğini, basma topladığı cinleri dağıtamayan sihirbaz durumuna düşeceğini 27 Mayıs gösterdi. Alt sınıf ve tabakaların hesabı yoktu. 
27 Mayıs üst tabakalarda bir "kozların paylaşılması" oldu. Bu koz paylaşmada, prensiplerden çok pazarlık rol oynadı. O yüzden ihtilali tutanlar halkı bu işe karıştırmak istemediler: SOKAĞA ÇIKMA YASAĞI koydular. İhtilale uğrayanlar bu jesti pek beğenmekte kusur etmediler. Tek şartları ihtilalcilerin çabuk gitmeleriydi. 

DP KUDURDU: CHP'Yİ ISIRACAK 

Finans - Kapital, çarçabuk parti rekabetiyle "Dimyata pirince giderken evdeki bulgurdan olacağım" kendi kendisine ispatlamak zorunda kaldı. DP diktası ansızın İskambilden şato gibi yıkılmıştı. Aynı sarsıntıyı geçiren CHP kanadının kodamanları ölünün mirasına konacak mıydı? Birbirlerini gözü kararmışlıktan uyarmak için "Düşük" DP Finans - Kapital grubu, sınanmış provokasyon metodunu tezgahladı. Londra'nın lanse ettiği "Kuvvetli Albay" "Başbakan Yardımcısı" Alpaslan Türkeş mızrabı ile aldı sazı eline. Sen misin DP'ci "Her mahallede bir milyoner"i vurguncu diye kündeye getiren? "Öleceksek hep birlikte ölürüz: Beni denizde boğulmaya bırakırsan, sana dört elle yapışırım. Hep birden denizin dibini boylarız!" Finans -Kapitalin DP kanadı CHP'li rakiplerine o dille mızrağın ucunu gösteriverdi. Yerli, yabancı gizli servislerin himmeti ile bir "Havadis" gazetesi sahneye çıkarıldı. Orada işlenen ana tema şu oldu: "Bir defa DP kendi kendisinin kurbanı olmuştur. 1950'de: 'Devr'i sabık yaratmayacağım' diye sanki Türkiye'de hiç hesap sorulmayacakmış intibaını doğurmuştur. Sonra İsmet Paşa rakiplerini sinsice suça itmiştir. Ne demek: "Benim zamanımda çekilirseniz kurtulursunuz"sözünün manası? Yani, ne yaptınızsa hesabı sorulmayacak!" (Havadis'ten aktaran: Akis, 26 Kasım 1966, No. 649) "Kol kırılsın yen içinde": Finans - Kapital DP'de Amerika'yı iktidara getirir getirmez, Menderes "Herkesin yaptığı yanında kâr kalacak" anlamında, "Devr'i sabık yaratmayacağız" demişti. DP aşınınca, İsmet Paşa, aynı amaçla, DP'ye "Benim zamanımda çekil" ki vurgunların yanma kalsın, demişti. DP Yassıada'ya tıkılınca, Finans - Kapital "Paşa"ya: sen benim bir kolumu kurtarmazsan, "alacağın olsun" anca beraber, kanca beraber gideriz! demek istiyordu: "Öyleyse hepimizden hesap sorulsun!" Sorulsun da görelim. CHP vurguncularının boyunu. "Onlar mı has, biz mi has"? "Bu memlekette" "zenginlik" (yani Vurgun) düşmanlığı ne demek? "DP devrinin zengini varmış. Atatürk devrinin zenginleri, İsmet Paşa devrinin zenginleri? Onlar ne oluyordu?" "Şimdi, İhtilale düşen görev, hem CHP ve hem de DP devrinin hesabını sormaktı." (Keza)

  Bu üslup tam Entelicens Servisin mutfağına yakışır alangle bir şantajdı. Çörçil'in İkinci Emperyalist Savaşı sırasında anlattığı fıkranın ta kendisiydi. DP ısırılmıştı, kudurarak ölecekse, şimdi oturmuş, başka kimleri ısırıp kudurtacağının listesini çıkarıyordu. 

27 MAYIS'IN SON GÖREVİ 

Bu işlerde herkesten daha sınangılı olan İnönü, hemen kulağı delik Damad beye sinyali çekti. Şu yazının altında kim yatıyordu? M. Toker açıklıyor: "İsmet Paşanın çok dikkatini çekti. Benden bunun kimin kaleminden çıktığını öğrenmemi istedi." "Peyami Safa'nın, dediler. Fakat başka bir söylenti: Türkeş... Havadis'i ele almış bulunan "beg"ler grubuyla, Gökhan Evliyaoğlu ve arkadaşları ile temas kurmuştu... Türkeş'in bu ilgisi, Babıâli'de, bu çevre tarafından açık açık söylenip duruyordu." (Akis, keza) Ve Finans - Kapitalin gizli servisleri her yanda zincirlerinden boşandırıldı. Ne imiş o "açık açık söylenti"? Hiç Finans - Kapitalin millet önünde alnı açık hesaplaşma namusu bulunur muydu? Toy Türkeş, görünürde bir zavallı yemdi. Maksat onun altında örtülü, "gizli" duran çelik olta iğnesini gereken balığın gırtlağına geçirtmekti. Damad, ilk tehlike zili çalar çalmaz, hangi mekanizmaların nasıl işlediklerini güzel güzel anlatıyor: "Yaz (1960) içinde önce bir iki gün dergiye gelip benimle görüşen, sonra benim ve Nüvit Yetkin'in aracılığı ile İsmet Paşayı gören bir Kurmay Subay, Gürsel'le İnönü arasındaki ilk GİZLİ TEMASI teşkil etti. Kurmay Subay'ın Gürselden getirdi - ği haber şuydu: Albay Türkeş sanıldığı kadar kuvvetli değildi. Ve Gürsel kendisini Başbakanlık Müsteşarlığından alacaktı." Hapı yutmuştu "Kuvvetli Albay". Kötü bir soğulcan gibi, oltanın ucunda, kullanılmadan atılıverecekti. Görevi, şu kombinezona bir teyel olmaktan ibaretti. Damad'ın matbaasına "Roman tarzı eserler" bastırma bahanesiyle gide gele yol eden: "Binbaşı Elevli, 27 Mayıs günü Gürsel'i İzmir'den alıp Ankara'ya getiren uçakta bulunanlardan biriydi... İsmet Paşa, Binbaşıyla görüştü. Elevli ona, Gürselden naklen, Komite (MBK) içindeki gelişmeleri anlatmış." (Akis, keza, 61) "6 Ağustos 1960 akşamı saat 21 civarında Heybeliada'da İsmet Paşa'nın evinin merdivenlerinde.. Gürsel ile İsmet Paşanın ikinci defa karşı karşıya gelişleri" (Akis, keza, 62) fotoğraflanır.

Finans - Kapital 27 Mayıs'a iki şey için razı idi: 1 - Kişi nedeni: Amerika'nın "artık" istemediği Menderes'ten kurtulmak; 2 - Teknik neden: Yıkılacak kadar tersine dönmüş Ordu üst kademe enflasyonunu gidermek... Eskiyen iskambil kâğıdı kişi, 27 Mayıs, gecesi değişmişti. Ordu ehramında dengesizlik yaratan durum da, tam o sıra giderilmişti. Öyleyse, görevi biten 27 Mayıs çekilmeliydi. Gürsel ile İnönü Paşa'nın buluşması o "eşref saat"e rastlıyordu. 27 Mayıs, Halkı da, Üniversiteyi de, Orduyu da karşısına almıştı. Finans - Kapital rahatça 27 Mayıs'tan kurtulma ortamını 27 Mayıs'a hazırlatmıştı: "Cemal Gürsel Heybeliada'da İsmet Paşa'ya geldiğinde M.B.K. meşher "Ordudaki tensikatı" da yapmış ve kendisini bir desteğe muhtaç hissediyordu." (Akis, keza) 

27 MAYIS'IN BAŞININ BAĞLANMASI 

İ.İ. Paşa "Tensikat"a karşı idi. Aralarında ne konuşulabilirdi? Cumhuriyet Tarihinin iki "Tükenmez" içkisi yürekler acısı bir yüzeylikle ortaya kondu: 

1 - Din. 
2 - Kürt. Her iki konunun temeli, Toprak ve Demokrasi iken, 40 yıldır ne yapılmıştı? 

   Eşek önünde değnek gösterilerine arısının yuvasına hiç dokunmaksızın, deliği girişilmişti. Din duygularıyla oynamak ta, tepede ağalıkla elense etmekle yığınlarda yalnız Din ve Ağalığa dört elle sarılmayı kışkırtırdı. Çünkü hiç yoktan din adamı ile ağa "mazlum" durumuna sokulup, ezilen yoksul halk önünde ezilen Kahramanlar rolüne itiliyordu. Ne çare ki 27 Mayısçılar, kırk yıldır Devrimcilik deyince bu iki işlemden başkasını öğrenmemişlerdi. O gün de kırk yıllık sınangılı İ.İ. Paşa'dan ders almaya gelmişlerdi:

1 - Din Problemi: 

Rahmetli Cemal Gürsel: "Dinde bir reform düşündüklerini dini irticai teşekküllerin elinden kurtarmak arzusunda olduklarını, bir Din Şurasını içtimaa çağıracaklarını söylemiş." Bu ütopyaya karşı eski Paşa: "İbadetin Türkçeleşmesini gözünüz tutuyor mu? diye sormuş. Gürsel, tutmadığını bildirmiş. Tepkiden korktuklarını anlatmış. İsmet Paşa: "Yazık" demiş." (Akis, keza, s. 64) "Yazık" o ibadeti Türkçeleştirmek, 27 Mayıs'ı daha kestirmeden temizleme yolunu açabilirdi.

   2 - Kürt Problemi: Antika sömürü sistemi genellikle tüm Türkiye'de nasıl "Din" meselesi ile karıştırılıyorsa, tıpkı öyle özellikle Doğuda "Kürtçülük" meselesi ile maskeleniyordu. Ne var ki, bizim "General" olduktan sonra kanunla yasak edilmiş bulunan "Paşa" titriyle çağrılmaktan hoşlanan ve doğrusu da bu olan Paşalarımız, yerli-yabancı (Antika + Ultramodern) sömürüyü değil, ona giydirilen kaftanı önemsiyorlardı. O alışkanlıkla, Cemal Gürsel: "Kendisini tedirgin eden... Doğudaki Kürtçülük hareketine geçmiş. Bunun Ağalar tarafından geliştirildiğini söylemiş ve ağalara karşı tedbir düşündüklerini açıklamış." (Akis, keza) Ne tedbiri? Doğudaki Toprak ilişkilerinin kılına dokunmaksızın, İ.İ. Paşa'nın vaktiyle yaptığı gibi, birkaç ağayı Batı'ya sürgün edip "modernleştirmek"... "Sivas'a 15 yıl sürgün"... Eski Paşa yenisine içinden kim bilir nasıl gülerek: "Bunun çıkar yol olmadığını, vaktiyle denendiğini, Halk'ın Ağa'sına o zaman daha fazla bağlandığını söylemiş. Kürtçülük cereyanına karşı en iyi mücadele usulünün Kürt asıllı kimseler arasındaki LİDERLERİN Türklüğe ısındırılması, Memleket ve Millet hizmetinde onlara rol verilmesi, Topluma kazandırılması olduğu fikrini savunmuş, öteki yoldan kaçınılması tavsiyesinde bulunmuş." (Akis, keza, s. 64) İ.İ. Paşa, bunu söylerken, besbelli Gürsel Paşayı göz önünde tutuyordu. Ordu'da ona da "Aga", yahut "Kürt" denmemiş miydi? 27 Mayıs Kaptanı gemisini burada karaya oturturken, "Deniz burada biter" demişti. "izzet'i ikram ile Bab'ı Hükümetten" çekilmenin adına "Seçim" deniyordu. İ.İ. Paşa açıkça, boyunlar kırılmadan, "Seçim tarihini" soruyordu. "Gürsel, bunların ancak 1961 Ekiminde yapılabileceğini kesinlikle ifade etmiş." İ.İ. Paşa: "Bu tarihi kesinlikle derhal ilan ediniz" demiş. "Cemal Gürsel bunu yaptı." (Akis, keza, s. 64)

 İHTİLALE BAŞ NASIL SEÇİLDİ? 

27 Mayıs'ın Başı neden o kadar kolay ve çabuk bağlandı? Devrimcilerin parçalılığından. Niçin o denli "Birlik" etiketi altında "Bölümlülük" ve çatışkanlık patladı? Elbet bunun temeli: Devrimcilerin "sosyal yap/"larına dayanıyordu. Modern toplumda, modern bir devrim, ancak modern üretimde dolaysızca ilişkili modern sınıflara dayanırsa Ömürlü İktidardan söz edilebilirdi. Küçük burjuvazi Antika Toplum armağanı bir tabaka, kat kat tabaklaşmış bir yığındı. 27 Mayıs devrimcileri o tabakalardan biri idiler. Kendi başlarına iktidarda sonuna dek kalamazlardı. İçyapıları gibi, toplum ilişki - çelişkileri buna elvermezdi. İktidarı iki rahmetten birinin temeline oturtmak zorunda idiler. Modern iki sosyal özgüç vardı: 
1 - Finans - Kapital (En kodaman Sermayeci+Ağa ortaklığı), 
2 - İşçi Sınıfı... 

Bu tartışılmaz gerçeklik açısından, 27 Mayıs bölünüş ve çözülüşleri, daha kuruluşundan belliydi. Vurucu güç'ün Öncü Örgüt tekniğine en kritik anda bakmak yeter. Durumu en açık ve edebi kesinliği ile özetleyen Sayın General Cemal Madanoğlu'ndan örnek almaktan daha öğretici hiçbir şey olamaz. İhtilale seçilen Lider için iki versiyon var. Biri Sayın Koçaş'ınkidir. Batıda NATO manevraları oluyor. Oto içinde B. Koçaş Gürsel Paşayla yalnız kalınca, meseleyi çıtlatıyor. Gürsel'in ilk sorusu şu oluyor: "- Kuvvetli misiniz?" Tam o sıra, Devrimci genç subaylar, baskın ve panik geçirmektedirler. Ama "kuvvet" nerede? Kara Kuvvetleri Komutanı C. Gürsel'de. O katıldı mı, daha başka "Kuvvet" aranır mı? Anlaşılan bunu bilen B. Koçaş, sözü bastırıyor: "- Demir gibiyiz, Paşam!" Ve Cemal Gürsel 27 Mayıs İhtilaline baş oluyor. Sayın Madanoğlu Paşa'nın anlattığı daha da kısa ve ilginç oluyor. Diyor ki: "Biz buna (ihtilale) karar verdiğimiz zaman, fazla kalabalık değil, 4-5 kişi idik. Kararımızı Gürsel Paşa'ya açalım dedik. Yanına gidip meseleyi açtığımızda: "- Tamam!.. dedi, kabul ederim. Tek şartla. İhtilali yaptığımız tarihten itibaren, üç ay zarfında seçime gidilecek. Kabul mü?" "Derhal kabul ettik ve ilk kararımız bu oldu." (C.M.: "İfşa Ediyor!", keza) Demek askerler de, sosyal temele oturtulmamış bir Devrimin yaşayacağına inanmıyorlar ve demokrattırlar. Yalnız, Finans - Kapital'den göbek bağı kopunca, Türkiye oylarının Tefeci - Bezirgan Hacıağa ağlarından kurtulabileceğini, "Hür" olacağını umuyorlar. "Aradan zaman geçti. Biz, Gürsel Paşanın da iştiraki ile lazım gelen planları hazırlıyorduk. Bir gün Gürsel bizi çağırdı:

   "- Beni buradan alıyorlar, dedi. Fakat gitmek istemiyorum. Ne yapacaksak hemen yapalım. Sonra fırsat kalmayacak. "Düşündük. Hemen yapamazdık. Zira çok kan dökülmesi ihtimali vardı. Planlarımız, ince teferruatına kadar hazırlanmıştı. Bu itibarla: "- Paşam, dedik. Siz hiç endişe etmeyin ve gidin. Biz planın geri kısmını, gene sizinle irtibatı devam ettirerek tamamlarız. Harekete geçtiğimiz gün gelirsiniz." "Paşa bunu makul karşıladı. Katiyen kan dökülmesini istemiyordu. Çaresiz, ayrılıp İzmir'e gitti." (C.M., keza) İhtilalin Başı böyle oldu.

