ASKER VE SİYASET etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
ASKER VE SİYASET etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

20 Ekim 2016 Perşembe

ASKER VE SİYASET !





                           ASKER VE SİYASET !














Erol Maraşlı
ARALIK 2009

 Giriş bölümünde de değindiğimiz gibi, bizim yaşama ve devlet yönetme geleneğimizde askeri motifler çokcadır: Osmanlıdan devraldığımız yönetici kadro/özellikle İttihatcılar ve diğerleri/mirası; cumhuriyeti kuran kadro’nun temelini oluşturan unsurlardan birisi olmuştur. Cumhuriyeti kuran irade/asker, bürokrat-aydın, eşraf, din adamları –ulema/ dan yalnız  asker ve bürokrat; öne çıkarak devlet yapısına hakim olmuştur. Otoriter rejimleri devirenler; kurallarını ve çerçevelerini kendilerinin çizeceği rejimleri kurmakla kalmaz, kurdukları rejimi pekiştirip güçlendirirler de.
 Cumhuriyeti kuranlar da bunu yaptılar: kurdukları rejimi güvence altına almak zorundaydılar. Rejimin /cumhuriyetin/ korunması ve kollanması “gerekçeleri”, temel tezleri olmakta devam ettiği içindir ki, darbe ve muhtıralar dönemlerini yaşadık.
 Çünkü cumhuriyeti kuran askeri kadro; geçmişte bunu böyle görüp, böyle bellemiştir.
 Osmanlı’da asker siyasetin hep içinde olmuştur: gün gelmiş sadrazam, vezir kellesi almış; gün gelmiş padişahı tahtından indirmiş, gün gelmiş merkezi otoriteye/ padişahlığa/ karşı isyanlara başvurmuştur. Ama İttihatcılar kadar politika ile askerliği hamur eden bir dönem yaşanmamıştır:askerin /ordunun siyasete karışmasının zararları çokca görülmüş , “İttihat ve Terakki” nin kendi mensupları bile zaman zaman bundan şikayet etmişlerdir. Buna rağmen siyasi güçlerini feda etmekten de korktuklarından olacak ki, Osmanlı’nın parçalanmasına kadar “üniformalı siyasetten” vazgeçemediler.
 Kazım Karabekir paşaSelanik kongresinde “askerin siyasette bulunmasından” şikayet etmesine rağmen; ne kendisi, ne de silah arkadaşları politikadan uzaklaşamadılar..
 Asker’in siyasete karışması, o zaman ki aydınların da en büyük çıkmazıdır. Gazeteci Hüseyin Cahit YalçınTanin gazetesinde “Cemiyetten/İttihat ve Terakki’yi kasdediyor/ askeri çıkarırsak cemiyet zayıflayacak, çıkarmasak orduya siyaset girecek, bu da silahlı tefrikayı/ ayrılığı/ doğuracak, tefrika da vatanı tehlikeye düşürecek…
 Cemiyetle askerin ayrılmasında iki türlü müteala/ yorum, düşünce/ yürütülebilir: bu, memlekette cemiyetin vücuduna daha çok seneler görülüyor…Zabitler/subaylar/ cemiyet işlerinde meşgul olmayacak olurlarsa; cemiyetin kuvvet ve nüfuzuna halel/bozulma, düzensizlik/gelecek, cemiyet kıymetli bir muavinden/yardımcıdan/ mahrum olacak… Cemiyetin nüfuzunun azalması vatanın zararını istilzam/icabetme, gerektirme/ edecek. Onun için zabitler bir müddet daha cemiyete dahil bulunmalıdır.
 Diğer bir fikre göre, bu müteala/yorum, düşünce/varit olmamakla beraber askerlerin cemiyete dahil olmaları, orduya siyaset sokmak olacak, siyaset orduda muhtelif fırkaların teşekkülünü intac edecek/sonuç doğuracak/, bu da orduda vücudu zaruri birliği/zorunlu birliğin bulunmasını/bozacak… Ordu, dolayısıyle vatanı tehlikeye sokacak…” diyerek, o zamanki iki görüşü yansıtır.
