4 Aralık 2016 Pazar

Yahudi Cesaret Madalyası ve Recep Tayip Erdoğan; KEŞKE ALMASAYDI!...




Yahudi Cesaret Madalyası ve Recep Tayip Erdoğan; KEŞKE ALMASAYDI!...

Keşke almasaydı…
Selvi Sertkaya
















Son günlerde siyaset erbabının tartıştığı konuların başında Başbakan Erdoğan’ın ABD Yahudi Kongresi’nden (AJC)  aldığı “Üstün Cesaret Madalyası” namı diğer “Davut Yıldızı” ödülü gelmektedir.

Özellikle İsrail’in hedef gözetmeden çocuklara ve sivillere bomba yağdırdığı dönemlerde bu ödül Türkiye gündemini ziyadesiyle meşgul etmektedir.
Başbakan Erdoğan, İsrail’in insanlık dışı saldırılarına yüksek perdeden tepki verince, muhalefet de, Yahudi Kongresi’nden aldığı “Davut Yıldızı” ödülünü iade etmeyen birisinin İsrail’e karşı takındığı tutumun inandırıcı olmadığını söylemektedir.  
Yahudi Kongresi Başkanı, geçtiğimiz günlerde Başbakan Erdoğan’a bir mektup göndererek 26 Ocak 2004 tarihinde verdikleri “Üstün Cesaret Madalyası” ödülünü geri istedi.
Bunun üzerine ödül hakkında bugüne kadar hiç konuşmayan Erdoğan “ödülünüzü alın başınıza çalın” diye çıkışarak bundan bile siyasi rant devşirmeye çalıştı. 
Başbakan bir ilki gerçekleştirdi












Dünya Musevi Örgütleri'nin çatı örgütü olan 
ABD Yahudi Kongresi 1906 yılında kurulmuştur. Amacı; İsrail Devletini kurmak ve Siyonizm'i dünyaya egemen kılmaktır.
Açıkça söylemek gerekirse, bu örgütün Başbakan Erdoğan’ı ödüle layık görmesi son derece dramatik bir olaydır.
Çünkü Yahudi Kongresi 98 yılda (1906-2004) 11 kişiyi bu ödüle layık görmüştür.
Bu ödülü alanlar arasında “Büyük İsrail İdealini” gerçekleştirmek için mücadele etmiş eski İsrail Başbakanları ile Musevi asıllı kişiler bulunmaktadır. 
Bu ödüle layık görülenler arasında İsrail Devleti’nin kuruluşuna hizmet etmiş, bölgedeki haydutluğuna destek vermiş ABD Başkanları yoktur. 
Diğer ülke liderleri de yoktur. 
Bunun tek istisnası Başbakan Erdoğan’dır. 
Bu durum bile, ödülün sıradan kişilere verilmediğini, seçici davranıldığını ve ince elenip-sık dokunulduğunu açıkça kanıtlamaktadır. 
Kaldı ki, Türkiye Cumhuriyeti Devleti tarihsel süreç içerisinde İsrail Devleti’nin kuruluşuna mani olmuş, yayılmacı politikalarına tepki göstermiş bir ülkedir. 
Ödülü veren örgütün Yahudi Kongresi olması, alanın Türkiye Cumhuriyeti Devleti Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan olması ödülü daha da önemli ve anlamlı hale getirmektedir.

Aklı Eren öne Çıksın













Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin Başbakanı hangi başarılı hizmetlerde bulundu da Musevilerin çatı örgütü (AJC), Müslüman bir ülkenin Başbakanını böyle bir ödüle layık gördü.

Anlamak çok zor,

Kaldı ki, Erdoğan’ı Davut Yıldızı ödülüne layık gören örgütün misyonunu dünya-âlem bilmektedir. 

ABD Yahudi Kongresi, Büyük İsrail projesini yaşama geçirmeye ant içmiş, 1948 yılında İsrail Devleti’ni inşa ederek bu amacına yaklaşmış bir örgüttür. 
İnsanlığa karşı sinsi emelleri olan bu örgütün, tüm yaşamını Siyonist avcılığına vakfetmiş, siyasi kariyerini Yahudi karşıtlığı sayesinde elde etmiş olan Erdoğan’a ödül vermesini anlamak ne yazık ki imkânsızdır. 
Tüm insanlığı yönetmeyi, sömürmeyi ve köleleştirmeyi hedefleri arasında sayan, Musevi olmayan, Siyonizm’e hizmet etmeyen herkesi düşman gören bir örgütün, kendisini İslam Mücahidi olarak tanımlayan birisine Yahudilerin en muteber ödülünü vermesini sıradan bir olay olarak değerlendirmek de mümkün değildir.
Keza, Başbakan Erdoğan’ın misyonunu da dünya-âlem bilmektedir. 
Dahası politik kariyerini Siyonizm, İsrail ve Yahudi karşıtı söylem ve eylemler üzerine bina ettiğini de herkes bilmektedir.  
Yaşamı boyunca her taşın altında Siyonist aramış, Yahudileri her musibetin müsebbibi olarak görmüş, İslam coğrafyalarında yaşanan ve yaşanmakta olan tüm kargaşa ve çatışmaların Siyonizm fitnesinden neşet ettiğine iman etmiş bir figürdür.

