İçerisindeki Yeri etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
İçerisindeki Yeri etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

13 Ekim 2017 Cuma

Annales Okulunun Tarih yazımı İçerisindeki Yeri ,


  Annales Okulunun Tarih yazımı İçerisindeki Yeri ,


Annales Okulunun Tarihyazımı İçerisindeki Yeri 

Uğur SERÇE 
Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi, 
ugurserce@yahoo.com 

Özet 

Annales Okulu, tarihyazımı içerinde çok kritik bir yer teşkil etmektedir. Klasik tarihyazımının genel kabullerini sorgulayarak tarihçiliğe yeni bir bakış açısı getiren ve kendisinden sonra gelen çeşitli tarihsel yaklaşımlar üzerinde önemli etki yaratan Okul, ülkemizde maalesef hak ettiği ilgiyi görememektedir. Çalışmada tarih bilimine önemli katkıları olan Annales Okulu’nun ortaya çıkış koşulları ve temel ilkeleri ortaya konulmaktadır. Ayrıca, Annales Okulu’nun tarihçilikte yaratmış olduğu etkiyi daha net bir biçimde görebilmek için, tarihyazımına 19. yüzyılda hakim olan Rankeci tarihçiliğe dair de bilgi verilmektedir. 

Giriş 

Tarihyazımı gibi önemli bir mesele üzerine yeterince eğilinmemiş olması ülkemiz tarihçiliği açısından düşündürücü bir durumdur. Bilimin pek çok alanında olduğu gibi tarihçilikte de takip edilen metodoloji, varılan sonuçlar bakımından çok büyük önem taşır. Ülkemizde maalesef hala yirminci yüzyılın başlarındaki olay tarihçiliği büyük oranda egemenliğini sürdürmekte, pozitivist anlayışın ağır bastığı bu tarihyazımı biçiminin zaaflarını açık bir biçimde ortaya koymuş olan başta Annales Okulu olmak üzere çeşitli tarihsel yaklaşımların sunmuş olduğu imkanlar yeterince değerlendirilmemektedir. Bu çalışmada tarihyazımını geri dönüşü olmayacak bir biçimde etkileyen ve tarih çalışmalarını çok daha bütünlüklü bir hale getirmenin yolunu açan Annales Okulunun, alana getirmiş olduğu katkı ve ilkeleri ana hatlarıyla ortaya konulacaktır. 
Annales Okuluna geçmeden önce ise bu ekolün ne tür bir tarih anlayışına cephe almış olduğunun anlaşılması ve yenilikçi tarafının daha net bir biçime ortaya 
konulabilmesi için kendisinden önceki egemen tarih anlayışına, yani klasik historisizme dair bir takım tespitlerde bulunmakta fayda bulunmaktadır. 

Klasik Historisizm 

Klasik historisizmin ya da başka bir deyişle Rankeci tarihçiliğin ortaya çıkış koşulları, dönemin siyasal atmosferi ile ve aynı zamanda bilimdeki pozitivist hakimiyetle doğrudan bağlantılıdır. 19. yüzyıl, milliyetçilik ideolojisinin Avrupa’nın geneline yayıldığı, ulusçuluk hareketlerinin ivme kazandığı bir dönemdir. Bu yüzyılda, ulusal birlik kurma yönünde kitleleri harekete geçirmek devletler için büyük önem kazanmış, okullar ve üniversiteler bunun gerçekleştirilmesinde başta gelen enstrümanlar olarak kullanılmıştır. Yine bu konjonktüre eşlik eder bir biçimde, Aydınlanma düşüncesinin neticelerinden biri olan deneye dayalı doğa bilimine duyulan kesin inanç sosyal bilimleri de etkilemiş, sosyal bilimler, spekülatif buldukları felsefeyi bir kenara bırakarak tamamen “nesnel bilgi”nin peşine düşmüşlerdir. Bu anlayışın üniversite de  kazanmış olduğu hakimiyetin tarihçiler üzerinde yaratmış olduğu etki ise tarih araştırmacılarının kendilerini olay tarihçiliği ile sınırlaması şeklinde karşımıza çıkmıştır. Ampirik bilginin tek kaynağı gözlem ve deney olduğuna ve bunun haricindeki bilgiler geçerli sayılamayacağına göre tarihçi kendini görülebileni yazmakla sınırlamalı, ekonomik ya da kültürel analizlere girişmemelidir (Iggers, 2011, s.23-25.). 

