Elde Var Hüzün!..
( Uğurlara, Neciplere...)ZZÜN
Zamanlar değişti
Ayrılık girdi araya
Elde var hüzün...
Nerelere yakışmaz, nelere cuk oturmaz ki bu dizeleri Atilla İlhan'ın... Aşk yaresine, dost acısına... Katilin görünenine... Görünmeyen kalleşine...
Katilin görüneni... Görünmeyeni...
Karşınıza çıkamayanı elbette tek nitelemeye layıktır: «Kalleş!!...»
Peki görüneni?.. «Yiğit» mi diyeceğiz?!!..
Ne fark eder...
Zamanlar değişti
Ayrılık girdi araya
Elde var hüzün...
Nerelere yakışmaz, nelere cuk oturmaz ki bu dizeleri Atilla İlhan'ın... Aşk yaresine, dost acısına... Katilin görünenine... Görünmeyen kalleşine...
Katilin görüneni... Görünmeyeni...
Karşınıza çıkamayanı elbette tek nitelemeye layıktır: «Kalleş!!...»
Peki görüneni?.. «Yiğit» mi diyeceğiz?!!..
Ne fark eder...
Hiç tanımadığı bir insanı, dolayısıyla kendisine hiçbir kötülüğü dokunmamış, tek sözü olmamış, tek kelimeyle masum bir insanı öldürmek üzere onun karşısına dikilmiş ya da dikilmemiş bir yaratık neler düşünür, neler hisseder o anda?.. O masum insanın hayatı bittiği anda?.. Ya da düşünür mü, hisseder mi? Yoksa düşünmez, hissetmez mi hiçbir şey? Nasıl bakar kurbanının gözlerine, yüzüne?.. Heyecanlı mıdır, korkmuş mudur; yoksa beyni ve sinirleri alınmıştır da bir robot gibi midir?
Kendisini göstermeden hayın tuzak kurduğu mağdurunun öldüğünü duyunca ya da?..
Siz olsanız hangisini tercih ederdiniz? Ya da ben?!..
Sanki katilin görüneni daha tercihe şayanmış gibi geliyor insana... Görünmeyeninde mutlak bir çaresizlik, pisi pisinelik var gibi sanki!..
Katili görünenlerin simgesi Necip Hablemitoğlu, diyelim; görünmeyenlerinki de Uğur Mumcu olsun.
Bu Cumhuriyet ve Türkiye şehitlerini her yıl anıyoruz. Katiller ve katlettirenler neler düşünüp hissediyorlar bilemiyorum. Kızıyorlar mı «ulan hala unutmadılar» diye, yoksa «salaklar!.. Unutmazsanız unutmayın! Yaşatacaklarmış!... Pöh!..» diye dalga mı geçiyorlar?
Kızıyorlarsa iyi. Kızmıyorlarsa da bizim için gerekli bu anmalar, yaşatma çabaları. Gidenleri geri getiremiyoruz, ama mezarlıklarda, mezarlarda da olsa her yıl yeniden umut, güven devşiriyoruz birbirimizden, kalabalığımızdan.
Bu anmalar yer yer kurumlaşıyor, gelenekselleşiyor, simgeleşiyor... Uğur Mumcu-Muammer Aksoy anmalarında olduğu gibi... Giderek sadece yas tutma olmaktan çıkıyor... Yavaş yavaş toplumsal belleğin bir arşivi oluşmaya başlıyor. Bilinçler taze tutuluyor. Yeni kuşaklara aktarılacak bir hafıza, hatta bir miras oluşmaya başlıyor. Ağıtların, göz yaşlarının, yenilmişlik ezikliğinin, belki hıncının yerini şarkılar, türküler alıyor direnç anlamında.