Aksini düşünmek saflıktır, akıl dışılıktır.  

Dünyanın ezberi bozuldu

Bugüne kadar Musevi asıllı kişilere verilen bu ödülün, Müslüman bir Başbakan’a verilmesinin arka planında ne olduğunu bilemiyoruz.
Anlaşılması imkânsız, ezber bozan bu olayın gerçek boyutu, gün gelecek saklandığı arşivden çıkarılacaktır.














Keşke almasaydı

Başbakan Erdoğan Kasımpaşalı üslubuyla “ödülünüzü alın başınıza çalın” demiş olsa da,
Bütün samimiyetimle ifade etmek istiyorum ki, 
Keşke Başbakan Erdoğan’a böyle bir ödül verilmeseydi,
Keşke, Başbakan Erdoğan bu ödülü almasaydı,
Keşke, Başbakan böyle bir ödülü hak etmiş olmasaydı,
Keşke, Büyük İsrail davasına destek verdiği için “Davut Yıldızı” ödülüne hak kazanmış bir Başbakana sahip olmasaydık. 
Arka planda ne var
Bu olayın arka planını tarihçilere bırakarak birkaç hususun altını çizmek istiyorum.

Bu ödülün verilmesinde;  

1- Başbakan Erdoğan’ın, AKP’nin ilk yıllarında “milli görüş gömleğini çıkardık”  ifadesini kullanmış olması, 
2- Ebu Gureyb hapishanesinde ABD askerlerinin tecavüzüne uğrayan Nur Bacı’nın yürekleri parçalayan çığlığına kulakların tıkanmış olması,
3- Felluce’deki camilere sığınan yaralı Müslümanları otomatik silahlarla tarayan CONİ vahşetine gözlerin kapanmış olması,
4- Ebu Gureyp Hapishanesinde masum insanlara işkence ve tecavüz edilmesine, İslam mabetlerinde Müslüman kanı akıtılmasına isyan eden ve ABD’yi sert bir biçimde eleştiren TBMM İnsan Hakları Komisyonu Başkanı Mehmet Elkatmış’ın siyasi kariyerinin bitirilmiş olması,
5- Irak işgali başladığında, Wall Street Journal'da yayınlanan ve bizzat Başbakan Erdoğan’ın kaleme aldığı makalenin bir yerinde: “ABD’nin Irak’ta savaşan kahraman bay ve bayan askerlerin en az zayiatla ülkelerine mümkün olan en az zamanda dönmeleri temennisi ile duacıyız.” İfadesine yer verilmiş olması,
5- Erbil’de Türk Subaylarının başına çuval geçiren CONİ’lere tepki gösterilmemiş olması,  
6- İsrail Cumhurbaşkanı Şimon Peres’in TBMM Genel Kurulunda konuşma yapmasına imkân sağlanması etken olmuş mudur? Bilemiyorum.


Kahredici bir tablo

Bu süreçte beni kahreden yegâne şey;

Nur Bacı’ya tecavüz eden, Mabetleri, türbeleri yerle bir eden, buralara sığınmış Müslümanlara ölüm kusan CONİ’lerin en az zayiatla ülkelerine dönmeleri için dua edilmesi olmuştur.
Özetlersek, bir tarafta Yahudi örgütünden ilk defa ödül alan Müslüman bir devlet adamı; Diğer tarafta; Müslüman bir devlet adamına ödül veren ABD Yahudi Kongresi, 
Bu karmaşık problemi çözmek için daha fazla aklımızı zorlamayalım.

En iyisi bu işi Tarihçilere bırakalım.





Amerikan Anayasası nasıl yapıldı?




Amerikan Anayasası nasıl yapıldı?