Klasik historisizmin en önemli temsilcisi olan Alman tarihçi Leopold Von Ranke’nin (1795-1886) meşhur “gerçekte ne oldu “sorusu da tarih biliminin bu dönemde kazanmış olduğu pozitivist nitelikle doğrudan bağlantılıdır. Tarihçi için ulaşılabilecek ve net bir biçimde ortaya konabilecek bir gerçekliğin mevcut olduğunu iddia eden bu yaklaşım, aynı zamanda, tarihçinin değer yargılarından bağımsız bir şekilde araştırma yürüteceği konusunda da herhangi bir tereddüt taşımamaktadır. Burada yine pozitivizmin, bilim insanının yalnızca gözlenebilir ve doğrulanabilir olan üzerinde çalıştığından, çalışmasını her türlü değer yargısından bağımsız bir şekilde yürüteceğine dair inancına benzer bir varsayım karşımıza çıkar. Ranke’ye göre de tarihçi çalışmalarını tarafsız bir biçimde yürütür. Genel yaklaşım bu olmakla birlikte, Ranke’nin de büyük değerler atfettiği bir takım yapılar yok değildir. Ranke için 19. yüzyılda ortaya çıkmış olan devlet modeli bir anlamda ilahi bir niteliktedir (Iggers, 2011, s.26). 

Dolayısıyla başka herkesten önce Ranke’nin bizzat kendisinin tarafsızlığını öne sürmek bu şartlarda mümkün görünmemektedir. 

Ranke’nin Restorasyon Prusya’sına atfettiği değer aynı zamanda klasik historisizmin neden kendisini sosyal ve kültürel alana kapattığını da izah eder. Tabii ki bunda yukarıda sözü edilen pozitivist etki de oldukça belirleyicidir. Sosyal ve kültürel alanların ölçülebilir bulunmaması, tarihçi tarafından inceleme alanı dışında bırakılmalarını da beraberinde getirmiştir; ancak bu seçimin ardında yatan esas sebep, içinde bulunulan devrin ulus devletler çağı olmasıdır. Karar alıcıların tarihçiden beklediği, ulusun biricikliğini ortaya koymasıdır; sosyal-kültürel alanlara girmek ise her bir ulus arasındaki benzerlikleri ortaya koyma ve bu biricikliği tahrif etme potansiyeli taşır. 

Bu nedenle tarihçi tamamen siyasi gelişmelere ve devlete odaklanmış durumdadır. Bu misyonu benimsemeyen tarihçilerin akıbetleri ise parlak olmayacaktır. 
Bunlar arasında en bilinenlerden biri olan Karl Lamprecht, Rankeci tarihte devlete verilen merkezi rolü sorgulayıp “sosyal psikoloji” ve “beşeri coğrafya” gibi disiplinleri de içerecek bir tarihsel yaklaşım modelini gündeme getirdiğinde, mevcut siyasal düzene fazlasıyla bağlı olan Alman akademik çevrelerinin yoğun eleştirilerini maruz kalmış ve yalnızlaştırılmıştır (Iggers, 2011, s.32-34). 

Klasik historisizmin kendisinden sonra gelen tarih yaklaşımlarına elbette ki olumlu katkıları da olmuştur. Tarihin artık liderlerin yapıp ettiklerinden ibaret olmaması, kitlelerin de tarih sahnesine çıkarılması bunlardan biridir. Bir diğer önemli katkı olarak ise belgeciliği saymak mümkündür. Şunu da belirtmek gerekir ki klasik historisizmde “belge” çok sınırlı bir kapsamda anlaşılmaktadır, onu sadece devlet arşivleri ve yazılı belgeler olmaktan çıkarıp kapsamını genişleten ve tarihçi için çok daha işlevsel hale getiren ise Annales Okulu temsilcileri olacaktır. 