İnananlar için din başta olmak üzere bütün toplumsal değer yargılarının, değerlerin içinin boşaltıldığı, tahrip hatta yok edildiği, bütün gemilerin yakıldığı, bütün köprülerin yıkıldığı, tutunulacak bütün dalların teker teker kırılıp, korku filmlerindeki gibi alaylı, hain gülümseyişlerle, kahkahalarla önümüze atıldığı; bu yüzden insanların, uçurumun dibindeki onursuzluk ya da saldırganlık, bencillik, bunu yapamayanların, yapmayıp direnenlerinse çaresizlik, yetersizlik, umutsuzluk cehennemine düştükleri bir ortamda bütün bunlar kuşkusuz son derece önemli. İnsanlara tutunacak dal uzatma çabası hiç değilse... Yitirdiklerimizin kimliğinden, anılarından da yararlanarak...
Ama...
Akşam olup her şey bitip, meyhane kapanıp hesap ödenirken, sizin de bir yerleriniz yaralı kalmıyor mu? Veya ince ince kanadığını hissetmiyor musunuz yaranızın? İçinize akmıyor mu göz yaşlarınızı... Ve HÜZNÜNÜZ?!!...
Tıpkı çocukluk, delikanlılık aşkınızı hatırladığınız anlardaki gibi mesela... Aradan yıllar geçmiştir. Artık geri dönülemez, dönülemeyecektir. Bilirsiniz bunu. Aklınızla bilirsiniz. Bunu kabul ettiğinizi sanırsınız. Uzun zamandır da aklınıza gelmemiştir sanki. Ama... Ama bir şey, bir eşya, bir söz, bir şarkı, bir türkü veya... Ne bileyim, bir şey işte... Hiç beklemediğiniz anda getiriverir aklınıza, gözünüzün önüne, gönlünüze... Anlarsınız ki unutmamışsınız. Unutmuyorsunuz!.. Gönül söz dinlememektedir, ama elinizden de hiçbir şey gelmemektedir. Görürsünüz, bilirsiniz, hissedersiniz ki gönlünüz, kafanız zalimdir, hiçbir şeyi, tek bir noktayı, virgülü bile silmemektedir. Silmez!.. Ama elinizde de hüzünden başka şey yoktur. Çaresizliğiniz, acınız, özleminiz, anılarınız ve siz... Baştan ayağa hüzne kesmişsinizdir. Bunu da sizden başka kimse bilmez. Bu hüznün içinde yalnızsınızdır. Sizden başka kimse giremez. Sokmazsınız. Sokamazsınız. Bu hüzün ancak yalnız yaşanır. Hatta, yalnız olunca güzeldir.
Yarin yanağı kadar çiçek kokuludur bu hüzün yine de... Kan kokmaz..
Ama akşam olup, her şey bitip, mezarlarında yapayalnız, sessiz, ıssız kalınca Uğurların, Neciplerin ardından benim hissettiğim, ödediğim faturaya dahi sinmiş kan kokulu bir hüzün!..
Zamanlar değişmiş, hatta araya, şairin dediğinin de ötesinde, halk ozanının dediğince «terazide» ayrılıktan ağır çeken ölüm girmiştir.
Bakakalırsınız elinizdeki kan kokulu, yoğun, koyu, derin hüzne, Ankara'nın ayazı bıçak gibi keskin bir 18 Aralık veya 24 Ocak akşamında. Çevreniz kalabalık da olsa, siz de yalnızsınızdır. En az o mezarlarda yatanlar kadar...
O derin çaresizlik hüznü yok mu?!.. Asla bırakmaz insanı ki kalabalıklaşsın... Çaresiz, hak bellediğiniz yolda tek yürüyeceksiniz gerekirse. Yoldaşınız sadece hüznünüz olacak gerekirse...
Çünkü, yine şairin dediği gibi, yalnızlık ve hüznün de adamı adam ettiği anlar vardır. Çoktur hatta bu anlar...
Adamı adam eden, yalnız mapusane hücrelerinin yalnızlığı değildir. O anmalar da işte bu anlardandır. O kalabalıklar, aslında yalnızlıkların kalabalığıdır. Bir sürü yalnızlıktır bir araya gelen. Ve hissedilebiliyorsa, o yalnızlıklara eşlik eden, yoldaş olan hüzün...
