30 Ocak 2017 Pazartesi

Yeniden Gümrük Birliği Meselesi


  Yeniden Gümrük Birliği Meselesi 



21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü    
Avrupa Birliği Araştırmaları Merkezi
Yeniden Gümrük Birliği Meselesi

Sezgin Mercan 
08 Nisan 2013 Pazartesi

1996 yılında yürürlüğe giren Gümrük Birliği gereğince Türkiye, mal ithalatında Avrupa Birliği (AB)’nin üçüncü ülkelere dönük gümrük tarifelerini ve ticaret 
politikalarını uygulama, AB kaynaklı mallarda gümrük indirimi, mülkiyet hakkı, rekabet kurallarına uyum, devlet yardımları konusunun standardizasyonu gibi 
zorunluluklar altına girmiştir. Bir başka deyişle, Türkiye, hem AB mallarının girişi hem de ortak gümrük tarifesine uyum açısından AB’ye önemli bir imtiyaz 
vermiştir. Aynı zamanda, AB, tam üye olmamasına rağmen Türkiye ile gümrüksüz ticaret yapmaya ve bu sayede de önemli ekonomik faydalar sağlamaya başlamıştır. 

Sonrasında da taraflar arasındaki ekonomik ilişkiler Gümrük Birliği hükümleri gereğince devam etmiştir. Gümrük Birliği ile Türkiye’nin, AB onayı olmadan, AB 
ile herhangi bir tercihli ticaret düzenlemesi bulunmayan üçüncü bir ülkeyle serbest ticaret anlaşması imzalama olasılığı ortadan kalkmıştır. Artık 
Türkiye’nin, üçüncü ülkelerle bir ticari anlaşma çerçevesinde, o ülkeye düşük bir gümrük tarifesi uygulaması söz konusu değildir. Bu konuda Türkiye, Dünya 
Ticaret Örgütü kurallarına göre de tek başına hareket edemeyecek konumdadır.[1] Bu çalışmada, güncel gelişmeler ışında Gümrük Birliği ve Serbest Ticaret 
Anlaşması çerçevesinde Türkiye-AB ilişkilerinin neden yeniden şekillendirilmesi gerektiği ve bunun nasıl yapılabileceği tartışılmıştır.

Gümrük Birliği’nin Türkiye Üzerindeki Etkilerine Güncel Bakış

Türkiye ile AB ilişkileri çerçevesinde yürütülen tartışmalardan biri ‘tam üyelik’ meselesi olurken diğeri de hep ‘Gümrük Birliği’nin’ etkileri olmuştur. 

Gümrük Birliği ile birlikte uluslararası alanda Türkiye’nin ticaret ilişkilerinde birtakım değişiklikler meydana gelmiştir. Örneğin, AB ve Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Örgütü (OECD) ülkeleri Türkiye’nin ithalatında önemli konumda olsa da, Gümrük Birliği’nin yürürlüğünden itibaren bu ülkelerden yapılan ithalatın günümüze kadar geçen süreçte düştüğü belirtilebilir. AB’nin Türkiye’nin ithalatındaki payının 1996’da yüzde 55 iken, 2006’da yüzde 42.6’ya gerilediği görülmüştür. Türkiye’nin AB’deki en büyük ticaret ortağı olan Almanya’dan dahi yapılan ithalat 1996’da 17.9 iken, 2006’da 10.6’ya gerilemiştir. Türkiye ile AB arasındaki ticari ilişki değişikliği, 1996’da 11.7 milyar dolar değerinde olan ticaret açığının 2006’da sadece 11.5 milyar dolar değerine düşmesinden de anlaşılabilir. Açık sabit kalmıştır. Türkiye’nin AB'ye ihracatı 2012 yılında önceki yıla oranla %4,9 oranında azalarak 54.3 milyar dolar; AB'den ithalatı ise %4,2 azalarak 80,1 milyar dolar olarak gerçekleşmiştir. AB'nin Türkiye’nin toplam ticaret hacmi içerisindeki payı 134,4 milyar dolar ile %37.7 olmuştur. Bu da iki boyutlu bir sonucu ortaya çıkarmıştır. İlki, Türkiye’nin AB’ye yönelik ihracatının zayıflığı, ikincisi de AB üyesi ülkelerin Türk ürünlerine yönelik kısıtlamalarıdır.[2] 1996 yılından 2012’ye uzanan süreçte Türkiye’nin AB ülkeleriyle ticaretinde AB lehine verdiği toplam dış ticaret açığı 210.2 milyar dolar olmuştur.[3]

Gümrük Birliği Anlaşması Türkiye açısından ‘asimetrik’ bir doğaya sahiptir. Türkiye, anlaşmanın bu asimetrik doğasını ortadan kaldırmak için en büyük koz 
olarak AB’ye tam üyeliği görmüştür. Gümrük Birliği, Türkiye için AB üyeliği hedefine bağlılığın temel göstergesi olarak sunulmuş, hatta araç olarak 
kullanılmıştır. Bu hedef nedeniyle de AB’yi üçüncü ülkelerle ticari ilişkilerinde kendisiyle istişarelerde bulunmasını sağlama yönünde çok da çaba sarf etmemiştir. Bugün gelinen noktada AB’nin dünyanın dört bir yanındaki serbest ticaret girişimlerinde Türkiye’yi endişelendiren tutumunun kökeni bu arkaplana dayanmaktadır. Türkiye açısından adil olmayan bir ticari rekabeti sorunu ortaya çıkmış ve ticari çıkarlarının AB nezdinde dikkate alınmadığı doğal olarak konu edilmeye başlanmıştır. Bunun, Gümrük Birliği’ni Türkiye üzerinde refah düzeyini kısıtlayan bir niteliğe büründürdüğüne dikkat çekilmiştir.[4] 

Dolayısıyla Türkiye’nin Gümrük Birliği Anlaşması’nda AB’yi Serbest Ticaret Anlaşması doğrultusunda revizyona götürmesi gelecekte uygulanması beklenen 
seçeneklerden olma yolundadır.[5]

Gümrük Birliği Anlaşması’nın Türkiye’ye yönelik doğrudan yabancı yatırımı artıracağı beklentisinin de uygulama sürecinde gerçekleşmediği görülmüştür. 
Gümrük Birliği’nin Türk ekonomisine etkileriyle ilgili çalışmaların ağırlıklı olarak ticarete odaklandığı ve refah düzeyinin de dikkate alınması gerektiği öne 
sürülebilecek olsa da, Gümrük Birliği’nin refah düzeyini artırmada da yeterli olmadığına dikkat çeken çalışmalar yapılmıştır.[6] Gümrük Birliği’nin Türkiye 
ekonomisi üzerindeki olumsuz etkileri rekabet gücüne, istihdama, dış ticaret dengesine, ortak gümrük tarifesine olmak üzere 5 kaleme ayrılabilmektedir. 
Türkiye’de rekabet gücüne sahip olmayan otomotiv, ilaç ve kimya sanayi gibi sektörler Gümrük Birliği’den olumsuz etkilenmiştir. Gümrük Birliği, rekabete 
hazır olmayan firmaların yer aldığı sektörleri olumsuz etkilemiştir. Olumsuz etkilenen firmaların kapanması işsizliği beslemiştir. Dış ticaret açığı Türkiye ’nin AB ihracatı ve ithalatı arasındaki dengesizlikten kaynaklanmıştır. Gümrük Birliği’nin ardından AB kaynaklı ithalatta bir patlama görülmüştür. 

Gümrük Birliği’nin Türkiye ekonomisi üzerinde ortak gümrük tarifesi etkisi ise Türkiye’nin AB’nin taviz verdiği üçüncü ülkelere aynı tavizleri tanımak zorunda 
kaldığından gümrük vergisi geliri kaybına uğraması; Türkiye’nin, daha önce ikili anlaşmalarla üçüncü ülkelere tanıdığı tavizleri artık uygulayamayacağından o 
ülkelerin misillemelerine maruz kalması; AB’nin koruma önlemleri uyguladığı ABD, Japonya gibi ülkelere aynı önlemleri uygulamak zorunda kalması şeklinde 
olmuştur. Gümrük Birliği ile Türkiye, ucuz girdi ithalinde de sorunlar yaşamıştır.[7]

Gümrük Birliği’nden Serbest Ticaret Anlaşması’na Yönelimin Nedenleri

Türkiye-AB ilişkilerinin seyri ve niteliğiyle ilgili tartışmalarda Gümrük Birliği hep gündeme gelen bir konu olmuştur. Bugün yine böyle bir gündemle karşı 
karşıya kalınmıştır. Bunu tetikleyen konu ise Amerika Birleşik Devletleri (ABD) ile AB arasında görüşülen ‘Serbest Ticaret Anlaşması’ olmuştur. 

Özellikle 2008 sonrası dönemin küresel ve bölgesel ekonomik krizlerinin etkisiyle, dünyanın büyük ve büyümekte olan ekonomileri çekim alanı yaratmak, pazar açılımı sağlamak, nüfuz dengesi kurmak için stratejik hamlelerde bulunmaya ve bundan fayda sağlamaya devam etmektedir. Bu doğrultuda ABD, Japonya, AB, Çin, Hindistan ve Rusya serbest ticaret ve tercihli ticaret anlaşmalarını geliştirmeye çalışmaktadır. Küresel ve bölgesel düzeyde piyasa dinamikleri üzerinde nüfuz elde ederek az gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerin ekonomik tercihlerini de şekillendirmektedir.[8]

Hatırlanacağı üzere, Şubat ayında Avrupa Komisyonu Başkanı Manuel Barroso ABD ile AB arasında serbest ticaret anlaşmasına varabilecek görüşmelerin Haziran ayında başlatılmasının mümkün olduğunu belirtmişti. Bu zamanlama bir tesadüf değildi. Çünkü Barroso’nun açıklamasından kısa bir süre önce ABD Başkanı Barack Obama, krizden çıkış için yatırımlara ve yeni istihdam alanlarına yoğunlaşacaklarını; bunun için de AB ile bir serbest ticaret anlaşmasının 
gerekli olduğunu vurgulamıştı. Tarafların ekonomilerindeki yavaş büyüme, Çin başta olmak üzere diğer büyüyen ekonomilerden gelen baskı 2011’den itibaren bu gibi bir anlaşmaya dönük çalışmaları zaten başlatmıştı.

Obama, AB ile serbest ticaret anlaşması için müzakerelere başlama planını Mart ayında Amerikan Kongresi'ne bildirmiş, anlaşma için müzakere yürütme planlarını da Şubat ayında açıklamıştı. Bu anlaşmayla, iki taraf da ticaret ilişkilerini daha da güçlendirmeyi hedeflediklerini göstermiştir. Bu hedefe yönelik yapılan müzakerelerde esas ele alınan husus, tarım, kimyasal, ilaç ve otomotiv sektörlerindeki farklılıkların giderilmesine dönük düzenlemeler olmuştur.  