 "YAR BANA BİR EĞLENCE "ÇABUK BİZE BİR ANAYASA!" 

İhtilalin "iktidar" problemi daha az ilginç olmadı. "Planlarımıza orada (Askeri Şura'da) devam ederken vakit nasıl geçiyordu? Anlayamıyorduk. Bir de baktık ki akşam olmuş. Yani 26 Mayıs akşamı." Komando başları, kimi, "Önce benim emrimi verin" der, kimi, "Dört tank ister". "Bu arada, radyoda okunacak mesajlar da hazırlanmaktaydı." "Mesela tebliğin birinde: "- İKTİDAR devralınmıştır. "Sözü geçiyor, hemen atılıyorum: "- Yok yahu... Öyle değil, İDAREYİ devralmıştır... Deyin, şeklinde müdahale ediyorum." İhtilal yapılıyor. "Köşe başları" tutulmuş. "İKTİDAR" mı değişiyor, "İDARE" mi? "İktidar" ağır bulunuyor. "İDARE" daha yeğnik geliyor. Ve bu yeğniklik nasıl bir "idare" kurulacağı problem olunca, biraz daha eterleşiyor. C.M. Paşa anlatıyor: "O tarihten (İhtilal gecesinden) 15-20 gün kadar evvel Bahçelievler'de bir ahbabın evinde yemeğe davetliyim. Yemekte yaşlı bir misafirleri daha vardı. Profesörmüş. Biliniyor ki, hemen her gün iktidarın suiistimallerinden bahsedilirdi. Gene o mevzu açılmıştı. Üst katta oturan bir komşuları da aşağı indi. Genç bir adamdı: "- Birader, dedi. 4 milyon lira falanca çalmış. Ne olacak bunun sonu? Benim burama gelmişti: "Ne bağırıyorsun e adam! diye çıkıştım. Ne olacaksa olacak elbet... "İşte o gece, o evden çıkarken şoförüme:

   "- Bana bak, dedim. fiu boz ev var ya, burayı iyi belle." Komandolar ve Halk, Harbokulunu vurguncu ile doldurmuşlar. "Ortalık ana baba günü." "Radyoda tebliğler yayınlanmaya başlamıştı. Birden aklıma geldi. Şoförü çağırttım. "- Hani, dedim. Sana Bahçelievler'de bir ev göstermiştim. Boz bir ev. Hatırladın mı? Git o evdeki ihtiyar adamla, üst katta oturan genci al, bana getir. "Ben, işe dalmıştım. Bir ara odada bir iki sivil vardı. Onlara işaret ederek: "- Ne bekliyor bunlar? dedim. Alın götürün Harbiye'ye... "Meğer çağırttığım ihtiyar profesörle, üst katta oturan adammış. Derhal farkettim. Profesöre hitaben: "- Rica ederim, baba, birkaç profesör adı yazın. "Dedim. Bir liste yaptı. Meğer hepsi İstanbul"danmış. Neyse bunları çağırttım. Uçakla getirtilmelerini söyledim. Niyetimiz, birkaç profesörün yanına Askeri Temyiz azalarını, Danıştay azalarını katıp Meclise sokmak. Güvendiğimiz adamları Meclisin kapısına dikip, gelen mebuslardan temiz olanları içeri almak, olmayanlara: "- Senin adın şu hadiseye karışmış... "- Sen falan meseleye rey vermişsin... "Diyerek, onları sokmamak, içerdekilerin üzerine kapıyı kapatıp: "Çabuk bize bir Anayasa yapın, derhal seçimlere gideceğiz... demekti. " Seyfiye (Kılıççıllar: Silahlı Kuvvetler) ihtilalde "İlmiye" (Bilimciller) ile böyle buluştular. "İdare" denilen "İktidar"\n prensipleri o denli tesadüfe ve aceleye geldi. 

M.B.K. -KABİNE- İYİ SAATTE OLSUNLAR 

İlk İhtilal Meclisi'nin kuruluşu büsbütün iğreti görünüyor. Eğer "İlmiyye" hocaları bizim Kılıççıllara: "Siz mebusları serbest bırakırsanız, kendiniz de gayrı meşru olursunuz" demeseler İhtilalciler Menderes hükümetini devirmekle yetinip, eski Meclis'le Anayasa ve Kanun çıkaracaklardı. "Fazla düşünmeye vaktimiz yoktu." (C.M., keza) Profesörlere: "Siz, hukuken ne yapılması gerekiyorsa yapın." diyorlar. "Biraz sonra, iki genç subay geldi. Kurmay Subaylar, Muzaffer ile Numan imişler. Ben "Çifte Kerametler" derim onlara... Selam verdiler:

  "- Biz de hukuk tahsil ettik. Müsaade ederseniz onlarla birlikte çalışalım paşam... "Dediler. Ben de: "- Hayhay, daha iyi olur... "Dedim. Bunlar da bu şekilde aramıza girdiler. Esasen, örtüne gelen giriyordu. İsteyen içeride kalıyor, isteyen çıkıyordu. O arada, başkaları da kapı aralığından sızsa, onlar da girip bizimle çalışabileceklerdi. Neticede, içerde bitişik odada çalışan İLİM heyeti, bir Komite kurmuşlar ve karar vermiş, biraz da, bizim Çifte Kerametlerin gayretiyle adedi arttırılmış, fakat, asıl alınması gerekenler değil, rasgele ve bu arada, Çifte Kerametler de dahil, bir Komite üyeleri listesi yapılmış. Bu Komitenin fazla bir iş görmeyeceğini düşünerek, üzerinde durmadık. Peki, teşkil etsinler de, kimden isterlerse etsinler, şeklinde düşündük. Zira bu Komitenin geniş bir salahiyeti, o zaman mevzubahis değildi. "Eğer, Komitenin, geniş salahiyetler alacağını düşünseydik, bize o gece elinde harita ile yol gösteren, sokakların nasıl tutulacaklarını, kaç tankın kafi geleceğini söyleyen ve planı muvaffakiyetle tatbik eden Albayları, Yarbayları, diğer subayları alırdık. Asıl hizmeti onlar gördü." (CM., keza) "Komite resmen faaliyete geçmişti... Komiteyi teşkil edenlerin ilan edilmesi lazımmış. Mademki öyleydi: "- Peki, ilan edin. "Dedik. Tutup ilan ettiler. 38 kişi olarak, yani o anda orada bulunan subaylar olarak ilan edildi." "Kanunlar çıkarılmaya başlanmıştı. Şu halde Komiteyi teşkil edenler, Teşrii vazife görmektedir. Açık bir oturumda yemin etmeleri gerekir. "- Öyle olsun, dedik. Artık icap ne ise yapalım." Görüyoruz. Sanki gizli bir el her şeyi belirli yönde, tesadüfmüşçe kaydırıyordu. Hükümet de aynı elin işi oldu: "İçerdeki Komite, bir Kabine kurulmasını kararlaştırmış, kimlerin kabineye alınacağını aşağı yukarı tespit etmişti. Haber verdiler. Gürsel Paşa ile görüşüp halletmelerini söyledik. Tayinler yapıldı. Alpaslan Türkeş'i de Başvekâlet Müsteşarlığına tayin etmişler. Doğrusunu isterseniz, ben o zaman Müsteşarlığı mühimsemedim. Bir nevi memuriyettir, dedim. Ama sonraları baktım ki, bu memuriyet değilmiş, bayağı Başbakanlık gibi bir şeymiş. "Bununla beraber üzerinde fazla durmadık." (C.M., keza)

   ASKER SİYASETLE UĞRAŞMAZ 

Burada, ezeli, "Askerin Siyasetle Uğraşmaması" denilen "cilve" ve "alınyazısı" ile Sınıflı Toplumun en önemli altüstlüğü yapılıyor. İktidar gibi hayati konuda Devrimciler en saf çocuksu gönül cömertliği içinde, herkese güveniyorlar, ne denirse yapıyorlar. Hele öneri "İlmiyye"den geliyorsa, en ufak tartışma düşünülmüyor. Meclise "isteyen" giriyor. Hükümet, "aşağı yukarı tespit" ediliyor. "Bunları hep ilim adamları ileri sürüyordu." Askerler, eski alışkanlıklarıyla, iyi dilekli saydıkları her "otoritece kuzu kuzu itaat ediyorlar. Aslında, "ilim adamı" dedikleri kimler? En az kendileri (askerler) kadar politikadan yasak edilmiş kapıkulları. Osmanlı İmparatorluğunda, "İlmiye" denilen Bilgin Hocalarla, Seyfiye (Kılıççıl)lar arasında gerçekten büyük ayırt olabilirdi. Asker, baltacılıktan Paşalığa, Sadrazamlığa çıkabilirdi. O onun bilgi eksiğini İlmiye hakkıyla bütünleyebilirdi. O gelenek güdülüyor. Bugün ise, bir Kurmay Subay, pek çok profesörden çok daha gerçekçi bir politika kültürü edinebilir. Devrim yapmaya dek ilerlemiş askerler, profesörünkinden çok daha bol olan aylak saatlerinde biraz kendilerini bilime vermişlerse, Devrim Stratejisinde ve Taktiğinde fazla bilgin olmasa da, yapılanları ana çizgilerinde denetleyebilirler. Mustafa Kemal bunun en parlak örneğidir. Ama gene de Tarihcil Gelenek ve Görenekler, Kılıççılarımızı Bilimciler önüne tam teslimiyet iyi dileğine büründürüveriyor. En ufak kuşku, içlerine doğmuyor. Bu iyi dileğe, çabuk ve kolay gelen başarının iyimserliği de katılınca, işi yapanların, öyle gelişigüzel kurulmuş bir Komiteden çekinecek şeyleri kalmamış gibi gelebilir. "Hava" bu. Şeylerin kendiliğinden akışı ile iş sarpa sanrıca ne olacaktı? "Komiteden fazla iş beklemediğimiz için, -ki nasılsa derhal seçimlere gidecektik- Komiteyi kimlerin teşkil ettiği üzerinde durmamıştık. Fakat Komite müzakereleri arttıkça durum değişmeye başladı. Hemen her gün, Komiteye yeni bir yetki tanınıyordu. Öyle hale geldi ki, Komite tam manası ile bir Kurucu Meclis havasına girdi." (C.M., keza) Ve "İktidar" gibi sınıflı toplum politikasının en önemli Şah damarı, şakacıktanmışça, kimse farkına varmadan, bütün ağlarını yurt içine ve yurt dışına germiş Finans-Kapital şebekesinin pençesine düştü.

   Türkiye'de, askerden başka siyaset altüstlüğü sağlayan hiç kimse bulunmadığı halde, gene de, evelallah, askerin siyasetle "asla ve kafa iştigal etmemesi" prensibi bundan daha güzel bir ucube yumurtlayabilir miydi? 

DEVLETÇİLİK YÜKÜ VE HALKIN KIRILIŞI 

27 Mayıs, "Memleketi" öyle bir iflas durumunda teslim almıştı. Şimdi ne yapacaktı? İhtilale katılan subaylardan Talat Turhan mektubunda yazıyor: "27 Mayıs, umutsuz insanlara umut, zulmette bulunanlara ışık, idealistlere şevk ve heyecan getirmişti." Konu: Türk milleti için taşınmaz bir yük haline gelen Finans - Kapital sömürüsü ile Devletçiliğimizin baskısı idi. Finans - Kapital: Devletçiliği suçlamakla kendisini haklı çıkarmaya ve hoşnutsuzluğu Devletçiler aleyhine çevirmeye çalışmıştı. Memleketi saran Tefeci - Hacıağa ağlan sayesinde başarı da kazanmıştı: D.P.'nin üst üste aldığı oylar bunu gösteriyordu. Finans - Kapital ile Devletçiliğimiz, bir ipte ilci cambaza dönmüştüler. Devletçiliğimiz, Menderes'in Emperyalist ağalarını gocundurması gibi şartlardan yararlanarak, bir anda DP iktidarını devirdi. Ama Tasarruf Bonoları vb. davranışlarıyla, sermayedarlara verilecek kredileri halktan Devlet zoruyla koparttı. Bununla ispat etti ki, Finans - Kapital sömürüsünü sınırlandırmak şöyle dursun, katmerlendirmek yolunu tutmuştu. Kendi Devletçi baskısı da azalmadı. Maaş - ücret ve Kadro sayıları 1957 yılı 351.293 iken, 1960 yılı 401.179 idi: DP çağının son 3 yılında Devletçiliğimizin yükü 50.114 kişi (yüzde 12) artmıştı. DP'yi deviren 27 Mayıs çağındaki 3 yıl sonunda 1963 yılı Devlet hazinesinden geçinenlerin sayısı 478.715'e çıktı. (Bunun içinde asker kadroları yoktu): "Devletlu"lar 77.596 kişi çoğalmışlardı. Devlet parası ile geçinenler Finans - Kapital (DP) devrinde her yıl %4, Devletçiliğimiz (27 Mayıs) devrinde her yıl %5.3 oranında artıyordu. 3 yılda yalnız sivil memur yükünü 27 Mayıs % 16'dan fazla arttırmıştı. Halk 27 Mayıs'ı niçin bir kurtarıcı gibi karşılamıştı? Bu değişiklik sonunda, Sömürü (Finans - Kapital) ve Baskı (Devletçiliğimiz) yüklerinin hafifleyeceğini umduğu için. Halk, üç yıl sonra açıklanacak istatistik rakamlarım bilmez. Ama sırtındaki yükün eskisinden beter ağırlaştığını duyar. Artık dünyanın
en güzel ve kandırıcı sözleri, onun derisi, kemiği ile duyduklarını yalanlayamaz. Halkımızın bin yıllarca denemeleri de ona şu acı gerçeği öğretmiştir: "Gelen gideni aratır." 27 Mayıs'la gelen, yukarı ki çıplak rakamların belirttiği şey, her gün artan hayat pahalılığı idi. Hele birdenbire, Finans - Kapital sabotajı yüzünden kriz biçiminde bastırmış olan işsizlik, çalışan yığınları aç bırakmıştı. Siz istediğiniz kadar, ekonomimizi baltalayanlar Finans - Kapitalistlerdir, deyin. Patlak veren işsizlik karşısında, Kapitali yağlamak için Vergileri arttıran iseniz, halk gideni arayacaktır. Nitekim öyle oldu. Menderes'in tekerlenişinde işkilli bir bayram eden halk, işsizlik başlayınca, Menderes'i Eyüp Camiinden her gece Ak ata (Demir Kır Ata: A.P. kurulmadan önce, AP sembolüne) bindirip dolaştırdı. Artık, halkoyları çoğunluğunun AP'ye akışı, Finans - Kapitalin sihirbaz kutusundan ejderha çıkar gibi, "sandıktan çıkışı" ve her şey gibi 27 Mayıs'la birlikte Devletçiliğimizi de zafer arabasına AP sembolü Beygir olarak takısı önlenebilir miydi? 