anayasa

CEMAL TUNÇDEMİR

17 Eylül 2015
Amerika’daki 13 koloninin, 4 Temmuz 1776’da İngilizlerden bağımsızlık ilan etmesinin üzerinden 7 yıl geçmişti. Henüz ABD kurulmamıştı. Gevşek bir bağla birbirlerine bağlı konfederal bir yapı vardı.   Kontinental ordunun başkomutanı general George Washingtoda herkesin dilindeki ‘askeri darbe’ söylentisini duymuş ve 15 Mart 1783 günü, New York Newburgh’da bulunan darbeci cuntanın karargahına şok bir ziyarette bulunmuştu.
Cuntanın başında Washington’un eskiden beri rakibi olmuş olan general Horatio Gates vardı. ABD ile İngiltere arasındaki savaş hali resmen devam ettiği için çoğu milislerden oluşan ordu dağıtılmıyordu. Askerler bağımsızlık ilanının üzerinden 7 yıl  geçmesine rağmen, Kontinental Kongrenin başarısız ve dağınık halinden şikayetçilerdi. Maaşları ödenmiyor, erzaksız zor kışlar geçiriyorlardı. Uğruna hayatlarını tehlikeye attıkları bağımsızlık bu muydu? Bu dağınıklık ve başıboşluğa son verecek tek bir yol vardı: Kongreyi ve gerekirse Washington’u devirip ülkede askeri bir rejim kurmak.
O Soğuk Mart sabahı General Washington kendi askerlerinin karargahına habersiz davetsiz girerken, ülkesi tarihin kavşak noktasında duruyordu. Washington ya omuz omuza savaştığı silah arkadaşlarına sadık kalacaktı ya da çok inandığı cumhuriyet ve demokrasi rejimine. Odaya girdiğinde, subayların darbe toplantısı sürüyordu. Washington konuşmakta olan General Gates’in lafını kesti ve söz aldı. Subaylar bu müdaheleye sessiz kaldılar. Sonuçta Kontinental ordunun başkomutanı sıfatını taşıyordu.
Hitabetiyle meşhur Washington hayatında belki de ilk defa konuşmaya başlamakta zorlandı. Derken, tarihe Newburgh Konuşması olarak geçen ve insan soyunun yönetim anlayışında geldiği noktaya vurgu yapan konuşmasını yaptı. Subaylarına, tarihte hiçbir politik ve sivil sorunun askeri yöntemlerle ebeddiyen çözülemediğini anlattı, ‘’barışçı ve hukuka uygun her türlü davanızın yanındayım.’’ dedi ve kimsenin konuşmasına mahal vermeden onları kendi toplantılarıyla başbaşa bırakıp çıktı.
Konuşma karşısında, bazı subayların gözleri dolmuştu. Kontinental ordusu, işte o sabah maceraperest bir çapulcu takımı olmaktan çıkıp gerçek bir orduya dönüşmüştü. Washington o sabah askerleriyle beraber, ABD’yi bir diktatörlüğe kolayca dönüştürebilirdi. Askerler buna çok hazırdı ve yola çıktıklarında karşılarında duracak hiçbir güç de yoktu. Ancak Washington o dönüm noktasında tercihini tek adamlıktan yana değil, Cumhuriyet ve demokrasiden yana kullanmıştı.
Aynı yılın Kasım ayında İngiliz Krallığı ile ABD arasında Paris Antlaşması imzalandı ve ABD bağımsızlık savaşı resmen sona erdi. George Washington, Paris antlaşmasından 1 ay, askeri darbeyi engelledikten 8 ay sonra Aralık 1783’te, başkomutanlıktan istifa etti. Ülkesine 8.5 yıl hizmet, ordusuna komutanlık yapmıştı. Mount Vernon’daki evine gitti. Karısı Martha kapıda kendisini bekliyordu. Yeniden savaştan önceki işine çiftçiliğe döndü. Toprakla dolu münzevi bir hayatın içine kendini attı. Lafayette’e yazdığı mektupta şöyle söylüyordu:
Potomac Nehrinin kıyısında, kamusal hayatın bütün meşguliyetinden uzakta kendi incir ağacımın altında gölgelenen sıradan bir vatandaşım… Sadece kamu görevlerimden değil, kendimden de emekli oldum. Kalbimin tatmini yolunda sakince dolaşıyorum.
13 koloniden oluşan Amerikan halkı, yeni devlete iktidar olanakları vermekten çekiniyordu. İngilizlerden ve bir ‘kral’dan yeni kurtulmuşlardı. Zayıf ve gevşek bir devlet yönetimi istiyorlardı. Üstelik bu 13 koloninin her biri kendini bağımsız bir devlet olarak görüyordu. Hiçbirinin bir diğerine güveni yoktu.
Peki ne oldu, nasıl oldu da birbirinden pek de hazzetmeyen bu 13 koloni, savaş, askeri güç veya ekonomik kriz gibi hiçbir mücbir sebep olmadan gönüllüce bir araya gelip ortak bir devlet düzeninde anlaşabildiler?
George Washington’un istifasından sonra Amerikan devleti, kendi ayakları üzerinde durmayı öğrenmesi gereken 3 zorlu yıl daha yaşadı. Ta ki 11 eylül 1786 yılında toplanan Annapolis Kongresine kadar. 13 eyaletten sadece 5’i temsilci gönderdi. Çok fazla bir karar alınamadı ancak çok çok önemli bir sonuç doğurdu. Kurultayın iki yıldızı Alexander Hamilton ve James Madison’un, ülkenin devlet sistemini ve kurumların yerini açıkça belirtecek bir anayasaya ihtiyacı olduğunda ısrarıyla bir anayasa kongresi toplantısı düzenlenmesi ve kolonilere davet çıkarılması kabul edildi. Bu karar yaklaşık 3 ay sonra sonuç verdi ve Kontinental Kongre, 21 Şubat 1787 günü, Mayıs ayında Philadelphia’da, yani 10 sene önce İngiltere’den bağımsızlık ilan ettikleri Kongre salonunda bir Anayasa Kongresi toplamayı kabul etti.
Ömrünün son demlerini Mount Vernon’daki münzevi hayatında geçireceğini sanan George Washington, bir kez daha ülkesinin çağrısının baskısı altındaydı. Israrları kırmayarak 28 Mart günü Kongre’ye katılmayı kabul etti.