Serbest ticaret anlaşması, AB ile Gümrük Birliği anlaşmasına sahip olan Türkiye’nin gündeminde de önemli yer tutmaktadır. Serbest ticaret anlaşması 
tartışmaları devam ederken ticaret anlaşmalarından dolayı Türkiye'nin Gümrük Birliği konusunda elinin giderek zayıfladığı düşünülmektedir. Çünkü AB, bir 
üçüncü ülkeyle serbest ticaret anlaşması yaptığı zaman Türkiye de buna uymak zorunda kalmakta ve o üçüncü ülke mallarına gümrük indirimi uygulamaktadır. O ülke ise Türkiye’den giden mallara gümrük uygulamasına devam etmektedir. Bu durumun değişmesi için o ülke ile Türkiye arasında ayrı bir ticaret anlaşması nın imzalanması gerekmektedir. Türkiye, AB’nin serbest ticaret anlaşması imzaladığı ülkelerle serbest ticaret anlaşması imzalayabilse de AB ile anlaşma imzalayan ülkelerin Türkiye’yle anlaşma yapma zorunluluğu ise bulunmamak tadır. Asıl mesele de burada düğümlenmektedir. Bu yeni bir durum değildir elbette. Türkiye’nin konuyla ilgili karar alma mekanizmasında olmayışından dolayı uzun süredir sıkıntıda olduğu bir durumdur. AB; Latin Amerika, Singapur, Japonya, Kanada ile de serbest ticaret anlaşmasına dönük çalışmalarını yürütürken de, Meksika, Cezayir ve Güney Afrika ile serbest ticareti yürütmeye başlarken de aynı sıkıntıyı hissetmektedir.  

Mevcut koşullar altında Gümrük Birliği asimetrik bir karar alma mekanizmasına sahiptir. Türkiye’nin, tam üye olmadığı bir çokuluslu bütünleşmenin dış ticarete 
ilişkin her türlü kararına uymakla yükümlü olduğu açıktır. AB’nin çok taraflı anlaşmalar yoluyla ticaret serbestliği sağlamaya çalıştığı dönemlerde bu durum 
Türkiye tarafından büyük bir sorun olarak görülmemiştir. Ancak AB, 2000’li yılların ortalarından itibaren iki taraflı serbest ticaret anlaşmalarına geçince 
durum değişmiş, Gümrük Birliği Türkiye’nin daha fazla aleyhine işleyen bir hal almıştır. Çünkü AB’nin üçüncü ülkelerle imzaladığı anlaşmalardan Türkiye’nin 
doğrudan faydalanamaması, Türkiye’nin bu ülkelerden ithal ettiği ürünlere Gümrük Birliği nedeni ile tek taraflı indirilmiş gümrük vergisi oranları uygulaması na yol açmıştır. Aynı zamanda, bu ülkelere ihraç ettiği mallardan yüksek gümrük vergileri alınmaya devam edilmiştir. Türkiye bunu aşmak için, AB’nin imzala dığı her serbest ticaret anlaşmasının ardından ilgili ülkelerle ikili anlaşma imzalama yoluna gitse de bunu tam olarak yerine getirememektedir. Çünkü üçüncü ülkeler AB ile imzaladığı anlaşma kapsamında zaten Türk pazarına AB ile aynı gümrükten giriş yapabilmektedir.[9]

Bu gibi durum ve gelişmeler karşısında Türkiye’de gerek siyasi gerek ticari  gerekse de sivil toplum makamları da sesini yükseltmeye başlamıştır. Ekonomi 
Bakanı Zafer Çağlayan, “eğer Türkiye AB-ABD arasındaki Transatlantik Serbest Ticaret Anlaşması müzakerelerinin dışında kalırsa, bu durum daha da Türkiye 
aleyhine tersine dönecek. Türkiye'ye gümrüklü giren ABD ürünleri, elini kolunu sallaya sallaya Avrupa üzerinden Türkiye'ye girecek ve haksız bir rekabet 
oluşacak” demiştir. AB’nin Japonya ile yürüttüğü serbest ticaret çalışmalarına da işaret eden Çağlayan, Japonya konusunun Türkiye için daha da vahim olduğunu 
vurgulamıştır. 'Ticarette çok büyük bir dengesizlikle karşı karşıyayız. Japonya-AB Serbest Ticaret Anlaşması'nda Türkiye sürecin dışında kalırsa, bu Türkiye açısından çok daha ciddi ticaret bağlantısının bozulması sonucunu ortaya çıkarır' demiştir.[10]  AB ile Gümrük Birliği Anlaşması’nın tamamen Türkiye'nin 
aleyhine işlemeye başladığı tespitinde bulunan Çağlayan, böyle bir ortamda, Serbest Ticaret Anlaşması'na geçişin Türkiye'nin menfaatine olacağını düşünmekte dir.  Menfaatine olması düşünülen diğer bir konu da ABD ile Türkiye arasında bir serbest ticaret anlaşmasının uygulanmaya başlanması olarak öne 
çıkmıştır. Bu noktada AB’nin, kendisi ABD ile bir serbest ticaret anlaşması yapmadan, Türkiye’nin ABD ile anlaşma imzalamasına ne derece olumlu yaklaşacağı ise şüphelidir. Türkiye’nin, AB’nin rızası olmadan ABD ile serbest ticaret anlaşması imzalaması durumunda AB’nin Türkiye’den ithal edeceği ürünler için menşe belgesi talep etmeye başlaması ve malların serbest dolaşımını fiilen geçersiz hale getirmesi söz konusu olabilecektir.[11]

Sonuç

Türkiye’nin AB ile Gümrük Birliği yerine serbest ticaret anlaşmasına geçmesi tartışmalarına olumsuz yaklaşanlar, genellikle böyle bir anlaşmanın Türkiye’nin 
AB’ye üyelik hedefi açısından son derece sakıncalı olduğunu düşünmeye devam etmektedirler. Bu düşünce Gümrük Birliği’nin, Ortaklık Anlaşması gibi hukuki ve 
köklü bir siyasi temele dayanması nedeniyle, bunun yerine yeni bir serbest ticaret anlaşması yapılmasının Türkiye’yi tam üyelik hedefinden uzaklaştıracak 
ve Ortaklık Anlaşması’ndan doğan kazanımlarını tehlikeye atacak olmasında endişelenmektedirler.  Türkiye’nin AB’ye tam üyeliği tartışmalarında sıfırın 
tüketildiği şartlar altında konuyu tekrar bu hususa bağlamak çok da rasyonel görünmemektedir. Gümrük Birliği’nin ortaya konulacak olumlu yanları olabilir, 
ancak karşı karşıya kalınan olumsuzluklar uygulamanın planlandığı gibi gitmediğinin açıkça görülmesini sağlamaktadır. Henüz AB’ce vize muafiyeti ve 
kişilerin serbest dolaşımının sağlanması dahi söz konusu olamamıştır. 

Bugün dünya ekonomilerinin “pazar stratejileri” arasında üzerinde durulması gereken de bu hususlardır.  

ABD ve AB gibi iki büyük pazarın üzerinde uzlaştığı bir serbest ticaret anlaşmasının, Türkiye’nin müzakerelerine katılmadığı ve dolayısıyla kararları 
etkileyemediği kurallarının yürütülmesine, Türkiye’nin de buna uymak zorunda kalmasına ve bu zorunluluğu yerine getirmeye çalışırken sorun yaşamasına yol 
açması muhtemeldir. Dolayısıyla Türkiye, anlaşmaya dönük olarak yürütülen müzakereleri izlemenin yanında, diplomatik zeminde AB’nin, üçüncü ülkeleri 
Türkiye’ye dönük serbest ticaret konusunda anlaşmaya yönlendirilmesine de çalışmalıdır. Rasyonel olan davranış da budur. Böylece taraflar arasında 
müzakerelerin paralel yürütülmesine zemin hazırlanabilecek ve anlaşma görüşmelerinin aynı anda yürürlüğe girmesi sağlanabilecektir. Bugün uygulamada olan, AB’nin, serbest ticaret anlaşmalarına “Türkiye Maddesi” adı altında bir madde ekleyip, diğer ülkelerin benzer bir anlaşmayı Türkiye ile de imzalamasının bağlayıcı olmayan şekilde tavsiye edilmesidir. Buradaki püf noktası hem AB hem de Türkiye ile üçüncü ülke arasındaki anlaşmanın aynı zamanda yürürlüğe girmesinin sağlanmasıdır.[12] Bunu sağlamak AB için çok da kolay değildir. AB’nin, üye ülkeler arasında dış politika koordinasyonundaki ve ortak politika geliştirmedeki yetersizliği de göz önünde bulundurulduğunda, bunun ticaret diplomasisini de olumsuz etkilediği çıkarımı rahatlıkla yapılabilir.

Bu noktaya kadar anlatılan tüm hususlar temelde üç soruna işaret etmektedir. İlki AB’nin üçüncü ülkelerle yaptığı serbest ticaret anlaşmalarının Türkiye’yi 
haksız rekabet içine sürüklemesidir. İkincisi Türkiye’nin Gümrük Birliği kapsamın da karar alma mekanizmasına dahil olamaması nedeniyle görüşlerini 
sunamamasıdır. Halbuki “ Avrupa Gümrük Alanı ” 27 tam üye ülke ile aday ülke Türkiye'den oluşmaktadır. Üçüncüsü de AB ile Türkiye arasındaki ortaklık 
ilişkisinin gereklerinin hala tam anlamıyla yerine getirilememesidir. İşe, üçüncü sünü yeniden tanımlayıp nitelikli hale getirmekle başlamak AB ve Türkiye 
açısından öncelik arz etmektedir. 

Uzman Hakkında;
Sezgin Mercan
Avrupa Birliği Araştırmaları Merkezi
mercan.sezgin@gmail.com

Uzmanın Diğer Yazıları;

Avrupa’da Siyasi, Ekonomik, Sosyal ve Askeri bütünleşme; Bütünleşme kuramları; 
AB ortak dış, güvenlik ve savunma politikası; 
AB Genişlemesi; AB’nin küresel ve bölgesel politikaları

  Mültecilerin ‘Refah’ Arayışları: Gelecek Avrupa’da mı? 
  Türkiye-Almanya İlişkileri Ne Anlatmak İstiyor? 
  Avrupa’nın ‘Propaganda Savaşları’nda Suriye Sınavı 
  Suriye’de Sınırlanan Avrupa Savunma İşbirliği 
  Avrupa’dan ‘Gezi Parkı’na Ulaşan Mesajları Doğru Anlamak 
  ‘Barış ve Ortak Kader Proje’liğinden ‘Hasta Adam’lığa AB 
  Yeniden Gümrük Birliği Meselesi 
  Türkiye-AB İlişkilerine İngiltere Modeli 
  AB’nin 2012’den 2013’e Uzanan Dış Politika Gündemi 
  Avrupa Bütünleşmesinin Sistem Sorunu Nedir? 
  Avrupa Birliği Suriye’de Ne Kaybediyor? 
  AB Sosyal Modelinde Hegemonya ve Vatandaş İlişkisi 
  Türkiye-AB İlişkilerinde Ne Olması Bekleniyor? 
  Türk Uçağının Düşürülmesi Avrupa’da Neyi Tetikleyecek? 
  AB-Rusya İlişkilerinde Üçüncü Devre 
  Fransa ABD’nin Sağ Kolu mu Oluyor? 
  Fransa'da Solun Hollande Alternatifi 
  Avrupa Birliği'nin Kafkasya'daki Varlığı 
  Avrupa Birliği'ni Düşündüren ' Bahar ' 
  Birleşik Krallık'ta İskoçya'nın Bağımsızlığı Sorunu 
  Suriye Meselesi Fransa için Yeni Fırsat Alanı mı? 
  AB'nin İnkar Yasası Karşısındaki Suskunluğu 
  Avrupa'da Aşırı Sağın Yükselişini Anlamak 
  Negatif Müzakere Sürecinden Pozitif Gündeme 
  Türkiye-Fransa-AB Ekseninde Ermeni Soykırımı İddialarını İnkar Yasası    Meselesi 


Copyright © 2015. 21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü. Tüm Hakları Saklıdır.

