Ergüder Toptaş etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Ergüder Toptaş etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

21 Kasım 2019 Perşembe

GÖRÜNMEYEN ORDULAR.,

GÖRÜNMEYEN ORDULAR.,



Görünmeyen Ordular, I
Yazan  Ergüder Toptaş 

13 Ekim 2014

Mücadele Süreci

Mücadele hem savaşı hem de barışı kapsayan, sürekliliği bulunan ve her millî güç unsurunun etkileşiminin mütemadiyen devam ettiği, dinamik bir süreçtir. Bu anlayışta savaş ve barış sürmekte olan aynı yarışma, çekişme, didişme, çatışma ve de boğuşmanın bir parçasıdır. Savaşın doğası insanın yaradılıştan sahip olduğu özelliklerin bir bileşkesi ve aynasıdır. İnsan varlığını tehdit altında hissettiği ya da bekasını ötekinin imhasında gördüğü vakit, kavgaya giden yolun önünü açar. Bugüne kadar, açılan kapı ne yazık ki hiç mi hiç kapanmamıştır; muhtevası farklılaşsa da mahiyeti aynı kalmıştır. Ne var ki değişen muhteva çoğunlukla göz ardı edilerek, bir önceki harbin karakterine uygun tedbirlerle bir sonrakine hazırlanılmış tır. Bu büyük yanılgı dün olduğu gibi bugünde devam etmektedir ve bütün orduların ortak açmazıdır. “ Görünmeyen Ordular ” konusunu da savaşın nesil değişimi bağlamında ele alarak bir değerlendirme yapmanın uygun olacağı düşünülmektedir ki tamamen mücadelenin karakteriyle ilgilidir.

Nesillere Göre Savaş

Stratejler ve savaş tarihçilerinin gelişen teknolojileri de hesaba katarak dört başlık altında tasnif ettikleri nesillere göre savaş kavramı tartışmalı olsa da genel kabul oranı yüksektir. Buna göre, birinci nesil savaşın başlıca özelliği; Birinci Dünya Savaşı öncesi harpleri esas alan piyade ağırlıklı, tek namlulu yivsiz silahların ve süngünün temel teknolojiyi belirlediği bir savaş türü olmasıdır. İkinci nesil savaşın ayırt edici niteliği ise, ateşin ve ateş destek sistemlerinin yoğun olarak kullanılmasıdır. Bu nesil savaşın tarihsel temsil odağı Birinci Dünya Savaşı’dır. Üçüncü nesil savaş ise hızın ateş gücünün önüne geçtiği, düşmana yaklaşarak onu yok etmek yerine onu aldatma ve mücadele güçlerini çökertme taktiklerinin öne çıktığı savaştır. İkinci Dünya Savaşı bu bağlamda üçüncü nesil savaşa örnek olarak gösterilebilir.

 Dördüncü nesil savaşa gelince, bu nesil savaşın temel özelliği soğuk savaş sonrası klasik ve konvansiyonel mücadele anlayışının rafa kaldırılmasıdır. Bu yönüyle ne siyaset ve savaş, ne sivil ve asker, ne savaş alanı ve güvenlik alanı, ne de savaş ve barış arasındaki sınır çizgisi net bir çizgidir. Söz konusu durumlar arasında net sınırlar değil, geçişken alanlar vardır. Artık neyin savaş neyin siyaset, kimin sivil kimin asker, nerenin savaş nerenin güvenlik alanı, hangi durumun savaş hangi durumun barış olduğu hakkında katı görüşler vazedilemez.[1] Dördüncü nesil savaşın temel amacının kaos ortamı inşa ederek hedef ülkelerdeki iktidarları devirmek olduğu çok açıktır ve bunu ispata yeltenmenin de bir manası yoktur. Bu savaş, karmaşık, medyatik manipülasyonu araçsallaştıran, psikolojik savaş unsurlarını devreye sokan ve toplumun bütün alanlarında mücadele veren bir savaşa atfen kullanılmakta, ne var ki sadece terörizmin yedeğinde bir mücadele tarzı olarak öne çıkarılmaktadır.

Dördüncü nesil savaşın merkezinde siyasi, ekonomik, toplumsal ve askerî ağların birlikte kullanımı vardır. Bu savaşta hedeflenen düşmanın siyasal karar mercilerine mevcut stratejik emellerin başarılmaz ya da aşırı maliyetli olduğunu göstermektir.[2] Dördüncü nesil savaş, caydırıcılıktan harekât ortamının şekillendirilmesine, savaş dışı harekâttan sınırlı güç kullanımına, terörizmle mücadeleden gerilla savaşına kadar her seviyede ve her alanda güçlüler tarafından etkinlikle yürütülmektedir. Bu barışı olmayan savaş devam ediyor, gelecekte de yöntemlerini farklılaştırarak daha da acımasız, doymak bilmez bir iştahla ve açgözlülükle devam edeceği muhakkaktır.

Taktik Ölçekli Ancak Stratejik Etkili Ordular

Savaşın dört neslinde de ortak olan bir özellik vardır ki o da gayrinizami harp ve onun yöntemlerini uygulayan kuvvetlerin varlığı ve öneminin nesilden nesille güçlenerek aktarılmasıdır. Her nesil savaşta güçlülerin kullandığı gayrinizami kuvvetler konvansiyonel büyük güce tabi kılınarak sevk ve idare edilmiştir. Genellikle de nicelik yönüyle klasik güçlerin hep gerisinde kalmışlardır. İkinci Dünya Savaşı’nda Özel Kuvvetlerin doğuşu ve önceki harplerde farklı adlarla ve değişik amaçlarla kullanılan komando birlikleri bu dönemden itibaren etkinlikle kullanılmaya çalışılsa da yine de gölgede kalmışlardır. Nizami kuvvetlerin gerilla ve teröristlerle mücadelede vazgeçilmez gördükleri bu kontrgerillalar, sıkıntılı günler ve dönemler geride kaldığında, çoğunlukla görmezden gelinmiştir.

Gerilla kuvvetlerinin kullanımı insanlığın tarihi kadar eskidir ve de çağlar boyunca güçsüzlerin temel enstrümanı olarak her seferinde daha güçlü bir şekilde mücadele sahnesinde yerlerini almışlardır. Ancak nitelikli ve icra ettikleri harekât itibarıyla etkileri yüksek bu güçler “ küçük savaşlar ” olarak adlandırılmanın haksızlığına uğramışlardır. Özellikle, İkinci Dünya Savaşı’nda gerilla harbi Churchill’in savaş politikasının önemli bir parçasıdır.[3] Virgin Ney’in bu savaşla ilgili olarak yaptığı şu yorum, daha çarpıcıdır: “ İkinci Dünya Savaşı esnasında Batı Cephesi’nde gerilla savaşının nizami harple birlikte tam gücünden istifade edilmesini engelleyen bir anlayışsızlık ve takdir etmeme durumu mevcuttu, Rusların aksine Batılı kuvvetler gerilla savaşını stratejilerine dâhil etmenin değerini kavrayamadılar. ”[4] İkinci Dünya Savaşı’ndan beri baskın çatışma hüviyetini koruyan gerilla harbi ne yazık ki hak ettiği ilgi ve takdiri bugün de görememiştir.  

Taktik ölçekli ancak stratejik etkili bu güçlerle ilgili yanlış adlandırılan diğer bir konunun da “ Görünmeyen Ordular ” kavramının yalnızca düzenli orduların örgütsel yapısından yoksun olan gerillalar bağlamında kullanılmasıdır. Max Boot son çalışmasında, terörizmin geçirdiği evreleri dikkate alarak, teröristleri de bu kapsama dâhil eder.[5] Askerî jargonda görünmeyen ordular hem gerillaları, hem kontrgerillaları, hem de teröristleri kapsamına alarak kavramsal genişleme sağlamıştır.

Dördüncü nesil savaşların karakterindeki değişim önümüzdeki dönemlerde de devam edecektir. Belki de bu yüzyılın ikinci yarısından itibaren beşinci nesil savaşlarla yüz yüze kalınacak ve farklı mücadele yöntemlerine ihtiyaç duyulacaktır. Savaşın karakterindeki dönüşüm, özellikle Türkiye gibi zor ve kaos ortamının gittikçe derinleştiği ve en iyimser tahminlerle bu yüzyılın sonuna kadar devam etmesi kuvvetle muhtemel olaylara gebe coğrafyalardaki ülkeleri, Özel Kuvvetler ve farklı adlarla anılan operasyon güçlerini stratejik seviyeye çıkarmaya davet etmektedir.