 Selanik’te toplanan İttihat ve Terakki Partisi konuya çözüm getirmek ister:bulunan çözüm taksimi amal/işbölümü/dir !
 Yukarıdaki satırların yazarı H.Cahit Yalçın da kongrenin kararına sahip çıkar:  cemiyetin başlıca kaygusu, birinci maksadı muhafazaı meşrutiyet/birinci amaç meşrutiyeti korumak/tır.
İşte; bu vazifeyi/meşrutiyeti korumayı/: orduya terk ediyor. Ordu resmen cemiyete dahil değildir. Cemiyetin kulüplerine devam etmiyecek, cemiyetle münasebeti de bulunmayacak; fakat aynı zamanda cemiyetten çıkmış da değildir; çünkü cemiyetin hini hacetle/gerektiği zaman/ meşrutiyeti silah kuvvetiyle müdafa ve muhafaza vazifesini tekmil ordu derhude etmiştir.(yani rejimi korumuştur. Y.N) Zaten ordunun vazifesi muhafazai vatan/yurdun korunması/ dan ibaret değimli dir ? Vatanın bekası/yurdun bölünmezliğinin devamı/meşrutiyetin bekasıyla/meşrutiyet rejiminin devamıyla/ kaim olacağı şüpheden vareste/kuşkudan arınmış/ bulunduğundan ordu vazifei asiyei/asıl ödevi/ mantıkıyesinden ayrılmamış oluyor.
 Kısacası buna görev bölümü diyorlar ama işin doğrusu “üniformalı siyaset” dir. Çünkü, cemiyeti asker,  oluşturmuş, kendisi yönetmiştir; özetlemek gerekirse cemiyetin ta kendisidir. İttihatcı subaylar siyasi iktidardan vazgeçmiyorlardı: cemiyet merkezinin emirleri; hükümet emirleri olarak uygulanıyordu.
 Askerin içinde muhalefetin doğması gecikmedi: “Halaskar Zabitan /Kurtarıcı Subaylar” adıyla örgütlenen bir grup subay; isyan ederek İttihat ve Terakkinin iktidardan düşmesine sebep oldu. Bu arada Miralay Sadık Bey’in de bir grup subayla birlikte cemiyetten ayrılarak Hürriyet ve İtilaf Partisini kurduğunu görüyoruz. Kısacası asker üçe bölünmüş, ordu tüm kademeleriyle siyasete bulaşmıştı…
 Kıyaslama yapılması  ve Türk Silahlı Kuvvetleri’nin darbe ve muhtıra bildirileriyle karşılaştırılması açısından yararlı olacağına inandığım için Halaskar Zabitan grubununyayınladığı “Vaziyet-i esasiye-i memlekete dair bir iki söz ve münevver, hamiyetli Osmanlı Zabitanına bugün düşen vazifei hamiyet/ ülkenin durumuna ilişkin bir iki söz ve aydın, etik değerleri koruma duygusu ile dolu Osmanlı subaylarına bugün düşen ödev” başlıklı beyannameyi/ bildirisini okuyalım:

 Ey muhterem zabitler, ey muhterem silah arkadaşları :
 Tekrar ve açıkca ifade ederiz ki, vatanın inkisar/ dağılma-batma /’a uğramasına karşı bilhassa biz zabitler titremeliyiz; çünkü idare-i hükümetteki manzara-ı elime/üzücü manzara/ Osmanlı Ordusu zabitanı yüzünden mütehassıl/meydana gelen/ ad ve telakki/anlayış/ olunuyor; çünkü bu tarz-ı sakim/hastalıklı şekil/ idareye sebeb ve alet olan heyet-i zabitan /subaylar heyeti/ olduğu kanaatı efrad-ı muhtereme-i millet /aziz milet/ arasında maateessüf /yazık ki/ ca-i kabul/katılım- yandaş/ bulmuş oluyor. Bu kanattan dolayı bütün mesuliyet zabitana atfolunuyor /yükleniyor/. Çünkü hiçbir refah ve saadet yüzü görmeyen genç ve münevver zabitan manen, maddeten bu vatanın felaketinden herkesten evvel müteessir /üzüntülü/ olacak bir hal-i içtima /topluluk/ da bulunuyor. Çünkü mürur-u ar /ahlakın sona ermesi/ ile ahlaka tabi/ ahlakda birde bire görünen/ olan zaaf /zayıflık / ve gevşeklikten ve münevver tabakayı /aydınları/ teşkil eden efrad-ı milletin / milletin fertleri/ ekseriyetle hükümet memuru ve binaenaleyh /bundan dolayı / her türlü idareye alet olmaya müsaid bulunuşundan vatanı tahlis /kurtarma/ vazifesi maateessüf /ne yazık ki/ yine en ziyade zabitana düşüyor. Çünkü hükümetin sui idaresinden /kötü idaresinden/ muhterem ordu hariçteki düşmanlara karşı hazırlanmaya vakit bulamıyor; oradan oraya hem de hiçbir netice istihsal edememek/netice alamamak/ üzere beyhude koşuyor.