Annales Okulu 

Okulun Tarih Sahnesine çıkışı 

Klasik historisizmin siyasi üstyapıya odaklılığı Almanya’da bir takım eleştirilere konu olsa da bu yaklaşıma esas tepki ABD ve İngiltere’deki üniversitelerden gelmiştir. 
19. yüzyılın sonlarında bu ülkelerde tarihe daha kapsamlı bir yaklaşım geliştirilmesini savunan etkili isimler ortaya çıkmıştır. Klasik historisizmden esas anlamda kopuş ise Annales Okulu ile Fransa’da gerçekleşmiştir. Ortaçağ uzmanı Marc Bloch ile çalışmalarında esas olarak 16. yüzyıla yoğunlaşmış olan Lucien Febvre 1929 yılında Annales d'Histoire Economique et Sociale (Ekonomik ve Toplumsal Tarih Yıllığı) dergisini çıkarmaya başlamış ve ilk sayıdan itibaren vurguladıkları önemli bir nokta tarihçilerin iktisat, sosyoloji, sosyal psikoloji, coğrafya gibi çeşitli disiplinlerden öğrenilebilecek çok şey olduğu olmuştur (Tosh, 2011, s.92). Annales Okulu’nu öne çıkaran üç temel özelliği ise onun aynı zamanda klasik historisizmden temel farklılıklarını da ortaya koymaktadır. 
Bunlardan birincisi geleneksel tarihçilikteki olay odaklılığın yerini sorun odaklılığa bırakmasıdır. 

İkincisi tarihin artık sadece siyaset alanına değil, insan faaliyetlerinin tamamına eğilmeye başlamasıdır. 

Üçüncüsü ise yine bu ilk iki özellikle bağlantılı olarak coğrafya, sosyoloji, psikoloji, iktisat, dilbilim ve antropoloji gibi diğer bilimlerle kurulan işbirliğidir 
(Burke, 2010, s.24). 

Okulun Güç Kazanması 

Annales Okulu’nun tarihçilikte etkisini esas olarak gösterdiği dönem ise 2.Dünya Savaşı sonrasında olacaktır. Klasik historisizmin şekillenmesinde bir takım siyasi 
koşullar nasıl belirleyici olduysa aynı durum Annales Okulu için de geçerlidir. 1945 yılı itibarıyla artık çizgisel tarih anlayışının eski itibarını koruması mümkün 
olmaktan çıkmıştır, zira çok kısa zaman dilimi içerisinde meydana gelen iki büyük savaşın yarattığı yıkım, sözü edilen tarih anlayışı ile beraber anılan “ilerleme” fikrine de darbe vurmuş vaziyettedir. Ortaya çıkan yeni tarihsel koşullar bir kez daha tarihyazımının yeni bir karakter kazanmasına yol açacak, buna sosyal bilimlerin 1945 sonrası disiplinler arası çalışmaları esas alan bir yönelim içerisinde Avrupa dışındaki toplumlarla ilgilenmeye başlaması eşlik edecektir. İşte bu ortam, tarihi yazarkeninsan faaliyetlerinin bütün alanlarını hesaba katmak gerektiğini öne süren Annales Okulu temsilcilerinin ön plana çıkmasını sağlayacaktır. Bu isimlerden en dikkat çekeni ise okula 1946 yılında katılan Fernand Braudel olacaktır. 

Braudel’in de ekibe katılmasıyla beraber Annales Okulu’nun özellikle Fransa’da tarihyazımında neredeyse tek geçerli ekol hale gelmesinde yukarıda da belirtildiği üzere konjonktürün etkisi yadsınamaz. 2. Dünya Savaşı sonrasında Fransa’nın hem Anglosakson hem de Sovyetik konumlanmaya uzak durması, Braudel’in Annales’i bu iki hegemonik güce karşı bir direniş okulu haline getirebilmesinde büyük rol oynamıştır. Fernand Braudel, Fransa’da akademide de etkisini doğrudan gösteren bu dış politikayı değerlendirmeyi bilmiş ve Annales’in egemen sosyal bilim anlayışına karşı büyük bir zafer kazanıp akademik çevrelerde popülerleşmesini sağlamıştır (Wallerstein, 2013, s.193-206). Dolayısıyla, tekrar vurgulamak gerekirse, klasik historisizmin şekillenmesi nasıl belli bir tarihselliğe tekabül ediyorsa Annales Okulu da belli bir takım tarihsel şartların ortaya çıkmasıyla var olma ve güçlenme imkanı bulabilmiştir. 

Annales’in Temel İlkeleri 

Annales, daha önce de belirtildiği gibi kendisini üç noktada klasik tarihçilikten farklılaştırmıştır. 
Bunlardan ilki olay odaklı tarih yazımından uzaklaşıp sorun odaklı bir tarihçiliğin benimsenmesidir. 
İkincisi tarih çalışmalarının devlet odaklı olmaktan çıkıp, insan faaliyetlerinin tamamına eğilmeye başlamasıdır. 
Üçüncüsü ise çeşitli disiplinlerle girişilen işbirliğidir. 