Kurtuluş Savaşı yıllarında Batı cephesi komutanı İsmet Paşa'nın bir grup subaya
«Yedi düvel düşmanınızdır; padişah düşmanınızdır. Bana bakın, millet bile düşmanınızdır»
derken kast ettiği işte bu tür, adamı adam eden, yaratan, üreten, ama hüzünlü bir yalnızlıktır.
Mustafa Kemal de bu hüzünlü, ama «adam gibi adam» yalnızlardandır.
Her kavga, her mücadele biraz da yalnızlık ve hüzündür. Bütün sanatsal, düşünsel yaratıcılıklarda da böyle bir hüzünlü yalnızlık vardır.
Bu anmalarda, her şeyin sonunda akşam çöküp, o mezarlarda yatanların karanlık gök yüzünde beliren silüetleriyle yalnız kalınca hissedilen hüzün budur işte.
Onlara mezar yalnızlığı, bize ölüm ve çaresizliğin hüzünlü yalnızlığı... Ne yapalım! Yeter ki bizi adam etsin!..
Kendisini göstermeden hayın tuzak kurduğu mağdurunun öldüğünü duyunca ya da?..
Siz olsanız hangisini tercih ederdiniz? Ya da ben?!..
Sanki katilin görüneni daha tercihe şayanmış gibi geliyor insana... Görünmeyeninde mutlak bir çaresizlik, pisi pisinelik var gibi sanki!..
Katili görünenlerin simgesi Necip Hablemitoğlu, diyelim; görünmeyenlerinki de Uğur Mumcu olsun.
Bu Cumhuriyet ve Türkiye şehitlerini her yıl anıyoruz. Katiller ve katlettirenler neler düşünüp hissediyorlar bilemiyorum. Kızıyorlar mı «ulan hala unutmadılar» diye, yoksa «salaklar!.. Unutmazsanız unutmayın! Yaşatacaklarmış!... Pöh!..» diye dalga mı geçiyorlar?
Kızıyorlarsa iyi. Kızmıyorlarsa da bizim için gerekli bu anmalar, yaşatma çabaları. Gidenleri geri getiremiyoruz, ama mezarlıklarda, mezarlarda da olsa her yıl yeniden umut, güven devşiriyoruz birbirimizden, kalabalığımızdan.
Bu anmalar yer yer kurumlaşıyor, gelenekselleşiyor, simgeleşiyor... Uğur Mumcu-Muammer Aksoy anmalarında olduğu gibi... Giderek sadece yas tutma olmaktan çıkıyor... Yavaş yavaş toplumsal belleğin bir arşivi oluşmaya başlıyor. Bilinçler taze tutuluyor. Yeni kuşaklara aktarılacak bir hafıza, hatta bir miras oluşmaya başlıyor. Ağıtların, göz yaşlarının, yenilmişlik ezikliğinin, belki hıncının yerini şarkılar, türküler alıyor direnç anlamında.
İnananlar için din başta olmak üzere bütün toplumsal değer yargılarının, değerlerin içinin boşaltıldığı, tahrip hatta yok edildiği, bütün gemilerin yakıldığı, bütün köprülerin yıkıldığı, tutunulacak bütün dalların teker teker kırılıp, korku filmlerindeki gibi alaylı, hain gülümseyişlerle, kahkahalarla önümüze atıldığı; bu yüzden insanların, uçurumun dibindeki onursuzluk ya da saldırganlık, bencillik, bunu yapamayanların, yapmayıp direnenlerinse çaresizlik, yetersizlik, umutsuzluk cehennemine düştükleri bir ortamda bütün bunlar kuşkusuz son derece önemli. İnsanlara tutunacak dal uzatma çabası hiç değilse... Yitirdiklerimizin kimliğinden, anılarından da yararlanarak...
Ama...
Akşam olup her şey bitip, meyhane kapanıp hesap ödenirken, sizin de bir yerleriniz yaralı kalmıyor mu? Veya ince ince kanadığını hissetmiyor musunuz yaranızın? İçinize akmıyor mu göz yaşlarınızı... Ve HÜZNÜNÜZ?!!...