 İşte ey muhterem kardeşler…
 Bütün bu aşikar/belli, meydanda/ sebeplerle vatan bugün bilhassa bizden fedakarlık, yalnız sözde, tatbikatta değil fiilen hamiyet-i hakikiye /gerçek koruyucu/,şecaat-ı medeniye /medeni cesaret/ bekliyor. Bu vazife-i medeniyemizi /uygar görevimizi/ bütün vicdanımızla ifaya /yerine getirmeye/ şitab/acele, çabuklukla/ etmek mecburiyetindeyiz: ta ki. memleket inkiraza/yok olamaya, dağılmay/ yaklaştığı halde ya cehalet ve gafletlerinden veya manfaatı şahsiye/kişisel çıkar/ peşinde dolaşmalarından bihis/ hissiz/ ve hareketsiz duran, vaktiyle meşrutiyet-i idareyi ve kanun-i esasiyi /Anayasa/ ilan temiş, bunlar uğruna yemin etmiş, bu günkü Osmanlı Ordusu zabitanına ahlaf/birleşikler/ilelebed/sonsuzluğa dek/ lanethan olmasın; ta ki bizi yetiştiren ve besleyen muhterem millet boyunduruk ve inkirazdan kurtulsun, ta ki tam felaket zamanı aklımız başımıza gelerek ancak ah-ü eninler/ağlayış ve sızlayışlar içinde/ müthiş hakikatı derketmek /anlamak/ bednahtlığına /talihsizliğine/ uğrayalım.Ta ki şeref-i insan /insanın onuru/ ve vazife-i vataniye/ vatan görevi/ icabatını/ gereğini/ yapmış olmakla bizlerin de yaşamaya layık, hakk-ı hayata /yaşama hakkına/malik insanlar olduğumuzu isbat edelim/ kanıtlayalım.”
 12 Temmuz 1328/ 1912 tarihinde yani bundan 96 yıl önce yayınlanan bu bildirideki gerekçeler ve mantık yürütme günümüze kadar varlığını korumuş, sürüdürmüş ve sürdürecektir.


* * *

 Birinci meclis’in tablosuna baktığımızda askerlerin varlıklarının ve etkilerinin hissedilir derecede olduğunu görüyoruz: askerlik ve siyaset iç içedir. Bu yüzden dir ki; 15 Eylül 1920 tarihinde kabul edilen 18 sayılı Nisab-ı müzakere kanunu’nun 4 maddesi ile “Ordu ve Kolordu Komutanlığı görevlerinin Meclis üyeliği ile bağdaşabileceği” kabul edildi.
 Zaten birinci meclisde milletvekilleri asker, memur, gazeteci, işadamı olarak ikinci işlerini de serbestce yapabiliyorlardı. Meclisin yarıdan fazlası asker ve memurlardan oluşmuştu. Bu, aynı zamanda /memur ve askerler açısından/yasama ve yürütme gücünü ellerinde tutmalarına imkan veriyordu.