Bilindiği gibi geleneksel tarihyazımının önemli bir özelliği de olay tarihçiliğinin betimlemeci bir tarihçiliği beraberinde getirmiş olmasıdır. Bu yaklaşımda, elde edilen belgeler çizgisel bir tarih anlayışı çerçevesinde değerlendirilerek aktarılır, meseleye analitik bir yaklaşım getirilmesi pek rastlanan bir durum değildir. 
Bu tarihçilik biçiminde tarihçinin, elinde bulundurduğu materyalle ilişkisi, büyük ölçüde onu aktarmaktan ibarettir. Bunda ilk kırılma Marksist tarihyazımı ile birlikte gerçekleşmiş9, sonrasında Annales Okulu ile birlikte sorun odaklılık artık tarihçiliğin neredeyse tartışılmaz bir niteliği haline gelmiştir. Annales ile birlikte tarihyazımının kazanmış olduğu bu sorun-odaklılık niteliği, bir önceki yüzyılın, gerçekliğe ulaşmayı oldukça basit hale getiren anlayışı ile de bir hesaplaşmayı içerir. 
Annales Okulu, belgeleri bir anlamda fetişleştirerek bunları gerçeğe ulaşmanın biricik aracıları haline getiren pozitivist yaklaşımdan çok farklı bir biçimde, yapılar ve olaylar arasındaki nedensel ilişkileri tespit etme yönünde bir tarihçiliğe yönelmiş, aynı zamanda tarih disiplinini tanımlayıcı/betimleyici bir disiplin olmaktan çıkarmış ve ona açıklayıcı bir karakter kazandırmıştır (Sönmez, 2008, s.110). 
Okulun öncü isimleri olan Bloch ve Febvre’de de bu konudaki netliği görmek mümkündür. Tarihçinin belgelerin buyruğu altında yazmasına kesinlikle razı olmayan bu iki isme göre yapılması gereken belgelere sorular sormak, onları bir sorunsal içerisine dahil etmektir (Dosse, 2008, s.64). 

Marksist tarih anlayışının 19. yüzyılın siyaset merkezli ve olay odaklı tarihçilik karşısındaki konumlanması ve Karl Marx’ın Ranke’ye eleştirileri konusunda bkz. (Sönmez, 2008, s.28-33). 

Annales Okulu temsilcilerinin yaptığı çalışmalarda dikkat çeken bir durumun da bireyin tarihsel koşullarla sınırlanmışlığı olduğunu söyleyebiliriz. Geleneksel tarihin lider odaklı yaklaşımın yerini Annales Okulunda “yapı”yı ve “konjonktür”ü esas alan ve bireylerin tarihsel eylemlerini ve konumlanmalarını bu çerçeve içerisinde ele alan bir bakış açısı alır. Bu yaklaşım özellikle Braudel’de belirgin bir görünüm kazanır. Braudel, ele aldığı konuları üç zamansal boyut içerisinde inceler. Bu boyutlardan birincisi, “ Tarihsel yapı ” olarak adlandırdığı “uzun dönem”dir. Bu yapı, yüzlerce yıllık bir döneme tekabül eder; maddi olanakların, teknolojik gelişmişliğin, mekanın, psikolojik ve kültürel sınırlamaların belirleyici olduğu ve bireylerin bu sınırlar çerçevesinde hareket edebildiği bir alandır. İkinci boyut, birinciye göre gözlemlenmesi daha kolay olan, 20-50 yıllık ekonomik, kültürel, demografik hareketlerin yer aldığı konjonktürel alandır. Tarihsel olaylar ise ancak üçüncü boyutta yer alır (Boratav, 2007, s.16). 
Dolayısıyla olay tarihçiliğinde büyük önem atfedilen liderlerin ve kısa süreli tarihsel vakaların, Annales’in geliştirmiş olduğu yaklaşım içerisinde ancak tarihsel yapı ve konjonktür çerçevesinde bir anlam taşıyacağını söylemek yanlış olmayacaktır. 