Sitemizde bulunan yazıların sorumlulukları yazarlarına aittir. Kurumumuz tarafından çıkarılan dergi, özel rapor ve kitapların içeriklerinde bulunan yazılarda aynı kapsam dahilinde yazarına aittir.

KAYNAKLAR;

[1]Oya Karakaş, “Türkiye ile ABD Arasında Olası Bir Serbest Ticaret Anlaşmasının, Dünya Ticaret Örgütü ve Avrupa Birliği Çerçevesindeki 
Yükümlülüklerimiz Açısından İncelenmesi”, 
http://www.mfa.gov.tr/turkiye-ile-abd-arasinda-olasi-bir-serbest-ticaret-anlasmasinin_-dunya-ticaret-orgutu-ve-avrupa-birligi-cercevesindeki-yukumluluklerimiz-acisindan-incelenmesi.tr.mfa.

[2]Kamil Yılmaz, “The EU-Turkey Customs Union Fifteen Years Later: Better, Yet not the Best Alternative”, Vol.16, No.2, 2011, ss.238, 239; Cevat Karataş, İdil 
Uz, “Turkey’s Accession to the European Union and the Macroeconomic Dynamics of the Turkish Economy”, Turkish Studies, Vol.10, No.4, 2009, s.540.

[3]“AB’nin Adım Atması Şart”, Hürriyet, 20.03.2013, s.9; http://www.ekonomi.gov.tr/avrupabirligi/index.cfm.

[4]Yılmaz, a.g.m., s.242.

[5]A.g.m., s.247.

[6]Detaylı bilgi için bkz. Karataş, Uz, a.g.m., s.548; J. Merceiner, E. Yeldan, “On Turkey’s Trade Policy: Is a Customs Union with Europe Enough?” European 
Economic Review, Vol. 41, 1997, ss. 871–80;  S. Bekmez, “Sectoral Impacts of Turkish Accession to the European Union,” Eastern Economic Journal, Vol. 40, No. 
2,  2002, ss. 57–84.

[7]Mustafa Hatipler, “Türkiye-AB Gümrük Birliği Antlaşması ve Antlaşmanın Türkiye Ekonomisine Etkileri”, Trakya Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, Cilt 13, Sayı 1, 2011, s.26-28.

[8]Michael Wesley, “The Strategic Effects of Preferential Trade Agreements”, Australian Journal of International Affairs, Vol.62, No.2, 2008, s.218; Lloyd 
Gruber, “Power politics and the free trade bandwagon”, Comparative Political Studies, Vol.34, No.7, 2001.

[9]Ziya Öniş, Mustafa Kutlay, “Ekonomik Bütünleşme/Siyasal Parçalanmışlık Paradoksu: Avro Krizi ve Avrupa Birliği’nin Geleceği”, Uluslararası İlişkiler, 
Cilt 9, Sayı 33, 2012,s.16.

[10]“Çağlayan: Böyle giderse Gümrük Birliği’ni masaya yatıracağız”, Euractiv, 25.03.2013, 
http://www.euractiv.com.tr/yazici-sayfasi/article/caglayan-boyle-giderse-gumruk-birligini-masaya-yatiracagiz-027440;,
“Çağlayan’dan AB-ABD Serbest Ticaret Anlaşması tepkisi”, Euractiv, 15.03.2013, 
http://www.euractiv.com.tr/yazici-sayfasi/article/caglayandan-ab-abd-serbest-ticaret-anlasmasi-tepkisi-027372.

[11]Karakaş, a.g.e.

[12]“AB'nin üçüncü ülkelerle serbest ticaret anlaşmaları ve Türkiye”, Euractiv, 24.12.2012, 
http://www.euractiv.com.tr/ticaret-ve-sanayi/link-dossier/abnin-ucuncu-ulkelerle-serbest-ticaret-anlasmalari-ve-turkiye-000184. 



 ***

YEREL SEÇİMLERİN YERELLİĞİ


YEREL SEÇİMLERİN YERELLİĞİ,





YEREL SEÇİMLERİN “ YERELLİĞİ ” *
Dr. Örsan Ö. Akbulut*



Liberal siyaset kuramı, yerel yönetimlerin demokrasinin okulu olduğunu öne sürmektedir. Bu sav, aynı zamanda, yerel siyasetin kendine özgü yapısı olduğu ve bu kapsamda ulusal siyasetten ayrı bir nitelik taşıdığı sonucunu da doğurmaktadır.  Bu yazı, yerel seçimlerin izini sürerekten söz konusu savın, Türkiye açısından geçerliliğini sorgulama amacını taşımaktadır. Dolayısıyla, yerel siyasetin kendine özgü doğası önermesinin, özellikle batılı ve diğer toplumlar açısından geçerliliği çalışmanın kapsamı dışında kalmaktadır. 
Yerel siyasetin özerkliği önermesinin geçerliliğini, 1963 yılından günümüze kadar yapılan tüm ulusal ve yerel seçimleri, kendi saptadığımız beş etmen çerçevesinde değerlendirerek sorgulamayı deneyeceğiz. Bu etmenler; 1. ulusal seçime yakınlık, 2. iktidar partisinin/partilerinin konumu, 3. seçimlere katılma oranı, 4. yerel seçim türlerinde oy farklılaşması ve 5. bağımsızların durumu.  Bu etmenlerin beşi de, birbiriyle ilişkili ve birbiri üzerinde seçimlerin yapıldığı dönemin özelliklerine göre, baskın olma niteliğine sahiptirler. Bu etmenler yardımıyla, Türkiye’de yerel seçimlerin temel karakteristiklerinin göreli de olsa ortaya konulabileceğini düşünmekteyiz.

Ulusal Seçime Yakınlık

Türkiye’de yerel seçimlerin ulusal seçime yakınlığı genel olarak iki temel sonuç doğurmaktadır: ilki, ulusal seçimden belli bir süre sonra yapılan  yerel seçimler, iktidar partisi açısından bir güven oylaması niteliğini kazanmakta, ikincisi, yerel seçimlerden sonra yakın dönemde bir ulusal seçim yapıldığında, yerel seçimler bir tür kamuoyu yoklaması olarak değerlendirilmektedir. Dolayısıyla, bu etmen çerçevesinde, yerel seçimler hem yürütülen seçim propagandası hem de  seçimlere yüklenen anlam kapsamında ulusal siyaset ekseninde  bir siyasi faaliyet görünümüne bürünmektedir.  
Ulusal seçimden sonra yapılan yerel seçimlere güven oylaması niteliğini, hem döneme özgü siyasi koşullarla sınırlı olarak iktidar partisi/partileri hem de genel olarak, yürüttükleri seçim propagandası ile muhalefet partileri vermektedir. İktidar partisi/partileri, ulusal seçimlerden güçlü çıkmışlarsa yakın zamanda yapılacak olan yerel seçimlere iktidarlarını güçlendirecek bir anlam yüklemişlerdir. AP, 1968 yerel seçimlerine; ANAP, 1984 yerel seçimlerine ve AKP, 2004 yerel seçimlerine bu tür bir anlam yüklemiştir. Eğer, siyasal ortam iktidar partisinin aleyhine ise, bu durumda, seçim propagandası ve seçimlere yüklenen anlam, ulusal siyaset ile yerel siyasetin birbirinden ayrı olduğu savına oturtulmaktadır. Bunu karşılık, muhalefet partileri, hem genel olarak hem de dönemin siyasi özelliklerine koşut bir şekilde,  ilgili dönemde bir hükümet sorunu varsa yerel seçimleri ve yerel seçim sonuçlarını bu sorunu çözmeye ya da iktidarda bulunan partiyi zayıflatmaya yönelik olarak kullanmışlardır.

Hükümet sorunu, ulusal seçimlerde tek başına iktidar olabilecek bir siyasal partinin ortaya çıkamaması ile doğrudan bağlantılı olmakla beraber, siyasal partilerin koalisyon kurmada yaşadıkları sorunlarla da ilişkili olmuştur. Bu bağlamda, yerel seçimler sonucunda ulusal seçime göre oylarını arttıran siyasal partiler, koalisyon oluşturmada daha etkin olma olanağı elde etmişlerdir. 1973 yerel seçimleriyle oylarını arttıran CHP’nin durumu buna örnektir. 1963, 1973, 1977  yerel seçimleri de hükümet sorununun çözümünde önemli bir rol oynamışlardır. 1989 yerel seçimleri ise, iktidarda bulunan ANAP için tam bir güven oylaması olmuştur. Daha önce belirtildiği gibi,  1968, 1984 ve 2004 yerel seçimleri  bu tür bir özellik taşısa da, 1989 yerel seçimleri, seçimler sonucunda erken ulusal seçime gidilmesinden dolayı bahsedilen özelliği daha fazla taşımıştır, denilebilir. 

Ulusal seçimlerden bir yıl önce yapılan 1968 ve 1994 yerel seçimleri birer kamuoyu yoklaması niteliğini kazanmışlardır. 1990 sonrasında yapılan yerel seçimler de, 1970’li yıllardaki kadar belirgin olmasa da, genel olarak, ulusal siyaset eksenli bir niteliğe bürünmüşlerdir. 1989 ve 1994  yerel seçimleri, 1991 ve 1995 ulusal seçimlerinde oy arttıracak ve hükümeti kuracak partilerin habercisi olmuşlardır.         

Görüldüğü gibi, yerel seçimler, ulusal siyaset ekseninde yürütülmüşlerdir. Yerel siyasetin özerkliği ancak iktidar partilerinin pragmatik amaçlarla başvurdukları bir propaganda unsuru olarak geçerlilik kazanabilmiştir.      


Çizelge 1 Ulusal ve Yerel Seçimlerin Tarihleri,

İktidar Partisinin/Partilerinin Konumu


Bu etmen ilk etmenle iç içedir. Dolayısıyla, ilk iki etmen, birbirlerini tamamlamaktadır. Burada, ilkinden farklı olarak araştırılacak olan, iktidarda bulunan partinin bu konumunu yerel seçimlerde oy artışına çevirip çeviremediğini saptamak ve bunun ulusal siyasete yansımalarını ortaya koymaktır. Bu saptamayı, siyasal partilerin ulusal seçimlerde aldıkları oyları, yerel seçimlerde özellikle il genel meclisi seçiminde (igms) aldıkları oylarla karşılaştırarak yapmaya çalışacağız. Bu saptamayı, genel olarak, 1990’lı yıllara kadar, belediye başkanlığı ve belediye meclisi üyeliği seçim sonuçları ile karşılaştırarak da temellendirebiliriz. Çünkü, 1990’lara gelinceye kadar, yerel seçim türlerinde büyük ölçüde oy farklılaşması görülmemiştir. Bu konu ayrıntılı olarak, 4. etmen incelenirken ele alınacaktır.     Bu kapsamda bir genel saptama yapıldığında şu söylenebilir: 1963’den bu yana yapılan tüm yerel seçimlerde, iktidarda bulunan parti ya da partiler oy kaybetmişlerdir. Bunun en önemli istisnası, son seçimlerde oylarını göreli olarak arttıran AKP ve 1999 seçimleri sonrasında yine göreli olarak DSP’dir.

