YEREL SEÇİMLER ULUSAL DÜŞMANLAR
BÖLÜM 4
4. Müphem Kimliği Üzerinden Düşmanın Güçlü ve
Yaygın Olduğu İddiası
AKP.nin seçim kampanyasının önemli bir ayağını, devlet ve milletin büyük ve şeytani bir komplo tarafından kuşatıldığı algısı oluşturmaktadır.
Machiavelli, Hobbes ve Hegel çizgisinde ilerleyen siyaset felsefesi takip
edildiğinde, korku üzerine inşa edilen devletin, bireylerin korkular karşısında
sığınabileceği tek liman olduğu malumdur. O nedenle devleti hedef aldığı
söylenen kolektif korku ne kadar güçlü ve kapsamlı olursa, devlete ve egemen
güçlere karşı o nispette bir bağlılık; korkunun kaynağına yerleştirilen
öteki/düşman olana ise o nispette sert tepki ve cezalar gündeme gelecektir
(Çetin, 2012: 10). Ötekilikleri/düşmanlıkları korkunun nesnesi olarak
kurgulayan iktidar, kendisine de korkunun panzehiri olan güveni layık görür.
Fakat egemenin korkuyu dışarıya, güveni ise içeriye mal edebilmesi için, bir
yandan genelleme stratejisi bağlamında düşmanı müphem bir halde bırakması,
diğer yandan ise onu yaygınlık ve güç ile ilişkilendirmesi gerekir. Düşman
belirsizleştirilmelidir ki, onun hem “herkes” ve fakat “hiç kimse” (Yıldırmaz,
2014: 56) olduğu zannı üretilebilsin. Bu nedenle rakibi düşmanlaştırma ve
düşman kıldığını da şeytanlaştırma sürecinde komplo algısı, söylemsel olarak
“aşırı bir genelleştirmeye ve abartılı bir retorik çerçeveye” (Türk, 2014: 257)
davet çıkarır. Genelleme stratejisi sayesinde düşman genel bir başlık altında ele
alınır, ancak kim olduğu net olarak ayırt edilemez. Örneğin faiz lobisi, dış
mihraklar, hainler ya da, onların maşalarının kim(ler) olduğu kesin olarak
bilinmez:
“Mesele, Türkiye.de faiz lobisinin çarkına çomağı soktuk ya, o. Rahatsız
oldular…” (Yozgat); “eskiden olduğu gibi Türkiye.yi holdingler yönetsin, bir
kısım medya yönetsin, faiz lobisi, vaiz lobisi, kan lobisi, rant lobisi yönetsin
diye mücadele ediyorlar” (Mersin); “Maşası oldukları uluslararası odakların
kazanabilmesi için kendi ülkesine çok ağır şekilde ihanet ediyorlar” (Samsun);
“Devlete sinsice sızmaya çalışan, devlet içinde devlet olmaya çalışan, birtakım
uluslararası çevrelerin maşası olan ihanet içindeki bir örgüt” (Yozgat); “30
Mart.ta sandığa giderek bu statüko partilerine, bu paralel örgütlere, Türkiye
düşmanlarının maşası haline gelmiş bu kuklalara cevabı siz vereceksiniz”
(Kütahya).
Düşmanın müphemliği, yaratacağı korkunun gücüyle ilgilidir. Müphemlik üzerinden mistifiye edilişi, düşmana, normalin üzerinde bir güç atfedeceğinden hem korku hem de kitlenin müteyakkız olma hali güçlenecek; düşmanın bütün sırlarını bilen iktidara da ayrı bir güç katacaktır. Bu çerçevede Erdoğan, korku ile korkunun kaynağındaki düşmanı istenilen zaman, mekân ve şartlara göre yeniden uyarlayıp dönüştürebilmektedir. Dolayısıyla müphemlik, bir tür bilinmezlik ve tekinsizlik çerçevesinde iktidarın varlığını zorunlu kılan kaos gösterenine dönüştürülmüştür. Erdoğan, o bilinmezlik ve tekinsizliğin
gerisinde yatan gizin nasıl yönlendirileceğini bilen ve düşmanın tüm sırlarını
organize eden lider olarak, güvenilebilecek tek isimdir. Zira müphem haldeki
düşman ve onun ürettiği korku, bizi bu beladan arındıracak kurtarıcı
gereksinimini daha fazla hissettirir (Özman-Yakın, 2014: 111).