 Bu yetkiler sonucu ;ordu, kolordu komutanları ile valiler ve kaymakamlar vasıtasıyla eksikliklerin halktan toplanılmasına imkan veriyordu. İkna ve zorlama yoluyla alınan vergi- bağış /her ne ad altında olursa olsun/ o zamanlar eksikliği hissedilen ve savaşan askerin ihtiyaçlarının karşılanmasında önemli bir faktör olarak karşımıza çıkıyor.
 Meclis açıldıktan sonra kurulan ilk hükümette M. Kemal Paşa TBMM başkanı, Mareşal Fevzi Çakmak ise Milli Savunma Bakanı’dır. İsmet/İnönü/ Paşa da Genelkurmay Başkanı’dır. 1923 yılından Atatürk vefat edene kadar/1938/, kendisi cumhurbaşkanı, İsmet Paşa başbakan, daha sonra da cumhurbaşkanı olarak devletin tepesinde bulunurlarken, Mareşal Fevzi Çakmak’ da 1922 yılından emekli olduğu 1944 yılına kadar Genelkurmay Başkanı olarak ordunun başında tutuldu. Cumhuriyeti kuranlar bu şekilde bir yönetimi  rejimin teminatı olarak kabul ettikleri orduyu ellerinde tutarak “cumhuriyet devrimlerinin” kesintisiz ve tehlikesiz bir süreç içinde yürümesini ve yerleşmesini sağlamış oluyorlardı… Öyle ki, Atatürk aldığı birçok önemli kararları bile meclisten önce asker kurmaylarıyla istişare etmiştir. Mesela önder’ in kafasında hilafetin kaldırılması fikri iyice yer eder: bunu da 15-20 Şubat l924 tarihinde İzmir’de düzenlenen “Harb Oyunları”nda ordunun yüksek düzeydeki komuta kademesine açar ve onların da onayını alarak daha güçlenmiş olur.
 O günkü toplantıya katılanlara baktığımızda Başbakan İsmet paşaMilli Savunma Bakanı Kazım paşa, Genelkurmay Başkanı Fevzi paşa1 nci Ordu müfettişi Kazım Karabekir paşa, 2 nci Ordu müfettişi Ali Fuad paşa3 ncü Ordu müfettişi Cevat paşa2 nci Kolordu komutanı Emin paşa, 3ncü Kolordu komutanı Şükrü Naili paşa, 4 ncü Kolordu komutanı Kemalettin paşa, 5 nci Kolordu komutanı Fahrettin paşa, 6 ncı Kolordu komutanı Ali Hikmet paşa7 nci Kolordu komutanı Cafer Tayyar paşa, 8 nci Kolordu komutanı Ali Sait paşa’yı görmekteyiz. Bu kadro aynı zamanda cumhuriyeti kuran askeri kadrodur. Yüksek komuta kademesi’nden onay alan Atatürk; 3 Mart l924 tarihinde 51 milletvekilinin verdiği önerge ile halifeliği kaldırıyordu…
 19 Aralık 1923 yılında çıkartılan “ Türkiye Büyük Millet Meclisine intihab /seçme/ eden ve Edilecek Bilumum Mensubini Askeriyenin/askerlerin tümünün/ Tabi Olacakları Şerait Hakkın da Kanun” ile “ asker milletvekillerinin askerlik ve siyaset tercihlerinin dönüm noktasına gelinmişti. Atatürk bu yasayı çıkartmakla bir sonraki seçimde aday olacakların on gün önceden ordudan istifa etmelerini istiyordu”.  