BÜYÜK MEMUR - KÜÇÜK MEMUR 

27 Mayısçılar, Türkiye'ye egemen olan iki zümreden DEVLETÇİLİĞİMİZ zümresi yiğitleriydi. Devletçiliğimiz kişilerinden tepede olanlar, Finans - Kapital ile kaynaşmış sayılabilirler. Bu yüksek gelirli kadro 1957 yılı 929 kişi iken, 1960 yılı 1222 kişi oldular: 3 yıllık Finans - Kapital egemenliği altında yüksek memur artışı 293 kişidir. DP'nin Finans - Kapital egemenliği altında 3 yıl geçerken Devlet kapıkullarmın toptan sayılan % 12 artmış, bunlar içinde yüksek kapıkullarının sayısı %31.6 (neredeyse 3 kata yakın) artış göstermiştir. Her yıl enflasyon yüzünden maaşların üçte bire yakın gerçek değerlerinden düştükleri düşünülürse, yüksek maaşlı memur artışı DP çağı için "normal" sayılabilir. Devletçiliğimizin keskin egemenliği günleri olan 27 Mayıs çağının 3 yılında ne olmuştur? 1,2,3 (150 ila 100 lira asli maaşlı) ilk üç barem derecesine giren yüksek memur sayısı 2163 kişi olmuştur. Sayıca DP dönemindeki artışın 3 katından fazla bir artış! 27 Mayıs'la birlikte enflasyonun durdurulduğu iddia edildiğine göre, Devletçiliğimiz sanki bir yüksek memur furyası yapmıştır. Mutlak ve askerler dışı toptan memur sayısı üç 27 Mayıs yılında %16 oranında arttığı halde, yüksek memur sayısı %77 oranında çoğalmıştır.

   Finans - Kapital egemenliği (DP) sırası, memurlar toplamı içinde yüksek kapıkullarının sayısı 3 kata yakın hızla artmışken, Devletçiliğimizin egemen olduğu 27 Mayıs sıraları yüksek memur sayısı 5 kata yakın artmıştır. DP çağında enflasyon gibi bir özür öne sürülebilirdi; yüksek memur oranının gerçek olmaktan ziyade, para kıymetinin düşmesinden ileri geldiği söylenebilirdi. 27 Mayıs için öyle bir muazzeret öne sürülemedi. O zaman. Finans - Kapital (DP ve AP ağzıyla): Siz para enflasyonunu durdurduğunuzu söylüyorsunuz, ama memur enflasyonunu 3 kal yüksek memur enflasyonu 5 kat fazla arttırdınız, diyebilir. Ve bu suçlama halk önünde yapılırsa, oylar bir yol daha gericilerin kasalarına akar. 

SİLAHLI KUVVETLERİN SOSYAL YAPISI 

Devletçiğimizin kapıkulu zümresi (maaşlı, ücretli memur, müstahdemleri) Genel bütçede 14 barem derecesiyle maaşlı, 16 derecede ücretlidirler. Maaşlıların ilk 3 derecesi (150-125 - 100) lira asli maaşlarıyla, en yüksek "Devletlular" olarak kolayca Finans - Kapital zümrelerine kaynaşabilirler. Onlara Burjuva - Devletluları diyebiliriz. 4 üncü barem derecesinden aşağıdaki kapıkulları, bütün bitmez tükenmez (ve Personel Kanunu ile daha da içinden çıkılmaz ehram dehlizlerine çevrilmiş) basamaklarına rağmen, hepsi de toptan, KÜÇÜK BURJUVA adı ile Batı bilim diline girmiş olan geniş, alacalı tabakaların bir koludurlar. Büyük Burjuva - Devletluları, maaşlı kapıkulları içinde 1960 yılı binde 7 idiler. 27 Mayıs'ta biraz çoğaltılarak yüzde l'e çıkarıldılar. Bu oran, tıpkı, Türk milleti içinde burjuvaların sayıca oranını andırır. Demek, Devletçiliğimizin temel zümreleri, kapıkulları -mızın % 99'unu tutan Küçük burjuva durumlu ve çıkarlı kişilerdir. 27 Mayısta, Finans - Kapitali bir vuruşta sırtüstü düşüren ihtilalciler de bu devletlû Küçük burjuvalardır. İstanbul bir binbaşının, Ankara bir yüzbaşının vurucu gücüyle düştü. M.B.K. içinde bir çeşit Generaller "Taklib'i Hükümeti" yapılıncaya değin, hatta yapıldıktan iki yıl sonralara dek Albay Cuntaları, Finans - Kapitale akla karayı seçtirtti. İntihar durumu gelişinceye değin Albay Cuntaları ile paşalar arasındaki "Harb'i dahili", Küçük burjuvazi ile Butik Burjuvazi arasında geçen tipik davranış ve düşünce ilişkileri çerçevesinde yürüdü. Silahlı Kuvvetlerin bu sosyal yapısı göz önünde tutulmadıkça, 27 Mayıs'ın ne kendisini, ne sonrasını anlamaya yol bulunamaz.

 ALBAY: ORDUNUN NEYRENGİ NOKTASI 

Devletçiliğimizin bir de Finans - Kapital ile kaynaşmış yüzde bir bile tutmamakla birlikte, her zaman suyun başını kesmiş büyük Devletlularını, Paşaları izleyelim. Silahlı Kuvvetler yığınının kritik sınırı albaylardır. Albay, henüz Paşa olamamış, ama olmaya aday, Arafat'ta bekleyen alt basamaktır. Silahlı kapıkullarının 10 basamağını aydın - küçük burjuva sayıp, onların her küçük burjuva gibi iki uç (Büyük burjuvazi ile Proletarya) arasında zikzak sallandığını belirtmiştik. Sallanan rütbe basamaklarını birer rakkasa benzetirsek, 10 küsur basamak içinde kaderine en az katlanan ve dolayısıyla en büyük yaylım yapmaya elverişli rakkas, Albaylar grubudur. Çünkü bir sağa gidişte Paşa, bir sola gidişte Emekli olma şansı Albayın kapışım çalar. Albaylık, Sırat köprüsüne benzer. Binecek boynuzlu kurbanın varsa, seni Paşalık Cennetine dek götürür; yoksa en ufak bir yanlış adım, insanı emeklilik denilen Cehennemin gayya kuyusuna düşürür. Bu bakımdan Albaylık basamağı, ya hep, ya hiç parolalıdır. Rakkasın bir ucu Cennette, öbür ucu Cehennemde gidiş gelişleri bundandır. Albayların, Generaller üzerine besledikleri kanılar, hiç de güllük gülistanlık değildir. 27 Mayıs'ta, Silahlı Kuvvetler tasfiyesi (temizliği) ehramı düzeltirken yapılan General kıyımı ve kırımı bunun belgesidir. Bir kalemde yüzlerce paşa saf dışı edildiği halde, Albaylar hınçlarını alamamışlardı. D.S., eliyle Emekliye gönderdiği ve dama taşı gibi oynadığı Paşalar için şöyle der: "Orduda General bırakmanın hatasını ilk adımla gözlerimle gördüm." (Gölgedeki Adam, 12). Kendi açısından haksız da değildi. Finans - Kapitale değecek kadar yakın olan Büyük Devletlûlar, yıldırım harbinde nakavt olsalar bile, küçük burjuva yangınlarının, harman yangınları gibi, çok yayılsa bile, vaktinde yetişilirse, çabuk söndürülebileceğini binlerce yıllık denemeleriyle bilirlerdi. D.S., eliyle hizaya getirdiği bir Paşa örneği üzerine şöyle der: "Alkoç gibi sapına kadar asker doğmuş ve asker yaşamış bir general, daha ilk günde duyduğu reaksiyonu uzun müddet içinde saklayamamış, 1961 yılının 6 Haziran'ında patlak veren sessiz ihtilalde askerce direnmeleri yüzünden Emekli olmuştur. Orduda kalan diğer bazı generaller ise, ellerine geçirdikleri her fırsatta, ihtilalcilerden duydukları kompleksin acısını çıkarma yoluna sapmışlardır." (Gölgedeki Adam, 12)

  ABDÜLHAMİT PAŞALARI 

Finans - Kapital, Devletçiliğimizin alt Küçük burjuva tabakalarından yediği yumrukla yere düşünce, ilk tutamağı, o zamana dek DP eliyle başına taş yağdırdığı Ulu Devletlu Paşaların Paşasına sarılmak oldu. İki tarafın ortak yanları vardı: Finans - Kapitalle Devletçilik çekişirken "SÖZ AYAĞA DÜŞ- MÜŞ"tü. O kadarı denilmemişti. Güreş olmalı, ama takke düşüp, kel görünmemeliydi. Anladık, Finans - Kapital Devletçiliğimizi İsmet İnönü'nün kişiliğinde boğmaya kalkmakla boyundan büyük halt karıştırmıştı. Ancak, gemi azıya almış küçük devlet kapıkullarının da, içinde sıcak sıcak kâr aşı pişen kazanı kaldırıp devirmeleri gibi Devrimcilikler istenmiyordu. Ne imiş o 50 tane ağayı yerlerinden tedirgin etmek? Gürsel Paşa da, velev çarıksız köylüden gelmiş olsa bile, Aga - paşa olmamış mıydı? Bizde Demokrasi vardı. En müstebitimiz Abdülhamit, Birinci Cihan Savaşının başında, Başkumandan Vekili Enver Paşa'ya şöyle dememiş miydi?: "- Enver Paşa, sana oğlum diyorum, evet, çünkü sen de bizim aileye karıştın... Cümlece malumdur ki, Gazi Müşir Osman Paşa, Tokatlı Osman iken, Plevne'deki kahramanlığından dolayı şan ve şöhret sahibi olmuş, müşirliğe kadar terfi ettirilmiştir. Onun oğullarını kendi hanedanımıza intisap ettirdim. Derviş Paşayı da Lofçalı bir vatandaş iken Batum'daki kahramanlığı üzerine şan ve şöhret sahibi bir kumandan olarak terfi ettirdim. Oğlunu da hanedanımıza damat olarak kabul ettim. Gene bilirsiniz ki, Müşir Gazi İsmail Paşa da, Kürdistan'da lalettayin bir fert idi. Şarkta Moskoflara karşı kazandığı zaferler üzerine, onu en yüksek kademeye kadar terfi ettirmiş, oğlunu da hanedanımıza damat yapmıştım. Ahmet Muhtar Paşaya gelince, o da Bursalı bir katırcının oğlu iken, Şarkta, Moskoflara karşı gösterdiği kahramanlık ve hizmetlere mükâfaten, hükümdarlık payesinde Mısır fevkalade komiseri yaptım. Senelerce de aynı vazifede bıraktım. Hanedanımızdan bir gelin de vermek istedim, fakat o bir Mısırlı Prensesi tercih etli... Oğlum Enver, 33 sene saltanat sürdüm, Padişahlığım müddetince FERDİN HÜRRİYETİNE, şahsiyetine daima taraftar idim. Fakat keyfemayeşa bir Hürriyet, gelişigüzel bir serbestiyi de hiçbir zaman hoş görmedim. Milli ananelerimizin bozulmasına da taraftar olmadım. Avrupalıların medeniyetini daima takdir ederim... Ben de bu medeniyetin iyi taraflarını, hatta Sarayıma getirdim. Yıldızda Cuma ve Pazartesi geceleri temsiller, konserler verilmesini emretmiştim... Bu toplantılara Haremi, Sultanları, Damatları, hatta Haremağalarımla kalfalarını dahi davet ettim. Ben de güldüm, onlar da güldüler; ben de dinledim, onlar da dinlediler, seyrettiler, neşelendiler veya mahzun oldular. Maksadım, Saray, halka örnek olsun, Garbin ilerlemeleri YUKARIDAN AŞAĞIYA memlekete KONTROLLÜ girsin diye idi. Arzum, Rumeli ve Anadolu halkının içtimai seviyesinin yükselmesini teşvik idi." (H. Ertürk İki Devrin Perde Arkası, s. 158-160, İstanbul, 1957) Bizim Abdülhamidimiz bile tevekkeli "Kızıl Sultan" adını almamıştı. Batıcı idi, Medeniyetçi idi, Halkçı idi. Her şeydi. Yalnız "YUKARIDAN AŞAĞIYA"cı ve "KONTROL"cu idi. "Kızıl Sultan"> alaşağı edip onun yerine geçen Finans - Kapital Sultan'ın, Devletçiliğimiz denilen velinimetinin temsilcisi İsmet Paşa ile Gürsel Paşa'nın, neyi nasıl konuştuğunu bize ancak yarınki Tarih öğretebilir, demiştik. İ.İ. Paşa'nın damadı onu açıkladı. 

BİRLİK DEMEK: PARÇALILIK DEMEKTİR 

Türkiye'de "Birlik olma" sözü her ağzın parolasıdır. 27 Mayıs bile "Milli Birlik" adıyla Demokrat Parti iktidarını devirdi. Sonra, Milli Birlikçiler ikiye bölündüler: Önce içlerinde yarıya yakın ayrı düşünenlerden 14 Birlikçiyi baskınla ayırıp sınır dışına attılar. Atılan 14'ler "Birlik" miydiler? Hayır. 4'ü Türkeş çevresinde Faşizan, 10'u Kabibay ve Erkanlı çevresinde daha Halkçı iki parçaya bölündüler. Faşizmi hoş görenler CKMP'ye girdiler. Halkçılığı hoş görenler CHP'ye girdiler. 14'leri atanlar "Birlik" miydiler? Hayır. Daha 14'ler sınır dışı edildiği gün, Madanoğlu grubu ötekileri ortadan kaldırmaya girişti. Ötekiler, Gürsel mihveri çevresinde (Menteş - Seyhan - Aydemir) grupları ile Silahlı Kuvvetler Birliğini kurdular. Kimin adına "Diktatör" kesilmek istediği açıklanmayan Madanoğlu grubunu temizlediler. Sahnede "Birlik" kalmış mıydı? Tam tersine, Üçlük, (Menteş - Seyhan-Aydemir), ve Gürsel grubu katılınca Dörtlük, Sunay grubu katılırsa Beşlik, Altılık, Yedilik ve ilh. parçalılık besbelliydi. Hepsinin tek dayanağı Silahlı Kuvvet'ti. Ama Silahlı Kuvvet ne idi? Daha doğrusu Silahlı Kuvvet kime: hangi Ekonomi temeline ve hangi Sosyal güce dayanıyordu? Bunu kimse düşünmedi. Herkes, elma şekerini yalayan bayram çocuğu gibi, kendi elinde tuttuğu "Silahlı Kuvvet"i yalayıp karşısındakine nispet ediyor, ara sıra gözdağı veriyordu.