Philadelphia’da anayasa baharı

Kongrenin toplanmasında en önemli rollerden birini oynayan henüz 35 yaşındaki James Madison, 3 Mayıs günü Kongre için Philadelphia’ya gelen ilk delege oldu. O geldiğinde bir tek zaten şehirde çalışan Pennsylvania delegeleri vardı. Madison’un en büyük korkusu, Anayasa Kongresi’nin resmi çalışmasını başlatacağı gün olarak ilan edilen 14 Mayıs günü gerçek oldu. Bir avuç delege hazırdı. Bu da toplantıya başlamaya yetmiyordu.
Ancak delegeler gelmeye başladı. Ve her biri kendi başına bir devlet gibi olan 13 koloninin 55 temsilcisinden oluşan Phildelphia Anayasa Kongresi, 25 Mayıs 1787 günü sessiz bir şekilde açılış oturumunu yaparak çalışmaya başladı.
Kurucu babalardan bir tek Paris’te olan Thomas Jefferson katılmamıştı. İşte bu 55 adam, sadece pazar günleri hariç, aylarca, günde bazen 15 saat süren toplantılarla bir imkansızı başardılar. 13 ayrı koloniden bir devlet çıkardılar. Yürütme, yasama ve yargı organı, erkler ayrılığı, kontrol ve denge sistemi özgün hatlarla belirlenen kurumlar hiyerarşisi tesis ettiler. Aralarından bunun için uğraşanlar oldu ama köleliliği yasaklayamamak gibi zaafları da oldu bu yeni devletin. Çıkarları farklı, hedefleri farklı, devlet anlayışları farklı bu delegeler, toplantılara başladıktan 3 ay 23 gün sonra 17 Eylül 1787 günü, Amerikan Anayasası üzerinde anlaştılar. Washington bir kez daha görevini yapmış olmanın gururuyla Mount Vernon’daki evine çekildi.
Amerikan Anayasasının kabulünden 1,5 yıl sonra 14 Nisan 1789 günü, yeni Federal Kongrenin genel sekreteri Charles Thomson, Washington’un Mount Vernon’daki evinin kapısını çaldı ve ona, 69 seçici delegenin her birinin oyunu alarak Amerika Birleşik Devletlerinin ilk başkanı seçildiğini tebliğ etti. Washington, yemin töreni için ABD’nin geçici ve aynı zamanda ilk başkenti olan New York’a davet edildi.
Ülkenin kurucu başkanı Washington, 8 yıllık başkanlığının ardından emekli oldu ve yeniden Mount Vernon’a döndü. İki yıl, yeniden normal vatandaş olarak yaşadı. Anayasa Kongresinden önce inzivada olduğu yıllarda, en büyük arzusunun 19’ncu yüzyılı görmek olduğunu söylemişti. Ancak 1799 yılının 14 Aralık günü, yani 19’ncu yüzyıla sadece 17 gün kala yaşamını kaybetti.

Amerikan Anayasası bir ‘mucize’ mi?

ABD Anayasasının yapılışı hakkında uzun yıllar en fazla referans gösterilen kitaplardan biri, Catherine Bowen’in 1966 tarihli ‘Miracle at Philadelphia (Philadelphia’da Mucize)’ kitabıdır. Adından da tahmin edebileceğiniz gibi, bu kadar bir birine zıt, bölük pörçük kolonilerin bir araya gelip tarihin en görkemli politik metinlerinden birini ortaya çıkarabilmeleri ve devlet sisteminin yapısı üzerinde uzlaşabilmelerini adeta bir mucize olarak nitelendirmekte. Aslında, Anayasa Kongresine giden süreçte bir sonuç alınabileceğinden şüpheli olan Washington da, Philadelphia Kongresi’nden sonra Lafayette’e yazdığı mektupta, ulaşılan neticeyi bir ‘mucize‘ olarak nitelendirmişti. Bowen kitabında, ‘’Mucizeler durup dururken olmaz. Her mucizenin uzun acılar içinde yapılmış duaları vardır.‘’ diye yazıyor.
Oysa Philadelphia Anayasa Kongresinin Pennsylvania devleti delegasyonundan Gouverneur Morris, Anayasa kabul edildikten sonra, ‘’Bazıları buna gökten inmiş muamelesi yapıyor.  Oysa ki bu metin 55 sade ve samimi adamın gayretlerinin ve samimiyetlerinin ürünüdür’’ diye konuşacaktı. Açıkçası bu çok daha sağlıklı bir bakış açısı. Bu 55 adamın her biri ötekinden farklıydı. Dahası her biri 13 ayrı devleti temsil ediyordu. Farklı sosyal, etnik, kısmen dini, sınıfsal arka planlara sahiptiler. Bir kısmı diğerinden pek de hazzetmiyordu. Örneğin, John Adams ve Alexander Hamilton, her ikisi de federalist olmasına rağmen birbirlerinden ölesiye nefret ediyorlardı. Ben Franklin, kölelik karşıtı söylemleri nedeniyle birçok kurucu babanın eleştirilerini çekiyordu. Thomas Jefferson, görüş ayrılıkları nedeniyle George Washington ile tüm iletişimini ölünceye kadar, Adams ile 15 yıl boyunca kesecekti. James Madison ve Hamilton devletin şekli konusunda ciddi görüş ayrılıklarına düşmüştü.
Ama hepsinin çok önemli bir ortak noktaları vardı: samimiyet. Toplumsal bir uzlaşma aramakta samimiydiler. Bir uzlaşmayı, laf olsun diye değil, gerçekten istiyorlardı. Kendileri de dahil kimsenin babasının malı gibi olmayacak, denetime açık, istismara mümkün olduğunca kapalı bir devlet istemekte samimiydiler. Hiçbirinin, kurnazlıklarla iktidar ve gücü kendi uhdesine geçirme art niyeti yoktu. İşte bu samimiyetin sonucunda ortaya çıkan Anayasanın başlangıç bölümü de şu muhteşem cümle oldu:
‘’Biz Birleşik Devletler Halkı olarak, kendimiz ve gelecek kuşaklar için daha mükemmel bir birlik oluşturmak, adaleti sağlamak, vatanımızda huzuru korumak, halkımızı savunmak, toplum refahını artırmak ve özgürlük nimetini güvence altına almak için, bu anayasayı tesis ediyor ve kabul ediyoruz’’
Tarihçi Richard Beeman da bu anayasanın yapılış hikayesini, ‘’The Plain Honest Men’’ adlı nefis kitabında, 1787 yazının Philadelphia’sına götürüyor bizi. Sadece Pennsylvania eyalet kongresinin salonundaki hararetli tartışmalara değil… 25 Mayıs’tan 17 Eylül gününe kadar 3 ay 23 gün boyunca akşamları gitikleri restoranlara, tavernalarda dönen kulislere, evlerdeki toplantılara, ağrıyan dişlere, yaşaran gözlere, öksürük nöbetlerine…
Bununla şu çok önemli noktayı göstermeye çalışıyor Beeman;
‘’Bu adamlar, yani Kurucu Babalarımız, elbetteki seçkin iyi yetişmiş insanlardı ama bazılarının da görmek istediği gibi yarı tanrı filan da değillerdi. Fanilerden oluşan bir heyetti bu. Amerikan Anayasasını bizim gibi faniler yaptı…’’
Herkesin haklarını ve özgürlüklerini, herkesin huzurunu, güvenliğini garanti altına alan gerçek bir anayasa için, yarı tanrı gibi davranan devlet liderlerinin varlığına, olağanüstü güçleri olan süper kahramanlara değil, samimiyete ihtiyaç vardır. Kimsenin bu anayasayı, kendi kişisel politik kariyerinin veya kabilesinin veya partisinin iktidarını tahkim etmek için bir truva atı olarak kullanmak gibi ucuz, pespaye kurnazlıklar peşinde olmadığı bir samimiyete… Gerisi birkaç aylık iş…