Korku aracılığıyla “her şeyi müphem ve sır içine hapsetmesi ve bir sembolün veya bir korkunun her anlama gelecek şekilde göstergesel genişliğe maruz bırakılması” (Çetin, 2012: 33) sayesinde iktidar, toplumu o nispette kontrol etme olanağına kavuşmuştur. Örneğin Erdoğan, bunlar/onlar zamirlerinin içeriğini istediği gibi doldurabilmektedir. İç ve dış düşman11 retoriği de bu çerçevede şekilden şekle dönüşür.
11Korkunun kaynağının dışarıdalığı anti-komünist söylemin önemli bir stratejisidir. Nesnesi dışarıda bulunduğunda korku, “toplumsal çatışmaların üzerini örtmeye yarayan birlik duygusunu” (Kerestecioğlu, 2014: 41) güçlendirici bir rol oynar. Fakat dışardan kaynaklı tehlikenin içerde uzantıları olmalıdır. Cemaat korkunun kaynağını toplum dışına havale etmenin önemli bir manivelasıdır. Örneğin Erdoğan.ın Gülen.e yönelttiği “niçin inzivaya
Türkiye.de çekilmiyorsun?” sorusu ya da internet ortamında dolaşıma sokulan ses kayıtlarına binaen “gizli bilgilerin yasadışı yollarla dinleyip yabancılara satıldığı” argümanı, asıl düşmanın dışarıda olduğu anlayışına aracılık etmekte, Pensilvanya ifadesi ise moskof metaforu gibi bu dışarılığı sembolize etmektedir.
Bu nedenle biz her ne kadar düşmanlarımızı dışarıda bilsek de, aslında
onlar her yerdedir; yıllarca güvendiğimiz, en özel anlarımızı paylaştığımız
yapılardan, kendi içimizden zuhur ederek karşımıza çıkabilmektedir. Çünkü
onlar sürekli bir maske ile dolaşmaktadırlar. „ Maskelerini düşürme.12 retoriği
de bu bağlamda sağlam bir temel üzerine oturtulur.
12“Türkiye.ye yönelik saldırılar nedeniyle…Pensilvanya.daki zatın maskesini düşürmeye başladık” (Bitlis); “Bu Pensilvanya.nın alim maskesi altında ne işler çevirdiğini sizlere tek tek anlatacağım” (Kastamonu).
13“Okullar için yer istedi verdik, uluslararası camiada davet ettiler…bunları biz refere ettik. Olimpiyat dediler her türlü desteği verdik. Ne nankörlük bu ya. Ne istediniz de alamadınız?” (Trabzon); “Bana diyor ki, sen Türkçe Olimpiyatlarında hep methüsena yaptın; doğru, yaptım. Ama sizin ben art niyetinizi, şurada, hafızanızın arka tarafında bu tür bir beklentinin, düşüncenin, lotların olduğunu bilmiyordum ki…” (Uşak). Aradan aylar geçmesine rağmen, ismi 21.08.2014.te genel başkan ve başbakan adayı olarak açıklandığında Davutoğlu da, yaptığı ilk konuşmada paralel yapı ile mücadelenin kesintisiz süreceği vaadinde bulunmuştur.