   Bu   suretle İttihat ve Terakki dönemindeki iç içeliğin yaşanmasını istemiyor, bir noktada da bu yasayla da muhaliflerinin/karşıtlarının iki gücü birden ellerinde tutmalarının sakınca doğuracağını ve ordu tabanında muhaliflerin ve bunların uzantılarının taraftar bulup etkili olmasındaki tehlikenin de hesaplarını yapıyordu…


 * * *

 Asker’de toplumun bir bireyidir: aynı zamanda mensubu olduğu milletin elit bir kesimi dir. Elbetteki diğer bireyler gibi düşünmeye, düşündüğünü söylemeye, siyasi tercihini belirtmeye ve savunmaya hakkı vardır; bu “HAK” siyasilerin yapacağı yasal düzenlemelerle veya anayasa ile ellerinden alınabilir mi ?
 İşte, sorun’un temel noktası bu; kimilerine göre “asker de toplumun bir ferdidir. Bu bakımdan diğer fertler gibi, onlarda tüm siyasal haklara sahip olmalıdır.” Bazılarına göre ise, “ asker de toplumun bir ferdi’ dir; ancak yasalarla onlara çok özel görevler yüklendiği gibi bazı ayrıcalıklarla elde etmişlerdir. Asker yüklendiği bu görevdeki gücü ve elde ettiği ayrıcalık dolayısıyla, gücünü kendisinden güçsüz, görevi dışında kendisiyle eşit haklara sahip olamayan fertler aleyhinde kullanmamalıdır.” Bu yüzden siyasetten tecrit edilmelidir ki, toplumda denge; asker leyhine olmasın !
 Yasalara rağmen ayıcalıklarının ve görevinin verdiği gücü zaman zaman kullanılmıştır, öyle görünüyor ki, kullanmaya da devam edecektir. Ayrıca asker’deki genel düşünce  rejimi ve devlet bütünlüğünü ancak ordu koruyabilir” şeklinde billurlaştığından müdahalelerde “gerekçe” olarak ortaya konulmuştur. Türk Ordusu “rejim ve devlet bütünlüğü” konusunda çok hassastır.
 Halka ve Olaylara Tercüman gazetesinde Hakan Akpınar “TSK’nın mesajını aldınız mı?” başlıklı yazısında, “Jöntürk aydınlanmasından İttihat ve Terakki’ye; meşrutiyetten cumhuriyete akıp giden bağımsızlık yolunda, karanlıkla mücadelede, en önde hep onlar vardı. Yurtsever Türk subayları…
….Türk Silahlı Kuvvetleri mensuplarının rejimle ilgili duyarlılıklarını dile getirdikleri zaman ‘asker siyasete müdahale ediyor nakaratlarıyla başlayan bu korkuyu, bu refleksi anlayamıyorum.
 Genç cumhuriyetimizin kısa tarihine baktığımızda, askerin siyasete değil hep rejim aleyhtarı faaliyetlere müdahil olduğunu görürüz. Askerler siyaset kurumunun değil, cumhuriyetin muhafızlarıdır.”
 Siyasilerin demokrasi sınavındaki kötü notlarının avantajını propoganda olarak kamuoyuna yansıtan asker; milletin desteğini de her müdahale de almasını bilmiştir.
 “ 12 Mart Muhtırası”nı verenlerden Hava Kuvvetleri komutanı (eski) Muhsin Baturanılar” ında yukarıdaki görüşümüzü kuvvetlendiren bir anısını şöyle anlatır: “ 2 Mart günü 13 general toplandık. Kendilerine 4 soru sordum ve kısa olarak cevaplandırmalarını istedim.
 1 nci soru: Türkiyenin içinde bulunduğu durum hakkındaki düşünceleriniz nelerdir ?
 Cevaplar : 13 general cevaplarında ; ‘memleket uçuruma gidiyor’, ‘çok karışık’, ‘huzursuzluk çok arttı’, ‘süratle düzeltilmesi gereken bozuk bir düzen içindeyiz’ gibi ifadelerle durumu özetlediler.
 2 nci soru: Durumu, dünyanın her yerinde böyle haller olabilir, ilgililer yani hükümet ve meclisler duruma hal çaresi bulabilir şeklinde mi, yoksa bulamayacak şeklinde mi değerlendiriyorsunuz ?