Tabii ki böylesine bütünlüklü bir bakış açısı klasik historisizmin siyaset alanına odaklı tarih yaklaşımının terkini de beraberinde getirecektir. Tarihin sadece siyasal alana odaklanarak ekonomik ve sosyal meseleleri göz ardı etmesi daha önce de belirtildiği gibi henüz 19. yüzyılın sonlarında eleştirilmeye başlanmıştır. 
Bu eleştirinin 20. yüzyılın başlarında kuvvetlenmesine yol açan önemli bir sebep de tarih biliminin, kendisini sınırlayan bu özelliği nedeniyle, Batı Avrupa’da ve ABD’de gerçekleşen sosyal dönüşümü açıklamaktaki yetersizliğidir. Bu dönemde tarihçinin topluma, kültüre, ekonomiye daha fazla eğilmesi gerektiği yaygın bir kanı haline gelmiştir (Sönmez, 2008, s.27-28). Bloch ve Febvre’in 1929 yılında çıkarmaya başladıkları dergiye Ekonomik ve Toplumsal Tarih Yıllığı adını vermeleri de bu yeni yaklaşımın bir devamıdır. Klasik historisizmin alanına girmeyen ekonomi ve toplum artık tarihçilikte başat konumdadır. Bunun beraberinde getirdiği bir diğer önemli gelişme de “belge” anlayışında meydana gelen çeşitlenmedir. İnsana dair her türlü faaliyetin inceleme konusu haline gelmesi ile birlikte araştırma nesneleri de olabildiğince zenginleşir; örneğin March Bloch’ta göreceğimiz üzere artık şiirler şarkı sözleri, satış sözleşmeleri, mahkeme zabıtları gibi çok çeşitli belgeler tarihçi tarafından değerlendirilebilmektedir (Sönmez, 2008, s.44). 

Yine bu bütünlüklü ve toplumsal tarih anlayışı çerçevesinde, Annales Okulu’nu tarihçilikte çığır açan bir noktaya getiren bir diğer önemli özelliği olan disiplinler arasılık ilkesi karşımıza çıkar. 

Üniversitelerde büyük bir canlanmanın yaşandığı 19. yüzyılın entelektüel tarihine damgasını vuran önemli bir gelişme, toplumsal gerçekliği anlamanın yolunun farklı alanlarda uzmanlaşmak olarak kabul görmesi olmuş ve bu uzmanlaşmayı sağlamak üzere sosyal bilimler içerisinde çeşitli disiplinler kurulmuştur 
(Gulbenkian Komisyonu, 1996, s.16). 

Sosyal bilimlerde özellikle 1945 sonrasında ciddi ölçüde eleştiri konusu olacak olan ve yapay bulunan bu ayrımlar Annales Okulunun da daha ilk ortaya çıktığı yıllardan itibaren gündem maddelerinin ilk sıralarında yer almıştır. Bunda Bloch ve Febvre’in 1920 yılında tanışıp sonra devamlı olarak bir arada oldukları Strasbourg Üniversitesindeki ortamın rolü de büyüktür. Bloch ve Febvre burada kendilerini çok canlı bir disiplinler arası grubun içerisinde bulmuş, çeşitli alanlara mensup akademisyenler sürekli etkileşim içerisinde bulunmuşlardır (Burke, 2010, s.45). İkili 1929 yılında Annales d'Histoire Economique et Sociale’i çıkarırken de sosyal bilimler arasındaki her türlü suni engeli kaldırmayı hedeflemiş, tarih bilimini yeniden canlandırmanın, coğrafya, dilbilim, ekonomi, demografi, siyaset bilimi, klimatoloji, psikoloji gibi bilim dallarıyla etkileşim içinde olmak ve hatta onları boyunduruk altına almakla gerçekleşeceğini savunmuşlardır (Boratav, 2007, s.15). 

Görüldüğü üzere Annales Okulu üç temel ilke üzerinde yükselmiş ve farklılığını ortaya koymuştur. “Disiplinler arasılık”, “sorun odaklılık” ve “tarihin inceleme alanını siyasal alandan toplumsal hayatın tamamına kaydırma” şeklinde ifade edilebilecek olan Annales’in üç temel özelliğine dair dikkat çekici bir durum, bu özelliklerin birbirlerini tamamlayıcı niteliğidir. Ekol temsilcileri, tarih bilimini, olayları kronolojik bir şekilde nakleden bir vasıta olmaktan çıkarmaya girişmiş, tarihsel gelişmeleri analiz etme çabası çok çeşitli toplumsal gerçeklikleri dikkate alma ihtiyacını beraberinde getirmiş, bu yeni durum farklı disiplinlerle işbirliğinin önünü açmış, yine bu süreçte kaçınılmaz olarak “belge” kavramının taşıdığı anlam da değişime uğramıştır. 