1963 yerel seçimleri sonunda, iktidar partilerinden olan CHP oylarını arttıramamış, iktidar ortağı olan partiler YTP ve CKMP ise, oy yitirmişlerdir. 1968 yerel seçimlerinde, tek başına iktidarda bulunan AP, 1965 ulusal seçimine göre, yaklaşık % 3 oranında oy yitirmiştir.  1973 ulusal seçiminde, CHP iktidarda olmamasına rağmen, 1968 yerel ve 1969 ulusal seçimlerine göre oyunu önemli ölçüde arttırmıştır. 1977 yerel seçimlerinde,  iktidarda bulunan 1. MC hükümetini oluşturan partilerden, AP, kısmi bir yükseliş elde etmiştir. AP, 1977 ulusal seçiminde % 36.89, yerel seçiminde ise, % 37.10 oy oranı elde etmiştir. AP’nin almış olduğu bu oy oranı, 1973 ulusal ve yerel seçimlerinde aldığı oy oranının da üzerindedir. Ancak, AP’deki bu oy artışı, CHP’nin 1973 seçimlerinden bu yana elde ettiği oy artışının gerisinde kaldığından, iktidar olmanın doğrudan bir sonucu olarak değerlendirilmeyi zorlaştırmaktadır. Nitekim CHP, 1973 seçimlerinde ortalama % 35’lik oy oranını, 1977’de % 41.73’e çıkarabilmiştir.    

1984 yerel seçimlerinde de, iktidarda bulunan ANAP oy kaybetmiştir. ANAP’ın, 1983 ulusal seçimindeki oy oranı % 45.14 iken, 1984 yerel seçiminde % 41.52’ye gerilemiştir. Yine, 1989 yerel seçimlerinde iktidar partisi olan ANAP, oy yitirmesini sürdürmüştür. ANAP’ın 1987 ulusal seçiminde oy oranı % 36.31 iken, 1989 yerel seçiminde % 21.80 olmuştur. 1994 yerel seçimlerinde, iktidarda bulunan DYP-SHP koalisyon hükümetinin partileri de oy yitirmişlerdir. DYP, 1991 ulusal seçiminde elde ettiği  % 27.03’lük oy oranını, 1994 yerel seçiminde % 21.41’e,  SHP, 1991 ulusal seçimindeki  % 20.75’lik oy oranını, 1994 yerel seçiminde % 13.53’e düşürmüştür.

 1999 ulusal ve yerel seçimlerine DSP Azınlık hükümeti ile gidilmiştir. DSP, daha önce, ANAP ile bir koalisyon hükümetinde yer almıştı.  DSP, 1995 ulusal seçiminde % 14.64’lük oy oranını 1999 ulusal seçiminde % 22.19’a yükseltmiştir. Ancak, aynı yıl ve günde yapılan yerel seçimde aynı oy oranını elde edememiştir ( % 18.70).  

2004 yerel seçimlerinde ise, iktidarda bulunan AKP, 2002 ulusal seçimindeki % 34.28’lik oy oranını önemli ölçüde arttırarak, % 41. 9’lık bir oy oranına ulaşmıştır.




Çizelge 2 Yerel Seçimlerde İktidar Partisinin Konumu


3.Seçimlere Katılma Oranı

Türkiye’de ulusal seçimlerle karşılaştırıldığında, yerel seçimlere katılma oranının düşük olduğu görülmektedir. Yerel seçimlere katılma oranının düşüklüğünde, yerel seçimlerin ulusal seçimlere yakınlığı da göreli olarak önemli olmaktadır. Nitekim, 1973 ve 1977 yerel seçimleri, ulusal seçimlerden birkaç ay sonra yapıldığından, yerel seçimlere katılma bakımından en düşük oranlı seçimler olarak öne çıkmaktadırlar.  En yüksek katılım oranlı yerel seçim ise, 1994 yerel seçimleri olmuştur.    

Katılım oranı düşük olmasına rağmen, daha önce de belirtildiği gibi, özellikle 1963, 1973, 1977 ve 1989 yerel seçimleri ulusal siyaset üzerinde etkili olabilmiştir. Bu iki açıdan önem taşımaktadır: ilk olarak, yerel seçimlere katılım oranının düşüklüğü başlangıçta belirttiğimiz yerel yönetimlerin demokrasinin okulu olduğu yönündeki liberal savı yanlışlamaktadır. Çünkü, söz konusu katılım oranlarıyla, yerel demokrasinin yeşermesi zor görünmektedir. Katılım oranı en yüksek yerel seçimler olan 1994 yerel seçimleri de, bir erken seçime yol açmasından dolayı, yine ulusal siyaset eksenine oturmuş bir yerel seçim görünümünden kurtulamamaktadır.


Çizelge 3 Yerel Seçimlere Katılım Oranı


4. Yerel Seçim Türlerinde Oy Farklılaşması

1989 yerel seçimlerine gelinceye kadar, yapılan tüm yerel seçimlerde, yerel seçim türlerinin hepsinde yani belediye başkanlığı, belediye meclisi üyeliği, il genel meclisi üyeliği ve 1980 sonrasında da büyükşehir belediye başkanlığı seçimlerinde, siyasal partiler  benzer oy almışlardır. Yani bir siyasal parti örnek olarak, CHP, belediye meclisi üyeliği, belediye başkanlığı ve il genel meclisi üyeliği seçimlerinde sırasıyla, % 30, %32 ve %32 oy oranı elde etmiştir. Bunun anlamı, seçmen, yerel seçimlerde oy verirken, siyasal parti tercihini, genel olarak, ön planda tutmaktadır. 1989 yılına gelinceye değin, üç (ve dört) seçim türünün kendi arasındaki oy farklılaşması, %3 veya  % 4 oranında olmuştur. Söz konusu bu farklılık, döneme özgü koşullardan ve kimi partilerin özelliklerinden kaynaklanmaktadır. Bu konu, 5. etmenle ilgili olduğundan ayrıntılı incelemeyi sonraki başlığa bırakıyoruz. 

1989 yerel seçimlerinden sonra ise, genel olarak, belediye meclisi-belediye başkanlığı ile il genel meclisi üyeliği seçimlerinde oy farklılaşması görülmüştür. Örnek olarak, DSP, belediye meclisi üyeliği ve belediye başkanlığı seçimlerinde % 17 ve % 16’lık bir oy oranı elde etmişken, il genel meclisi üyeliği seçimlerinde % 20’lik bir oy oranı elde etmiştir.  

1960’lardan 1980’lere kadar, Türkiye’deki  siyasal yaşamda fiili iki partili sistemin olduğu kabul edilmektedir. Bu kabul, seçim sonuçlarına bakılarak sınanabilir. 1980’li yıllara kadar, CHP ve AP’nin oy toplamının 1973 seçimleri istisna olmak üzere, % 70’in üzerinde olması bu kapsamdadır. Bu temel özellik, yerel seçimlere de yansımış ve 1963-1977 yıllarında yapılan tüm yerel seçimlerde bu iki parti oy ağırlığına sahip olabilmiştir. 1963-1977 yerel seçim sonuçları incelendiğinde, AP ve CHP tüm yerel seçim türlerinde birbirine yakın-benzer oy almışlardır. 

Güdümlü bir taban birleştirilmesi örneği olan bir siyasi parti olarak ANAP’ın katıldığı 1984 yerel seçimleri bir yana bırakıldığında, 1989 seçimlerinde yukarıda bahsedilen genel özellik aşınmaya başlamıştır. Yerel seçimlere katılan siyasal partiler, belediye başkanlığı ve belediye meclisi üyeliği seçimlerinde benzer oy alırlarken, il genel meclisi üyeliği seçimlerinde, belediye seçimlerinde aldıkları oy oranın altında ya da üstünde oy oranına sahip olmuşlardır. Bu özelliğin ortaya çıkmasındaki en önemli nedenlerden biri, 1980’lerin sonunda siyasal yaşamın, siyasal partilerin sayılarının artmasıyla beraber parçalı bir görünüme bürünmesidir. Böylelikle, 1980 öncesi dönemde, kişilerin yerel seçimlerde özellikle de belediye seçimlerinde bağımsızlar veya kimi bölge ve/veya eşraf partileri aracılığıyla “yerel siyasete” dahil olma mekanizması, 1990’lı yıllarda parçalı siyasal yapı görünümünde bir somutluk kazanmıştır. 

1980’den sonra yapılan yerel seçimlerde, siyasal partilerin belediye başkanlığı ve belediye meclisi üyeliği seçimlerinde oy benzerliği karakteristiktir. 1980’den önce yapılan yerel seçimlerde, örneğin 1963 yerel seçimlerinde AP, belediye başkanlığı seçiminde % 45.97, belediye meclisi üyeliği seçiminde, % 49.93, il genel meclisi üyeliği seçimlerinde ise, % 45.48’lik bir oy oranı elde etmiştir. CHP’de, sırasıyla, % 35.69, % 38.20 ve % 36.22 oy oranlarına ulaşmıştır. Genel olarak, her üç seçim türünde de, oy oranları birbirine yakın gözükmektedir. 1980 sonrasındaki gibi, belediye başkanlığı- belediye meclisi üyeliği seçimlerinde, il genel meclisi üyeliği seçimlerine göre bir türdeşlikten kaynaklanan farklılaşma yoktur. Oysa ki, 1989 yerel seçimlerinden başlayarak, örnek olarak, ANAP, belediye başkanlığı seçiminde % 23.74, belediye meclisi üyeliği seçiminde % 23.51 oy oranı sağlamışken, il genel meclisi üyeliği seçiminde % 21.80’lik bir oy oranı elde etmiştir. SHP sırasıyla, % 32.76, % 33.16 ve % 28.69; DYP yine sırasıyla, % 23.48, % 23.70 ve % 25.13’lik bir oy oranı sağlamıştır. Benzer durum, 1994 yerel seçimlerinde de görülmüş ve ANAP, yine yukarıdaki sırayla, % 22.87, % 22.97 ve % 21.09; DYP, % 18.85, % 18.90 ve % 21.41; RP, % 19.20, % 19.07 ve % 21.4’lik oy oranı elde etmişlerdir. Bu sonuçlardan da görüleceği gibi, seçmen siyasal parti tercihini özellikle il genel meclisi üyeliği seçiminde daha belirgin olarak ortaya koyabilmektedir.            


Çizelge 4 Yerel Seçim Türlerinde Oy Farklılaşması


5. Bağımsızların Durumu

Liberal siyaset kuramının savı olan, yerel siyasetin kendine özgü doğasının en önemli özelliği, yerel seçimlerde kişilerin ön planda olduğudur. Bu sav, yukarıdaki dört etmene göre, daha çok yerel seçimlerde bağımsızların oy oranı incelenerek sorgulanabilir. Ancak hemen belirtmek gerekir ki, bu sadece, söz konusu savın gerekirlikleri doğrultusunda sonuç doğurucu nitelikte bir değişken olma özelliği taşımaktadır. 

Türkiye’de yapılan yerel seçimlere bakıldığında, 1970’lerin sonuna kadar, bağımsızlar, yerel seçimlerde adeta üçüncü parti olmuşlardır. Bunun çeşitli nedenleri vardır. Bunlardan ilki, 1968 yerel seçimlerinde özellikle AP’de merkez yoklaması sonucu, genel merkez ile bağlarını koparan il örgütlerinin belediye başkan adaylarını bağımsız olarak aday göstermeleri ve bu tip sorun yaşayan tüm illerde başkanlık seçimlerini bu adayların kazanmasıdır. İkincisi ise, çoğunlukla belde ve ilçe belediyelerinde, yörenin tanınmış kişilerinin bağımsız olarak aday olmaları sonucunda seçimi kazanmalarıdır. Üstü örtülü bir “kişi” yönelimli yerel seçim uygulaması da, bölge veya eşraf partisi niteliğindeki kimi partilerin (örnek, YTP, CGP…), yine yörenin ileri gelenlerini aday göstererek seçimi kazanmalarıdır. 1990 sonrasında yapılan yerel seçimlerde de, benzeri bir durum söz konusu olmuştur, denilebilir. 