Stratejik Seviyede Özel Kuvvetler

Ordu seviyesinde ve değişen stratejik bağlamda yeniden yapılanmayı zorunlu kılmaktadır. Konvansiyonel veya konvansiyonel olmayan teşkilatlanmanın dışında, millî güvenliğe yönelik bugünkü ve gelecekteki tehditlerle başa çıkmada yeterli imkân ve kabiliyete sahip özel bir yapılanmanın bilimsel esaslardan istifade edilerek hayata geçirilmesi ülke güvenliği açısından yaşamsal değerdedir.

Bu süreçte, Özel Kuvvetlerin yeni bir vizyon doğrultusunda operasyon, sivil işler, psikolojik harekât, istihbarat ve teknolojik yeteneklerinin sürdürülebilir bir gelişme kapsamında titizlikle güçlendirilmesi gerekir. Ayrıca Özel Kuvvetler bünyesinde askerler kadar sivillerin de bulunması bir zorunluluktur. Bu cümleyi duyar duymaz kronik asker ve güvenlik kuvveti alerjisi olanların semptomları nüksetse de, mücadelenin doğasının siyaset ve stratejiden beklentisi bu yöndedir. Mücadelenin her seviyesi ve yöntemi askerleri olduğu kadar sivilleri de ilgilendirmektedir. Bu bir güvenlik sorunudur, kayıtsız kalmayı tercih eden ulusların bağımsızlıklarını ve bütünlüklerini koruyamadıkları gün gibi ortadadır. Yeni örnekler beklemenin bir manası ve kabul edilebilir tarafı da yoktur.

Konvansiyonel kuvvetlerle, emniyet güçleriyle, sivil savunma unsurlarıyla ve sahadaki diğer güçlerle koordineli ve uyumlu çalışabilecek çok yönlü bir Özel Kuvvetler mücadelenin omurgasını teşkil edecektir. Bunun yanında, yeteneklerin geliştirilmesi ve korunması kapsamında millî gücün diğer unsurlarının desteği ve yakın işbirliği esastır. Özel Kuvvetlerin güç geliştirme stratejisine uygun olarak hazırlanması, her şeyden evvel siyasetin sorumluluğundadır. Bu yönde askerî veçhenin mücadelenin doğasıyla uyumlu ve mutasavver harbin karakterini dikkate alarak teori geliştirmesi başarı için temeldir. Kurumsallaşmanın ve tehditlerle başa çıkabilecek yetenek geliştirmenin başlangıç noktası burasıdır.

Sonuç Olarak

Bugünün ve yarının millî güvenlik sorunlarını çözmede Özel Kuvvetlerin merkezî önemi gün geçtikçe daha da güçlenecektir. Bundan kaçınarak güvenliği emniyet altına almak veya başka bir şeyle ikame etmek mümkün gözükmemektedir. Şimdiye kadar konvansiyonel güçlere tabi olarak harekât icra eden bu kuvvetler, savaşın dönüşümü kapsamında diğer güç unsurlarını kendisinin öncülüğünde yürütülecek kapsamlı operasyonlar için bir enstrüman olarak kullanacaktır.       

                                                                                                   
[1]Toptaş Ergüder, 21. Yüz Yılda Savaş-Yeni Bir Mücadele Felsefesine Doğru Harp ve Stratejiyi Yeniden Düşünmek, Kripto Yayınları, Ankara, 2009, s. 96-107.

[2]Hammes Thomas X., The Sling and the Stone: On War in the 21st Century, Osceola, Zenith Press, 2004, s. 207-23.

[3] Hart Liddel B. H., Strateji: Dolaylı Tutum, çev. Cemal Enginsoy, ASAM Yayınları, Ankara, 2002, s. 281-2.

[4] Ney Virgin, Notes on Guerilla War: Principles and Practices, Washington D.C, Command Publications,, 1961, s. 66.

[5] Boot Max, Görünmeyen Ordular-Gerilla Tarihi, çev. Fethi Aytuna, İnkılâp Yayınları, İstanbul, 2014, s. XVII.



https://21yyte.org/tr/merkezler/islevsel-arastirma-merkezleri/milli-guvenlik-ve-dis-politika-arastirmalari-merkezi/gorunmeyen-ordular

....................


Görünmeyen Ordular, II
Ergüder Toptaş 
27 Ekim 2014

MUTASAVVER MÜCADELE

Bir önceki makalede, “ Görünmeyen Ordular ” kavramını savaşın nesil değişimi ekseninde gündeme getirerek, yapılan değerlendirmede; soğuk savaş sonrası egemen güçlerin çıkarlarını korumada ve belirlenen hedeflere ulaşmada dördüncü nesil savaş ve onun yöntemlerini etkinlikle kullanmaya devam ettiklerini, gelecekte de çok farklı usul ve esaslarla hiçbir sınır ve ahlaki değer tanımadan devrede olacağına kuvvetli bir vurgu yapılmayaçalışılmıştır. İkinci Dünya Savaşı’ndan beridir stratejik etkili olmalarına rağmen taktik ölçekte tutulmaya devam edilen “ Özel Kuvvetler ”in stratejik seviyede yeniden yapılandırılmasının hâlen devam eden mücadelenin hem bugünkü hem de gelecekteki başarısı için vazgeçilmez bir zorunluluk olduğu ifade edilmiştir.

Askerî literatürde sıklıkla kullanılan “ mutasavver”sıfatı, tasarlanan ve/veya tahayyül edilen muharebe ve harpleri tanımlamada kullanılan önemli bir kavramdır. Büyük devletler ve ordular açısından bir anlam ve değeri olan bu mefhum bugün de önemini korumaktadır. Cari harekât/muharebe/harp mücadelenin bir evresidir. Bir safha devam ederken, bir sonraki aşama mutasavver dir. Muhtemelen birbiri ardınca belirecek, gelişecek ve değişecek durumların üstesinden gelmede kullanılacak enstrümanlar; kuvvet, zaman ve mekândır. Ancak stratejisi olanlar için bu kavramlar işlevseldir ve de her biri değişik oranlarda sürekli olarak denkleme dâhildirler. Bu makalede söz konusu olan, güç geliştirme sürecinde mutasavver harp/mücadelenin karakterini de hesaba katarak,Özel Kuvvetlerin ikamesi zor ve maliyetli değerine dikkat çekmektir.21’inci yüzyılda kaos ortamı özellikle Türkiye’nin etki ve ilgi alanındaki coğrafyada daha da genişleyerek derinleşecektir. Muhtemel ve potansiyel tehditlerle başa çıkmada, tahayyül gücünün doğru bilgi ve ortak akılla desteklenerek, uygun tercih yapılmış güç bileşenlerinin zamanında geliştirilmesi son derece önemlidir.

GERİLLA HARBİNİN GENİŞLEYEN EVRENİ

            Gerilla harbi hem Doğu hem de Batı kültürünün ortak bir ürünüdür. Genelleme yaparak Doğu kültürünün bir sonucu olarak görmek yanlıştır. Max Boot’un, “ Hangi kültürden olursa olsun, daha güçlü bir düşmanla çarpışmak zorunda kalanların başvurduğu son çaredir ”[1] yaklaşımı da, bugünkü mücadelenin genişleyen evrenini anlatmada eksik kalmaktadır. Gerilla harbi aynı zamanda kontrgerilla operasyonlarını da kapsayan iki zıt iradenin diyalektiğidir. Gayrinizami harbin bir fonksiyonu olarak görevini yerine getirdikten sonra nizami harbe tabi olmayacaktır. Yeni nesil harplerde gayrinizami harp ve onun bir enstrümanı olan gerilla harbi güçsüzler tarafından değil, bu sefer egemen güçlerce merkeze alınarak bilinen paradigmaların değişmesine öncülük edilmiştir. Gayrinizami harbin bağımsız değişken, nizami veya konvansiyonel harbin tali ve tabi bir unsur olduğu savaşlar 21. yüzyılda devam etmektedir. Bu değişimi görmezden gelen güç ve milletlerin ölümcül etkilerden kaçınması mümkün gözükmemektedir.

            Bu bağlamda, ABD’nin İkinci Körfez Harekâtı (2003)’nı müteakip gayrinizami harp yeteneklerini geliştirmeye yönelik gayretlerini yakinen takip etmek gerekir. Son on yıldaki özel operasyon güçlerinin yaygınlaşması ve güçlendirilmesine yönelik faaliyetler dikkat çekici boyutlardadır.