   Devletin başına, Cumhurbaşkanı Gen. Gürsel, Silahlı Kuvvetlerin başına Genelkurmay Başkanı Gen. Sunay getirilmişti. Bu iki Orgeneralin parçalı grupları kader birliği etmişlerdi. Gürsel'in "Tabii Senatör"leri, Sunay'ın "Kuvvet Kumandanları" vardı. Ama 3 Albaylar grubu gerçek gücü ellerinde tuttuklarına inanıyorlardı. Gürsel'in Sivil güçler, Sunay'ın Asker güçler başına getirilişleri, Albayların dilekleriyle olmamış mıydı? Cuntalar, Sivil ve Asker güçleri kukla gibi ellerinde oynatabileceklerini sanıyorlardı... Maddi güç durumu bu idi. Ondan sonra asıl önem, manevi durumda idi. Niçin ve neye karşı oynanıyordu? Genel genel sözlerden başka hiçbir şey söylenmiyordu. O genel sözlerde ise herkes, her zaman, kolayca oybirliğinde görüne'biliyordu. Sözlerin altında yatan objektif ve elle tutulur Ekonomi ve Sosyal gerçeklik, herkesin özel durumuna göre yorumlanıyor ve boyuna değişiyordu. Toplum yaşantısı ise her türlü genel sözler ve özel eğilimler dışında bir gerçeklikti. Bu gerçeklikle, en az 5 türlü özel eğilim arasında ütopyaya gelmez çatışma kaçınılmazdı. 

TÜRKİYE'DE SİYASETLE KİM "UĞRAŞIR"? 

Türkiye'de ekonomi temeli Finans - Kapitaldi. Banka ve Şirketlerin egemen olmadıkları bir üretim dalı yoktu. Bu madde temeli üzerinde iki sosyal ve siyasi güç egemendi: 
1 - Bilinçlenmiş biricik Sosyal örgüt olan Banka -Şirket sermayesi ile ona göbeklerinden bağlı Tefeci - Bezirgan zümreleri: 
2 - Özel teşebbüsü her ne pahasına olursa olsun Türkiye'de geliştirmek için kurulmuş olan Devletçiliğimiz sermayesine midelerinden bağlı Kapı - Kulu zümreleri... Silahlı Kuvvet Başlan, bu ikinci Devletçi zümrelerden başkası olamazdı. Yalnız o "Başlar" bildiğimiz canlı baş değillerdi. İçine ne konulursa onu çalan makinelerdendiler. Kimisi eski olurdu: fonograf, laterna gibi, kimisi en son model: ordinatör, teyp gibi... Ama hepsi "disiplin gereği" isteseler içlerine konulandan başkasını çalamazlardı. Onların içlerini kimler doldururdu? Batı dünyasında bir tek, Kapital doldurur. Bizde doldurucular iki tektir: 
1 - Finans - Kapital zümrelerinin örgütü eski DP, yeni AP idi. 
2 - Devletçiliğimizin gelenekcil örgütü CHP idi... İkisi ortası çırpman MP - CKMP - YTP yönsüz Küçük burjuva, Vahşi Burjuva, kimi Tefeci - Bezirgan, Eşraf, Ayan partileri olarak, ancak iki büyük gemi için safra rolünü oynuyorlardı.

    İki siyasi zümreden 5 bölük "Milli Birlik"çilere en yakın ve etkili olanı, CHP devletçiliği idi. Çünkü 5 bölüğün beşi de, CHP gibi Devletçiliğimizin ürünü idiler. CHP lideri İnönü, bütün 5 bölük gibi Silahlı Kuvvetlerden çıkmıştı. İnönü, 5 bölükten hangisine en yakındı? İsmet Paşayı elbet Gürsel ve Sunay Paşalardan iyi kimse anlayamazdı. Nitekim öyle oldu. AP, başına Pala Paşayı geçirmekle iyi maskelendi. Pala Paşa da, Gürsel ve Sunay Paşalar gibi, "Bu memleketi" İsmet Paşa'dan başkasının güdemeyeceği kanısını saklamadı. Egemen sosyal sınıf münasebetleri, bir anda Tek parti çağındaki kadar tek kişilerin diktatörce - hakemliğine bırakıldı. Daha 27 Mayıs ertesi Gürsel Paşa İsmet Paşaya teslim olmuştu. Askeri Cuntaların kuş uçurtmadığı günlerden bir 30 Ağustos "Zafer Bayramı" günü, İsmet Paşa, her normal Parti Şefi gibi Silahlı Kuvvetlerin başı olan Genelkurmay Başkanına "Arz'ı tebrikat"a gider gitmez, Sunay Paşayı kendi yönüne çevirdi. Böylece egemen sosyal zümreler yeniden Sivil Devlet başı (Cumhurbaşkanı Gürsel) ile Silahlı Kuvvetler başını (Genelkurmay Başkanı Sunay'ı) kendi yörüngesine oturtmuştu. 

ASKER YALNIZ HİYERARŞİ İLE UĞRAŞIR 

O sistem içinde kendilerini gerçek güç (Zinde Kuvvetler) sayan 3 Albaylar Cuntasını yola getirmek basit bir gün meselesi oldu. Adı işitilmedikler bir yana, bilinen her 3 Cunta, 14'ler kadar birbirlerine de güvençli değillerdi. Aralarında ve hele Cuntalarla Silahlı Kuvvetler arasında biricik ortak bağ: Hiyerarşi (silsilei meratip) idi. Hepsi birden: ast üste itaat eder, düşünce ve davranışında oybirliğini yaşıyorlardı. Hiyerarşi çekici şeydi. Kurulan yeni Silahlı Kuvvetler Birliği 3 Albaylar Cuntası gibi, 3 Paşalar düğümünü de sımsıkı kenetlemişti. Orada alınacak her karar, bir anda Silahlı Silahsız bütün Devlet Kuvvetlerini tek vücut olarak şahlandıracaktı. Başta Genel Kurmay Başkanımız gelmek üzere bütün Silahlı Kuvvetler ayağa kalkıp uygun adım yürüdü mü, onun karşısına, evvel Allah, kim çıkabilirdi? Sefil sivillere kim bakar! Asıl "Zinde Kuvvetler" Silahlı Kuvvetler, Mitoloji kahramanı Aşil idi. 27 Mayıs şahlanınca kim gık diyebilmişti? Her şey güzel, hesaplı, yerinde idi, Aşil'i atom bombası bile vuramazdı. Yalnız bir küçük noktacık unutulmuştu: Aşil'in topuğu! Bütün öteki Kurmay Planları, dönüp dolaşıp o topuğa dayanıyordu... Hani şu, bir üst karşısında: "Ol!" emri patlatıldı mı, "Rap!" diye hep birden hizaya gelip birbirine mahmuz sesiyle çarpan topuk'lar yok mu? O hiyerarşi, Aşil'in topuğu idi. Ve hiçbir yerine ok, kurşun, mızrak işlemeyen yiğit Asil, yalnız o topuğundan bir çöple dahi vurulsa öldürülebilirdi. "Zinde Kuvvetlerin" ruhu Silahlı Kuvvetlerdi, Silahlı Kuvvetlerin ruhu: Hiyerarşiydi. Hiyerarşinin ruhu... Paşa!.. 3 Paşa Devletçiliğimize ve Pala Paşa halkasıyla Finans - Kapitale sırtlarını dayayınca, karşılarındaki 3 Albaylar Cuntası o Ruhla canlanan ve onsuz yaşayamayacak olan bir beden durumunu peşin kabul etmiş oluyordu. 

HİYERARŞİ HİYEROGLİFİ 

İhtilalin vurulurluğunu, 27 Mayıs'ın en ateşli düşünceler yansıtan bir en adsız kahramanı, özel mektubunda şöyle idealleştiriyordu: "Silahlı Kuvvetlerin, mazisini asırlardan alan, bir örf, anane ve anlayışı vardı. Bu anlayış içinde HİYERARŞİ'nin rolü ve önemi münakaşa götürmeyecek kadar büyüktür." (Talat Turhan, Mektup, Gölgedeki Adam'a, 17) İhtilal nedir? Altüstlüktür. Bu kural Ordu için başka türlü nasıl olur? Bir küçük subay bir büyük rütbeliyi yerinden oynatamayacaksa, buna İhtilal denir mi? Mustafa Kemal, kendisinden kat kat üst İzzet Paşayı ve benzerlerini, kız kaçırır gibi, Eskişehir'den Ankara'ya tutsak getirmişti. O sıra İzzet Paşa Sadrazam, Mustafa Kemal "Silk'i askeriden tard" edilmiş bir idamlıktı. Buna "Asırlardan... örf ve an'ane" ne yapsındı? Yüzyılların gelenek görenekleri, hiç münakaşa götürmiyecek" ise, "mazisini asırlardan alan" Padişahlık, "HİYE- RARŞİ'nin en dokunulmazı, insanüstü bir tepe, bir "Allahın gölgesi" değil miydi? Sultan, yüzyılların tartışılamaz dokunulmazlığında bir Tanrıcıl hiyerarşi anıtı idi. Mustafa Kemal, daha beş on yıl önce bir Makedonya kasabasında efkârlandıkça leblebi ile düz rakı içen yüzbaşı, ondan da beş on yıl önce bakla tarlasında karga kovalayan bir "Çoban Mustafa" idi. Yapmalı gütmeli miydi o Anadolu ihtilalini, devirmek' miydi koskoca "Al'i Osman" hiyerarşisini? Görüyoruz ki, her şey gibi, gerçeklikten kopmamak şartıyla, hiyerarşi de "münakaşa götürür"dü. Ama bizim keskin ihtilalciler, ona dayanamıyorlardı. Örneğin, İhtilal Komitesi yeni Devlet yetkilileri seçmişti. Seçenler yüzbaşı, seçilenler Orgeneral olduğu için kim kime yön verecekti? İhtilalci Subay orada çarpılıyor. Ve acı acı yazıyor:

  "Genelkurmay Başkanı ve Kuvvet Kumandanları Komitenin tabii üyeleri olmaları şöyle dursun, MBK üyeleri bu zevatı emir ve kontrolleri altında gibi kabul eden bir görüş ve davranışın zebunu olmaktan kurtulamamışlardır. Bu davranışın tezahürü olarak Haziran 1961 olayları esnasında yüzbaşı rütbesindeki bir Komite üyesinin Genelkurmay Başkanının masasına yumruk attığını görmenin bedbahtlığına uğradık." (T.T., keza) Masaya da olsa "yumruk atma"nın yeri ve zamanı eleştirilebilir. Kumandanları MBK'ne almak da tartışılabilir. Ama, hiyerarşiye aykırı olduğu için, görev verilenleri "Kontrol" etmemek nereye varır? Gene aynı İhtilalcinin aynı mektubunda az önce yakındığı oldubittiye: "En önemlisi, 13 Kasım Operasyonunun, mütebaki 23 Komite üyesini memur derecesine düşürmüş olmasıdır. Öyle ya, 14 Komite üyesini paketlemek gücünü kendisinde bulan zevat, diğerleri için de benzeri tasarrufta bulunabilirdi. Bu gerçek (23) ler için Demoklesin kılıcı olmayacak mıydı?" (T.T., keza, 18) Ve o oldu. 

SİYASET DİZGİNİ - HİYERARŞİ KANTARMASI 

Ordu, Geniş küçük burjuva yığınları içinde azınlığın azınlığı olan Aydın zümrenin de onda biri güç sayılan azınlığı (Subaylar kadrosu)dur. Onu bütün ulu Küçük burjuva bocalayışlarından korumak için, burjuvazi otomatik Hiyerarşiden başka yol bulamamıştır. 27 Mayıs'ı yapan Silahlı Kuvvetler de o niteliktedir. Ölüm cephelerinde kükreyerek dövüşmek için biçimlenmiş silahlı Aslanları, sosyal konularda egemen sınıfların yörüngesine uslu uslu girmiş birer yumuşak başlı kuzu yahut At gibi kullanmak üzere, Modern Kapitalizm iki yalın uysallaştırma ve otomatlaştırma aracı icat etmiştir: 1 - Uysallaştırmanın ÖZÜ: Ordunun Siyasetle uğraşmaması; 2 - Otomatlaştırmanın BİÇİMİ: Altın üste mutlak uyması, Hiyerarşi... Siyasetin dışında, Hiyerarşinin içinde kalmak, o sert, o keskin, o yalın kılınç çetin olmak üzere yetiştirilmiş insanları, her an, en akla gelmedik bahane ile saf birer çocuk gibi yedmiye yeter de artar bile. 27 Mayıs'ın açıklı bir Krah'la yıkılışını: bütün "umut"ların, bütün "ayd/nl/k"ların bütün "idealistliklerin yok oluşu sayan bir Subay Talat (Turhan), başarısızlığı "Hiyerarşi" kıtlığına bağlar. Devrimci Asker geleneğini ölümüne dek savunan başka bir Subay Talat (Aydemir), Ordu "Siyasetin içerisine" girdiği için, (Orduyu siyasetten kurtarmak için?) isyan bayrağını kaldırır! Güler misiniz? Ağlar mısınız? Sonra aynı zeki subayların, "yumuşak başlı" general istemeyişlerine ne buyurulur? 

T. Turhan şöyle yakınır: 

"Generaller seviyesindeki tasfiye yapılırken, yumuşak başlı olanların orduda bırakıldıklarını anlamak, benim An kara'da ki ilk müşahedelerimden biri olmuştu. Eğer bu müşahedem doğru ise ve eğer bunun bir vebali varsa, size ait olduğunu kabullenmeniz lazım." (T.T, keza, 18) Burada gene "vebal" sosyal küçük burjuva niteliğinde değil, kişilerde aranıyor. General yumuşak başlı olmayacakmış. Elde olmayarak, fıkra akla geliyor: "- Adın ne? "- Mülayim. "- Sert olsan ne yaparsın!" Siyaset kimin elinde? Asker deyimi ile "Cambazların" elinde. General de, siyaseti o cambazlara bıraktığı için, aynı cambazların emrinde. Sert olsa ne yapabilir? Dizginleri politikacıda. Kantarması da kendi Hiyerarşi'si. Kıpırdayabilir mi? 