Amerikan demokrasisinin zorlu maratonu,




Amerikan demokrasisinin zorlu maratonu,


obama-23






CEMAL TUNÇDEMİR
email: cemaltdemir@gmail.com   
Twitter: CemalTdemir

12 yıl önce güneşli ama meşum bir Eylül sabahı New York’ta ikiz kulelere ürpererek bakarken, “ absurdité ” ile “gerçeklik” arasında gidip geliyordum. Terasında rüzgara durma ve manzara seyretme dışında pek de sevmediğimi itiraf edeceğim gökdelenlerin Manhattan’ın güney ucunda önce iki devasa bacaya dönüşmesi, ardından da çökmesi gözlerime kolay kolay inanabileceğim görüntüler değildi.
Ne ki şehri inleten siren sesleri ile New Yorkluların son limitini aştığı için anlamsız şekilde donuklaşmış yüzleri, hiç de şehir ahalisinin alışkın olduğu bir film çekimi yaşamadığımızı açık ediyordu.
Dakikalar ilerledikçe, “ Empire State’e de saldırdılar ”, “ Rockefeller Center’da bomba bulunmuş ” dedikoduları, korku ve paniği daha da artırdı. Ertesi gün kulelere saldıran teröristlerin kimliği medyaya yansıdıkça, Araplara ve Müslümanlara karşı inanılmaz bir nefret körüklenmeye başladı. Dindar bir Müslüman ya da ateist olmanız farketmez, ‘Ortadoğulu görünümünüz’ sizi öfkeli bağnazlığın hedef haline getirmeye yetiyordu. Nitekim, 15 Eylül 2001 günü Arizona eyaletinin Mesa şehrinde kendi halinde benzincilik yapan Balbir Singh Sodhi adlı Sih, ‘Müslüman öldürdüğünü’ sanan bağnaz bir ırkçı tarafından öldürüldü.
10 yıldır New Jersey’de bakkallık yapan Pakistanlı gariban göçmen Waqar Hasan da Sodhi ile aynı gün, dört kızının önünde yüzüne dayanan pompalı tüfeğin ateşlenmesiyle katledildi. 32 yaşındaki katil Mark Stroman polise, “11 Eylül’ün intikamını aldığını” söyledi ve milliyetçi bir gururla ekledi, “Her Amerikalının yapmak istediği ama yapmadığı şeyi yaptım”.
İşte öylesi bir korku ve nefret atmosferinde, dinlediğim bir konuşma beni bir parça rahatlattı. Konuşmayı yapan kimdi biliyor musunuz? George W Bush. Dönemin ABD başkanı Bush, 11 Eylül ile ilgili ilk açıklamasında özetle, “Saldırı hayat tarzımıza ve ülkemizin demokratik sisteminedir. Sistemimizi değiştirebileceklerini sanıyorlarsa yanılıyorlar” demişti.
İfade hürriyetiyle, ayrımcılığa karşı şiddetli hukuk mekanizmalarıyla Amerikan hayat tarzının devam edeceğinin ilanının, Amerika’da yaşayan bir ‘Ortadoğu görünümlü’ için o psikolojik iklimdeki önemini takdir edersiniz. Açıkçası bir el bombasının bile toplumsal alt-üst oluş yaşatabildiği bir ülkenin çocuğu olmam nedeniyle, “terörün amacını bu kadar doğru tespit eden” bakış açısından etkilendim de.
Terör üzerine hislerinden bağımsız düşünecek herkesin varabileceği bir gerçek var; Terör eyleminin amacı, sözde düşman olduğu topluluğun dünya üzerindeki nüfusunu azaltmak değildir. Hiçbir bombalı ya da silahlı saldırı bunun için yapılmaz. Terörün, bir numaralı hedefi bir psikoloji oluşturmaktır. O ülkede “birşeylerin değişmesi için uygun psikolojik vasatın oluşturulması için” vardır. Her zaman böyledir, her zaman da böyle olacaktır. Nitekim, Harvard Tıp Fakültesi psikiyatristlerinden Martha Stout, terörün beynimizde yaptığı etkiler ve bizi nasıl kontrol ettiği ile ilgili çarpıcı analizlere yer verdiği “The Paranoia Switch” adlı kitabında, terörün topluma “çaresizlik ve umutsuzluk duygusu” yaşattığı anda başarılı olduğunu vurguluyor.
Amerikan teknik istihbarat kurumu olan NSA’ın Reagan döneminde başkanlığını da yapan istihbaratçı Korgeneral William E. Odom (2008 yılına öldü), 2002 yılında ABD’nin Meclis TV’si diyebileceğimiz C-SPAN kanalında, Bush yönetiminin ‘Teröre karşı savaş (War on Terror)’ söyleminin mantıksız olduğunu savunmuş ve “Terörizm savaşılacak bir düşman değil. Onu savaşarak yenemezsiniz. Terörizm bir taktiktir.” demişti.
Böylesine “gölge bir düşmana” karşı savaşın sonunun asla gelmeyeceğine dikkat çeken Odom, “Terörle Savaşı kazanmayacağız. Bu söylem, sadece korkuyu büyütür. Terör eylemlerinin yıktığı tek bir liberal demokrasi yok ama yönetim kararlarının yıktığı bir kaç liberal demokrasi var” uyarısında bulunmuştu.
Terör bu özelliği nedeniyle ‘liberal demokrasi’lerle çıkarı uyuşan odaklar için hep kullanışlı bir politik araç olageldi. Özellikle, yeryüzüne birçok askeri cunta, terörün bu kitle yönlendirici gücünden yararlandı. Politik bilimci Murray Edelman, ölümsüz eseri “Constructing the Political Spectacle’da, politik gösterinin inşasını, ‘’çıkar sağlamak için sorun inşa etmek, sorun için mazaret üretmek, sorunu yaratmayı başarınca çözme bahanesiyle otorite inşa etmek” şeklinde formüle ediyor.