 Cevaplar: Bir general “çare bulunabilir”, diğer 12 general ‘çare bulamayacaklar’ cevabını verdiler.” (1)
 Batur Paşa’nın “anılarında” da görüleceği gibi; askerler, siyasilerin “işleri düzelteceklerine dair bir inancı taşımıyorlar. Hatta ülkenin düzenini siyasilerin bozduğu” inancındalar… Batur paşa şu soruyu da sormadan edemiyor: “Bir kasaba avukatı karşınıza geçiyor, bir mühendis sözü alıyor, onlar geçiyor ve saatlarca konuşuyor ve memleketi idare ettiğini iddia ediyor da biz niçin yapmayalım ?”  
Bu ifadelerde: halk katmanlarından gelen politikacıyı aşağılayarak, askerlerin de pekala siyaset yapmaları gerektiğini,onlardan daha iyi yapacaklarını söylemiyor mu? (2)                                           Em Dz.K.K. Özden Örnek‘de askerin sivil yöneticilere  bakış açısını şöyle anlatıyor: “ “Sivillerin yurt sevgisi eksiktir. Çoğunlukla onlar  vatanlarını ve milletlerini düşünmeden şahsi  yararları için hareket ederler. Onlar tembeldirler, çalışmaz ve bedava olarak para kazanmaya bakarlar. Bu nedenle  TSK’daki herkes çok çalışır ve fedakar oldukları için  her şeye layıktırlar.” Ve Örnek paşa soruyor “Bu düşünceler ile nereye varılabilir?” Yıllar sonra “28 Şubat sürecinde” bir orgeneral Milliyet gazetesinden Sami Kohen’e “Katılımcı demokrasi kuralları içinde, tüm kitle örgütlerinin fikirlerini açıkça ifade ettiği bir ortamda, Türk Silahlı Kuvvetlerinin düşüncelerinin en üst seviyedeki komutanlarca açıkça söylenmesinde bir sakınca görmüyoruz.” (3) demesi askerin siyasette söz sahibi olma istek ve düşüncesinin süregeldiğini göstermiyor mu ? Darbeler ve muhtıralar bu istek ve düşüncenin gerçekleştirme arzusunun  sonucu değilmi?
 “ Aslında, birçok örnekte, ordu kışlaya döndükten sonra da siyaset sahnesindeki etkinliğini tamamen ortadan kaldırmamakta, sivil otoritenin ve siyasal iktidarın muhafızı olarak hareket etmektedir. Örneğin Türkiye’de de durum böyledir; ordu ulusal ortak olarak çıkarların ve anayasa’nın muhafızı olarak algılanmakta ve fiilen de böyle hizmet görmektedir. Zaten, bir sivil rejime dönüşün koşulları gerçekleşmez ise, hakem tip ordu, sonunda bir yönetici tip orduya dönüşebilmektedir….Yönetici tip orduların bir diğer özelliği, siyasi düzensizliğin tek alternatifinin ordu yönetimi olduğuna inanmış olmalarıdır. Sivil yönetime kesinlikle güvenmemektedirler.” (4)
 Bu konuya Batı’nın bakışı ve tesbiti ile bizim bazı bilim adamlarının bakışı ve tesbitleri örtüşmektedir.
 The Economist bir araştırmasında Türk ordusu’nun “ Türkiyede ordu, her çağrıldığında siyasete girebilecek konumda. Ama ordunun müdahalesi en son çıkış yolu olarak görülüyor…Ordu kendi işini kendince yapıyor, yaptığı hiçbir iş için sorgulanmaya da tabi tutulmuyor… Bir yandan devleti koruyup, öte yandan siyasi gelişimi engellediği için çelişkili bir role sahip” olduğunu belirtiyor. (5)
 Bir dönem ülkemizde Amerika büyükelçiliği yapan James Spain “..askeri müdahalelerin Türk Silahlı Kuvvetlerinde verilen eğitimin neticesi olarak , Türkiye’yi en iyi kendilerinin yöneteceği fikrinin verildiğini düşünüyorum. Ancak tarihin bize anahtar olabilecek bazı gerçekleri de var. Örneğin silahlı kuvvetlerinizin iç politika ile ilgilenmesine bin yıllık tarihinizin ışığında bakmak lazım. Bu bin yıllık tarihinizde görülen o ki, askeri otorite ile siyasi otorite aynı şahsın elinde, yani ikisinide yöneten kurum tek. Orta Asya’dan göç ettiğinizde Küçük Asya’yı büyük imparatorluğa sıçrama tahtası yapan komutanla, siyasi kararı alan şahıs da aynı kişi” diyor.