AKRABANIN AKRABAYA ETTİĞİ

 Madem asker Hiyerarşi (Mafevk) uydusudur, işte MBK en üstte. Ona da uysa ya! Bunu sanmak, küçük burjuvaziyi tanımamaktır. Silahlı Kuvvetler denilen ayrıcalı aydın Subaylar, belki de çok haklı olarak, Devrimi hep birden yaptıkları halde, içlerinden ilkin 38, sonra 24 kişinin neden parsayı toplayacağına katlanamıyorlardı. En tepedeki 27 Mayısçılardan bile, hangisini dinleseniz: MBK'ne seçilenlerin "haksız iktisap" suçlusu olduğuna inanacak olursunuz. Hele, Gürsel İzmir'e kirişi kırınca yerine getirilen Madanoğlu için, MBK hemen hemen gelişigüzel neydiğü belirsizler göstergesidir. Bir de MBK'ne çıkamamış aslanları düşünelim. "Neden o tepede de, ben değilim? Ne eksiğim var? Artığım ortada" kompleksi, küçük burjuvazinin vazgeçilmez iflah olunmazlık felsefesidir. "Ama, şu kadarını söylemek isterim ki; tabii senatörlük müessesesi bugün ne kadar şimşekleri üstüne çekiyorsa, Milli Birlik Komitesi üyeliği de Silahlı Kuvvetler içerisinde o kadar antipati ile karşılandı. Fakat o günün şartları altında, kimse ağzını açarak bu konuda konuşmaya cesaret edemedi." (T.T., keza, 17) Hep aynı okulda, aynı kışlada, her gün birbirlerinin en insancıl zaaflarını kaçırmamışlar. Tanımadıkları politikacı Vurgun veya Hacıağa çocukları ise, Subaylara, Burjuva Hür Basınınca, her gün birer yarı - tanrı kapasite üstinsan gibi şişirilmişler. Senin, benim gibi "asker parçası" da ne oluyormuş, o "Esrarengiz" Devlet yücelerinde? Kompleks bu. "Bu müessesenin (MBK'nin), Silahlı Kuvvetler mensupları için en HAYSİYET KIRICI (biz majüskülledik. HK.) tarafı, Vatanperverliğin inhisar altına alınmış olduğunu görmeleri olmuştur. Zamanla bu vatanperverlik inhisarı MBK üyelerine yakın olanlara da teşmil edilmiş veya böyle zannedilmiştir. Bu camia dışındakiler psikolojik olarak bu hassas konuda aşağılık kompleksine duçar olmuşlardır." (T.T., keza, 17) "Kimse kendi köyünde Peygamber olamamış" denir. En satılık Finans - Kapital uşağı, siyaset dehası gibi sunulur, en beyinsiz Hacıağa yarması politika kaplanı diye gösterilir: tutar. Subay, subayın kendisi gibi insan olduğunu düşündükçe, en küçük eksikliğe karşı isyan eder. Vurguncu saltanatını melankolik bir stoisyence süzer de, tepedeki arkadaşının gizli günahına engizisyonu az görür. "Şu kadarını yazmadan geçemeyeceğim ki; bir kısım Komite üyeleri, 27 Mayıstan sonra devekuşu misali başlarım kuma sokarak her şeylerin gizlenebileceğim tahmin ettiler ve bu tahmine uygun davranmakta bir sakınca görmediler." (T.T., keza) Bu "Akrabanın akrabaya, akrep etmez ettiğin" psikolojisi, sermayeci rekabet dünyasında, küçük dükkân eğiliminin "affetmez" küçük burjuva ham sofuluğudur. Her küçük burjuva ortamını kasıp kavurarak, Kodaman tuzağına gözü bağlı av eder. Artık ne söylense "boş" olur: "İhtilal Komitelerinin kuruluş ve icraatından bahsedilir. Yasama ve yürütme organlarını elinde bulunduran kimse ile bir Tümen Kumandanı arasındaki münasebetten söz edilir... Hepsi boş... (T.T., keza) Ve gerçekte de, MBK'nin yıkılışına "en çok tesir eden" şey, "Komite üyeleriyle Silahlı Kuvvetler mensuptan arasındaki münasebetlerden doğar." (T.T., keza)

15.Cİ  BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..,,

***

27 MAYIS YÖN HAREKETİNİN SINIFSAL ELEŞTİRİSİ, BÖLÜM 13

27 MAYIS YÖN HAREKETİNİN SINIFSAL ELEŞTİRİSİ,   BÖLÜM 13




BURJUVA AÇISINDAN DEMOKRATİK DEVRİM 

İşveren sınıfı açısından mesele 19. yüzyıldan beri konulmuştu. Bütün antenler o açıya çevrilmişti. Bütün beyin cihazları o açının sonsuz dalgalarıyla yüklüydü. İşçi açısından yola çıkılsa, herkese "Birinci Kuvayimilliyecilikte olduğu gibi demir çarık, demir asa" gerekecekti. M.B.K. çileri: "sandviç"le öğle yemeğinden güç kurtulacaktılar. Burjuva açısından İhtilal de, İktidar da, başarılır başarılmaz, en külfetsiz büyük nimetlere, ceberuta, saltanata kapı açıyordu. Silahlı Zindelerimiz, "Biz kırk kişiyiz, birbirimizi biliriz" diyorlardı. Neden rüzgarın kalbur üstüne çıkardıkları "Taht'ı revandan inmesinler, Neden, asıl yükü taşıyanlar boşuna harman, döve dursunlar? Neden bal tutan parmağını yalamasın? Sonra, her ün salan bakalım altta kalandan daha mı değerliydi? Burjuva devrimciliğinde her şeyin tersine orantılı gittiği tecrübe ile biliniyordu. Meşrutiyetin tanrılaştırdığı Enver ve Cemal'ler, alabildiğine paşa, başkumandan olurlarken heptiler. Albaylığı güç bulan Mustafa Kemal ve İsmet Beyler, hiç gibi görünmüşlerdi. İş başa düşünce, kimin daha paşalığa ve kahramanlığa elverişli olduğu beliriverdi. Madem ki Devrim burjuva devrimi idi. arkada görünen Fikret'in "Han'ı Yağma"sında kim, niçin geri kalsındı? Bu uğurda her subayın yerden göğe dek haklı çıkarabileceği bin bir gerekçesi olurdu. Hele daha ilk adımda, 40 kişiyi bulmayan M.B.K. içine bile, taş atıp kolu yorulmaksızın girenler olmamış mıydı? "Hayallerine bile getirmedikleri en büyük rütbeye bir anda erişivermişler" yerleştirilince, "Ordu kademelerinde... kıskançlık ve eleştirme"nin nerelere varacağı kendiliğinden anlaşılır. 

SON CANKURTARAN SİMİDİ: 

S.K.B. Bu atmosferi yaşayanlar için, çok sıkı hiyerarşik bir "Otomatik itaat" cihazından başka türlü teşkilat düşünülebilir miydi? Teşkilatçılıkta en titiz kurmay incelikleri başarıldı. Yapılabileceğin en mükemmeli yapıldı: "Silahlı Kuvvetler Birliği!"... Bu örgütün kuruluşundan 22 Şubat'a kadar Milli Savunma Bakanlığı Kalemi Mahsus Müdürü Kur. Yb. Talat Tahsin o Birliğin tam bir parçalanmadan ileri geldiğini şöyle yazar: "13 Kasım operasyonundan sonra bir kısım Komite üyesi muallâkta kaldıklarını hissetmişler, kendi emniyetlerini sağla-
mak için böyle bir teşekkülün zulüm ve zaruretine arkadaşlarını ikna etmiş olabilirler... Komite üyesi olmaları gerekirken, bu payeye erişememiş ve ellerinde kuvvet bulunduran önemli mevkilerdeki kumandanların ön plana geçmek istekleri, insani vasıfları ve ihtirasları kendilerini bu istikamete itmiş olması ihtimalidir." (D.S. 18). 21 Mayıs davasında Talat Aydemir aynı şeyleri daha açık belirtti: "MBK'nin Anayasası, bizzat yapanlar tarafından çiğnenmişti, işte bu hadise Silahlı Kuvvetler içerisinde çok yıkıcı bir reaksiyon yarattı. (14)ler yurt dışına sürüldükten sonra geri kalan 23 Komite üyesi, grup grup ordu içinde aşiret reisi gibi taraftar toplamaya başladılar. Ayrıca (14)lerin mağdur olduklarına inananlar da ordu içinde bir teşkilat kurmaya kalktılar. Artık ordu muhtelif fikir ve cereyanlarına göre muhtelif zümrelere hizmet için siyasetin içerisinde bocalamaya başlamıştı. İşte bu durum karşısında kendimi vazifeli hissettim. Ankara'daki yakın arkadaşlarımla bir fikir etrafında toplanarak ordu içinde parçalanmaya meydan vermemek yavaş yavaş orduyu MBK üyelerinin elinden kurtarmak için Silahlı Kuvvetler Birliği adı altında bir teşkilat kurmaya başladık." (19) Amaç ne? Teşkilat için teşkilat kurmak! Asıl amaç ise, Korku idi "19 Şubat günü Başkumandanın odasında" Kuvvet Kumandanlarıyla yapılan toplantıda Alb. Ünsalan şöyle konuştu: "- Münferit bir hareket için endişeye mahal yoktur. Fakat siyasetçilerin tuttuğu yol bazı patlama ihtimallerini tahrik edici mahiyettedir. 27 Mayısın temelinde olan bizleri ortadan kaldırmak için her çareye başvuracaklardır. Bizi mukadder olan felaketten siz dahi kurtaramayacaksınız." (D.S. 33) 

"TECRÜBELİ KURTLAR" 

S.K.B. Orduyu: 27 Mayıs'ın ve iktidarın sahibi sayıyordu. "27 Mayıs ihtilalini yapan Türk Silahlı Kuvvetleri, ihtilalin ve iktidarın gerçek sahibi olarak kendi malına el koymuş görünüyordu." (D.S. 19) Teşkilatın kilit yerlerine, o "görünüşe" uygun, en "tecrübeli kurtlar" yerleştirildi: "Silahlı Kuvvetler Birliğinin kurulmasına öncülük eden ve bu birliği kuran kumandanların büyük bir çoğunluğu eski ihtilalci arkadaşlarımda İçlerinden, bizim eski ihtilalcilerin işgal ettikleri post yüzünden dayanmak zorunlusunda kaldığı "sonradan
karışmaları" çıkarırsanız, bu teşekkül istisnasız, hepsi bizim eski ekibe katılmış olan tecrübeli kurtlardan kurulmuştu. Kendileriyle, aramızda uzun yılların kader birliğine dayanan köklü ilişkiler hiçbir zaman kopmamıştı." (D.S. 19) Bu sıkı tutunmanın başına Genel Kurmay Başkanı kendiliğinden (hiyerarşikman) geldi. Çünkü hiyerarşinin tepesinde bulunanlar da o sıra ayaklarının yerden kesildiğini hissetmişlerdi: "Genel Kurmay Başkanı ve Kuvvet Kumandanları Komitesinin tabii üyeleri olmaları şöyle dursun, MBK üyeleri bu zevatı emir ve kontrolleri altında gibi kabul eden bir görüş ve davranışın zebunu olmaktan kendilerini kurtaramamışlardı. Bu davranışın tezahürü olarak Haziran 1961 olayları esnasında yüzbaşı rütbesindeki bir Komite üyesinin Genelkurmay Başkanının masasına yumruk attığını görmenin bedbahtlığına uğradık." (D.S., 18, Mektup) Maazallah! Yer açılsın, yere girelim! Onun için, yani, MBK içinde icra ve teşri (yürütme ve yasama) yetkisine sahip bir Yüzbaşı, Genelkurmay Başkanının masasına yumruk atmasın diye Hiyerarşi sağlamlaştırıldı. Ya bu hiyerarşi sağlamlaşınca, tepede duran bir tek kişi alttakilere "yumruk" atarsa? Alttaki "eski kurtlar"a güveniliyordu. 

HAVADAN İÇE DÜŞEN KURT 

Oysa, daha S.K.B. kurulurken, içine "kurt" düşürülmüştü, "Hava"dan bir kurt: Havacı Menteş. 14'lerin temizlenmesinde Havacıların ve Menteş'in rolü unutulamazdı. Finans - Kapitalin baş oyunu: Havacılarla Karacıları tepiştirmektir. "Halim Menteş'in Türkiye'ye girmesinden sonra, Komitedeki havacılar belli bir fikrin savunucusu olarak ortaya çıkmışlardır. Onlara göre; iktidarın hemen devredilmesi hususunda millete verilmiş olan söz derhal yerine getirilmeliydi... Menteş, mevcut Komite kadrosunun memleketi idare edebilecek nitelikte olmadığı fikrini ileri sürerdi. Memleketi içinden çıkılmaz badirelere sürüklemekten korkardı. Ona göre; iktidar, İsmet Paşa ve Partisine hemen devredilmeli, Komite sahneden çekilmeliydi... Böyle bir kanaat taşımaları, havacıları, ister istemez Madanoğlu grubu ile gaye birliğine götürüyordu." (D.S. 14) Kimliği bu denli açık seçik olan B. Menteş (ve Havacılar): Madanoğlu - Kızıloğlu ekibinin 14'leri "paketledikten" sonra pek kazaklaşan kişicil diktatörlüğü önünde tedirgin oldu, veya öyle göründü. B. Talat Turan diyor ki: "Kuruculardan olan Menteş, 13 Kasım'ın icrasında ön planda aktif rol oynamış bir şahıstır. Bu zatın (14)lerin intikamını almak için kurulan bir teşekkül içinde bulunduğu düşünülemez. Ancak fikrin yayılmasında, teşekkülün Karacı mensupları tarafından, (14)lerle beraber olunduğu temasını işlemekten fayda umulduğu inkar edilmemesi gereken bir gerçektir." (D.S., 18, Mektup)

 İÇE DÜŞEN KURDUN MAKYAVELİZMİ 

Bu kanıya göre, B. Halim Menteş, açıkça CHP adamı iken, 14'leri ve S.K.B.ni içinden kontrol etmek üzere görevlendirilmiş olabilirdi. Gölgedeki Adam Roma'da yarı sürgün iken B. Halim Menteş'in, hiçbir şey olmamış gibi yaptığı konuşmalar, araştırma ve iskandil karakterini taşır. Diplomasi kurallarına uyarak, hiçbir şey vermeksizin, karşısındakileri söyletmek ve felce uğratmak Makyavelizmini güder: "Mayıs'ın 15'inde Halim Menteş Roma'ya geldi. Sanki hiçbir şey olmamış gibi birbirimizle hasret ve sevgi ile kucaklaştık. Menteş'le ihtilal sonrasında başlayan zıt görüşlerimiz, 22 fiubat'ta da ikimizi karşılıklı kutuplara ayıracak derecede derinleşmişti. Fakat fikri ayrılık ne derece büyük olursa olsun, arkadaşlık ilişkilerimiz değerinden hiçbir şey kaybetmemiştir... Birbiri - mizin karşısına dikileceğimizi daima evvelden haber verdik.. Menteş, (14)ler tasfiyesinin, doğruluğuna inanmış görünüyordu. Roma'da sabahlara kadar devam eden karşılıklı münakaşa ve fikir alış verişinde, katılaşmış inancından uzaklaştırmanın mümkün olmadığı kanısına vardım. Ancak Madanoğlu ve yakın çevresinin de Menteşem güvenini kaybetmiş olduğunu konuşmalarındaki sızmalardan yakalamak pekâlâ kabildi. Bana açıkça ifade etmemesine rağmen, devam edip giden iktidarın genel tutumundan pek memnun görünmüyordu. Fakat (14)lerin mutlak 2 yıldan evvel memlekete dönmemeleri gerektiğinde ısrar ediyor ve bunda en ufak bir tavize yanaşmıyordu. "Menteş'in (14)lere karşı şahsi bir iğbirarı ve onlardan kendi şahsına müteveccih bir endişesi mevcut değildi. Asıl sebep, (14)ler tasfiyesinin tatbikatını fiilen idare etmiş havacı çevrenin, (14)lerin yurda dönmesinden duydukları endişe yüzünden, kendi üzerine yaptıkları baskının etkisi altında kalışıdır." (D.S. 16)