ABD ÖZEL OPERASYON GÜÇLERİNİN GELİŞİMİ[2]

            Özel operasyon güçleri, birçok ulusal güvenlik tehdidiyle başa çıkmada tercih edilen bir araç haline geldiği için, yeteneklerinin kapsamlı ve kalıcı bir şekilde uygulanmasını sağlamak üzere,ihtiyaç duyulan eksikliklerin üstesinden gelinmesine istisnai bir önem verilmiştir. Son on yılda özel operasyon güçlerinin yaygınlaşması ve teçhizatlandırılması na yönelik yapılan devasa yatırımlar bugünde devam etmektedir. Özel operasyonlar bütçesi, bahse konu dönem dikkate alınarak değerlendirildiğinde, dört kat artırılmıştır. Dört yıldızlı Amerikan Özel Operasyonlar Komutanlığının boyutları iki katına çıkarılarak,2013 yılı için toplam personel sayısı yaklaşık olarak 67 bin, general/amiral ise 70 kadardır.

            Yaklaşık yetmiş ülkeye dağılmış olan özel operasyon güçleri hem strateji ve doktrin oluşturma hem örgütlenme hem de kurumsal gelişme bağlamında büyük bir atılım gerçekleştirmişlerdir. Kurumsal noksanlıkların giderilmesi ve niteliğin geliştirilmesi kapsamında entelektüel sermayenin güçlendirilmesi ve stratejik yaklaşımlı liderlerin yetiştirilmesine özel önem verilmektedir.

            ABD tartışmasız küresel bir güçtür, bu emsalsiz üstünlüğünü en azından bu yüzyılın sonuna kadar devam ettirme iradesinden asla vazgeçmeyecektir. Bu amaçla güç geliştirmesi son derece doğaldır, bu stratejik tutumdan imtina ettiği anda cazibesini ve caydırıcılığını kaybeder. Türkiye Cumhuriyeti de bölgesel güç olma idealini gerçekleştirme ve her şeyden önemlisi varlığını güvenle devam ettirme yolunda “ Türk Özel Kuvvetlerine ” istisnai ilgi göstermek mecburiyetindedir.

PKK İLE MÜCADELEDE GÜMÜŞ KURŞUN

            Türk ordusunun yaklaşık otuz yıldır PKK’ya karşı yürüttüğü mücadelede Özel Kuvvetlerin, komanda birliklerinin ve Jandarma Özel Harekât unsurlarının müstesna bir yeri,zor dönemlerde riski yüksek hedeflere kolayca ve etkili bir şekilde ulaşangümüş kurşun değeri olduğu inkâr edilemez. Tabi ki başta kahraman Türk ordusunun her ferdi ve birliğinin, emniyet güçlerinin ve köy korucularının büyük fedakârlığı ve destansı mücadelesi asla ve asla unutulamaz. Bu mücadelenin yürütülmesinde ve askerî açıdan başarıya ulaşmasında Yüce Türk milletinin kararlılığı, ordusuna karşı beslediği engin sevgi ve heyecan duyguları ile ödünsüz desteğine değer biçilemez.

            Türk ordusu 1984’den bu yana, sürdürdüğü mücadelede başarılı olmuştur, bunu da ispatına gerek duyulmayacak şekilde özellikle 1992/99 yılları arasındaki süreç de göstermiştir. Bu mücadele, alelade bir düşük yoğunluklu çatışma olarak görülemez ve değerlendirilemez. 1775’den beri yaşanan tüm düşük yoğunluklu çatışmaların dünyanın şekillenmesinde ne kadar etkili olduğunu araştıran Max Boot, oluşturduğu veri tabanına göre direnişlerin ortalama ömrünün 10 yıl olduğunu belirtir. 1945’den sonraki direnişler içinse bu rakam 14 yıldır.[3] Bahse konu çalışmada Türkiye'nin mücadelesi devam ediyor gözükse de, şiddeti bakımından en yoğunlarından birisi olduğu kuşku götürmez bir gerçekliktir. “ Türk güvenlik güçlerinin 1998’deki zaferi ile en azından askerî olarak büyük ölçüde kontrol altına alınmıştır. Bu kanlı mücadele çoğu zaman sanıldığı gibi yalnızca Türk güvenlik güçleri ile PKK arasında politik-askerî bir karşılıklı meydan okuma değil, Türkiye, İran, Suriye ve bir ölçüde Irak’ın da müdahil olduğu…bir düşük yoğunluklu çatışmadır. “[4] Ayrıca, terör örgütünün arkasında uluslararası daha büyük bir sistemin olduğu; ABD’den Rusya’ya, Avrupa’dan İsrail’e kadar birçok istihbarat örgütlerinin kontrolünde bir pazarlık aracı olarak kullanıldığı gün gibi ortadadır. PKK, bütün bu karmaşık ve kirli ilişkiler yumağının bir sonucu olarak Türkiye’ye karşı asimetrik bir tehdit olarak ortaya çıkarılmıştır.

Bu tehdit, Türkiye Cumhuriyeti kurulduğundan beri bekasına ve toprak bütünlüğüne karşı en büyük meydan okumadır. İnsani, kültürel ve demokratik haklar talep ederek başlayan bir intifada gibi görmek veya öyle göstermek akıl ve izan ölçüleriyle açıklanamaz. Bu sadece işin birinci aşamasıdır. “ İkinci aşamada, Türkiye Cumhuriyeti devletinin üniter yapısını, yani tekliğini tarafların gönül rızasıyla sona erdirip Türk ve Kürt federe devletlerinden oluşan bir federal devlet kurmak… Üçüncü aşamada, kendi kaderini tayin hakkından yararlanıp, self-determinasyon yoluyla Türkiye’den ayrılarak bağımsız bir Kürt devleti kurmak… Dördüncü aşamada, bu devleti Irak’taki, İran’daki, Suriye’deki parçalarıyla birleştirip ‘ Büyük Kürdistan ‘ hülyasını gerçek kılmak…”[5] PKK’nın kuruluş amacı, bu kadar acık ve nettir.

Bu amacın tahakkuku için “ PKK, 1984’den 1988’e kadar SSCB’nin Bulgaristan üzerinden arka planda desteklemesi ile İran ve Suriye adına Türkiye’ye karşı savaşmıştır… 1987’de Türkiye’nin AB tam üyeliği için başvuru yapması üzerine başta Almanya olmak üzere AB ülkeleri ‘ Kürt-PKK kartına ‘ oynamaya başlamışlar ve İran-Suriye ittifakına katılmışlardır. 1991’den sonra, PKK’nın Türkiye’ye karşı savaşı, ‘ AB-Suriye-İran ‘adına sürdürülen vekâleten savaşa dönüşmüştür. 1990’larda Orta Asya ve Kafkasya’da bir Türk-Rus rekabeti algılayan Moskova’da PKK’yı kullanmıştır. 2003 sonrasında da PKK Irak’a yerleşen ABD’nin dolaylı-dolaysız denetiminde bir terör sürecinin içindedir.[6] 11 Eylül 2001’den sonra, ABD’nin Fas’tan Orta Asya’ya kadar 24 ülkenin sınırlarında ve rejimlerinde değişiklik yapmak maksadıyla devreye soktuğu,  “ Büyük Orta Doğu Projesi “ kapsamında artık PKK, bölgede güçlü bir aktör olma rolünde önemli bir mesafe kat etmiştir.

“Özetle, meseleyi sadece Türk güvenlik güçleri ile PKK çetesi arasında bir terör savaşı olarak görmek yanlıştır.”[7]  Mesele çok boyutlu, çok denklemlive dış dinamiklere dayanan varlığı ile oldukça karmaşıktır. Bu mücadele, Türk milletine ve onun kahraman ordusuna maliyeti her yönden çok ağır bir bilanço çıkarmıştır. Kazanımlar askerî gücün gelişimi ve dönüşümü kapsamında değerlendirilebilir. Ancak, ekonomik kaynakların heba edilmesi, sosyal dokunun tahribi ve kültürel değerler bağlamındaki kayıplar devasa boyutludur. Maddi kayıplar belirli bir zaman diliminde karşılanabilir ve yerine daha da büyük ve güçlü olanlar konulabilir, fakat kaybedilen bir değeri geri getiremez, yok olan ruhları tekrar canlandıramazsınız. Bu mücadelede tabi ki Türk güvenlik güçlerinin hataları vardır. Ancak, politik veçhedeki belirsizlik ve tutarsızlığa rağmen, geç de olsa güç de olsa, gerekli tedbirleri alarak, millî ve üniter devletin tasfiye edilmesi önlenmiştir.