Korku, teröristten daha yıkıcıdır
Nitekim 11 Eylül’ün hemen ertesinde ABD başkanı, ‘’ Demokrasimizi ve yaşam tarzımızı yıkamayacaklar ’’ diye ilan ederken, 11 Eylül’ün yarattığı korku iklimi, ABD’nin demokratik düzenini sarsacaktı. Amerikan Anayasası’na apaçık aykırı olduğunu sokaktaki insanın bile görebildiği “ Patriot Act (Vatanseverlik Yasası) ” adı altındaki yasa bir gecede çıkarıldı. Michael Moore’un “ 9-11 ” belgeselinde görmüşsünüzdür, Kongre üyelerinin çoğu yasanın içeriğinden bile haberdar değildi. Olsalar ne değişirdi ki… Adı “Vatanseverlik” olan bir yasaya öyle bir psikolojik ortamda kim karşı gelebilirdi? Tamamının yalan ve uydurma olduğu ortaya çıkan gerekçelerle koca bir ülke Irak’ta savaşa sürüklendi. Yine kimse sorgulayamadı. Oysa Amerika’nın kurucu babalarından Benjamin Franklin, “Her vatandaşın ilk sorumluluğu devletini sorgulamaktır” öğüdünde bulunmuştu 200 yıl önce. 

Normal bir zamanda Amerikan kamuoyuna asla kabul ettirilemeyecek birçok yasal ya da hukuki düzenleme o günkü psikoloji içinde art arda gerçekleştirildi. Hepsinde gerekçe aynıydı: Güvenlik!
‘Güvenlik’ sözcüğünün her kapıyı açan bir sihir olduğunu farketmekte gecikmeyen Bush, artık her politikasının sonuna ‘güvenlik’ sözcüğünü eklemeye başladı. Büyük şirketlere vergi kesintisi politikası, ekonomik güvenlik (economic security), destekçi silah üreticisi firmalara yeni silah üretimi ihaleleri verilmesi ‘iç güvenlik (homeland security), ülkenin en değerli doğal arazilerinin petrol şirketlerine açılması “enerji güvenliği (energy security)” olmuştu bile.
Ve güvenlik paranoyası hiç şüphesiz sandıkta da işe yarıyordu. 11 Eylül’den sonra kurulan İç Güvenlik Bakanlığı’nın ilk bakanı olan eski Pennsylvania Valisi Tom Ridge, 2011 yılında yayınlanan, “Zamanımızın Sınavları: Yeniden Nasıl Güvende Olabiliriz?” adlı kitabında, 2004 başkanlık seçimine giden süreçte, seçimi kazanmak için terör alarm seviyesini “turuncuya” yükseltmesi için Cheney’inin ekibinden baskı gördüğünü itiraf edecekti. Komedyenlerin, Bush yönetiminin, anketlerde düşüş başladığında terör alarm seviyesinde yükselme yaşandığı esprisi yaptıkları günlerdi. Meğer espri değilmiş.