KOLAY PROVOKASYON 

B. Halim Menteş budur. Bir albayın, elini kolunu sallayıp Roma'da Gölgedeki Adamı, Hollanda'da (14)leri kolaçan etmesi, kendiliğinden, eğlenti gezisi olamazdı. Şimdi bu aynı Menteş, S.K.B.'nin 3 kurucusundan biri olmuştu. B.T. Turhan mektubunda yazıyor: "...Talat Aydemir, Halim Menteş, Selçuk Atakan, Silahlı Kuvvetler Birliğinin nüvesini teşkil eden cuntanın kurucuları arasında sayılmaktadır. Bunlardan sonra, Nuri Hazer, Necati Ünsalan, Şükrü İlkin vs. sayılabilir... Nüve Cuntanın nema'lanması çok kolay oldu." (D.S. 18) Şaşırtıcı "kolaylık" nereden ileri geliyordu? Gene en başta Halim Menteş'ten: "28. Tümen Komutanı Nuri Hazer, Emanullah Çelebi ve Menteş'in yakın akraba olmaları, Ankara'da yegane kuvvet olan 28. Tümenden azami ölçüde faydalanmayı mümkün kıldı... Halim Menteş'in hava kuvvetlerinde söz sahibi olması ve fikire Hava Kuvvetleri Kumandanını ikna ederek teşkilatın emin ve süratli kuryeler aracılığı ile yayılmasına geniş ölçüde hizmet etmiştir." (D.S., 18, Mektup) Bu, Silahlı Kuvvetler alt kademelerinde mayalanan kaynaşmayı, zavallı empülsif rahmetli Talat Aydemir'in kişiliğinde cezalandırıp sindirmek için tertiplenecek bir düpedüz provokasyona benzemiyor muydu? Çünkü halk çocuğu Türk subayı, 27 Mayıs'tan Halka medet umuyordu. Onu susturmak için Amerikan usulü madde çıkarları göstermek, tatmin etmek şöyle dursun, sinirlendiriyordu. Bütün güç halk çocuğunun elinde olsun, halka yararı dokunmasın, güçtü: "En önemlisi sayılabilecek diğer bir husus da, 21 Mayıs'ın o tarihe kadar arzulanan reformları getirmemiş olmasıdır, denebilir. Silahlı Kuvvetler mensupları 27 Mayıs'tan beklediklerini görmemiş olmanın ıstırabı içindeydi. Tabiidir ki, 27 Mayıs'tan sonra çıkan kanunlar Silahlı Kuvvetler mensuplarını maddeten kalkındırmış ve birçok garanti ve kolaylıkları hizmetlerine amade kılmıştır. Bu gerçeği inkâr gayri - mümkündür. Bizim sözünü ettiğimiz tatminsizlik manevi alanda tezahür etmiştir. Bu memnuniyetsizlik ve tatmin edilmeme, Silahlı Kuvvetler Birliğinin süratle vüs'at ve kuvvet iktisabına başlıca amil olmuştur. Müteakip hadiselerde bu halefi ruhiyenin geniş ölçüde rol oy-namış olduğunu kabul etmek lazımdır." (D.S., 18, Mektup) 

ULUSLARARASI FİN ANS-KAPİTALİN İHTARI 

Bu durum, tutalakları (statükocu muhafazakâr işveren partilerini) sonuna dek ihtiyatlı davranmaya zorladı. "İhtiyatlı" ile "tereddütlü" taban tabana zıt iki davranıştır. İhtilalciler ne kadar tereddütlü iseler (küçük burjuva durumlu), Tutalaklar o kadar ihtiyatlı idiler (Kararlı burjuva tutumlu)... "Başa güreş" böyle başladı. Birinci raundu kazanan parola, İnönü'nün: "İktidarın sivil idareye bir an önce devrinde sayılamayacak kadar fayda vardır" sözü oldu. Bu söz, ilkin, -Mısır tecrübesinde ağzı yanmış olan- Londra'nın Times gazetesinde çıktı. 8 Temmuz 1960 günü "London Press Service" şu fişeği havaya attıydı: "Türkiye'nin askeri idareden sivil idareye geçişinin uzayacağı -yahut belki de,- tam olmayacağı gibi bir ihtimal Times'i tedirgin etmektedir." Times'ten sonra bizim "Hür basın", ondan sonra da Paşa "tedirgin" oldulardı. Tutalaklarımızın işi kolaydı. Avrupa bizden en az 150 yıl önde gittiği için, onun "tecrübesini" hatırlatması, İşveren sınıfımızın Batı'dan gelen uyarıya Tanrı buyruğu görmüşçe uymasını sağlıyordu. 

YERLİ FİNANS-KAPİTALİN YAŞLI ADAMI 

Batı burjuvazisinin bir metodu da, bir Milletin başına yaşlı ve kendisine sadık bir tek "Ulu kişi" geçirmekti. Celal Bayar örneği bu idi. "Onların felsefesine göre, bir yaşlı adamı satın al, devletin başına geçir, milleti yıllarca soydur, ezdir. Çapulculara karşı isyan başarı kazansa bile, en soyut hak isteyen acı iç ağızlara kurşun sıktıran yaşlı adamlara "ölüm cezasının gölgesi" dahi gösterilemeyecektir. "Eldeki beylik basın ve beylik muhalefet ortalığı kapladığı sürece nasıl olsa "şefkat" damarları kabartılır. Mahşer günü canları kurtarılanların, ileride usturuplanacak bir afla hürriyetleri de bağışlanıverir. "Çapul yeniden eski hızını bulur, hatta geçer. Ve ecnebi "dostlar", geçmiş gelecek kullarını ebediyen garantilemiş bulunurlar." (H. Kıvılcımlı: İkinci Kuvayimilliyeciliğimiz, s. 20)

1960 Temmuz'unda yazılmış, ulemamızca okunması yasaklanmış olan bu satırlar, 1966 Temmuz'unda olaylarca ispat edilmedi mi? 27 Mayısçıların başlarına, kendi elleriyle boyunlarına ilmek geçirir gibi geçirdikleri, ilk yaşlı adam Sayın General Cemal Gürsel oldu. 1960 yılı ortasında, göz göre baltalama yaptıkları anlaşılan "sivil" bakanlardan 10'u inince kimin bakan olacağı Milli Birlik Komitesini altüst etti. Askerler hiç değilse masa bürokratı olmadıkları için, aldıkları işi iş olarak daha temizce yürütebilirlerdi. Devletin hangi makinesine asker geçirildiyse orada olumlu iş yapıldı. Örnek: İstanbul Belediyesi başına geçirilen iddiasız bir askercik, birkaç hafta içinde Üsküdar, Fatih gibi semtlerde hemen hiç masrafsız, halka ucuz tiyatro binaları kurdu. Sivil bürokratlar 40 yıl uğraşsalar, milyonları müteahhitlere çaldırarak, yapılmış tiyatroları inmeli duruma sokarlardı. Askerler kaşarlanmamışlardı. "Fakat Gürsel'in, boşalan yerlere yine sivilleri getirmekte ısrar etmesi karşısında teşebbüs başarıya ulaşamamıştır." (D.S., 9) 

  KÜÇÜK BURJUVACILIGIN İNTİHAR FELSEFESİ 

Ne sayede? MBK'nin bir sosyal sınıfa dayanmayan aydın Küçük burjuva yapısı sayesinde. Çünkü: "Komite üyeleri aslında Balcın olmak istiyorlardı. Hemen hepsinde bu istek umumi idi. Ancak, Bakan olmak şansı bazılarında diğerlerine nazaran daha fazla görünüyordu. Hükümette 38 adet Bakanlık bulunsaydı, teklif oy birliği ile kabul edilir ve derhal uygulanıverirdi. Karşı koyma, daha çok, Bakan olma şansını kedisinde az görenlerle, Komite üyelerine, sivillere nazaran laf anlatmakta müşkilat çekeceğini yakından bilen Başbakandan geliyordu." (D. S. 9) Dram veya komedi burada yatıyor, "tavşan burada pusuyordu: Yasama ve Yürütme yetkilerini Anayasaca ellerinde tutanlar, Yasama yetkilerimi Piyasa ajanlarından "Komisyonlara" bağışlıyorlardı. Sürütme yetkilerinde ise: bir Bakan olmayı bile "şans" sayıyor, birbirlerini kırmak yolundan bir tek yaşlı adamın insafına ısmarlıyorlardı. O yaşlı adamın "sivil idare" prensibi ise, kendisi en masum "sağduyu"suna uyduğu hayaliyle avunurken, Londra'da, kotarılmış bir formüldü.

  SİVİL BAKAN: DEVRİME SAATLİ BOMBA 

Asker küçük burjuvaların çekişmeleri sayesinde sivil tilkilere geçen idare ne yaptı? 27 Mayıs gemisini delerek batırmak için gemi ambarına safra- diye konulmuş saatli bombam gibi işledi. Gölgedeki yakmıyor: "Çalışmalarımız normal şartlar altında cereyan etmiyordu. Yapılacak işlerin azameti nispetinde müşkülatla karşılamıyorduk. Mücadelenin en büyüğünü yetkili makamları işgal edenlerle yapmak zorunluluğunda kalıyorduk." Batıcı akıl hocalarının tapşırdığı "sivil idare" bu idi. Yoksa maksat "sivil" veya "asker" değil, Halka, doğru teprenen 27 Mayıs'ı, kendi çarkları içinde boğmaktı. Babil çağından kalma bürokrat Devleti düzeltmek isteyen ihtilalcilere karşı "lafanlatamaz" hale gelen birinci yaşlı adam: "Cemal Gürsel, genel olarak tensikatın yapılmasına taraftar görünüyordu. Fakat sonucunda doğması muhtemel görünen bazı ihtilatlardan endişeli ve bu yüzden mütereddit bulunuyordu." (D.S. 11) İkinci yaşlı adam: "Milli Savunma Bakanlığım işgal eden Fahri Özdilek, her türlü tasarrufa doğrudan doğruya kendi sorumluluğu adına girişildiği halde, meselenin Komitede konuşulduğu ilk gün çantasını toplamış ve bir daha Komitenin semtine uğramaz olmuştu." (D.S. 11) Silahlı Kuvvetleri temizlemekte bir taşla iki kuş (ama ikisi de İşveren torbasına giden iki kuş) vurarak ses çıkarmayan yaşlı adamlar, o zaman (hem de silahlılara karşı) korkmamışlardı. "Doğması muhtemel bazı ihtilatlar" dolayısıyla şimdi silahsız sivillerden korkuyorlardı. Bürokratları temizlemekte "endişe... ve tereddüt" sakızını çiğniyorlardı. Demek, "doğması muhtemel ihtilatlar", Londra - Washington kaynaklı sivil Finans - Kapital ajanlarından geliyordu. 

FİNANS-KAPİTALE: SİVİL Mİ YARAR, ASKER Mİ? 

Temiz devrimcilerin tecrübesizliği önüne: "Siviller mi daha bilgili ve beceriklidir, askerler mi?" diye bir şeytanın iğri kılı çıkarılıyordu. Bu düzelttirilmek isteniyordu. Oysa problem o değildi: "Siviller mi İşveren sınıfının çıkar oyunlarına daha yatkındılar, yoksa askerler mi?" Mesele buydu.

   Buna verilecek karşılık, en kör göze batacak kadar ortadaydı. Elbet, asker evlatlarımız az çok özel bir kapalı kutuda tutuluyorlardı. Yıllar yılı "siyasetten uzak" tutulma bahanesi ile İşveren sınıfının, nasıl Devlet kasasını soyarak zengin edildiğine pek alıştırılamamışlardı. O yüzden, burjuva çıkar oyunlarına çok daha az yatkın idiler. Finans - Kapital oyununa düşmemiş askerlerin, Millet ve Memleket yararı denildi mi, onun mutlaka İşveren çıkarı olması gerekeceğine inandırılmaları daha güç idi. Finans - Kapital gözlüğünü takamamış genç askerler, elbet o gözlükle kör edilmiş sivillerden bin kere daha becerikli ve halk sever olacaklardı. Zeki bir halk dostu ise, gereken gerçek "bilgi"yi, sersemletilmiş burjuva bürokratından daha iyi, çabuk ve doğru olarak elde etmeyi becerirdi. 

AMERİKAN ABDESTLİ SİVİL BAKANLAR

 İşte bir örnek: Maliyeye üstat Alican sivil getirilmişti: "Maliye Bakanlığı ile resmi bir koordinasyon sistemi içerisinde çalışmaya imkân yoktu. Derhal, alışageldikleri her türlü müşkülatı önümüze yığacaklarından zerre kadar şüphe etmiyorduk... Yaptığımız mali portesi 100 milyon TL'sına baliğ oluyordu. En önemli husus bu parayı hem de çok kısa zamanda temin edebilmekti... Bu iş için, hükümetin kuruluş özelliği yüzünden, pasif, iktidarsız ve hatta yetkisiz klasik kafalı bakanlarıyla da işbirliği yapmak imkânsızdı." (D.S. 11) Sivil papağanlara bir şey öğretilmişti: Amerika'yla iş yapmak. Bu onların pek hoşuna gidiyordu. Yolluğu, ödeneği, komisyonu, ihalesi, denetlemesi ve ilh., ve ilh. vardı. Hepsinden hem yersin, hem yedirirsin. Genç askerler bunu "beceremezlerdi". Doğru dürüst "bilmiyorlardı." Şöyle düşünüyorlardı: "Faaliyete geçtiğimiz günden itibaren ne ordu emir ve kumanda kademesinin, ne de Amerikan Yardım Kurulunun hiçbir şeyden haberi olmamıştı. Amerikalılardan bu iş için yardım istemek, işe burunlarının sokulmasına razı olmak demekti ki, bu takdirde tatbikatın çıkmaza girmesi, meselenin müzakere ve pazarlığa dökülmesi kaçınılmaz bir sonuç olurdu." (D.S. 11) 

FİNANS-KAPİTAL BALTACISI: SİVİL BAKANLAR 

Bunu hiçbir "Sivil" aklının kenarından geçirmek zahmetine katlanamıyordu. Onun için Londra'nın Times'i: Aman Siviller yetişin diyordu. "Hür Basın" ve Sayın "Siyasi Partiler" hep bir ağızdan yankı veriyorlardı. "Aman siviller gelsin Hükümetei" Sayın yaşlı adamların da bilerek bilmeyerek "telaş" ve' "tereddütleri buradan geliyordu. Genç askerler bir yol daha "kendi omuzlarının üstündeki başları" ile küçük bir finans baskını yaptılar. Sonra Sayın Sivil Bakanı karşılarına alıp: 100 milyoni dediler. O işi "Komisyona havale"ye kalktı. "Alican, haklı olarak alışageldiği gibi, bin bir dereden su getirmeye, hükümetin o gün için ancak 25 milyon lirayı tasarruf edebildiğini, bu şartlar altında ödemenin mümkün olup olmayacağının, cay-ı mülahaza bulunduğundan bahsetmeye başladı. Meselenin Komisyona havaleye ve sonu gelmez müzakerelere tahammülü olmadığını kendiliğinden anlamasına imkân yoktu." (D.S. 11) Sivil Bakan sabotajını önceden kestirmiştir genç subaylar. "Komisyona havale" hilesine çarpılmamak için, daha önceden Bakan beye kaçamak bırakmayan bir sürpriz hazırlamışlardır. "Uzman" mı gerek? Finans - Kapitalin şişirdiği bilgin maskeli ajanları yutmazlar. Kendi bildikleri gibi "uzmanı" mumla ararlar. 