ÖNGÖRÜLEBİLİR GELECEK

            Türkiye Cumhuriyeti’nin başta PKK olmak üzere bölgesindeki muhtemel tehditlerle mücadelede, diğer güç unsurlarıyla uyum içinde çalışan güçlü, çevik ve etkili bir TSK’ne olan ihtiyacı her geçen gün daha da artacaktır. TSK’nin kurumsallaşmış askerî mükemmelliğe ulaşmasında, Özel Kuvvetler ve diğer özel operasyon güçlerinin; değişen bölge şartları, küresel ve büyük güçlerin Orta Doğu’ya yönelik politikaları, mutasavver mücadelenin değişen karakteri ve PKK ile şimdiye kadar yürütülen mücadelenin millî bünyede yaptığı tahribat nazarıdikkata alınarak yeniden yapılandırılması vazgeçilmez bir gerekliliktir. Yüz yüze kalınan ve bundan sonra daha da ağırlaşacak iç-dış sorunların üstesinden gelinmesinde Görünmeyen Orduların varlığına daha fazla ihtiyaç duyulacaktır. Gayya kuyusuna dönen Orta Doğu’da,bölgesel ve küresel güç merkezlerinin güdümündeki görünmeyen orduların dolaylı ve/veya direkt saldırıları;Türkiye Cumhuriyeti’nin varlığı, birliği ve refahına yönelik olarak pervasızca devam etmektedir. Ülkemizi tahrip gücü yüksek ve uzun süreli ateşten koruyacak ve güvenle mevcudiyetimizi devam ettirecek askerî gücün; aklın ve bilimin ışığında geliştirme ve koruma sorumluluğunda hepimizin yapacağı çok şey vardır.

KAYNAKÇA;

[1] Boot Max, Görünmeyen Ordular-Gerilla Tarihi, çev. Fethi Aytuna, İnkılâp Yayınları, İstanbul, 2014, s. 30.

[2] Turquıe Diplomatique, sayı: 68. ( ABD’nin Özel Operasyon Güçlerinin Geleceği, Dış İlişkiler Konseyi Özel Raporu No. 66, Nisan 2013, Linda Robinson )

http://www.socom.mil/default.aspx. ( Erişim Tarihi: 21 Ekim 2014 )

[3] Boot Max, s. 498.

[4] Özdağ Ümit, Türk Ordusu PKK’yı Nasıl Yendi? Türkiye PKK’ya Nasıl Teslim Oluyor?, Kripto Yayınları, Ankara, 2010, s. 18.

[5] Cemal Hasan, Kürtler, Doğan Kitap, İstanbul, 2003, s. 536.

[6] Özdağ Ümit, PKK Terörü Neden Bitmedi, Nasıl Biter?, Kripto Yayınları, Ankara, 2008, s. 40-1.

[7] Age. , s. 41.


https://21yyte.org/tr/merkezler/islevsel-arastirma-merkezleri/milli-guvenlik-ve-dis-politika-arastirmalari-merkezi/gorunmeyen-ordular-ii



***

PKK Terör Örgütünün Ordulaşması.,

PKK Terör Örgütünün Ordulaşması.,


 Ergüder Toptaş 
15 Eylül 2014

    Mücadelede Esas Denklem

 PKK ile yürütülen mücadelenin adına ister "Terörle – Terörizmle Mücadele", ister "Düşük Yoğunluklu Çatışma“, isterse “Gerilla Harbi", isterse de "Gayrinizami Harp" densin değişmeyen bir şey vardır ki o da, stratejiler – karşı stratejiler bağlamında evrensel bazı kabullerin varlığıdır. Bunlardan birincisini yeri gelmişken hemen ifade etmek uygun olacaktır:

“Konvansiyonel bir savaşta, %75 başarı oranı zaferi garantiler; bir gerilla savaşında zamanın %75 süresince halkın korunması yenilgi getirir. Ülkenin %75’inde %100 güvenlik, ülkenin %100’ünde %75 güvenlikten iyidir. Savunma yapan kuvvetler, hiç değilse önemli saydığı bir bölgede halk için hemen hemen mükemmel bir güvenlik sağlayamazsa gerilla er ya da geç savaşı kazanır. Uygulaması zor olmakla birlikte, gerilla savaşında esas denklem basittir: Gerilla ordusu kaybetmekten kaçındığı müddetçe kazanır; konvansiyonel ordu ise kesin olarak kazanmazsa savaşı kaybetmeye mahkûmdur." [1]

            Politikadan mücadelenin doğasıyla uyumlu ilk isteği budur. Gerçekçi siyaset oluşturmanın veya siyasette gerçekçiliğin ilk aşaması bu ilkeyi kabul ederek stratejik adımların atılmasını icap ettirir.  Bu tespit, ne komplo teorilerinden neşet eden bir teorem ne modası geçmiş paradigmaların bir varsayımı ne de herhangi bir kuramın şayet olsaydı hipotezidir. Mücadelenin doğasını bilenlerin, bu konuda düşünenlerin, fikir üretenlerin ve de stratejik bir mevkide bulunanların nazarıdikkatten uzak tutamayacakları yaşamsal bir husustur. Bu temel dayanak noktası,büyük ölçüde görmezlikten gelinerek;"Terörle mücadele uzun solukludur. Terörle bir yere varılmaz. Bununla yaşamaya alışacağız." gibi safsatalar matah bir şey sanılarak, politika üretmekten uzak dur(dur)ulmuştur.

            Türkiye’ nin bekasını çok yakından ve cidden tehdit eden bu soruna yönelik olarak politika geliştiremediği farklı mevkilerce ve kesimlerce dile getirilen bir konudur. PKK terör örgütü konusunda derin ve kapsamlı çalışmalarıyla tanınan Ümit Özdağ’ın, “ Bu, politik bir mücadeledir. Geçen 23 yıl zarfında oluşan sosyal hasara nasıl çözüm getirileceği hususunda Türk toplumuna sunacak hiçbir şeyleri olmayan Türk siyasetçileri tamamen Avrupa Birliği tam üyelik politikalarının etkinleşme sürecinin arkasına sığınmış politikasızlıklarını sürdürmektedirler." [2]değerlendirmesi, meselenin künhünü göstermesi bakımından oldukça önemlidir. Bu yorumu güçlendirmesi bakımından dikkate alınması gereken siyasi bir boyutun da, ABD’nin 11 Eylül 2001 sonrası uygulamaya koyduğu “Büyük Orta Doğu Projesi “ kapsamında Türk siyasi hayatının şekillendirilmesi vardır ki gelinen noktada, sorunun çözümünün başkalarının emperyalist politikalarına emanet edilmiş olduğu görülmektedir.

            Bu konuyla ilgili olarak gereksiz totolojiye kaçmadan şu tespitte bulunulabilir: PKK terör örgütü 1984’de 200 kadar militanla[3]  çıktığı yolun sonunda; binlerce militana, on binlerce sempatizana, kendi güdümünde hareket eden bir partinin %4-5 gibi oy oranıyla ülke siyasetinde etkili bir konuma gelmişse, bu durum asla küçümsenemez ve göz ardı edilemez. Ayrıca; sahip olduğu ekonomik, sosyal, siyasi, kültürel ve psikolojik güçle beraber dış dünyadan sağladığı destek de dikkate alındığında, PKK bir terör örgütünün sahip olabileceği olanakların çok ötesine geçmiştir. Bunlardan daha da önemlisi, KCK yapılanmasıylaTürkiye Cumhuriyeti’nin bölgedeki egemenliğini tartışmalı hale getirebilecekgirişimlerin, zımnen kabullenilmesindeki vahim aymazlığın devam etmesidir. Bu tamamen bir paralel devlet teşekkülüdür, bölünmenin ve yıkılışın yüksek sesli habercisidir. Kişiliğe sahip devlet ve yönetim anlayışında yeri yoktur ve kabul edilemez.

Ordulaşma Süreci

            Mücadelenin doğasıyla uygun isteklerin karşılanması stratejik bir sorundur. Bu konuyla ilgili olarak Clausewitz’ın güncelliği hâlâ devam eden uyarıları yol göstermeye devam etmektedir: “Devlet adamının ve komutanın ilk vereceği, en önemli ve kesin sonucu en çok etkileyici hüküm, giriştiği harbi bu ilişkiler içerisinde iyi tanımak, onu olduğundan başka türlü değerlendirmemek ya da hâl ve şartların müsaade edemeyeceği bir şekle sokmaya çalışmamaktır."[4] Bu yaşamsal tespitin ruhuna uygun hareket edilmediği veya önemsenmediği içindir ki alınan tedbirler sorunlara çare olamadığı gibi tam tersine kangrenleştirmiştir. Bu noktada bile yeterli önlemler alınmayarak, kangren olmuş uzuvları, lavanta suyu ile iyileştirme[5]kolaycılığına kaçılması sıkça rastlanılan bir yanılgıdır.