Sonuç 

      Tarih Yazımı, Daima içinde bulunan Sosyal, Ekonomik ve Siyasi koşullardan izler taşıyan bir alan olmuştur. 
      Tarih yazımındaki dönüşümlerin yakın tarihteki seyri takip edildiğinde, Rankeci tarihçiliğe ilk meydan okumaların ABD, İngiltere’de ortaya çıkan yeni tarih yaklaşımlarından geldiği ve bunların klasik tarihyazımının ihmal ettiği alanları tarihçinin inceleme konusu haline getirirken, arkalarına 
toplumsal dönüşümden kaynaklanan bir gücü de aldığı görülmektedir. Keza tarihin merkezine üretim ilişkilerini yerleştiren ve politik bilince sahip olan işçi sınıfı bileşenlerini ve bunların sınıf mücadelesini tarih sahnesinin özneleri olarak işaret eden Marksist tarihçiler de sosyalist hareketlerin güç kazandığı dönemlerde ön plana çıkmışlardır. Marksistlerden etkilenmekle beraber tarihi yazarken insan faaliyetlerinin bütün alanlarını hesaba katmak gerektiğini öne süren, disiplinler arasılığa önem veren ve Marksist Tarihçilerin sorun odaklı tarih anlayışını devam ettiren Annales Okulunun da Etkisini esas olarak 2. Dünya Savaşı sonrası dönemde göstermiş olması boşuna değildir. 

1929 yılında kurulmuş olmakla beraber esas etkisini, iki büyük savaşın yarattığı yıkımın yaratmış olduğu bir ortamda, artık çizgisel tarih anlayışının eski itibarınını korumasının pek mümkün olmadığı 1945 sonrasında göstermiş olan Annales Okulu her şeyden önce insan ve toplum gerçekliğinin karmaşıklığının farkına varıp, disiplinler arasında yaratılan yapay ayrımı ortadan kaldırarak söz konusu gerçekliği kavramayı en azından mümküne daha yakın hale getirecek bir yolu açmıştır. Annales aynı zamanda geleneksel tarihçiliğin siyasete, devlete odaklı bakış açısının sınırlılıklarını ortaya koyarak toplumsal yapıyı kavramak için onun sadece siyasi değil kültürel, ekonomik boyutlarını da analiz etmenin gerekliliğini ortaya koymuştur. Bunun neticesi olarak tarih araştırmacıları için bireye ve topluma dair her şey inceleme nesnesi haline gelmiş, tarihçilik devlet arşivlerinden belge toplamak ve bunları yorumlamakla eşdeğer olmaktan çıkarılmıştır. Ülkemizdeki tarih çalışmalarının daha kapsamlı bir nitelik kazanmasında da, değerlendirilmeleri durumunda, Annales’in tarihyazımına getirmiş olduğu bu yeniliklerin büyük katkıları olacağı muhakkaktır. 

Kaynakça 

Boratav, A. (Ed.) (2007). Tarih ve Tarihçi Annales Okulu İzinde. İstanbul: Kırmızı. 
Burke, P. (2010). Fransız Tarih Devrimi: Annales Okulu. Mehmet Küçük (Çev.). Ankara: Doğu Batı. 
Dosse, F. (2008). Ufalanmış Tarih. Işık Ergüden (Çev.). İstanbul: Türkiye İş Bankası Kültür. 
Gulbenkian Komisyonu (1996). Sosyal Bilimleri Açın.: Sosyal Bilimlerin Yeniden Yapılandırılması Üzerine Rapor. Şirin Tekeli (Çev.). İstanbul, Metis. 
Iggers, G.G. (2011). Bilimsel Nesnellikten Postmodernizme Yirminci Yüzyılda Tarihyazımı. Gül Çağalı Güven (Çev.). İstanbul: Tarih Vakfı Yurt. 
Sönmez, S.E. (2008). Annales Okulu’nun Türkiye’deki Tarihyazımına Etkisi: Başlangıçtan 1980’e. 
(Yayımlanmamış yüksek lisans tezi). İstanbul Üniversitesi/Sosyal Bilimler Enstitüsü, İstanbul. 
Tosh, J. (2011). Tarihin Peşinde. Özden Arıkan (Çev.). İstanbul: Tarih Vakfı Yurt. 
Wallerstein, I. (2013). Sosyal Bilimleri Düşünmemek. Taylan Doğan (Çev.). İstanbul: BGST. 


***