Boston, Obama’nın sınavı mı?

Aslında Obama’nın ilk döneminin ilk yılında ABD içinde bir terörist eylem olmaması bazılarını şaşırtmıştı. 2004 yılında Demokrat Partinin başkan yardımcısı adayı olmasına rağmen 2008 seçiminde Obama’ya karşı John McCain’i destekleyen Connecticut eski Senatörü Joe Lieberman, Obama’nın başkanlığa ilk başladığı günlerde yaptığı açıklamada, 2009 içinde ABD içinde bir terör eylemi beklediğini söylemiş ve kehanetini şu gerekçeye dayandırmıştı: ‘’Düşmanlarımız, ABD başkanlarını her zaman başkanlığın ilk yılında test eder’’. Bill Clinton’ın başkanlığa başladığı 1993 senesinde New York’taki Dünya Ticaret Merkezi kulelerine bombalı saldırı yapıldı. Saldırı büyük ses getirdi ve Clinton yönetiminin daha sonraki tüm dış politikasına rengini verdi. Başkanlık kampanyası boyunca dış politikada daha izolasyonist olacağı vaadiyle seçilen George W Bush’un başkanlığının ilk senesinde yine Dünya Ticaret Merkezi kuleleri ama bu kez çok daha büyük çaplı bir terör saldırısının hedefi oldu. İzolasyonist Bush gitti, yerine müdahaleci Bush geldi.
Başkanlığının ilk döneminde dış politikadan çok dev ekonomik kriz ile mücadele eden Obama, dış politika öncelikli olacağı belirtilen ikinci dönemine, etkili bir ‘dahili terör eylemi’ ile başlamış oluyor. Bunun, Lieberman’ın bahsettiği türden bir sınav olup olmadığını bilebilecek durumda değiliz. İnsan olan herkesin tüylerini ürpertecek Boston saldırısını gerçekleştirdiği iddia edilen iki kardeşin motivasyonunu da bilmiyoruz. Belki, amcalarının iddia ettiği gibi ‘’tamamen izole bir manyak eylemi’’dir. Belki de, bu iki kardeşin, her türlü canice terör eylemini gerçekleştirebilecek potansiyeldeki İslamcı terör örgütleri ile irtibatları vardır. Umuyoruz ki sorgular sonunda gerçek ortaya çıkar.
Eğer bu canice saldırı bir terör eylemiyse, ABD’nin buna vereceği yanıtın şekli hem Obama için hem de ABD için gerçek bir sınav olacak. ABD Başkanının daha ilk gün açıklamasına yansıyan ‘sağduyu’ önemli. Obama’nın ısrarla, her hangi bir grup ya da motivasyon hakkında spekülasyon yapılmaması çağrısı ise rahatlatıcı. Muhakkak ki paranoyak güvenlik saplantılarını ya da bağnazlıklarını ülke politikasına dönüştürmek isteyenler bu eylemi bir fırsat olarak göreceklerdir. Tek teselli, topluma korku ve  ümitsizlik pompalamak isteyen aşırıların şu ana kadar başarılı olamaması.
Ümit ediyorum, ülkenin en eski maratonuna yönelik bu kanlı terör eylemi bir güzergah değişikliğine daha yol açmaz. Amerikan demokrasisi de uzun maratonuna hem Amerikan halkının hem de dünyanın yararına olan parkurda devam eder.