            Yanılgının temelinde, mücadelenin doğasını ve karakterini anlamamaktan kaynaklanan stratejik teori eksikliği veya yokluğu bulunmaktadır ki bunun başlıca nedeni politik yetersizliktir. Terör örgütünün Kürtçülük politikasının bir aracı olduğu, siyasi hedefinin de Türkiye toprakları üzerinde öncelikle bir Kürt devleti kurmak[6], müteakiben de "Büyük Kürdistan ülküsü" doğrultusunda diğer üç parçayla birleşmek olduğu teşhis edilerek, politika üretilmesi gerekirdi. Ancak, bu kök sorunu göz ardı ederek gövde ve dallar bile dikkati nazara alınmadan dökülen yapraklarla meşgul olundu, tanımlaması yapılırsa, mübalağa edilmemiş sayılır.

            Bugün de benzer yanılgı, "çözüm süreci" ile devam etmektedir.Bununla ilgili olarak 62’ nci Hükûmet programında yer alan, "…yeni yol haritasının hedeflerini; terörün bitmesi, silahsızlanma, toplumsal hayata kazandırma ve demokratik siyasete katılımın önünü açmak şeklinde koyacağız. Çözüm süreci, bölünmenin değil birleşmenin, küçülmenin değil büyümenin, parçalanmanın değil bütünleşmenin ve kalıcı bir bölgesel güç olabilmenin yegâne anahtarı konumundadır." ifadeleri boş bir beklentiden öteye geçemez. Belki kısa vadede PKK terör çetesi, hile ve aldatmaya yönelik konjonktürel bazı adımlar atabilir. Ancak silahsızlanma gibi bir adımı, "Büyük Kürdistan ülküsü"nü gerçekleştirmek maksadıyla yola çıkmış bir örgütten beklemek ve bu yönde politik adımlar atmak akıl, mantık ve algılama yetisiyle açıklanamaz.

            PKK, kurulduğu günden beri hayal bile edemeyeceği kazanımlara kavuşmuştur ve bunları akılcı stratejilerle daha da arttırma gayretindedir. Bölgedeki manipülasyona açık güncel gelişmeler, PKK’nın günden güne prestijinin artmasını sağlamaktadır ve bu kazanımların gittikçe öngörülmeyen boyutlara ulaşacağı düşünülmektedir. Bu bağlamda, PKK’nın Suriye ve Irak’ta IŞİD’e karşı savaşarak önemli bölgesel aktör olduğunu kanıtlaması ve özellikle Batı’daki terörist algısının gittikçe zayıflayarak, terör örgütü listesinden çıkarılmak suretiyle stratejik değerde kazanımlar elde etmesi kuvvetle muhtemeldir. Maalesef gidişat bu yöndedir, “Değer odaklı Türk dış politikası artık küresel bir markadır." gibi içi boş ve temeli olmayan ifadeler hükûmet programında yer bulsa da, uluslararası siyasette ancak mizah konusu olabilir. Gelişmelerin ivme ve değer kazandıracağı bir diğer husus da,  "Kürdistan Ulusal Birliği"ni sağlamaya yönelik faaliyetlerin, öngörülebilir bir gelecekte "Büyük Kürdistan" hayalini gerçekleştirebileceğinin güçlü bir şekilde anlaşılmasıdır.

            Orta Doğu’da komplo teorisyenlerine bile parmak ısırtacak gelişmeler yaşanırken ve de çok büyük bir tesadüf eseri olarak(!) Kürtler bu durumdan inanılmaz avantajlar yakalamışken, yıllardır mücadele ettiği T.C. lehine kazanımlarından vazgeçmesini beklemek nasıl bir siyasal akılla açıklanabilir ki? Hangi zaman dilimi esas alınarak gerilla tarihi incelenirse incelensin, böylesine tarihi ve stratejik kazanımlı bir fırsat hiçbir terör örgütüne sunulmamıştır. Terör örgütünden aptalca bir yaklaşım gözleyerek, kazançlı çıkmayı ummak, her şeyden önce ve en hafif tabirle yıllarca mücadele edilen çeteyi ve onun yerli-ecnebi akıl kethüdalarını hiç tanımamak demektir. Bazı kalemşorlar ve medya organlarının, "PKK’nın silah bırakacağı, demokratik siyasetin önünün açılmasıyla silahlanmanın bir anlamının kalmayacağı, silahlı unsurların Türkiye dışına çıkmasının yeterli olacağı…vb." hararetli ifadelerle kamuoyu oluşturma gayretleri, kuvvetle ümit edilir ki onların beklentileri doğrultusunda gerçekleşsin ve de örgüt silah bıraksın!

            "Devrimci Halk Savaşı" konseptinde bilinmesi gereken en önemli noktalardan biri de, zaman içinde gayrinizami unsurların nizami birliklere dönüşeceği ve ordulaşma sürecinin savaşın bir aşaması olduğu gerçeğidir. Bu çerçevede kurucu figürlerden hem Mao hem de Che Guevara, bu durumu açıkça belirterek, mücadele başlangıçta bir gerilla birliği tarafından yürütülüyorsa da zaferin daima bir düzenli ordunun eseri olacağı görüşündedirler.[7] Tabi ki her mücadelenin doğasının aynı,  karakterlerinin ise farklı olduğu ve bundan sonrada bu gerçekliğin devam edeceğinin farkındayız. Bugün PKK terör örgütünün yüz yüze kaldığı durum ne bahse konu savaş konseptine ne de daha önce silah bırakmış örgütlerin şartlarına benzememektedir. Her iki durumun da dışında, seçenekleri oldukça fazla ve son derece iyi senaryolaştırılmış bir savaş oyunuyla, PKK’ya fırsatlar sanki altın tepside sunulmaktadır. Bu fırsatın ganimeti; PKK’nın terör örgütü algısının kırılması, itibarının güçlenmesi, uluslararası desteğin artması ve müteakiben de ordulaşma süreci ile taçlandırılması olacaktır.

Seçeneksiz Kalmak

            Orta Doğu bu kadar karmakarışık hale gelmişken veya getirilmişken, Türkiye gibi"oyun kurucu(!), gündemi belirlenen değil, gündem belirleyen bir ülke(!)" nasıl olur da IŞİD gibi bir terör teşkilatına karşı imza koyamaz, tavır alamaz duruma getirilir? Tabi ki mazeretlerin gücüne sığınılarak verilecek cevaplar çoktur. Irak’ta gönüllü(!)olarak rehin kalan Türk vatandaşlarının hassas durumu nedeniyle, ihtiyatlı hareket etmek durumunda kalmış olan Türkiye Cumhuriyeti… Bu vatandaşlarımızın hayatının her şeyden değerli olduğu ayrı bir konudur. Düşünmemiz gereken, Musul Konsolosluğu'nun basılması ve vatandaşlarımızın rehin alınması ile taktik bir adım atanlar veya attırılanlar, nasıl olur da bu kadar kısa süre içerisinde Türkiye’yi seçeneksiz bırakabilirler ve stratejik yeni kayıplara zemin hazırlayacak ortamı oluşturabilirler?

Neticede, PKK’nın seçenek zenginliği güçlü stratejiye, Türkiye’nin seçeneksiz bırakılarak elleri ve kollarının bağlanması zayıf ve güçsüz bir stratejinin sonucudur."Zayıf strateji pahalıdır, kötü strateji hayatta kalma söz konusu olduğunda öldürücü olabilir, çok kötü strateji ise hemen her zaman öldürücüdür."[8] ifadelerini, Orta Doğu’da haritaların yeniden çizilmeye devam edildiği bir dönemde, anlayabilme sorumluluğu stratejik liderliğin omuzlarındadır.


KAYNAKÇA;

[1] Kissinger Henry, Diplomasi, çev. İbrahim H. Kurt, Türkiye İş Bankası Yayınları, Ankara, 1998, s. 596.

[2] Özdağ Ümit, Türk Ordusu PKK’yı Nasıl Yendi? Türkiye PKK’ya Nasıl Teslim Oluyor?, Kripto Yayınları, Ankara, 2010, s. 287.

[3] Özdağ Ümit, Türkiye Kuzey Irak ve PKK-Bir Gayrinizami Savaşın Anatomisi, ASAM Yayınları, Ankara, 1999, s. 42.

[4] Carl von Clausewitz, Harp Üzerine, Cilt I, çev. H. Fahri Çeliker, Gnkur. Basımevi, Ankara, 1984, s. 36-7.

[5] Machıavellı, Hükümdar, çev. H. Kemal Karabulut, Sosyal Yayınları, İstanbul, 1998, s. 47.                     

[6] Özdağ Ümit, PKK İle Pazarlık, Öcalan İle Anayasa Yapmak, Kripto Yayınları, Ankara, 2013, s. 280. ( Armağan Kuloğlu’nun Türk Milleti Uyanmalı, Uyanmıyorsa Uyandırılmalı başlıklı bölümden ).  