 Bizdeki askeri hareketlerin geleneğinde, yeni bir nizam kurmak iddiası yoktur. Sadece iktidarı ele geçirmek üzere yapılırlar. Bu yüzden de gerekçeleri hep aynıdır; ülkeyi ve rejimi kardeş kavgasından, dolayı olarak da politikacıların beceriksizliklerinden kurtarmak. Bu tür askeri müdahaleler konusunda ihtilal sosyolojisi, hiç de alışkın olmadığımız soğuk hükümler vermektedir. Bu hükümler, genellikle, milli gelirden daha çok pay istemekte ve bunun için de silahını kullanmaktadır. Eğer sosyolojinin bu tür tesbitleri doğruysa, kullanılan kavramlar yahut üsluplar farklı olmakla birlikte, bu da yeniçeri geleneğinin bir devamı gibidir.”(6)
 Kısacası asker bin yıllık bir geleneği devam ettirerek politikanın/siyasetin her zaman içinde olmuştur.Bunu da en doğal hakkı olarak kabul etmektedir.
 Siviller ise düzen bozulduğunda, ülkede huzursuzluklar arttığında sığınak olarak askeri limanları görmüşler; görmekle kalmamışlar, davet bile ettikleri olmuştur. Çünkü aynı tarihi geleneğin sivil yapısında da başta askeri otoriteyi görmek iştiyakı/arzusu vardır.
 Prof. Nur Vergin askerin görevini şöyle algılıyor ve anlatıyor: “Kendi ülkesinin batmasına seyirci kalan bir ordu dünyanın hiçbir yerinde yoktur. Bütün dünya ordularında , en gelişmişinden en ilkeline kadar, asker kişilerin ülkelerini müdafaa gibi bir koşullanmaları vardır. Dünyada hiçbir ordu siyaset bilimci entellere mahsus bir merakla ülkesinin nasıl tarümar edildiğini seyretmez.”
 Maksat artık sadece siyasetçileri değil, halkı da aydınlatmak, dahil etmek. Aslında siyasi partilerin yapması gerekeni TSK yapmış oldu. Partilerin yarattığı boşluğu ordu dolduruyor.” (7)
   Dolduramadıkları yerde  emekli amiral Özden Örnek’in  Kocaeli üniversitesi rektörünü arayıp “rektörleri toplayıp protesto eylemleri yapmalarını” istediği gibi görevlendirme yapması da görülmüş örneklerdendir.
 Prof. Vergin, partilerin yerine orduyu ikame ederken, Sami Kohen de 7 Nisan 1997 tarihli yazısında “ Katılımcı demokrasi kuralları içinde , tüm kitlelerin fikirlerini açıkça ifade ettiği bir ortamda, Türk Silahlı Kuvvetlerinin düşüncelerinin üst seviyedeki komutanlarca açıkça söylenmesin de bir sakınca görmüyor”du. Aynı gazetede /11.4.1997/ Objektif köşesinde Taha Akyol “…ordu bir ‘kitle örgütü’ gibi açıklamalar yaparsa, bir kitle örgütü gibi de eleştirilir..” derken haklı değil mi ?
 Akyol bu cümlesiyle “açıklamaların üzerine, gelecek eleştiriler sonucunda ordu yıpranır” kaygısını taşıyor.Yani, “açıkla, ama neticesine de katlan!” demeye getiriyor.