Tıpkı çocukluk, delikanlılık aşkınızı hatırladığınız anlardaki gibi mesela... Aradan yıllar geçmiştir. Artık geri dönülemez, dönülemeyecektir. Bilirsiniz bunu. Aklınızla bilirsiniz. Bunu kabul ettiğinizi sanırsınız. Uzun zamandır da aklınıza gelmemiştir sanki. Ama... Ama bir şey, bir eşya, bir söz, bir şarkı, bir türkü veya... Ne bileyim, bir şey işte... Hiç beklemediğiniz anda getiriverir aklınıza, gözünüzün önüne, gönlünüze... Anlarsınız ki unutmamışsınız. Unutmuyorsunuz!.. Gönül söz dinlememektedir, ama elinizden de hiçbir şey gelmemektedir. Görürsünüz, bilirsiniz, hissedersiniz ki gönlünüz, kafanız zalimdir, hiçbir şeyi, tek bir noktayı, virgülü bile silmemektedir. Silmez!.. Ama elinizde de hüzünden başka şey yoktur. Çaresizliğiniz, acınız, özleminiz, anılarınız ve siz... Baştan ayağa hüzne kesmişsinizdir. Bunu da sizden başka kimse bilmez. Bu hüznün içinde yalnızsınızdır. Sizden başka kimse giremez. Sokmazsınız. Sokamazsınız. Bu hüzün ancak yalnız yaşanır. Hatta, yalnız olunca güzeldir.
Yarin yanağı kadar çiçek kokuludur bu hüzün yine de... Kan kokmaz..
Ama akşam olup, her şey bitip, mezarlarında yapayalnız, sessiz, ıssız kalınca Uğurların, Neciplerin ardından benim hissettiğim, ödediğim faturaya dahi sinmiş kan kokulu bir hüzün!..
Zamanlar değişmiş, hatta araya, şairin dediğinin de ötesinde, halk ozanının dediğince «terazide» ayrılıktan ağır çeken ölüm girmiştir.
Bakakalırsınız elinizdeki kan kokulu, yoğun, koyu, derin hüzne, Ankara'nın ayazı bıçak gibi keskin bir 18 Aralık veya 24 Ocak akşamında. Çevreniz kalabalık da olsa, siz de yalnızsınızdır. En az o mezarlarda yatanlar kadar...
O derin çaresizlik hüznü yok mu?!.. Asla bırakmaz insanı ki kalabalıklaşsın... Çaresiz, hak bellediğiniz yolda tek yürüyeceksiniz gerekirse. Yoldaşınız sadece hüznünüz olacak gerekirse...
Çünkü, yine şairin dediği gibi, yalnızlık ve hüznün de adamı adam ettiği anlar vardır. Çoktur hatta bu anlar...
Adamı adam eden, yalnız mapusane hücrelerinin yalnızlığı değildir. O anmalar da işte bu anlardandır. O kalabalıklar, aslında yalnızlıkların kalabalığıdır. Bir sürü yalnızlıktır bir araya gelen. Ve hissedilebiliyorsa, o yalnızlıklara eşlik eden, yoldaş olan hüzün...
Kurtuluş Savaşı yıllarında Batı cephesi komutanı İsmet Paşa'nın bir grup subaya
«Yedi düvel düşmanınızdır; padişah düşmanınızdır. Bana bakın, millet bile düşmanınızdır»
derken kast ettiği işte bu tür, adamı adam eden, yaratan, üreten, ama hüzünlü bir yalnızlıktır.
Mustafa Kemal de bu hüzünlü, ama «adam gibi adam» yalnızlardandır.
Her kavga, her mücadele biraz da yalnızlık ve hüzündür. Bütün sanatsal, düşünsel yaratıcılıklarda da böyle bir hüzünlü yalnızlık vardır.
Bu anmalarda, her şeyin sonunda akşam çöküp, o mezarlarda yatanların karanlık gök yüzünde beliren silüetleriyle yalnız kalınca hissedilen hüzün budur işte.
Onlara mezar yalnızlığı, bize ölüm ve çaresizliğin hüzünlü yalnızlığı... Ne yapalım! Yeter ki bizi adam etsin!..
Ali TARTANOĞLU - 25 Ocak 2010 - Heddam
..