[7] Mao Tse-Tung ve Che Guevera, Gerilla Harbi, çev. Can Yücel, İstanbul, 1967, s. 45.

  Che Guevera, Askerî Yazılar, çev. Nadiye R. Çobanoğlu, İstanbul, s. 37.

[8] Gray S. Colın, Modern Strateji, çev. Handan Öz, Truva Yayınları, İstanbul, 2008, s. 19.


https://21yyte.org/tr/merkezler/islevsel-arastirma-merkezleri/milli-guvenlik-ve-dis-politika-arastirmalari-merkezi/pkk-teror-orgutunun-ordulasmasi

***

PKK Terör Örgütü İle Mücadele Neden Bu Kadar Uzadı?

PKK Terör Örgütü İle Mücadele Neden Bu Kadar Uzadı?


Yazan  Ergüder Toptaş 
26 Ekim 2015


PKK terör örgütü ile yürütülen uzatılmış mücadelenin tarihine kısaca göz atıldığında hemen hemen her kesimden insanların çok farklı yaklaşımlarının olması pek tabiidir. 
Mücadelenin uzamasını ve neticelendirilmemesini daha çok iç nedenlere bağlayanlar olduğu gibi, dış sebeplerle açıklamaya çalışanların sayısı da az değildir. 
Olgulara yol açan nedenlerin hem iç hem de dış kaynaklı olduğu hususunu kavrayarak bilimsel bir yaklaşım ihtiyacını dile getirenler olsa da, bunların sistem bütünlüğü içerisinde etkinleşememesi problemin müzmin bir illete dönüşmesinde önemli bir eksiklik teşkil etmiştir. 

Hangi seviyede ve zeminde olursa olsun yürütülecek mücadelenin örgütlenme ve düşünce üstünlüğüne dayalı olarak planlanması ve başlatılması vazgeçilmez 
bir zorunluluktur.  Bu temel görevde hiç kuşku götürmez bir şekilde politikanın sorumluluğundadır.

 Mücadelenin politikanın yönlendirdiği hedeflere kabul edilebilir maliyetle ulaşılmasında güçlü ve etkili stratejinin gerekliliği esastır. Hem örgütlenmede hem düşüncede hem de strateji kurmada insanın varlığına, asli ve açık etkisine özel bir anlam yüklenmelidir. Neticede, sistemleri kuranlar da kuralları koyanlar da çalıştıranlar da insanlardır. Nasıl ki nitelik yönünden zayıf insanlarla mükemmel sistemlerin yürümeyeceği ve etkinleşemeyeceği yalın bir gerçekse, nitelikli insanların da güçsüz sistemlerde eriyip yok olup gittikleri de bir o kadar gerçektir. Sistemler mücadelede kurulan stratejilerin araçlarıdır. Stratejide farkı yaratan da insanların niteliği ve onların sistemler içindeki etkinliğidir.

Türkiye Cumhuriyeti kurulduğundan beri bekasına ve toprak bütünlüğüne karşı en büyük meydan okuma PKK melanetinden gelmiştir, bu tehdidin varlığı bugün de tüm boyutlarıyla güçlenerek ve de derinleşerek devam etmektedir. Yarınlarda daha da ölümcül etkilerle birlikte tüm hayati fonksiyonlarımızı tehdit etmeye ve 
hatta yok etmeye cüret edebileceği bir sır değildir. PKK terör örgütü nitelikleri itibarıyla Türkiye için hem iç hem de dış tehdittir. Terörle mücadelenin tarihine 
bakıldığında, bu anlamda bir yaklaşımı esas alarak mücadelenin yürütülmediğini görmek mümkündür. Genellikle bir iç tehdit olarak değerlendirilmiş, tedbirlerde 
büyük ölçüde askerî boyutta kalmış olmasına rağmen etkinliği diğer güç unsurları üzerinde sinerji de yaratamamıştır. 
Bu durumun sürüncemede kalmasında ana etken teşhisteki temel yanlışlıktır. Terör örgütü ile mücadelenin askerî bir konu olduğu kolaycılığına ve basitliğine kaçarak iş zamana bırakılmıştır. 

Kendi problemlerini Batılı kavramlarla çözmeye kalkan sivil-asker entelektüellerin, stratejik yetersizliklerine kılıf olarak, “ Terörle mücadele uzun soluklu bir iştir ” yalanı, günü kurtarmaya yönelik basit ve kişisel çıkarları koruma amaçlı bir önerme olarak yıllarca kullanılmıştır. Hâlâ da tedavülde tutulması düşündürücüdür.

PKK Terör örgütü ile mücadelenin öncelikli olarak askerî bir mesele olarak görülmesi bile Türkiye Cumhuriyeti’nin bu konudaki strateji eksikliğinin veya zayıflığının bir göstergesidir. Eğer ki, bu konuda kalibresi yüksek stratejiler olmuş olsaydı, güçlü stratejilerdeki temel yöntem olarak, millî güç unsurlarının bir bütün olarak koordineli bir şekilde hemen devreye sokulmasını sağlardı. Ne yazık ki, bu mücadelenin doğasının vazgeçilmez gerekliliği olan bu talep karşılanamadı. 

Askerî güçle sonuç olma girişimi defalarca denenerek, farklı ve ucuz beklentilerle çok zaman ve kaynak kaybedildi. Ancak bu mücadeledeki dikkat çekici paradoks; siyasi iktidarlar tarafından askerî gücün gelişimi konusunda alınması gereken tedbirlerin yeterince ve zamanında yerine getirilmemesine rağmen, elde edilen başarıdaki gıpta edici parlaklıktır. Bu neticede, Türk askerî kültüründen kaynaklanan çok etkili kuvvet çarpanları ile Türk milletinin ordusuna duyduğu sevgi ve güven duygusunun ayrıcalıklı bir yeri vardır. Hem bu husus hem de politikanın, ordunun maddi ve manevi ihtiyaçlarını karşılaması konuları müteakip yazılarda farklı bir bakış açısıyla ele alınacaktır.

PKK terör örgütü aynı zamanda bir dış tehdittir. Kurulduğu o meşum günden beri, yürüttüğü kanlı ve kirli mücadele çoğu zaman sanıldığı gibi yalnızca 
Türk güvenlik güçleri ile PKK arasında politik-askerî bir karşılıklı meydan okuma değil, Türkiye, İran, Suriye ve bir ölçüde Irak’ın da müdahil olduğu bir çatışmadır. 

    Ayrıca, terör örgütünün arkasında uluslararası daha büyük bir sistemin olduğu; ABD’den Rusya’ya, Avrupa’dan İsrail’e kadar birçok istihbarat örgütleri ile farklı özel kuvvetlerin kontrolünde bir pazarlık ve çıkar aracı olarak kullanıldı ğı gün gibi ortadadır. PKK, bütün bu karmaşık ve kirli ilişkiler yumağının bir sonucu olarak Türkiye’ye karşı vekâleten savaş yürüten taşeron ve kompleks bir yapılanmadır. Bu durum, tartışılmasına bile gerek duyulmayacak temel bir gerçeklik olmasına rağmen, görmezden gelinerek, uluslararasındaki çatışmaların mantığı ve doğası hiçe sayılarak ütopik yöntemlerle sonuç alınmaya çalışılmıştır. 
    Bu konuda yaklaşık dört yıldır yürütülen Suriye politikası neticesinde, PKK terör örgütünün uluslararası aktörlük rolünün dolaylı da olsa gelişimi ve diğer 
kazanımları bir bütün olarak değerlendirildiğinde, neredeyse otuz yıldır mücadele edilen örgütü tanıma konusunda inanılmaz hatalara düşüldüğü görülmektedir.

Türkiye’nin bu zorlu, maliyetli ve de her yönden tahripkârlığı yüksek mücadelesinde; PKK’nın askerî anlamda ezilmesi, siyaseten de kontrol altına alınması ve gündemden düşürülmesi fırsatı birçok kereler yakalanmış olmasına rağmen, kalıcı ve kapsayıcı çözüm yollarının açılamamasının en önemli nedeni sorunun kurumsal olarak ele alınamamasıdır. Bu kısır döngüden çıkışta devletin tekrar örgütlenmesi ve kurumların nitelikli adamlarla ayağa kaldırılması, atılması gereken ilk adımdır. 

Bunu gerçekleştirmeden oluşturulan stratejilerin, askerî gücü dünyanın en büyüğü haline getirmenin ve de sonu gelmez paketler ve süreçler başlatmanın hiçbir kıymeti yoktur.    

https://21yyte.org/tr/merkezler/islevsel-arastirma-merkezleri/milli-guvenlik-ve-dis-politika-arastirmalari-merkezi/pkk-teror-orgutu-ile-mucadele-neden-bu-kadar-uzadi


***

28 Mayıs 2017 Pazar

Niteliksiz Adamlar ve Ölü Kurumlar.