Çizelge 5 Bağımsızlar Etmeni  Yerel Seçimler


Bitirirken…

Yerel seçimler, bu kısa yazının sınırlarını aşacak ayrıntıya sahip siyasal olaylardır. Ancak, bu yazıda, yerel seçimlere, saptadığımız beş ayrı etmenle, liberal bir sav olan yerel siyasetin özerkliği ve yerel demokrasi olguları açısından bakmaya çalıştık. Bunu yaparken, yerel (il, ilçe ve belde) düzeyinde yerel seçim sonuçlarından değil, yerel seçimlerin genel sonuçlarından hareket ettik. 

Bu kapsamda, Türkiye’deki siyasal yaşamın özellikleri çerçevesinde, yerel seçimlerin ulusal siyaset ekseninde yürütülmesi ve sonuçlarının genel olarak ulusal siyaseti etkileyici bir özelliğe sahip olmasından dolayı, yerel siyasetin özerk bir doğaya sahip olmadığını ileri sürmek olanaklıdır. Bu görüş, aynı zamanda, yerel yönetimlerin liberal sav kapsamında demokrasi okulu olduğu önermesini de kendiliğinden çürütmektedir.

Sorun, gözü kapalı bir şekilde belli savları  ve bunlara içkin kavramları ve modelleri sorgulamaksızın aktarmak ve bu koşullanma temelinde bilimsel üretimde (daha doğrusu tüketimde) bulunmaktır.

Kaynakça


Akbulut, Örsan Ö., Türkiye’de Yerel Seçim Hukuku ve Gelişimi, TODAİE-YYAEM 
                                (yayınlanmamış çalışma), Ankara 2000.

Akbulut, Örsan Ö., “Ulusal Siyaset-Yerel Siyaset İlişkisi Bağlamında 1963 Yerel Seçimleri”,            
                                Çağdaş Yerel Yönetimler Dergisi, C. 10, S. 4, Ekim 2001.

Akbulut, Örsan Ö., “Yerel Seçim Tarihinde 1960'lı Yıllar: 1968 Yerel Seçimleri”, 7. Ulusal                
                                Sosyal Bilimler Kongresi’ne Sunulan Bildiri, Türk Sosyal Bilimler 
                                 Derneği, Ankara 2001. 

Akbulut, Örsan Ö., “Türkiye'de Uygulanan Yerel Seçim Sistemlerinin Evrimi”, 
                                  Yerel Yönetimler Sempozyumu Bildirileri, TODAİE - YYAEM 
                                   Yayını, Ankara 2002. 
  
 Akbulut, Örsan Ö., “Yerel Seçim Sistemi Değişmeli”, Cumhuriyet, 19 Kasım 2003. 

Çitçi, Oya,               Yerel Yönetimlerde Temsil, Ankara 1989, TODAİE Yayını.

Çitçi, Oya (ed.), Örsan Ö. Akbulut, Sonay Bayramoğlu, Mustafa Şener, Hüseyin Yayman, 
                                 Yerel Seçimler Panoraması, TODAİE -YYAEM Yayını,  
                                  Ankara 2001. 

www.trt.net.tr
www.belge.net
www.tbmm.gov.tr

   
***

YEREL SEÇİMLER ULUSAL DÜŞMANLAR BÖLÜM 4



 YEREL SEÇİMLER ULUSAL DÜŞMANLAR
 BÖLÜM 4


4. Müphem Kimliği Üzerinden Düşmanın Güçlü ve 
Yaygın Olduğu İddiası 

AKP.nin seçim kampanyasının önemli bir ayağını, devlet ve milletin büyük ve şeytani bir komplo tarafından kuşatıldığı algısı oluşturmaktadır. 

Machiavelli, Hobbes ve Hegel çizgisinde ilerleyen siyaset felsefesi takip 
edildiğinde, korku üzerine inşa edilen devletin, bireylerin korkular karşısında 
sığınabileceği tek liman olduğu malumdur. O nedenle devleti hedef aldığı 
söylenen kolektif korku ne kadar güçlü ve kapsamlı olursa, devlete ve egemen 
güçlere karşı o nispette bir bağlılık; korkunun kaynağına yerleştirilen 
öteki/düşman olana ise o nispette sert tepki ve cezalar gündeme gelecektir 
(Çetin, 2012: 10). Ötekilikleri/düşmanlıkları korkunun nesnesi olarak 
kurgulayan iktidar, kendisine de korkunun panzehiri olan güveni layık görür. 
Fakat egemenin korkuyu dışarıya, güveni ise içeriye mal edebilmesi için, bir 
yandan genelleme stratejisi bağlamında düşmanı müphem bir halde bırakması, 
diğer yandan ise onu yaygınlık ve güç ile ilişkilendirmesi gerekir. Düşman 
belirsizleştirilmelidir ki, onun hem “herkes” ve fakat “hiç kimse” (Yıldırmaz, 
2014: 56) olduğu zannı üretilebilsin. Bu nedenle rakibi düşmanlaştırma ve 
düşman kıldığını da şeytanlaştırma sürecinde komplo algısı, söylemsel olarak 
“aşırı bir genelleştirmeye ve abartılı bir retorik çerçeveye” (Türk, 2014: 257) 
davet çıkarır. Genelleme stratejisi sayesinde düşman genel bir başlık altında ele 
alınır, ancak kim olduğu net olarak ayırt edilemez. Örneğin faiz lobisi, dış 
mihraklar, hainler ya da, onların maşalarının kim(ler) olduğu kesin olarak 
bilinmez: 

“Mesele, Türkiye.de faiz lobisinin çarkına çomağı soktuk ya, o. Rahatsız 
oldular…” (Yozgat); “eskiden olduğu gibi Türkiye.yi holdingler yönetsin, bir 
kısım medya yönetsin, faiz lobisi, vaiz lobisi, kan lobisi, rant lobisi yönetsin 
diye mücadele ediyorlar” (Mersin); “Maşası oldukları uluslararası odakların 
kazanabilmesi için kendi ülkesine çok ağır şekilde ihanet ediyorlar” (Samsun); 
“Devlete sinsice sızmaya çalışan, devlet içinde devlet olmaya çalışan, birtakım 
uluslararası çevrelerin maşası olan ihanet içindeki bir örgüt” (Yozgat); “30 
Mart.ta sandığa giderek bu statüko partilerine, bu paralel örgütlere, Türkiye 
düşmanlarının maşası haline gelmiş bu kuklalara cevabı siz vereceksiniz” 
(Kütahya). 

Düşmanın müphemliği, yaratacağı korkunun gücüyle ilgilidir. Müphemlik üzerinden mistifiye edilişi, düşmana, normalin üzerinde bir güç atfedeceğinden hem korku hem de kitlenin müteyakkız olma hali güçlenecek; düşmanın bütün sırlarını bilen iktidara da ayrı bir güç katacaktır. Bu çerçevede Erdoğan, korku ile korkunun kaynağındaki düşmanı istenilen zaman, mekân ve şartlara göre yeniden uyarlayıp dönüştürebilmektedir. Dolayısıyla müphemlik, bir tür bilinmezlik ve tekinsizlik çerçevesinde iktidarın varlığını zorunlu kılan kaos gösterenine dönüştürülmüştür. Erdoğan, o bilinmezlik ve tekinsizliğin 
gerisinde yatan gizin nasıl yönlendirileceğini bilen ve düşmanın tüm sırlarını 
organize eden lider olarak, güvenilebilecek tek isimdir. Zira müphem haldeki 
düşman ve onun ürettiği korku, bizi bu beladan arındıracak kurtarıcı 
gereksinimini daha fazla hissettirir (Özman-Yakın, 2014: 111). 

Korku aracılığıyla “her şeyi müphem ve sır içine hapsetmesi ve bir sembolün veya bir korkunun her anlama gelecek şekilde göstergesel genişliğe maruz bırakılması” (Çetin, 2012: 33) sayesinde iktidar, toplumu o nispette kontrol etme olanağına kavuşmuştur. Örneğin Erdoğan, bunlar/onlar zamirlerinin içeriğini istediği gibi doldurabilmektedir. İç ve dış düşman11 retoriği de bu çerçevede şekilden şekle dönüşür.

11Korkunun kaynağının dışarıdalığı anti-komünist söylemin önemli bir stratejisidir. Nesnesi dışarıda bulunduğunda korku, “toplumsal çatışmaların üzerini örtmeye yarayan birlik duygusunu” (Kerestecioğlu, 2014: 41) güçlendirici bir rol oynar. Fakat dışardan kaynaklı tehlikenin içerde uzantıları olmalıdır. Cemaat korkunun kaynağını toplum dışına havale etmenin önemli bir manivelasıdır. Örneğin Erdoğan.ın Gülen.e yönelttiği “niçin inzivaya 
Türkiye.de çekilmiyorsun?” sorusu ya da internet ortamında dolaşıma sokulan ses kayıtlarına binaen “gizli bilgilerin yasadışı yollarla dinleyip yabancılara satıldığı” argümanı, asıl düşmanın dışarıda olduğu anlayışına aracılık etmekte, Pensilvanya ifadesi ise moskof metaforu gibi bu dışarılığı sembolize etmektedir. 



   Bu nedenle biz her ne kadar düşmanlarımızı dışarıda bilsek de, aslında 
onlar her yerdedir; yıllarca güvendiğimiz, en özel anlarımızı paylaştığımız 
yapılardan, kendi içimizden zuhur ederek karşımıza çıkabilmektedir. Çünkü 
onlar sürekli bir maske ile dolaşmaktadırlar. „ Maskelerini düşürme.12 retoriği 
de bu bağlamda sağlam bir temel üzerine oturtulur. 

12“Türkiye.ye yönelik saldırılar nedeniyle…Pensilvanya.daki zatın maskesini düşürmeye başladık” (Bitlis); “Bu Pensilvanya.nın alim maskesi altında ne işler çevirdiğini sizlere tek tek anlatacağım” (Kastamonu). 

13“Okullar için yer istedi verdik, uluslararası camiada davet ettiler…bunları biz refere ettik. Olimpiyat dediler her türlü desteği verdik. Ne nankörlük bu ya. Ne istediniz de alamadınız?” (Trabzon); “Bana diyor ki, sen Türkçe Olimpiyatlarında hep methüsena yaptın; doğru, yaptım. Ama sizin ben art niyetinizi, şurada, hafızanızın arka tarafında bu tür bir beklentinin, düşüncenin, lotların olduğunu bilmiyordum ki…” (Uşak). Aradan aylar geçmesine rağmen, ismi 21.08.2014.te genel başkan ve başbakan adayı olarak açıklandığında Davutoğlu da, yaptığı ilk konuşmada paralel yapı ile mücadelenin kesintisiz süreceği vaadinde bulunmuştur. 