DEVRİMCİ ASKER: SUİKASTI ÖNLER 

"Maliye Bakanlığına giderek Bakanlığın işleyişine vakıf ve kişiliğine güvenilebilir bir adam aradım. Bana Bütçe Umum Müdürü Hikmet'i tavsiye ettiler... Bütçe Umum Müdürü, bize o günlerde tamtakır bırakılmış bulunan Devlet Kasasından 100 milyon liranın nasıl bir hafta zarfında, hiç bir mali sarsıntıya sebebiyet verilmeksizin, nakden tediye edilebileceğini öğretmiş bulunuyordu. Bakanlıklara mali yılbaşında bütçe ile tahsis edilmiş maaş ödeneklerinin boş kadrolar karşılığı Maliye Bakanlığı emrine iade edilecek ve biz de, geçmiş yıllarda çarçur edilen bu para ile işimizi görecektik." (D.S. 11) Sonra Sayın Bir Siyasi Parti Lideri olacak Bakan, bilmez sayarak, genç subayları parasız bırakmak istiyor. Subaylar ondan er davranıp, gerekli uzmanlar, her yılsonu çarçur edilen 100 milyon lirayı rahatça çıkartıyorlar, iki "Uzman"; Maliye: Hikmet, Hukuk: Yüzbaşı Sait: "Yeminli ve gizli olarak Ankara Kumandanlığının bir odasına kilitlenip birkaç gün içinde 42 sayılı kanun tasarısını tamamladılar." (D.S. 11)

  "Bilgisiz, beceriksiz, yetersiz ve ilh.'siz" sayılan insanlar, ne yaptıklarını bilirlerse, kendilerinde bulunmayan bilgiyi de, uzmanlığı da herkesten iyi emirlerinde kullanabilirlerdi ve kullanmışlardı. Yalnız, işveren sınıfı için Uzman: Sömürme çıkarlarını haklı çıkarma aygıtı idi; burada Devrim çıkarı önde geliyordu. Birinci raundun ilk basamağı Finans - Kapitale karşı Devrimci subayların üstünlüğü biçiminde geçiyordu. Gerçekte Finans - Kapital usta pehlivan gibi altta güreşiyor, Devrimcileri yıprandırıyordu; sureti haktan görünerek onlara istediğini yaptırıyordu. Ufak tefek azarlanmaları olağan sayıyordu. Al i - can'ın D.S. karşısındaki durumu onu gösteriyordu: "Sözünü kestim, (diyor D.S.) ve -sonradan, akrabası olan Talat Aydemir'e şikâyet ettiğine göre kendisine hayli sertçe gelen bir ifade ile- önümüzde Komitenin kabul ettiği bir kanun bulunduğunu, kanunun tatbikatına Bakanlar Kurulunun memur edildiğini, tali mülahazaların yersiz bulunduğunu hatırlatarak ayağa kalktım. Bakan, elbette ödeme için imkân aranacağını söyledi ve toplantıya son verdik." (D.S. 11) 

ASKERCE TEDBİRLER VE YAŞLI TİLKİLER 

Bu uslu görünüş, Devrimcileri, bindikleri dalı kesip, yapma bir emniyet içinde oyaladı. Aldıkları tek tedbir, sosyal bir sınıf açısından halka inmek yerine, kimi kilit sayılan noktalara, 9 ihtilalci ile onların güvendikleri 3 askeri uzmanı geçirmekle kaldı. 

1 - Talat Aydemir: Harbokulu Kumandanlığına, 
2 - Necati Ünsalan: Jandarma Okul Kumandanlığına, 
3 - Kemal Güner: Jandarma Okul Kurmay Başkanlığına, 
4 - Necmi Berk: Kara Havacılık Okulu Kumandanlığına, 
5 - Naci Asutay: Milli Emniyet Başkan Muavinliğine, 
6 - Nejat Kumuşoğlu: Milli Emniyet İstanbul Müfettişliğine, 
7 - Şükrü İlkin: Ankara Emniyet Müdürlüğüne, 
8 - Faruk Güventürk: İstanbul Merkez Kumandanlığına, 
9 - İhsan Erkan: 22. uncu Piyade Alayına (Ankara Merkez Alayı)... 

Güvenilirlerden: 

1 - Refik Kurttekin: Genelkurmay Başkanlığı İstihbarat Başkanlığına, 
2 - Faruk Gürler: Harp Akademileri Kumandanlığına, 
3 - Yusuf Alpmansu: İstanbul Garnizonu ve 66. Tümen Kumandanlığına...

Bu 12 kat, asker katıydı. Hepsi de Hiyerarşice Yaşlı Generallerin emirlerine itaatle görevliydiler. Gölgedeki adam: "Orduda General bırakmanın hatasını daha ilk adımda gözlerimle görüyordum." (12) diyordu. Ancak yaşlı adamlar, kendi yaptıkları sabotajla kalmadılar. MBK'nin içinde uyandırdıkları ateşi de ustaca körüklediler. Milli Birlik zıt iki kutba parçalandı: 

BİRBİRİNDEN HABERSİZ CUNTA 

1. Kutup (Reformcular): Kabibay - Türkeş - Erkanlı üçüzü çevresinde, Karaman - Akkoyunlu - Baykal - Solmazer - Esin - Özdağ... Devleti "revizyona" uğratmak istiyorlardı. Hem çoğunluk hem güçlü görünüyorlardı. Kararlıydılar. "9 Temmuz gecesi aldığımız kararların uygulanması için hızla çalışıyorduk. İhtilal iktidarının emniyetini süratle sağlamak üzere, Başbakanlıkta bir Merkezi İstihbarat Teşkilatı kurmaya karar verdik. Kadro ve Kanun teklifi gibi zaman alıcı formalitelerle vakit geçirmeksizin, teşkilatın başına Kurmay Yarbay Süreyya Yüksel'i geçirdik. O zaman, seferberlik tetkik kurulu başkanı olan emekli Kurmay Albay Faruk Ateşdağlı'nın emrindeki istihbarat hizmetinden yetişmiş subaylardan teşkil ettiğimiz bir ekip ile Başbakanlığın bir odasında derhal faaliyete geçtik. "Bu teşkilat; Milli Emniyet, Emniyet Genel Müdürlüğü, Genelkurmay İstihbarat Başkanlığı ve Jandarma Genel Kumandanlığı gibi organların aracılığı ile bütün Türkiye'nin gözünü ve kulağını bir noktaya topladı." (D.S. 13) Bu, açıkça, bir albaylar Hükümet darbesi idi. Tam cunta, hiç bir sosyal sınıfa dayanmıyordu. 

KARŞI GRUP VE BATAK 

2. Kutup: "Sami Küçük'ün akıl hocalığı yaptığı ve Madanoğlu'nun baş olarak kullanıldığı grubu" idi (D.S. 13). Çevreler: Önce Rafet Aksoyoğlu - Fikret Kuytak, sonra Suphi Gürsoytrak - Ahmet Yıldız'dı. Azınlıktılar. Ama, "Komite dışında siyasi çevrelerle irtibatlı olarak çalıştıkları ve Komite içinde Parti sözcülüğü edercesine ters bir yön tutturdukları intibaı günden güne kuvvetleniyordu." (D.S. 13) Sosyal sınıfla ve onun siyasi örgütü ile el altından ilişiği, onun da en az birinci Cunta kadar illegal çalıştığını gösteriyordu. "Hiçbir zaman belirli bir inanç ile karşımıza çıkmamışlardır." (D.S. 13) Yalnız 1. Cuntayı iyi oyalamışlardır.

Bu iki kutup arasında batak uzanıyordu: Ekrem Acuner: "başlı başına" idi. Özdilek - Ulay Paşalar: Bakan, tarafsızdılar. Sezai Okan - Osman Koksal: Madanoğlu'nu tutmakla birlikte, Türkeş'e karşı (Küçüğünkine benzeyen) bir "alerji" besliyorlar, Özdağ'ın nutuk atışlarına sokranıyorlardı. Tam o sıra, Halim Menteş Roma - Nato'dan geldi. Komite Komisyonlarına girdi, l. Cuntaya karşı açıkça İsmet Paşasız yaşanmayacağı tezini tutturdu. Bir yandan "Madanoğlu grubu ile gaye birliği" (D.S. 14) güderken, ötede "Komite içindeki fikri ve hissi ayrılıkları ortadan kaldırma gayretine" Kabibay ve Seyhan'la "devamlı olarak katılıyordu." (D.S. 14) Bu tavşana kaç, tazıya tut demekti. Paşa, Menteş kılığına girmiş, Komiteyi içinden fitillemişti. 

KÜÇÜK BURJUVA TELAŞI VE BÖLÜNÜŞ 

H. Menteş'in antitezi D. Seyhan'dı. İkisi de Devrimden kâm alamamış, albaylardı. Menteş Paşaları, D. Seyhan Paşa olmayanları temsil ediyordu. Paşalar, CHP ardında akıllı işverenleri tutuyorlardı. Paşa olmayanlar Cunta gölgesinde küçük burjuvaziyi temsil eder görünüyorlardı. Akıllı burjuvazinin ne düşündüğü belliydi. Duygucu küçük burjuvazi için deli olmak işten değildi: "Biz, diyordu D. S.'nin ağzıyla, 27 Mayıs ihtilalini tahakkuk ettirebilmek için altı yıl geceli gündüzlü çalışmıştık. Biz ihtilali, iktidarı Cumhuriyet Halk Partisine devretmek için yapmamıştık. Altı yıl, her türlü feragat ve fedakarlıkla inandığın fikirlerin tahakkuku için ihtilal hazırla ve yap, sonra da fikirlerinin karşısına dikilen ve siyasi gruplanmaların çıkarına hizmet etmeye kalkanların karşısında yılıp sahneden çekiliver!... Olmazdı böyle şey... " (D.S. 14) Ne yazık ki küçük burjuvazinin modern toplumda alınyazısı bu idi. Her küçük burjuvazinin gözü büyük burjuva olmaktaydı; her Albayın Paşa olma niyeti gibi... Ne var ki, Paşa olma kısmeti gibi, büyük burjuva olmak da binde bir kişiye güç nasip oluyordu. M.B.K.'nde herkesin gönlünde bir paşalık yatıyordu. Hiç kimsenin halka inmeyişi, herkesin Saray üst katında kozunu paylaşma hesabı, başka içgüdüye bağlanabilir miydi?

PRENSİPSİZ ANTİKA KULİS OYALANIŞI 

Onun için Komitede her kendi hegemonyası hesabına "Birlik ve Beraberlik" arayan kişi, Komitenin gövdesini gevrek bir çam ağacı gibi yaran kama rolünü oynuyordu. Komitede Paşa olmayanların başı Kabibay'dı: "Kabibay, ihtilalin motoru, bel kemiği ve koordinatörü idi. Fikir anlaşmazlığı durumunda bulunduğumuz kişiler, Kabibay'a hâlâ, eksiksiz sevgi besliyorlardı, yakınlık gösteriyorlardı. İhtilale Madanoğlu'nu ve Küçük'ü o karıştırmıştı. Onlardan, kendisine, dolayısıyla yakın çevresine bir düşmanlık tertiplenmesi aklının ucundan geçmiyordu, hayal edemiyordu. "Elinde kudret vardı. Komite, bir emniyet grubu teşkil etmişti. Başkanlığına Kabibay'ı oturtmuşlardı. Yanına yardımcı olarak; Karaman'ı, Esin'i, Solmazer'i almıştı. Bu emniyet grubu, Komite namına Türkiye'deki bütün aktif kuvvetleri kontrol ediyordu. Kabibay 'ın yaptığı bütün hesapların sonucu yanlış çıkmıştır. Hesaplarda, normal şartların formüllerini kullanıyordu. Halbuki ihtilalin, ortalığı kasıp kavuran ortamında kullanılacak hesap makinesi piyasadan satın alınacak cinsten değildi." (D.S. 14) Daha doğrusu. Kabibay'ın kullandığı hesap makinesi: 

1 - "Piyasadan" satın alınmıştı, ama, 
2 - Çok eskiden (belki Babil çağından beri) satın alınmış ve kullanıla kullanıla hurdalaşmış bir makineydi. 

O makinenin dilinden, acemi albaylardan çok usta paşalar anlardı. Mesele o makineyle iş görmeye kaldığı andan itibaren, mekanizma otomatikman eski ustaların insaflarına kalmış demekti. Bütün beklenen şey, ilk şokun uyandırdığı şaşkınlığı geçirmek, vakit kazanmak, saatinin geldiğini görmekti. 

KESKİN KARAR: "FİKİRSİZLERİ" BUDAMA 

Yarışı kim kazanacaktı? İkinci baskını yapabilen. Baskın ne denli erken olursa, o denli genç Albaylar lehine olabilirdi; ne denli geç kalırsa, o denli yaşlı Paşaların değirmenine su götürecekti... Komitedeki gençler yalancı bir emniyet içindeydiler. Kabibay, yanına aldığı şüpheli Türkeş grubu yüzünden, her gün biraz daha aleyhinde çalışanlara taraftar kazandırıyordu. Biçimcil iktidarı elinde tuttuğu sanısı ile boyuna vakit kaybettiriyordu. Heyelanı, Komite dışında olanlar daha iyi seziyorlardı. Sezenlerin başında, Menteş'le açık kart iskambil oynayan ikiz - düşman - kardeş Dündar Seyhan geliyordu: "Eylül ayının başlarında, bütün emeklerin boşa gittiğini ve artık birlik ve beraberliğin teessüs etmesinden şahsen ümidimi kestiğim zaman, başvurulacak tek çarenin, Komitenin fikirsiz kanadını budamak olduğu kanaatine varmıştım. İhtilalin mukadder tecellisine ve kanunlarına tabi olmaktan başka yapılacak iş kalmamıştı. Ya biz sahneden çekilecektik veya onlar çekilecekti" diyordu. (D.S. 14) "Kanaatimi, derhal yakın arkadaşlarıma açtım. Kabibay, Erkanlı, Türkeş ve çevremizdeki diğer arkadaşlarla, tereddütsüz olarak başka bir hal çaresi kalmadığında birleşivermiştik. Komiteden, ihtilalin gayelerine aykırı çalışmaları görülen 4-5 kişinin memleket dışında ikamete gönderilmesi meseleyi kökünden temizleyecekti." (D.S. 14) "Fikirsizlik" ne idi? Pek belli değildi. 