Niteliksiz Adamlar ve Ölü Kurumlar.



Yazar: Ergüder Toptaş 
02 TEMMUZ 2014 ÇARŞAMBA


Robert Musil’in çöküş sürecine girmiş olan Avusturya – Macaristan İmparatorluğu’nda toplumun ve bireyin tüm çalkantılarını betimleyen dev romanı " Niteliksiz Adam", bugünkü olayları anlamada gelecekteki muhtemel felaketleri sezinlemede çarpıcı uyarılar sunuyor. Çökmekte olan ve her konuda karar vermekten kaçınan monarşide sözde yasalar, göstermelik parlamento ve etkisiz kurumların varlığıyla toplumsal yozlaşmanın ulaştığı boyutlar hem kültürel hem de bir sistem sorunudur.                                                  

1900’lerin başında, İmparatorluğun yüz yüze kaldığı kültürel depremin maddi ve manevi değerler üzerindeki etkisi her boyutta yıkıcı olmuştur. Depremin 
oluştuğu odak noktada; birlik duygusu ile büyük bir ülküye katkıda bulunma bilincinin yitirilmiş olması nedeniyle, çöküntünün etkileri her alanda hızla 
yayılarak, geri dönüşümü adeta imkânsız hale getirmiştir. Belki de çöküşü durduracak ve çıkışı sağlayacak bir strateji geliştirilebilirdi, ancak bunun 
sağlanamamasının en önemli nedeni, niteliksiz adamların varlığı ve trajikomik saltanatları dır.

Niteliksiz adamların politikadaki etkinliği zamanla millî güç unsurlarının tüm hücrelerine sirayet ederek devleti içten çökertirler. Tarih sayfaları bunun 
zengin örnekleriyle doludur. Bugün mirasının bir kısmına ortak olduğumuz Bizans İmparatorluğu’nun, son derece etkili bir stratejik devlet yönetimi kültürüne sahip olmasına rağmen, özellikle çöküş sürecinde niteliksiz adamların devlet idaresindeki artan egemenlikleri sonucunda, tarih sahnesinden silinişi 
incelenmesi gereken bir konudur.

Niteliksiz adamları cömertçe bir bağnazlıkla hak etmedikleri mevkilere getiren toplumlar için herhangi bir tehdide veya düşmana gerek yoktur. 
Neticede onlar çok yönlü bilgisizlikleriyle en güçlü gibi görünen kurum ve kuruluşları bile, José Ortega Y Gasset’in "Kitlelerin Ayaklanması" adlı eserindeki 
"ölü kurumlara" çevirmekte pek mahir davranırlar. Gasset, ölü kurumları; anlamını yitirmiş, ama hâlâ varlığını sürdüren, yok yere karmaşık çözümlerle 
boğuşan ve yetersizlikleri kanıtlanmış yapılanmalar olarak tanımlar.

Zaman geçtikçe gerçeklikleri her toplum ve uygarlıkta her defasında tekrarlanan ve güçlenen bu iki başyapıtın, bugünün Türkiye’sindeki kepazelik ve 
pespayelikleri tahlil etmede düşündürücü olduğu kadar kederlendirici somut örnekler ve epizotlar sunmaktadır. Bu okumaları ve analizleri zamanında 
yapması gereken stratejik liderliktir ki hem sivil hem de asker kanadı kapsar. Sivil –asker ilişkilerinin niteliği ve gücü, bu işbirliğine ve kurulan dengeye bağlıdır. 

Huntıngton’un bilgece tanımlamasıyla, "Bu dengeden yoksun bir sivil – asker ilişkisi sürdüren uluslar, kaynaklarını israf eder ve hesap edilmemiş risklerle 
karşılaşırlar". Sivil - asker ilişkileri Türkiye için son derece problemli bir alan olmaya devam etmektedir. Bu yaşamsal birlikteliği," asker î vesayet" gibi sığ ve 
günlük siyasi mülahazalar ışığında ele alarak "askeri itibarsızlaştırmaya yönelik faaliyetler" bundan sonraki muhtemel kayıpların da zeminini hazırlayacaktır. 
Şimdiye kadar ki ilişkiler nasıl sağlıksız ve bir dengeden yoksun idiyse, bu dönemdeki anlayış ve tutum da bir o kadar problemli ve ön yargılıdır.

Bugünün Türkiye’sindeki bir diğer ihtilaflı konu; hilafet artığı gruplar ile gemi azıya almış ulus-devlet yıkıcıların güç birliği yaparak elde ettiği kazanımlardır. 
Bu durumu görmezlikten gelmek, küçümsemek veya zamanın ruhuna uygun demokratik haklar olarak değerlendirmek, en hafif tanımlamayla " KÖRLÜK " tür. 

Onların kazanımları Türkiye Cumhuriyeti’nin kayıplarıdır. Cumhuriyetin temel değerlerini hedef alan bu devlet destekli akımlar; milletimizin hem bugünkü 
kazanımlarına hem de geleceğine yönelik çok açık ve ciddi bir tehdit kaynağıdır.

Cumhuriyetin 90 yıllık kısa hayatında meydana gelen gelişmeler, "Atatürk yılları" olarak tanımlanan ilk 15 yıllık dönemdeki kazanımlarla gerçekleştirilmiştir. 
Burada başat faktör,"Devrim Yasaları" ile ulusal birlik ve bütünlüğü sağlamaya yönelik iç ve dış tedbirlerin akılcılığı ve bilimselliği rehber alan esaslarla 
güçlendirilmesidir. Hâl böyle olmasına rağmen, özellikle son 10 yıllık dönemde eğitimi merkez alarak gerçekleştirilen yozlaşma ve çöküşe yönelik din ve etnik 
temelli uygulamalar kısa ve orta vadede federalleşmeyi müteakiben de bölünmeyi sağlayacak adımlardır.

Türkiye Cumhuriyeti’nin varlığını ve bütünlüğünü koruyarak, gelişmiş ülkelerle rekabet edebilmesinin temel koşulu; çağdaş bir eğitim sistemiyle nitelikli insan 
gücü yetiştirmesi ve bunların kurum ve kuruluşlar içerisinde etkinleştirilmesi dir. Bunun doğal sonucu olarak meydana gelecek sinerjinin, millî güç unsurlarının 
tamamında olumlu neticelere sebebiyet verecek şekilde gerekli tedbirlerin alınmasıdır. Türkiye’nin temel sorunu bu kadar açık bir şekilde ortada durmasına rağmen; çağdaşlaşma ve uluslaşma yolundan hızla uzaklaşmayı özendirici tedbirlerin hoyratça ve pervasızca alınması,"dindar ve kindar bir nesil yetiştirme" hedefinin iştiyaklı bir anlatımla gösterilmesi ve buna ulaşmada kullanılacak araçların artık göz göre göre devreye sokulması bundan sonraki karanlık günlerin kaçınılmazlığına işaret etmektedir.                                       

17 Aralık 2013’de devasa boyutlardaki rüşvet ve yolsuzluk operasyonu ile başlayan gelişmeleri,"darbe, paralel yapı, çete, iç – dış mihraklar" gibi akla ziyan söylemlerle yorumlamayı komplo teorisyenlerinin yapmasının su götürür bir yönü bulunabilir. Ancak, 12 yıl gibi uzunca bir dönem tek başına iktidar olanların bilinen gelişmeler karşısında ortalığı velveleye vermelerinin, dünya siyasi tarihinde maalesef örneği de yoktur. Son dönemdeki; Soma maden faciası, PKK terör örgütü ile yürütülen ilişkiler, Irak’ta gönüllü ( ! ) olarak rehin kalan Türk vatandaşlarının trajikomik durumları, Irak ve Suriye politikaları ile ilgili olarak artık alay konusu olan şu "kırmızı çizgiler" meselesi ve "sabrımızın test edilmesi" söylemleri devlet kişiliği ile bağdaşmayan anlayış ve tutumlar 
için hem paradoksal hem de ironik sayılabilecek misallerdir.