Maskenin beraberinde getirdiği gizlilik hali, içeri ile dışarıyı konjonktüre 
göre son derece esnek ve müphem biçimde ilişkilendirir. Üstelik müphemlik, 
duyguları daha kolay tahrik etme gücüne de sahiptir. AKP.nin en zorlu ve 
yaygın düşmanı (paralel yapıyı) kendi içinden bulup ortaya çıkarması 
(maskesini düşürmesi) tesadüf ya da şaşılacak bir durum değildir. Çünkü 
“farklılık oyunu toplumsal yaşamın genel bir çizgisini oluşturur…bağlılık 
göstermeyen her üye sapkın olarak, hususiyeti ise bir sapma olarak 
tanımlanabilir” (Goffman, 2014: 197). Cadı avının Avrupa.da kol gezdiği 
zamanlarda bu ava en büyük güç ve ivmeyi komplo teorilerinin kazandırması 
ve cadı avcılarının “yabancı bir nefret figürü yerine içlerindeki şeytan 
kılığındaki düşmanı” arayıp, o cadıları ortadan kaldırdıklarında dünyanın tüm 
kötülüklerden kurtulacağına dair zihniyet üretmeleri gibi (Campbell, 2013: 82); 
AKP.nin de Cemaat.i ve eski Türkiye.yi düşmanlaştırması benzer bir mantık 
üzerine inşa olunmuştur. Bu tercih, “dost gözüken düşmanlar…düğmeye 
bastılar” (Türk, 2014: 279) türü bir retoriği de dolaşıma sokar. Örneğin 
Erdoğan, kendilerinin de Cemaat tarafından aldatıldığını ve iyi niyetlerinin 
kurbanı olduklarını mitinglerde defalarca tekrarlamıştır13. Düşmanın tehditkâr 
varlığı, AKP iktidarını ve gücünü azamileştirmenin temel saiki olarak 
kurgulandığından, onun bir anda ortadan kaldırılması da düşünülemez. 
Tehditkâr düşman var olduğu sürece, hem onu “ortadan kaldırma vaatleri” hem 
de düşman yok edildiğinde düzenin yeniden kurulacağı, birlik ve beraberlik 
havasının yeniden yakalanacağı hayali meşru kılınabilmektedir. Bu anlamda 
düşmanlaştırma stratejisinin, AKP.nin parti kimliği ve seçim başarısı adına son 
derece hayati bir rol oynadığı söylenebilir. Zira grup içinde birlik 
oluşturabilmenin en elzem yollarından biri, o birliği bozma ihtimali üzerinden 
düşmanın maskesini düşürmekten geçmektedir. Lideri Pensilvanya.da ikamet 
eden Cemaat, bu anlamda içerdeki „milli birliği. ve „davaya adanmış 
örgütü/iktidarı. bozma tehdidi içeren bir yapılanmadır. 

Çepeçevre bir kuşatma altında olunduğu izlenimi vermek için, Cemaat.in 
emniyet ve yargı başta olmak üzere bürokrasiyi „ele geçirmiş’ ya da bu 
kurumlara „sızmış’ olduğu mitinglerde sıklıkla iddia edilmiştir. Böylece 
Cemaat, seçmen nezdinde asabiyeyi onarmak ve onu daha güçlü biçimde 
üretebilmek adına stratejik bir günah keçisine dönüştürülmüştür. Kaldı ki 
asabiyye kavramının esası ötekinin her daim var olacağı üzerine inşa 
edildiğinden, asabiyye “ötekine karşı oluşla, bunun önceliği ve belirleyiciliği” 
(Laçiner, 2014a: 6) ile anlamlandırıldığından; Cemaat, hem ortak düşman 
ihtiyacını gidermeye hem de asabiyeyi güçlendirmeye aracılık etmektedir. „Tek 
ceket’ polemiği bu türlü bir asabiyye üretmek ve Cemaat.i öteki olarak 
damgalamak adına tipik örneklerden biridir. Tek ceketten başka bir şeye sahip 
olmadığını iddia eden Gülen.e karşı, „ nasıl bir ceket ki bu içine ananaslar, 
holdingler, CHP, MHP, BDP, sermaye, komplolar, vb. sığabiliyor.14 iddiası, 
düşmanın hücresel biçimde örgütlendiği, son derece güçlü ve yaygın bir ağa 
sahip olduğu ve büyük bir komploya hazırlandığı izlenimi vermektedir. 
Kötülüğün güçlerinin daima gizli planlar içerisinde olduğu düşüncesi, tarihin 
her evresinde en popüler iddia olmuş ve onu günah keçisi kılmanın da düşünsel 
membaını oluşturmuştur (Campbell, 2013: 139). Ötekini komplocu bir 
kavrayışla düşmanlığa hapsetme ve karşımızdakilerin basitçe rakip değil fakat 
tehlikeli düşmanlar olduğu gerçeğini anlamsal olarak kapatma, düşmanın 
tehditkâr gücünü somutlama çabasıdır. Bu sayede Cemaat, ihanet çetesi, 
devlete karşı paralel bir yapılanma ya da terör örgütü olarak betimlenebilmiş tir. Cemaat.e karşı geliştirilen böylesi bir dil ve söylem, 90.lı yılların siyaset dilinin ve özellikle PKK ile mücadele retoriğinin (Türk, 2014: 282) yeniden üretilmesine de vesile olmaktadır. Komplocu bir mantık ile düşmanın son derece yaygın ve güçlü olduğu algısının yaratılması, Canetti.nin (2006: 233) tabiriyle “ zafer üzerindeki kuşkuları kaldır ”ması adına da elzemdir. 

Şayet düşman, “doğru düzgün bir savaş olmaksızın teslim olmuşsa ve yalnızca 
birkaç ölü varsa, zafer gülünçleşir. Düşman kendisini cesurca savunmuşsa, 
zafer zor kazanılmışsa ve pek çok hayata mal olmuşsa, muhteşemdir”. Bunun 
için Cemaat’in ve eski Türkiye metaforuna hapsedilen düşmanın yarattığı 
hasarın (ekonomiye dair veriler başta olmak üzere) çok büyük olduğu algısı 

14“Sevsinler senin bir ceketini. Şu yalana bak ya, bir ceketim var, eee, saraylar ne olacak?..” (Tekirdağ); “Bir tek ceketim var diyor. Bu nasıl ceket ya? Ceketin içine bakıyorsunuz CHP orada, MHP orada, BDP orada, ceketin içinde emniyet var, yargı var, çeteler var, ananaslar var, milyarlarca dolarlar var, holdingler, şirketler, hepsi orada, Uganda.daki rafineri de orada; ya bu tek ceketin içine bunlar nasıl sığdı? Bu petrol kuyuları buraya nasıl sığdı?” (Samsun). 
üretilmiştir ki, hem seçimler gerçek bir savaş haline tahvil edilebilsin, hem de 
kazanılacak olası bir zafer büyük bir kutlama ve kutsanmaya layık olsun. 

Düşmanın son derece güçlü olduğunu ve yaygın biçimde örgütlendiğini 
göstermek adına sızma15 retoriği seçimler sürecinde sıklıkla kullanılmıştır. 
Sızma, aynı zamanda başka bir söylemsel taktiğe, düşmanı “taksonomik bir 
kategori olarak sürüngenlere atfedilen” özellikler (Özman ve Yakın, 2014: 118) 
üzerinden anlamlandırmaya da yardımcı olur. Cemaat.i betimlerken sıklıkla 
kullanılan „sülük, virüs, omurgasız, vampir. türü sıfatlar Cemaat ile „onun 
karanlık ve tekinsiz dünyası. arasında bir ilişki kurgular. Böylesine tehlikeli bir 
düşmana karşı yapılması gereken, öncelikle onun gizli maksatlarını ve 
eylemlerini kavrayarak ifşa etmek ve toplumu bu konuda irşat etmektir. O 
nedenle Erdoğan, hemen her mitingine paralel yapı olarak adlandırdığı 
Cemaat.in ihanetleriyle ya da muhalefetin neden tehlikeli olduğunu ifşa edecek 
anlatıyla başlamıştır. Sürüngen ve haşerata özgü sızma hali ve tekinsizlik, aynı 
zamanda düşmanı kandırma, aldatma, hilekârlık, yalancılık, istismar türü 
anlamlara da hapsetmektedir. Erdoğan tarafından tüm muhalefeti kapsayacak 
şekilde kullanılan bu tür betimleyici ifadeler, muhalif grupları değersizleştirdiği 
gibi, gerektiğinde onları kitlesel olarak yok edip ortadan kaldırmaya (Canetti, 
2006: 366) da kapı aralar. Çünkü haşere tahrip edici bir yaratık, işe yaramayan 
ve bozulan her şeyin üzerine yükleneceği bir damgadır. Haşere damgasını yiyen 
bir grup egemenin nazarında bir değer ve anlam taşımaz. “Hiç kimse fark 
etmeden, hiç kimse zarar görmeden” yok edilebileceğine bir kanıttır (Canetti, 
2006: 208). Toplumu içerden kemirip yok etmek isteyen bir muhalif unsur da 
bu kapsamda ancak bir haşere olarak görülebilir. Fark edilmeden yayılma ve 
pek çok mekânda görülür hale gelme, tam da haşereliğe özgüdür ve bu hal, 
Cemaat özelinde sızmak terimiyle ifade edilmiştir. Devlet içine sızma ve onu 
ele geçirme hali, Türkiye.de darbelere de meşruiyet kazandıran önemli 
gerekçelerdendir.16 

15Türk siyasal kültüründe önemli bir ötekileştirme aracı olan sızma tabiri, Erdoğan tarafından (Yozgat, Denizli, Mardin, Adana, Manisa, Maraş, Kastamonu mitinglerinde ve balkon konuşmasında) sıklıkla kullanılmıştır. 

16Buna göre devlet, herkese açık olamayacak kadar ciddi bir iş, herkesin eline bırakılamayacak kadar tehlikeli bir aygıttır. Bütün toplumun ortak katılımının sonucu ya da ortak sorumluluğunun bir tezahürü olarak görülmez; aksine başkalarından özenle sakınılması gereken bir mevzidir. Bu nedenle “devletin savunma hattı dışarıya karşı değil, toplumun da içindeki bir iç-kale şeklinde ve öncelikle içeriye karşı” kurulur (Aktay, 2011: 97-98). 




5. Eski ve Yeni Türkiye Mukayesesi: Komploya 
Rötuş 

“İyi ve kötüye ilişkin yargılar, ikili sınıflandırmanın çok eski; ama hiçbir 
zaman bütünüyle kavramsal ya da bütünüyle barışçıl olmayan araçlarıdır” 
(Canetti, 2006: 300). Siyasal iktidar kendi varoluşunu, kötülüğe hapsettiği 
düşmanın korkuları üzerinden sürekli kılar. Bu nedenle düşmanın ilk fırsatta 
bizi biz yapan yaşam tarzını ve standartları yok edeceği algısı titizlikle üretilir 
(Çetin, 2012: 45). Eski ve yeni Türkiye karşılaştırması, böylesi bir saikle inşa 
edilmiştir. Eski Türkiye17 metaforu, adeta “yeniden dirilmiş bir şeytan” (Çetin, 
2012: 64) olarak parti kimliğini ve AKP iktidarını hedef alan düşmanı tarif 
eder. Ancak bu düşman sadece AKP.yi değil bütün bir ülkeyi hedef olarak 
seçtiği için, düşman/öteki korkusu parti bilinci kadar milli bilinci de seferber 
etmeye dönüşmüştür. Diğer bir deyişle, eski Türkiye ve onun dışardaki 
bağlantıları, adeta bir “kuşatılmışlık korkusu” yaratmıştır. Çünkü eski 
Türkiyenin aktörleri eski düzeni geri getirmek için her türlü hainliği ve 
bozgunculuğu yapabilecek bir kötülükle betimlenmiştir. Dahası, her türlü karşı 
görüş ve düşünce, paralel yapı ile birlikte eski Türkiye içinde eritilerek hem 
müphem kılınmış hem de milli irade düşmanı olarak lanetlenmiştir. Eski 
Türkiye arzusu taşıyanlar büyüyen Türkiye.den, artan milli gelirden, dindara 
zulmün sona ermesinden, batıya meydan okunmasından, demokratikleşmekten, 
terörün sona ermesinden, milli iradenin temsilcisi olan iktidardan vb. korkmak 
itibariyle bir ortaklık oluşturur. AKP iktidarı başarıyla çalıştığı halde buna 
muhalefet etmek ancak hainlik ve alçaklık olabilir. O nedenle eski Türkiye.yi 
karakterize eden her türlü zihniyet ve özlem, mutlak kötülük göstereni 
üzerinden bütünüyle ortadan kaldırılmayı hak eden bir şer ittifakıdır. Eski 
Türkiye ile kategorize edilen düşman ittifakının yarattığı korku, bir yandan 
devletin güvenlikçi bir dil dolayımıyla kavranışına imkân yaratırken, diğer 
yandan yurttaşlara büyük düşman koalisyonu karşısında „birleşme. çağrısı 
yapmakta ve iktidarın, yolsuzluk/rüşvet iddiaları karşısında kendi varlığını 
koruma refleksini de güçlendirmektedir. Çünkü kendini güvenlik kaynağı 
olarak anlamlandıran iktidar “kendisine sığınanlardan ziyade kendisini korumak 
için korku üretir” (Çetin, 2012: 22). 