Sekiz Soruda Başkanlık Sistemi


Sekiz soruda başkanlık sistemi



Ankara’da AKP ile MHP parlamenter sistemden başkanlığa geçiş konusunda anlaştı. Taraflar, yeni sistemin adını “ Partili Cumhurbaşkanı ” olarak koydu. Peki Türkiye’ye nasıl bir başkanlık sistemi geliyor?
Türkei Ankara Parlament Innenaufnahme (picture-alliance/AA/E. Top)
Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) ile anlaşan Adalet ve Kalkınma Partisi, başkanlık sisteminin getirilmesini öngören anayasa değişikliğini önümüzdeki hafta meclise resmen sunacak. Teklifin TBMM'den geçebilmesi için en az 330 milletvekilinin onayı gerekiyor. Ancak MHP’de ve aynı zamanda AKP içinde de başkanlığa karşı olan isimlerin olması nedeniyle anayasa değişikliği paketinin meclise takılma olasılığından da söz ediliyor. Halk desteğine güvenen AKP bu nedenle yaz başında yeni sistemi referanduma götürmeyi planlıyor. Peki meclise sunulacak teklifin içinde ne var? Türkiye’de siyaset önümüzdeki yıllarda nasıl şekillenecek?
1.  Anayasa değişikliğinde nasıl bir başkanlık sistemi öngörülüyor?
AKP ile MHP'nin prensipte anlaştıkları anayasa değişikliği metni, “ Partili bir Cumhurbaşkanlığı ” sistemi öngörüyor. Başbakan Binali Yıldırım da yeni sistemi “ Bu değişiklikte cumhurbaşkanının, eğer seçilirse partisiyle ilişiği devam edecek. Yapılan en önemli değişiklik budur” diye açıkladı. Sistem, tek meclis ve üniter yapı üzerine kurulu. Partisiyle ilişkisini sürdürmeye devam edecek olan cumhurbaşkanı beşer yıllığına iki kez seçilebilecek. Hazırlanan teklifte yeni bir değişiklik yapılmazsa başkanlık sisteminde hükümetin başı da cumhurbaşkanı olacak. Cumhurbaşkanı başbakanın da görevlerini üstlenecek, başbakan olmayacak. Başkanlık sisteminde iki ayrı seçim de öngörülüyor. Yasama için ayrı bir seçim, yürütme için yani hükümet için ayrı bir seçim öngörülüyor. Ve böylece başkanlık sisteminin çifte meşruiyete sahip olacağı savunuluyor.
2.  Başkanlık seçimi ne zaman yapılacak?
2014’te cumhurbaşkanı seçilen Erdoğan’ın görev süresi 2019’da doluyor. Yeni sistemi 2019’da uygulamaktan yana olan AKP, 2019’a kadar bir geçiş dönemi planlıyor. AKP, yeni sistemdeki seçimleri 2019 yılında yapmayı istiyor.
3.  İdam cezası pakette yer alacak mı?
Anayasa değişikliği paketinde idam cezası bulunmuyor. AKP, idam cezasıyla ilgili teklifini ayrı bir metin halinde MHP’ye önermeyi planlıyor. İdam cezasının geri getirilmesini isteyen MHP lideri Devlet Bahçeli, bu teklifin de vakit geçirilmeden meclisin gündemine getirilmesini istiyor.
4.  Anayasa değişikliği TBMM’de nasıl gerçekleşecek?
Anayasa’nın 175. maddesine göre hareket edilecek. Buna göre  AKP anayasa değişikliği metnini bir teklif halinde meclise sunacak. Teklifin kabul edilmesi için yapılan gizli oylamada 330 vekilin ‘evet’ demesi gerekiyor. Cumhurbaşkanı Erdoğan tarafından da onaylanması beklenen paketin daha sonra halkoyuna sunulması da bekleniyor. Anayasa değişikliği kanunu, referandumdan da geçerse yürürlüğe girecek.
5.  Referandum için 330 oy çıkacak mı?
Başbakan Binali Yıldırım ile MHP lideri Devlet Bahçeli’nin uzlaşmaya varması, referandum için 330 oyun bulunabileceğine işaret ediyor. Mecliste AKP’nin 317, MHP’nin 39 sandalyesi var. Meclis başkanı oy kulanamadığından AKP’nin 330’a ulaşmak için 14 milletvekilinin daha oyunu alması gerekecek. MHP’nin muhalif vekilleri anayasa değişikliği için ‘hayır’ oyu kullanacaklarını açıklamış olsa da, MHP genelinden AKP’ye desteğin çıkacağına kesin gözüyle bakılıyor. Bu noktada AKP’den teklife ‘hayır’ oyu çıkıp çıkmayacağı soruluyor. Ana muhalefet partisi CHP, AKP’den çıkacak ‘hayır’larla birlikte 330’a ulaşılamayacağını savunuyor.
6.  Referandum ne zaman yapılacak?
AKP hükümeti referandumu Nisan 2017'da yapabileceğini söylüyor. O tarihe kadar Türkiye’de OHAL ‘in sürüp sürmeyeceğine ilişkin tartışmalar referandumu çetrefilli hale getiriyor. AKP, referandumdan önce OHAL’i kaldırmak isterken, Cumhurbaşkanı Erdoğan Türkiye’de OHAL’in ‘gerektiği kadar uzatılacağını’ söylüyor ve OHAL koşullarında referandum yapılırsa da bunun doğal karşılanmasını istiyor.
7.  CHP ve HDP ne yapacak?
Başkanlık sistemine karşı olana ana muhalefet partisi CHP, “ Türkiye’yi böldürmeyeceğiz ” mitingleriyle halka başkanlık sisteminin Türkiye için uygun olmadığını anlatmaya başlayacak. “ Seni başkan yaptırmayacağız ” çıkışı ile Erdoğan’ın başkanlık arayışına başından beri karşı çıkan HDP de başkanlık sisteminin Türkiye’de ‘tek adam rejimi’ni kuvvetlendireceği endişesini yaşıyor.
 8. Türkiye’yi nasıl bir gelecek bekliyor?
Parlamenter sistemin tıkandığını ve çözüm üretemediğini savunan hükümet partisi AKP, başkanlık sistemine geçildiğinde sorunların daha kısa sürede çözüleceğini ve siyasi krizlerin biteceğini savunuyor.  Öngörülen başkanlık sisteminin sadece Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın otoritesini güçlendireceği şeklindeki teze hukukçular da katılıyor. Türkiye’nin gelecekteki siyasetinde Erdoğan’la birlikte vücut bulan “ Tek Adam ” modelinin daha da güçleneceği ve bunun da demokratik sisteme zarar vereceği endişesi hakim.