 Fehmi Koru ise, “Üniformalı Siyaset” başlıklı yazısında “…Bir subayın kendi ilgi alanına giren bir konuda dahi olsa, kamuoyu önünde açıklama yapması yanlıştır. Sonu istifa veya görevden alınma ile biten çok sayıda örnek olay burada anılabilir. Körfez Savaşı sırasında ABD, de siyasi iradenin kararını hafifçe eleştiren bir kuvvet komutanının görevine son verildiğini görürsünüz… Türkiyede maalesef bir garip döneme itildi. Bu dönemde askerlerin sesi sivillerden daha çok çıkıyor. Bir vakitler ‘Orduya, kışlaya , mektebe siyaset sokmamak gerek’ sözlerini tekrarlayan siyasiler bile, bu garip gidiş karşısında sessiz kalıyorlar. Orduyu siyasete bulaştırmanın, hırsı aklından ileri bazı küçük politikacıların eseri olduğu belli; kendi güçleriyle düşüremedikleri hükümeti, silahlı kuvvetler’i kullanarak iktidardan etmeyi marifet sayıyorlar.” diyerek askerin siyasete bulaşmasının faturasını bazı siyasilere kestiğini görüyoruz. Ve cumhuriyetin ilk yıllarında , daha doğru bir deyimle, İstiklal Savaşı sonrası Atatürk’ün Kuva’ yı Seyyare ve Müdafa-i Hukuk cemiyetlerini salt aynı kaygıyla tasfiye ettiğini belirtiyor: “ Üniformalı siyasete asla izin vermemiştir” diyor.
 Kore’de bulunan bir subay arkadaşının anısından yola çıkan Nevzat Bölügiray paşa Amerikan askerlerinin cumhurbaşkanlarını ısılıkladıklarını bunun da askerin özgürlüğü olduğunu ifade ettikten sonra “…dilerim bir gün her türlü iç ve dış tehdit ve tehlikelerden uzak, huzurlu ve güvenli bir Türkiye’de askerler de diledikleri gibi ve özgürce konuşabilirler ” (8)
 Bu isteği bir harbiyelinin hayalinde canlandıran, politikacılığının yanı sıra roman yazarı da olan Yılmaz Karakoyunlu “Çiçekli Mumlar Sokağı” adlı romanında “Ülkenin geleceğinin kendi gibi genç Harbiyelilerin takdirine bırakılacağının hayalleriyle doldurduğu gecelerden daima doğum vermiş bereketli ana rahatlığıyla uyanırdı. Bütün harbiyelilerin bu hayalleri yaşayarak mezun olduğunu biliyordu…(s.126)” Zabit’in/subay’ın siyasetcilere bakışını ise şöyle dillendiriyordu: “siyasetcilerin her şeyi telafuzdur; bunu taahhüt sayacak aptallık sadece Osmanlıda vardır.(s.191)”
 Darbeler ve muhtıralar; yukarıda da değindiğimiz gibi sivil kesimlerden hep destek görmüşlerdir. Ancak sol görüşlü bazı aydınlar; destekledikleri balans ayarlarındasüngünün ucunun kendilerine döndüğünü görünce, tavır değiştirmişlerdir.
 MHP gibi “devlet” kavramına ve bu kavramın özelliklerine hassasiyet gösteren, devleti “mukaddes” kabul eden bir siyasi hareketin mensupları; mağdur olduklarını ileri sürdükleri dönemlerde bile ihtilalcilere söz söyletmemişlerdir… Bunun da ötesinde  Avrupa birliği ilerleme raporu’ndaki bazı maddelere karşı itirazlarını bir mektup halinde kaleme alarak “AKP’nin teslimiyet anlayışı –gerçekler-dayatmalar”ını askere şikayet ediyorlardı.  Medyada “313 generale gönderilen mektupta ‘uyarı yap!’” diye yer alan habere ilk tepki askerlerden geldi:” mektup alınmadı, iade edildi!” deniyordu…MHP genel başkan yardımcısı Mehmet Şandır ise “313 general’e değil 364 general’e gönderdik” dedi… ve ilave ediyordu “bir albay beni arayarak, general olmayacağımı kim sana söyledi ? bana niçin göndermedin? diye bana sitem etti” diyordu.