17Eski Türkiye.nin karşıladığı pejoratif anlamları Erdoğan.ın söylemlerinden şu şekilde çıkarmak mümkündür: koalisyon hükümetleri, krizler, gerilim, bunalım, yolsuzluk, yoksulluk, yasaklara dönüş, içine kapanık ve iddiaları / hedefleri / projeleri olmayan ya da dünyada esamesi okunmayan bir Türkiye, provokasyon, karanlık güçler, yüksek faiz, enflasyon, terör, acılar, inkar, asimilasyon, göz yaşı, faiz lobisi, bir avuç seçkinin idaresi vb. 

Bütünüyle kâbus ve felaket retoriği dolayımıyla inşa edilen eski Türkiye ye karşın yeni Türkiye, AKP iktidarının geride kalan iktidar deneyimini ve gelecek vizyonunu temsil eder. Fakat sorun, eski Türkiye.nin temsilcilerinin 
yeni Türkiye hayaline karşı ortaya koyacakları tehdit ve sabotajlar çerçevesinde 
düğümlenir. Her ne kadar eski Türkiye.deki “düzenin asli sahiplerinin” yeni 
Türkiye perspektifinde yer alabilmeleri olanaksız ise de onlar geri dönecek 
olurlarsa ki, Gezi direnişi ve 17-25 Aralık soruşturmaları böylesi bir geri 
dönüşü karakter ize eder o geri dönüşün “çok ama çok korkunç olacağı” 
vurgulanmış ve bir tür “ zombileş me refleksi ” devreye sokulmuştur (Türk, 2014: 391). Böylesi bir siyaset yapma dili, hem McCarthyism tarzı bir cadı avına, hem de “bir tür hayalet avcılığına” tekabül eder. Türk siyasal kültüründe 
devletin güvenlikçi refleksinin hakim kodlarından olan, „kitleyi müteyakkız 
kılma. hali de bu sayede yeniden üretime sokulmaktadır. Buradan hareketle 
anti-komünist söylemin komünist üzerinden toplumu müteyakkız kılma 
refleksinin, 30 Mart seçimleri sürecinde yeniden devreye sokulduğu 
söylenebilir. O nedenle eski Türkiye.yi sembolize eden düşmanlara karşı 
verilmesi gereken mücadele çok daha büyük olmalıdır. Çünkü eski Türkiye, 
bütün olumsuzlukları kötülük ile özdeş kılınan düşmana aktararak, düşmanı 
günah keçisi kılmış ve insandışılaştırmanın yolunu açmıştır. Bu anlamda 
darbeci, parazit, asalak olma hali; hırsız, katil (faili meçhuller üzerinden) gibi 
toplum dışına atıcı tanımlamalar; komünist, otoriter, solcu gibi toplumun temel 
değerlerini tehdit eden ve toplumsal sisteme tehdit oluşturan politik yaftalar; 
kötülüğün ve günahkârlığın sembolü CHP ve tek partili rejim gösterenleri eski 
Türkiye ve sahiplerini gayri meşrulaştırır. İnsanlıktan çıkartılan bu ötekine karşı 
artık empati kurmamız, sempati beslememiz ya da merhamet etmemiz 
imkansızdır (Göregenli, 2013: 49-50). 

Eski ve yeni Türkiye üzerinden üretilen komplocu kavrayışın yarattığı 
korku hali ve bu korkuya eşlik eden paranoya, “sorgulanmayan bir iktidar 
kurmak” ve “mutlak itaati sağlamak” (Kerestecioğlu, 2014: 32) adına da 
işlevseldir. Örneğin gerek Gezi gerekse 17-25 Aralık soruşturmalarının 
komplocu bir kavrayışla korku siyasetinin nesnesi kılınması, hem iktidarın 
sorgulanmasını devre dışı bıraktırmaya hem de tweeter yasağı, youtube.a 
erişimin engellenmesi türü hak ihlallerini meşrulaştırmaya aracı olmuştur. 
Gayri meşru politik kararların korku siyaseti dolayımıyla meşruiyet üretenine 
dönüşmesi, korku halinin yarattığı koruyucu ve kurtarıcı gereksiniminden 
beslenir. Bu koruyucu, şüphesiz Erdoğan liderliğindeki AKP iktidarıdır. O 
nedenle 30 Mart yerel seçimleri, yerel idarecileri seçmenin ötesinde topyekûn 
bir istiklal savaşıdır. Yeni bir istiklal savaşı ilan etmek, büyük bir tehlike ile 
karşı karşıya olunduğunu vaaz edip, „ama endişe etmeyin sizi bu tehlikeden 
kurtaracak olan biziz. diye seslenmenin başka bir halidir. Siyasetin savaş alanı 
olarak kavranışı ile korku siyasetinin gerektirdiği otoriter lider arayışı birbirini 
beslediğinden, hem iktidarın gereksindiği “biz duygusu” çok fazla zorlanmadan 
üretilebilmiş, hem de her türlü toplumsal ve politik çelişkilerin üzeri örtülerek 
çözümleri ertelenmiştir (Kerestecioğlu, 2014: 35). Zira bir savaş hali söz 
konusu olduğuna göre, çok daha önemli ve acil meseleler vardır. 

Eski Türkiye.nin sahipleri, basitçe düşman değil açıkça zalimlik eden; 
AKP seçmeni ise zalimin mağdur ettiği kitle olarak anlamlandırılmıştır. 
Dolayısıyla eski ve yeni Türkiye mukayesesi, biz mağdurların hem geçmiş için 
yas tutmamızı hem de gelecek için korku duymamızı sağlama alır. Yeni 
Türkiye.yi kuran aktör olarak AKP iktidarı, eski Türkiye.ye karşı kendini 
sürekli olarak savunma pozisyonunda tutarak, kimliğine yönelik muhtemel 
saldırı ihtimallerini hatırlatmakta ve bu sayede aynı kimliği taşıyan seçmenin 
sıkı ve diri kalabilme şansını artırmaktadır (Çevik, 2013: 73). Eski Türkiye.nin 
kötü karakterli ve art niyetli aktörlerine karşı seçimlere savaş retoriği üzerinden 
anlam yüklendiğinden, korku ve tehdit üreten düşmana karşı verilecek 
mücadele sadece devlet katının değil, “vatanını ve milletini seven bütün 
yurttaşların vazifesi”dir. Böylece bütün bir toplumun bu “kutsal görevi 
üstlenmesi” (Yıldırmaz, 2014: 54-55) sağlama alınabilecektir. Toplum ve 
millet, organik bir bütün olarak ve her türlü sorunu kendi içinde çözerek 
dışarıya karşı mutluluk tablosu çizen geniş bir aile olarak tasavvur edildiğinden, 
Gezi direnişi ve 17-25 Aralık soruşturmaları (yasal bir hakka dayanıyor olsa 
bile) söz konusu ailenin hassasiyetlerini yok sayan ve milletin huzuruna 
kasteden marjinallikler olarak mahkûm edilmektedir. “Böylesi bir aile millet 
özdeşliği, karşı hegemonik her tür özneyi siyaset alanının dışına atmanın bir 
aracıdır” (Saraçoğlu, 2014: 260). O nedenle Erdoğan, Gezi eylem(ci)lerine 
mitinglerde sıklıkla yer vermiş; Kılıçdaroğlu, Bahçeli ve Cemaat ise bu 
eylemlere destek olmak ve halkı sokağa inme yönünde kışkırtmakla 
suçlanmıştır. Bu anlamda her üç aktör de, siyaset alanının dışına itilerek, adeta 
liderlikleri tartışmaya açılmaktadır. Şayet meseleye basitçe seçim gözüyle 
bakan veya bu mücadeleye katılmayan olursa, onların yeri de düşmanın yanıdır. 
Erdoğan.ın hemen her mitingde istiklal savaşı vurgusunu yinelemesi ve oylara 
sahip çıkılmasını, sandığa gidilmesini, sandık görevlilerinin uyanık olması 
gerektiğini, milli iradeye ve yeni Türkiye vizyonuna sahip çıkmanın 
zorunluluğunu hatırlatması bu bağlamda anlamlı bir bütün oluşturmaktadır. 
Sıklıkla hatırlatılanlar sayesinde “millet”, yolsuzluk-rüşvet iddiaları hiç 
yaşanmamışçasına “bir ağır tehlike psikozu içine sokulmuş”tur. “Darbenin, 
tehlikenin nereden ve nasıl doğduğuna değil, bunların bizim varoluşumuzda, 
gücümüz üzerinde hangi olumsuz etkiler yaratabileceğine” odaklanılmakta; 
“bunun ürpertisiyle” de “öfkelenmek ve bu öfkeyi öteki/hain üzerine 
boşaltmak” (Laçiner, 2014a: 6) mümkün kılınmaktadır. 


Sonuç Yerine 

Siyasal alan hasımlık ve rakipler üzerinden yaşanan kıyasıya bir mücadele olarak değil de düşman(lık)lar arası sonu gelmeyen bir savaş hali olarak değerlen dirildiğinde, hem siyasetin doğası olumsuz anlamlar üzerinden  kavranacak, hem de „siyaset-düşman-savaş. ilişkisinin yaratacağı korku siyaseti diyaloğu imkânsız kılacaktır. Korkunun hâkimiyeti diyalogu imkansızlaştırdığında, konuşma “tek yönlü” ve “içerisi olmaktan uzak” (Kerestecioğlu, 2014: 36) biçimde işleyecektir. Çünkü korku siyaseti, siyasal ve toplumsal düzeyde paranoya üreterek, yurttaşları sonu gelmeyen bir teyakkuz haline sokar. Bu anlamda korku, siyasal iktidarın en önemli yönetme ve “politik kâr aracı”dır (Aktay, 2011: 89). Bilhassa devletin geliştireceği güvenlikçi dil ve bakış açısının, müteyakkız kılınan toplumun güvensizlik ve korku hissiyatını derinleşerek devam ettireceğinden, demokratik siyaset olanakları ciddi biçimde 
daralacaktır. 