Yarınlardaki tehditler bugünkünden çok daha büyük ve ağır olarak çocuklarımızı bekliyor. Onları cömertçe bir akılsızlıkla, öngörüsüzlükle ve basit çıkarlara peşkeş çeken bizleriz. Olayları kişiler ekseninde değerlendirmeden,"Niteliksiz Adamlar ve Ölü Kurumlar" anlayışıyla bir sistem sorunu olarak görüp, ele almanın daha gerçekçi sonuçlara götüreceği düşünülmektedir.Çünkü sorunların veya olması muhtemel olanların, çözümünün başlangıç noktası burasıdır.


http://www.21yyte.org/tr/arastirma/politik-sosyal-kulturel-arastirmalar-merkezi/2014/07/02/7683/niteliksiz-adamlar-ve-olu-kurumlar


***

ÇARESİZ STRATEJİLER


ÇARESİZ  STRATEJİLER

Yazar: Ergüder Toptaş 


Postyapısalcı felsefe ve postmodernizm üzerinde çalışmalarıyla bilinen ünlü düşünür Jean Baudrillard’ın, "Çaresiz stratejiler sıradan stratejilerin tam merkezinde mi üretilmektedir?"  sualine, Türkiye Cumhuriyeti’nin yıllardır devam eden terörizmle mücadelesini referans alarak cevap aramanın etkileyici bir zemini olduğu düşünülmektedir.

Stratejinin ruhunda olayların varılmak istenen hedeflere, durum ve şartlara göre yönlendirilmesi vardır. Şimdi herkesimce bilinen bu mücadelenin yaklaşık 
otuz yıllık serüvenini basitçe tahayyül edildiğinde, terörizmin; "üç-beş çapulcudan demokratik özerkliğe ve bölünmeye geldiği" gün gibi ortadadır. 
Bu dönem içerisinde gelişen olayların kimin inisiyatifiyle, kimin amaçları doğrultusunda yönlendirildiği, önyargısız olarak sorgulandığında;terör örgütünün daha ağırlıklı olarak öne çıktığı görülmektedir. Her şeyden önce, terör devlet ve milletler için bedende yüksek ateştir ve yaşamsal bir sorundur. 

Gerekli tedbirlerin alınması stratejik liderliğin uhdesindedir. Başta basın ve yayın organları olmak üzere hayatın her alanında, bıkkınlık verircesine duyulan 
bir nakarat vardır ki o da," terörle bir yere varılmaz " yalanınaözellikle sorumluluk mevkiinde bulunanların itibar etmesi oldukça düşündürücüdür. 
Bazı düşünür ve yazarlar," bal gibi varılır " diyerek, dikkat çekmek istemişlerse de sesleri cılız kalmıştır.

Bu çetrefilli soruna nereden bakılırsa bakılsın,"büyük strateji"eksikliğinin varlığı apaçık ortadadır. Büyük strateji devlet ve milletlerin kaderidir. 

Üzerinde ulusal fikir birliği oluşmuş bir büyük stratejinin, politika tarafından uygulamaya konulması, yaşamsal değerdedir. Bunu görmezlikten gelerek veya 
hafife alarak, hiçe sayarak atılacak adımlar sıradandır ve hedef yerine, boşluğa götürür ki orada telafisi mümkün olmayan kayıplar vardır.

Türkiye Cumhuriyeti’nin büyük stratejisi olmuş olsaydı, millî gücün tüm unsurları bahse konu soruna yönlendirilerek kangrenleşmesine fırsat verilmeden, 
aklın ve bilimin ışığında gerekli tedbirler alınabilirdi. Maalesef sorun büyük ölçüde askerî güce havale edilerek ve " uzun soluklu bir mücadele " yanılgısıyla, 
zaman ve kaynaklar heba edilmiştir. Yanılgının temelinde, mücadelenin doğasını ve karakterini anlamamaktan kaynaklanan stratejik teori eksikliği veya 
yokluğu bulunmaktadır. Bu konu; bugün de aynı problemlerle devasa bir hâl almışken, " çözüm süreci " olarak başlatılan bu dönemde, getirilen tedbirlerle 
daha da içinden çıkılmaz bir mecraya girmiş bulunmaktadır. Bu sıradan stratejilerin tabii sonucu, çaresiz stratejilerin ise başlangıcıdır.

SEÇENEKSİZ KALMAK BİR STRATEJİ OLABİLİR Mİ?

Devlet ve milleti her ne olursa olsun bir adım atmaya,bir süreci başlatmaya mahkûmane bir durumla yüz yüze getirmek çaresizliğin ta kendisidir. 
Bu konuda Dış işleri Bakanı Davutoğlu’nun, 15 Mart 2013’de Dicle Üniversitesi’nde yapmış olduğu konuşmada :" …Türk’üyle, Kürt’üyle, Boşnak’ıyla, Arap’ıyla her bir milletiyle yürüyeceğiz ya da bizi lime lime edip küçük parçalara ayırmaya çalışacaklar. " söylemini" kadim değerlerden hareketle yeni bir siyaset anlayışı " olarak sunması ve bunu " önce ülkemizde sonra bölgemizde sonra da bütün dünya da egemen kılmaktır " ütopyasını, hedef olarak göstermesi"çaresiz stratejiler "konusunda incelenmesi gereken ironik ve paradoksal bir örnektir.

Stratejinin gücü ve kalitesi, tercih zenginliği ile doğrudan ilgilidir. Seçeneksizlik zayıflıktır ve ölümcül etkilere gebedir. Her şeyden önce, kaderin karşı tarafa 
rehin edilmesidir. Kaderleri rehin tutulanların başkalarının alınyazısını değiştirmeye kalkışmaları, diplomatik tuluatta yer bulabilir, ancak bu durum stratejide çaresizlikle sıfatlandırılır.

Çözüm sürecinde sıkça dile getirilen: " Şimdiye kadar, bu iş silahla çözülemedi...Kimse ölmüyor, şehit gelmiyor…Terörün maliyeti hesaplanırken, eğer olmamış olsaydı her aileye bir ev bir araba vb." söylemler, Türk milletinin bölünme ve yıkıcılığa karşı direnç gösteren, savunmacı akılları hedef alınarak, çaresizliği bir kader olarak kabul etmelerine yönelik son derece tehlikeli ve sinsi yaklaşımlardır. Bunlar hile ve aldatmaya yönelik birer yem ve tuzaktır.

BU SORUN AŞILABİLİR Mİ?

Bir kesim " Atı alan Üsküdar’ı geçti. " derken, diğer kesim ”İslam kardeşliği ile bir fırsatın yakalanabileceği veya bir süre daha idare edilebileceği… " görüşünde 
olabilirler. Ancak PKK’nın stratejisini anlamadan atılan veya atılacak adımlar, taktik düzeyde kalır ve stratejik yanılgıya zemin hazırlar.Yıllarca, bu mücadelede başarı/başarısızlık kıstasını; şehit/ölü ve dönem içinde meydana gelen olay sayıları ile açıklama yöntemi, son derece basit ve sığ anlayışın ifadesidir.Oysaki büyük strateji olmuş olsaydı, PKK’nın stratejisi ve politik hedeflerine odaklı bir eylem planı ile hareket edilebilirdi. Bundan yoksun olarak, kısa vadeli ve küçük hesaplara dayalı bir anlayışla başlatılan sözde çözüm süreciyle tılsımlı sonuçlar beklemek boşunadır.

Sanki PKK demokratik konfederalizm temelinde özerklik hedefinden vazgeçmiş, silah bırakarak koşulsuz sınır dışına çekilmiş, sürecin iplerini elde bulunduranlar 
Orta Doğu’ya yönelik stratejilerinin varsayımlarını değiştirmişler gibi bir delaletle sahnelenen aymazlık oyununa bel bağlayanların hüsranı kaçınılmazdır. 
Bir defa, bu süreç stratejik anlayıştan yoksundur. Terör örgütünü çözmeye odaklı eylem planıyla hareket etmesi gerekirken, milleti bir arada tutan değerleri hedef alarak, millî ve üniter devleti tasfiye etme amaçlıdır. Buna karşılık örgütün stratejisi, psikolojik ağırlıklı ve de saldırgandır. Bu saldırganlık fiziki ve fikrîdir. 

Amaç, Türkiye Cumhuriyeti’nin psikolojik zayıflıkları üzerinde oynayarak, zihinsel yıkımın sağlanmasıdır. Ardından fiziksel yıkımın gelmesi kaçınılmazdır. 
Bu dönemde, PKK terör örgütünün askerî, siyasi ve psikolojik kazanımları ile paralel devlet ve millet inşası faaliyetlerini basite indirgeyerek görmezlikten 
gelmeye yönelik davranışlar tarihi ve stratejik bir yanılgıdır.

Mevcut anlayış ve tutum devam ettiği müddetçe, çözüm süreci her nasıl sonuçlanırsa sonuçlansın kaybeden Türkiye Cumhuriyeti olacaktır.                   


http://www.21yyte.org/tr/arastirma/terorizm-ve-terorizmle-mucadele/2014/06/25/7669/caresiz-stratejiler

***