KARARSIZ UYGULAMA TÖKEZLEYİŞİ 

Gelin görün ki, "Tereddütsüz" iş küçük burjuva işi değildi. Nitekim gençlerin en büyük tereddütleri "karar" alındıktan sonra başladı. Laf başka, iş başkaydı. 
1 - Ne yapacaklarını bilmiyorlardı: "Sonradan birçok dedikodular ortaya çıktı. Şu veya bu kişi, şu veya bu şekilde karar kesilmiş, diye. Açık belirteyim ki; hepimiz tam bir karar birliği içindeydik. Fakat bu karar uygulandığı zaman, kimin memleket dışına gönderileceği ne tespit edilmiş, ne de bu konu tartışılmıştır. Hele, Cemal Gürsel'in gerek mevkii ve gerekse şahsı hakkında özel bir hükme varmak hiç kimsenin aklının ucundan geçmemiştir." (D.S. 14) 2 - Ne zaman yapacaklarını boyuna erteliyorlardı: "Karar, bu sefer, bizim aramızda tartışma konusu olmaya haşladı. Hepimiz başka bir şekil göremiyorduk. Ya onlar gidecek, ya biz temizlenecektik. "Fakat iş, kararın uygulanması sorununa dayanınca çekimserlikler doğuyordu. Türkeş her an hazır vaziyette bekliyordu. Mesele gelmiş Kabibay'a dayanmıştı." (14)

 "SABAHLARA DEK BİRBİRİNE GİRME" 

"Eylül'ün başından beri, aramızdaki tek tartışma bu olmuştu. Her gece saat en az üçe kadar, çoğu zaman Türkeş'in odasında, birbirimize giriyorduk. Fakat bütün bu çabalamalar, verilmiş kararın uygulanması için harekete geçmeye yeter görünmüyordu." (D. S. 14) Dikkat edelim. Küçük burjuvazinin meşhur bir "aklının ucu" vardır. Küçük burjuvazi pek güvendiği "Akl/"nın çerçevesi içinde her kurnazlığı, hatta her insafsızlığı düşünür de; "Aklının ucu" dediği yere gelindi mi, o sınırı aşılmaz bulur. Aksi gibi de bütün tekinsizlikler hep o "Aklının ucu" sınırında mahşerleşir. Türkiye'nin asker, sivil bütün Gizli Emniyet Teşkilatlarını kaplayan Komite Emniyet Grubu Başkanı Kabibay'ın "Aklının ucuna": düpedüz karşılaştıkları Madanoğlu ve Küçük'ün "bir düşmanlık tertiplemesi" gelmiyordu. Ve bütün genç ihtilalcilerin "Aklının ucuna": "Cemal Gürsel'in gerek mevkii ve gerekse şahsı" gelmiyordu... Bir de ne görüyoruz? Bu her iki "Aklın ucu" birleşiyor. Zaman kazanmak için "eksiksiz sevgi ve yakınlık" gösterilerinde kusur etmiyor. Hiç beklenmedik anda, umulmadık bahane ile her iki "Aklın ucu" gelip ihtilalcilere batıyor. Bir böcek vardır; avını yavrularına canlı et olarak yedirmek için, öldürmez, felç eder. İhtilalcileri felce uğratan iğne, kendi "Birlik ve Beraberlik" iğneleri oldu. Bu iğnenin en aslına uygunu Yurdakuler'di. 27 Mayıs öncesinde Ankara ile İstanbul arasında kopan ikiliği o gidermişti. Şimdi gene sırf "Birlik ve Beraberlik" aşkıyla, keskin ihtilalcilerin "Her gece saat en az üçe kadar birbirlerine girdikleri" tartışmaların yapıldığı yerin kapısına kulağını dayadı ki, ne dinlesin? Komiteden bile olmayan bir Gölgedeki Adam, Komitenin "Birlik ve Beraberliği"ni lafla da olsa paramparça ediyor: "Bir gün, Muzaffer Yurdakuler, yakın arkadaşlarımızla konuştuğumuz bir yerin kapısından, benim alınan kararı uygulamakta gecikmemizi eleştiren konuşmamı, tesadüfen duymuş ve derhal soluğu Komitede alarak duyduklarını genel kurula getirmiş. Ortalık, hemen kötüsüne karıştı. Aslında Yurdakuler'in bu telaşlı hareketi, benim şahsıma duyduğu iğbirardan doğmuyordu. O, bu konuyu örneği ile ortaya getirerek, anlaşmazlıkların, Komitenin sonucunu nereye kadar götüreceğini delilleriyle ispatlamak istemiştir. Gayret tam tersine hizmet etti. Niyetimizin duyulması, fikir anlaşmazlığı içinde bulunduğumuz kişilere zamanında alarm işareti çekmek olmuştur." (D.S. 14) 

VAKİT KAZANAN "PRATİK ADAM"LAR 

Genç devrimci küçük burjuvalar bir sosyal sınıf perspektifine dayanmıyorlardı. Dayansalar, bu ifşaat, birçok sosyal devrimlerde olduğu gibi, hareketi daha çabuk zembereğinden serbest kılmaya yarar, aceleleştirirdi. Bizim ihtilalcilerin bütün perspektifleri: "Baskın basanındır" metoduna dayanıyordu. Basılacaklar, haberi almışlardı. Sosyal bir sınıfın sivil - asker teşkilatlarına ve çevrelerine: yangın var, "silah başına" çığlığını basacaklardı: "Bu alarmı (silah başına'yı) alanlar, hemen faaliyete koyuldular. Ordu birliklerinde yakın arkadaşları, Kumandan olan Komite üyeleri, bu Sayın Kumandanlara hulus çakmaya başladılar. Birbirleriyle bu yönde yarışa koyuldular. Her fırsatta, herkes ordunun içerisindeydi. Kıta Kumandanlarının isteklerini yerine getirmek için çalışmak, Komitenin tek gayreti haline geldi." (D.S. 14) İhtilalcilerin bu durumda başvurdukları tek davranış, meşhur "Ordunun siyasetle uğraşmaması" prensibi oldu. Kim uğraşacaktı ya siyasetle? Gölgedeki Adam... Kendisi, Komitedekiler, Hükümet ve Devlet Başkanı "asker" değiller miydi? Hangi siyasetle uğraşmamışlar, uğraşmıyorlardı? Maymun gözünü açmıştı. Mademki, sosyal sınıflar dışında sırf Orduyla iş yapılacaktı, işte herkes orduda siyasetini yürütecekti. Herkesin "Hulus çak"tığı "Sayın Komutanlar" kimin di? 6 Haziran "Sessiz ihtilal"inde "Orduda kalan diğer bazı generallerdi. Onlar 4 aydır: "Ellerine geçirdikleri her fırsatta, ihtilalcilerden duydukları kompleksin acısını çıkarma yoluna sapmış" (D.S. 12) değiller miydi? Onlar için Gölgedeki Adam ne demişti? "Emeklilik zarflarını dağıttırdı. Kısaca: "- Hepiniz tekaüt oldunuz. Üzülecek bir şey yok, iyi de para veriyorlar, diyerek kesip atıverdi. Pratik adamdı doğrusu..." (D.S, 12) Gölgedeki Adam onlara şöyle gözyaşı döküyordu: "Orduyu, siyaset dışı bırakma düşüncesi bu şekil davranışlarla her gün biraz daha boşa çıkıyordu. Kimse prensiplere bağlı kalmayı aklına getirmiyordu." (D.S, 14)

Hep, "Akıl"!.. Oysa "Sayın Komutanlar" her şeyden önce "Pratik adam"lardı. "Lisan'ı halleriyle", "Ordu siyasetle mi uğraşmasın?" diyorlardı. "Tamam, siz Albaylar da Ordudansınız. Bakın biz nasıl Paşa gibi 40 yıl oturduk. İstediğiniz gibi Orduyu siyasetten, ayırmak için, Siyaseti sivillere bırakın!"

 "MÜRŞİDE TESLİM" OL: İLK DİREKT! 

"PratikAdam" oldukları için lafta kalacağa da hiç benzemiyorlardı. "Orhan Kabibay, Birlik ve Beraberlik sağlayabilmek için her vasıtaya başvurmaktan yılmıyordu." (D.S. 13). Ona güvenip suçüstü yakalanmakla felce uğrayan ihtilalciler, kendilerinden umudu kestiler. Tüm asker içgüdüsü ile hiyerarşinin tepesindekinin insafını beklediler: "Umutlar yine Gürsel'e yöneldi. Dizginleri bir toparlasa diyorduk. Bekliyorduk bunu. Bir düzenlese ortalığı, diye herkes umudunu ona dikmişti." (D.S. 14) Paşa (burada Gürsel Paşa da, ismet Paşa da, başka herhangi Paşa da olurdu), ihtilalcilerin kendi elleriyle uzattıkları "dizginleri" sımsıkı tuttu. Kimdi Paşa'nın M.B.K.'deki evlatlarını kışkırtan? Dündar Seyhan. Kimdi bu kışkırtmaya "Lebbeyk Hazırım" diyen? Alpaslan Türkeş. Gölgeden artık iyice güneşe çıkmış olan Dündar Seyhan diyor ki: "Roma kara ataşeliğine atandım. Amerika'da bulunan ailemi alıp Roma'ya nakletmek için memleketten geçici olarak ayrılmak zorunda kaldım. Türkeş'e veda etmeye gittiğim zaman, o da Başbakanlık müsteşarlığından ayrılmak üzere masasının gözlerini topluyordu... İçine düştüğümüz tereddüt havası, bize ilk rauntta sımsıkı bir direkt çekiyor ve sersemletiyordu." (D.S. 14) O besbelli durumda "TEREDDÜT" geçti mi? Ne gezer. İ.İ.'nin o sıralar C. Gürselle buluşmaları bir yana 9.6.1966 günü bile Gölgedeki Adam dahi halâ Paşa'yı o günlerde şöyle görüyordu: "İşlere karışmasının etkisiz kalabileceğinden çekiniyordu herhalde. Yahut da, onun için gerekli tedbirlerin tam olarak alınma zamanı gelmemişti. Hep pasif, hep çekingen, hep babacan "aga"lık davranışlarıyla yetiniveriyordu." (D.S. 14)

1960 Ekim başında "Roma'daki görevine katılan" Gölgedeki, sık sık haberleştiği Kabibay'a en sonra: "Mademki siz en yakın arkadaşlarınızı memlekete çağırabilmek gücünü kendinizde bulamayacak hale geldiniz, o halde çok yakın zamanda, benim sizleri yurt dışında karşılamam, artık mukadder bir felaket olmak yolundadır." (D. S. 14) diye yazmıştı. "Kabibay, Yassıada'dan telefonla aradı. Durumun iyiye gittiğini, endişe edecek bir şey bulunmadığını söyledi." (D.S. 14) 

BASKIN ÖYLE OLMAZ, BÖYLE OLUR: SON DİREKT 

Neye, kime güveniyordu? Herhalde 9 kilit noktaya yerleştirdikleri 9 ihtilalciye. 13 Kasım gecesi bu 9 kişiden 5'inin durumu şöyle oldu: 1 - Aydemir: (asıl vurucu güç: Harbiye) "Komitenin parçalanmasını" istedi. 2 - Ünsalan: (ikinci güç: Jandarma Okulu) "baskina uğradı. 3 - Güventürk: (İstanbul Garnizonu) kime olsa "Pestil çıkarır"... Bütün vurucu güçler arasında bağ kuracak olan: 4 - Asutay: (Milli Emniyet Başkan Yardımcısı) ile, 5 - Kumuşoğlu: (Milli Emniyet İstanbul Müfettişi)... belki de Roma'da Gölgedeki Adamla kumpas kurtluya gönderilerek Türkiye sınırları dışına atılmışlardı. "14 Kasım 1960... eski ihtilalci iki arkadaşım, Kurmay Albay Naci Asutay ve Nejat Kumuşoğlu İtalya'yı ziyarete gelmişlerdi... Napoli'de kaldığımız bir pansiyonda sabah gazetelerini elimize aldığımız zaman beklediğimiz korkunç sonucu öğrenmiş bulunuyorduk... Başta Kabibay olmak üzere, Türkeş ve diğer yakın arkadaşlarımızın Komite üyeliği hakları ellerinden alınmış, emekliye sevk edilerek tevkif edilmişlerdi... Biz eski ihtilalcilerin onlar için tam zamanında düşündüğümüzü, Öne almışlar, onlar bize uygulamışlardı." (D.S. 15) Ve uygulama adamına göre oldu. Tereddütlü Kabibay'a, uzattığı tabancası için: "İnşallah sana kendi elimle iade ederim" denerek "İnsanlık ve mahviyetkarlık gösterildi." Tereddütsüz "Türkeş'in evine Kızıloglu'nun adamlarıyla saldırılmış, kapıları kırılmış, beş çocuğu çılgına dönmüş, polislerin elinden babalarını almaya savaşmışlar ve etraf felaketli bir manzara seyretmiş!.. (D.S. 15)

BİRLİK YERİNE: BÖL VE HÜKMET 

Karşılarında, dolaysız olarak, kendilerinden başka hiç kimse görünmediği zaman, bile, kendi kendilerini sırf prejüjeleri ve tereddütleriyle nakavt eden ihtilalciler, sırtlan yere gelince şaştılar. Kimdi onları kündeye getiren? Etliye sütlüye karışmaz görünen "hep çekingen, hep babacan" Gürsel "aga" mı? Kabibay'ın, aş içinde bir kaşık tuz bulunsun gibilerden eliyle ihtilale kattığı, "eksiksiz sevgi, yakınlık" gösteren Madanoğlu veya Komitede bile bulunmayan Kızıloğlu gibi teknik aygıtlar mı?... Kurucu Meclis, teşkilatlı yurttaşların tayinleriyle kolay toplandı. Ona gerçi işçi sınıfının siyasi örgütleri sokulmadı; ama sendikalar sokuldu. M.B.K. fiilen yoktu; ama kimse 27 Mayıs yoktur diyemiyordu. Komitenin bir kısmını makaslayarak ihtilalin devamlılık ve akıcılık niteliğini kökünden budadıklarını zannedenler, fikri doğuşların nedenlerini araştırıp meydana çıkarma yerine, olayları günlük olarak düzene sokma heves ve gayretinden ileri tek adım atamamışlardı." (D.S. 16) Çünkü "13 Kasım operasyonu", Ordu içinde Devrimci küçük burjuvaziyi "makaslamış", geri kalanları büsbütün ümitsiz bir hoşnutsuzluğa sürüklemişti. Subay kadrolarına, pekiyi anladıkları "Birlik ve Beraberlik" parolası atılmıştı. 27 Mayıs kardeşi kardeşe düşürmeyi önleyecekti. "Tabiidir ki, bu ne nutukla, ne de (Kardeşlik haftası) tertibi ile olabilirdi... (Partiler üstü) olamamıştı M.B.K.. (Kardeşler arasındaki kavga) önlenmiş, fakat (Kardeşler arasındaki husumet) giderilememişti. Bilakis artmıştı. Yaygın bir kanaat (14'ler kalsaydı, bunlar gerçekleşecekti) şeklinde tecelli etti. Bu kanaate ulaşanları (14) lerin adamı olarak nitelemek doğru olmaz. Esasen biz, fikirlerin peşinde adam görmeye alışkın olmalıyız. Adamların peşine uşaklar yakışır." (D.S. 17, Talat Turhan'ın mektubu) 

FİNANS-KAPİTALİN DEDİĞİ OLUR 

Finans - Kapital: "Birlik - Beraberlik" ütopisini değil, esnek egemenlik istiyordu. Azınlığın bir ülkede egemen olması için ise: "Böl ve Hükmet" parolasıyla, bütün güçleri kendi aralarında dağıtıp, Finans - Kapital yönünde birleştirmekti. CHP hizbi DP hizbini sözde Orduya devirtmişti. Şimdi karşısında, emirlerine uymayan bir Ordu küçük burjuvazisi görmek istemiyordu:

"CHP partizanları, ihtilali kendi muhalefetleri ile hazırladıklarını, meyveyi olgunlaştırdıklarını, fakat bu Meyvanın Silahlı Kuvvetlerce (MBK üyeleri tarafından) koparıldığını ve iktidarın kendi tabii hakları olduğu hissinden kendilerini kurtaramadılar." (D.S., 17, Mektup) Bu kanı ile CHP bir yandan, kendi gönülleriyle halka, 27 Mayısı gasp etmiş bir Ordu gösteriyordu; öte yandan eski DP, gönüllüleri kanalından, Ordu Menderes'i asacak bir CHP aleti gibi tanıtılıyordu. Böylece, azıcık Reform isteyerek Halkı tutmaya kalkışan Ordu küçük burjuvazisi, her iki (akıllı ve akılsız) Finans - Kapital hizbi tarafından Halka karşıymışça kötüleniyordu. Ordu, solculara "faşist", sağcılara "komünist" diye umacılaştırılıyordu: "CHP teşkilatınca iktidara sahip çıkılmıştır. Bu husus, kutuplaşmaları Önlemek şöyle dursun, artmasına sebep olmuştur. Bu hal, eski vahim duruma ilaveten, fikri ve hissi alanda, Silahlı Kuvvetlerle CHP'li olmayan halkı karşı karşıya getirmek gibi berbat bir sonuç doğurmuştur." (D.S., 17, Talat Turhan mektubu).

14.CÜ  BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..,,

***