Diyalojik olmayan demokratik düzen aslında Türk siyasal yaşamı için 
çok da yeni değildir. Özellikle 1990.lı yıllar sonrasında siyasal aktör ve 
kurumlar ağırlıkla monoloğu tercih ettiklerinden, sarf edilen her bir söz öznesiz 
biçimde dolaşıma girmiştir. 30 Mart yerel seçimleri de bu halin somutlaştığı 
tipik bir örnek olarak karşımızda durur. Miting alanlarında Erdoğan.ın adeta bir 
orkestra şefi gibi kitleyi yönlendirmesi, cevabı bilinen ve izleyiciler tarafından 
topluca yanıtlanan retoriksel sorulara başvurması bu duruma uygun 
düşmektedir. Bilhassa cevabı belli soruların miting alanındaki izleyicilere 
yöneltilmesi, “otoriteyi ayinsel olarak sağlama” çabasının bir izdüşümüdür. Bu 
sayede “sözü ilk söyleyen ne duyacağını bilmektedir” ve “araya (yeni) söz 
girmez, girecekse de o liderin sözü” olacaktır, izleyicinin değil (Dolar.dan 
aktaran Akbaş, 2014: 27). Liderlerin mitinglerdeki konuşma tarzına sirayet 
eden bu monolog hali ve sözün öznesizliği, aslında bütün siyasal yaşamı 
çepeçevre kuşatmıştır. Her siyasal aktörün iyiyi/kötüyü, doğruyu/yanlışı özcü 
ve mutlakçı bir kavrayışla inşa edip anlamsal bir kapatmaya maruz 
bırakmasıyla siyasal alan, sınırları kesin ve rijit biçimde çizilmiş kategorilere 
mahkûm edilmektedir. Böylece hem iktidar hem de toplum “kendi yanlışlarını 
tashih etme fırsatlarından ve kanallarından” yoksun kalmaktadır (Kerestecioğlu, 
2014: 37). Böylesi bir siyaset yapma tarzı, siyaseti amaç olmaktan çıkartıp 
araçsallaştırdığından, siyasetin etik bir mesele olarak kavranmasını da 
engellemektedir. 

Etik temelden yoksun kılınan siyasal mücadelenin dost/düşman kategorileri ne mahkûm edilerek yürütülmesinin, siyasal aktörler açısından büyük kolaylıklar sağlamakla birlikte toplum açısından zorluklar yaratacağı muhakkaktır. En başta gelen zorluk, bireylerin sadece “kendi grubuna karşı ahlaki yükümlülükler”e sahip olduğu yanılgısını benimseyerek “grubun dışında kalanları ise ahlaki açıdan aşağıda konumlandıracak” olmalarıdır. Üstelik böylesi bir zihniyet kültürel zeminde “toplumsal bilince” kaydedilerek çok rahatlıkla temellendirilme olanağına sahip olacak ve bu hal, “toplumun ahlaki ve psikolojik dokusuna nüfuz” (Yumul, 2013: 128) edebilecektir. 

Korku siyasetinin yol açabileceği diğer önemli bir sorun ise toplumda 
yaratabileceği aynılık kültürüdür. Aynılık hali toplumu, “birbirine benzeyen ve 
farklılıklardan korkan” bir kitleye dönüştürür. Kitlesel olarak hareket etmeye 
başlayan ve aralarındaki benzerlikler temelinde bir bütün oluşturan aktörlerden 
kurulu düzende “çoğu zaman siyasal iktidarın müdahalelerine bile gerek 
kalmaksızın” korkunun kaynağına yerleştirilen ötekiler “eriyip yok olur veya 
toplumsal yok olma/sayılma cezasına maruz kalarak hiçleşirler” (Çetin, 2012: 
24). Korkunun ürettiği tehdit ve kaygı halinin sürekliliği ise uzun vadede 
toplumsal itaati güçlendirir. Bu nedenle yerel seçimler sürecinde Erdoğan.ın 
tercih ettiği dil ve söylem, takdir ve güvenin sadece AKP iktidarına, korku-hile-
darbe-baskı vb. kötülüklerinse muhalif unsurlara ait olduğuna dair bir retorik 
barındırmaktadır. İstiklal mücadelesi olarak kodlanan seçimler, düşman laştırılan muhalefeti lanetlemek ve iç grubu kutsayarak bizlik duygusunu güçlendirmek adına önemli bir araçtır. Böylece yolsuzluk ve rüşvet iddialarıyla sarsılan/zayıflayan parti bilincini savaş metaforu üzerinden yeniden 
onararak tabana sunmak olanaklı hale gelmiştir. Böylesi bir siyasal tercihin ise 
uzun vadede zaten pasif olan yurttaşlık kültürünü daha da kalıcılaştıracağı, her 
türlü eleştirel duruşu ve muhalif söylemi baştan engelleyecek bir iktidar 
yapılanmasını besleyeceği söylenebilir. Diğer bir deyişle Marcuse.nin „tek 
boyutlu insan.ının farklı bir türü bizi bekliyor olacaktır. Çünkü “ortak korkulara 
karşı toplumsal birlik ve beraberlik miti, dağılma, bölünme ve yok olma 
korkusu yaratarak…siyasal iktidara sığınma ihtiyacı”nı (Çetin, 2012: 20) 
pekiştirir. Korkunun nesnesi kılınan kimlikler sayesinde iktidar, “siyasal ve 
toplumsal bir özneye dönüşür”ken (Çetin, 2012: 32), bireyler ise nesneleşmeye 
mahkûm olacaktır. 


Kaynakça 

Akbaş, Meral (2014), “AKP'nin Miting Hali: 'Sizi Seviyoruz Be!'”, Birikim, (301), 24-30. 
Aktay, Yasin (2011), Korku ve İktidar, (İstanbul: Pınar Yayınları). 
Bauman, Z. (2006), Sosyolojik Düşünmek, (İstanbul: Ayrıntı Yayınları), (Çev. A. Yılmaz). 
Bora, Tanıl (2014), “Türk Sağı: Siyasal Düşünce Tarihi Açısından Bir Çerçeve Denemesi”, İ. 
Kerestecioğlu ve G. Öztan (Der.), Türk Sağı: Mitler Fetişler Düşman İmgeleri, (İstanbul: İletişim Yayınları), 9-28. 
Campbell, Charlie (2013), Günah Keçisi: Başkalarını Suçlamanın Tarihi, (İstanbul: Ayrıntı Yayınları). 
Canetti, Elias (2006), Kitle ve İktidar, (İstanbul: Ayrıntı Yayınları), (Çev. G. Aygen). 
Çetin, Halis (2012), Korku Siyaseti ve Siyaset Korkusu (İstanbul: İletişim). 
Çevik, Abdülkadir (2012-13), “Mağduriyet Psikolojisi ve Toplumsal Yansımaları”, 21. Yüzyılda Sosyal Bilimler, (2), 65-83. 
Çınar, Mahmut (2013), “Habercilik ve Nefret Söylemi”. M. Çınar (Der.), Medya ve Nefret Söylemi: Temel Kavramlar Mecralar Tartışmalar, (İstanbul: Hrant Dink Vakfı Yayınları), 137-152. 
Goffman, Erving (2014), Damga: Örselenmiş Kimliğin İdare Edilişi Üzerine Notlar, (Ankara: Heretik Yayınları) (Çev.Ş. Geniş, L. Ünsaldı, ve S. Ağırnaslı). 
Göregenli, Melek (2013), “Ayrımcılığın Meşrulaştırılması”, M. Çınar (Der.), Medya ve Nefret Söylemi, (İstanbul: Hrant Dink Vakfı Yayınları), 39-54. 
İlhan, Rifat (2013), “Psikopolitik Bir Bakış Açısından Yıkıcı Liderler ve Takipçileri: Yıkıcı Bir 'Cult' Yapılanması Olarak PKK”, 21. Yüzyılda Sosyal Bilimler, (2), 97-117. 
Kerestecioğlu, İ. Özkan (2014), “Korku ve Siyaset: Türk Sağının Ezberlerini Çözümlemek”, İ. Kerestecioğlu ve G. Öztan (Der.), Türk Sağı: Mitler Fetişler Düşman İmgeleri, (İstanbul: İletişim Yayınları), 29-43. 
Laçiner, Ömer (2014a), “30 Mart Nasıl Okunmalı?”, Birikim, (301), 3-8. 
Laçiner, Ömer (2014b), “Sayı'nın Hegemonyası”, Birikim, (305), 3-8. 
Massumi, B. (1993), “Everywhere You Want To Be: Introduction to Fear”, B. Massumi (Edt.) The Politics of Everyday Fear, (Minneapolis: University of Minnesota Press), 3-37. 
Massumi, B. (2005), “Fear (The Spectrum Said)”, Positions, 13(1), 31-48. 
Moses, Rafael (2010), “Düşman Algısı: Psikolojik Bir Analiz”, Tarih Okulu, (VII), 99-108. 
Özman, Aylin ve Aslı Y.Yakın (2014), “Anti-komünist Fanteziler: Doğa, Toplum, Cinsellik”, İ. Kerestecioğlu ve G. Öztan (Der.), Türk Sağı: Mitler Fetişler Düşman İmgeleri, (İstanbul: İletişim Yayınları), 105-135. 
Öztan, G. Gürkan (2014), “Ezeli Düşman ile Hesaplaşmak: Türk Sağından Moskof İmgesi”, İ. Kerestecioğlu ve G. Öztan (Der.), Türk Sağı: Mitler Fetişler Düşman İmgeleri, (İstanbul: İletişim Yayınları), 75-104. 
Öztan, G. Gürkan (2014), “Öfkeyi Çizmek: Milliyetçi Tahayyülde Düşman Portreleri”, İ. Kerestecioğlu ve G. Öztan (Der.), Türk Sağı: Mitler Fetişler Düşman İmgeleri, (İstanbul: İletişim Yayınları), 137-167 
Podunavaz, M. (2002), “Fear and Politics”, New Balkan Politics, (2). 
http://www.newbalkanpolitics.org.mk/item/Fear-and-Politics#.VP91YfmsWkE (E.T. 09.03.2015) 
Saraçoğlu, Cenk (2014), “Türkiye Sağı, AKP ve Kürt Meselesi”, İ. Kerestecioğlu ve G. Öztan (Der.), Türk Sağı: Mitler Fetişler Düşman İmgeleri, (İstanbul: İletişim Yayınları), 243-279. 
Sarıbay, A. Yaşar (2000). Kamusal Alan, Diyalojik Demokrasi, Sivil İtiraz. Bursa: Alfa Yayınları. 
Türk, H. Bahadır (2014), Muktedir: Türk Sağ Geleneği ve Recep Tayyip Erdoğan, (İstanbul: İletişim Yayınları). 
Virilio, P. (2012), The Administration of Fear, (NY: Semiotexte), (Trans. A. Hodges). 
Yanıkkaya, Berrin (2009), “Gündelik Hayatın Suretinde: Öteki Korkusu, Görsel Şiddet ve Medya”. B. Çoban (Der.), Medya Milliyetçilik Şiddet, (İstanbul: Su Yayınları), 11-27. 
Yıldırmaz, Sinan (2014), “Nefretin ve Korkunun Rengi: Kızıl”, İ. Kerestecioğlu ve G. Öztan (Der.), Türk Sağı: Mitler Fetişler Düşman İmgeleri, (İstanbul: İletişim Yayınları), 47-73 
Yumul, Arus (2013), “Nefret Suçu ya da Ölü Vicdanlar Ülkesi”, M. Çınar (Der.), Medya ve Nefret Söylemi: Temel Kavramlar Mecralar Tartışmalar, (İstanbul: Hrant Dink Vakfı Yayınları), 127-134. 
Zizek, S. (Güz 1996), “Müstehcen Efendi”, Toplum ve Bilim, (70), 63-76. 





****