Maskenin beraberinde getirdiği gizlilik hali, içeri ile dışarıyı konjonktüre
göre son derece esnek ve müphem biçimde ilişkilendirir. Üstelik müphemlik,
duyguları daha kolay tahrik etme gücüne de sahiptir. AKP.nin en zorlu ve
yaygın düşmanı (paralel yapıyı) kendi içinden bulup ortaya çıkarması
(maskesini düşürmesi) tesadüf ya da şaşılacak bir durum değildir. Çünkü
“farklılık oyunu toplumsal yaşamın genel bir çizgisini oluşturur…bağlılık
göstermeyen her üye sapkın olarak, hususiyeti ise bir sapma olarak
tanımlanabilir” (Goffman, 2014: 197). Cadı avının Avrupa.da kol gezdiği
zamanlarda bu ava en büyük güç ve ivmeyi komplo teorilerinin kazandırması
ve cadı avcılarının “yabancı bir nefret figürü yerine içlerindeki şeytan
kılığındaki düşmanı” arayıp, o cadıları ortadan kaldırdıklarında dünyanın tüm
kötülüklerden kurtulacağına dair zihniyet üretmeleri gibi (Campbell, 2013: 82);
AKP.nin de Cemaat.i ve eski Türkiye.yi düşmanlaştırması benzer bir mantık
üzerine inşa olunmuştur. Bu tercih, “dost gözüken düşmanlar…düğmeye
bastılar” (Türk, 2014: 279) türü bir retoriği de dolaşıma sokar. Örneğin
Erdoğan, kendilerinin de Cemaat tarafından aldatıldığını ve iyi niyetlerinin
kurbanı olduklarını mitinglerde defalarca tekrarlamıştır13. Düşmanın tehditkâr
varlığı, AKP iktidarını ve gücünü azamileştirmenin temel saiki olarak
kurgulandığından, onun bir anda ortadan kaldırılması da düşünülemez.
Tehditkâr düşman var olduğu sürece, hem onu “ortadan kaldırma vaatleri” hem
de düşman yok edildiğinde düzenin yeniden kurulacağı, birlik ve beraberlik
havasının yeniden yakalanacağı hayali meşru kılınabilmektedir. Bu anlamda
düşmanlaştırma stratejisinin, AKP.nin parti kimliği ve seçim başarısı adına son
derece hayati bir rol oynadığı söylenebilir. Zira grup içinde birlik
oluşturabilmenin en elzem yollarından biri, o birliği bozma ihtimali üzerinden
düşmanın maskesini düşürmekten geçmektedir. Lideri Pensilvanya.da ikamet
eden Cemaat, bu anlamda içerdeki „milli birliği. ve „davaya adanmış
örgütü/iktidarı. bozma tehdidi içeren bir yapılanmadır.
Çepeçevre bir kuşatma altında olunduğu izlenimi vermek için, Cemaat.in
emniyet ve yargı başta olmak üzere bürokrasiyi „ele geçirmiş’ ya da bu
kurumlara „sızmış’ olduğu mitinglerde sıklıkla iddia edilmiştir. Böylece
Cemaat, seçmen nezdinde asabiyeyi onarmak ve onu daha güçlü biçimde
üretebilmek adına stratejik bir günah keçisine dönüştürülmüştür. Kaldı ki
asabiyye kavramının esası ötekinin her daim var olacağı üzerine inşa
edildiğinden, asabiyye “ötekine karşı oluşla, bunun önceliği ve belirleyiciliği”
(Laçiner, 2014a: 6) ile anlamlandırıldığından; Cemaat, hem ortak düşman
ihtiyacını gidermeye hem de asabiyeyi güçlendirmeye aracılık etmektedir. „Tek
ceket’ polemiği bu türlü bir asabiyye üretmek ve Cemaat.i öteki olarak
damgalamak adına tipik örneklerden biridir. Tek ceketten başka bir şeye sahip
olmadığını iddia eden Gülen.e karşı, „ nasıl bir ceket ki bu içine ananaslar,
holdingler, CHP, MHP, BDP, sermaye, komplolar, vb. sığabiliyor.14 iddiası,
düşmanın hücresel biçimde örgütlendiği, son derece güçlü ve yaygın bir ağa
sahip olduğu ve büyük bir komploya hazırlandığı izlenimi vermektedir.
Kötülüğün güçlerinin daima gizli planlar içerisinde olduğu düşüncesi, tarihin
her evresinde en popüler iddia olmuş ve onu günah keçisi kılmanın da düşünsel
membaını oluşturmuştur (Campbell, 2013: 139). Ötekini komplocu bir
kavrayışla düşmanlığa hapsetme ve karşımızdakilerin basitçe rakip değil fakat
tehlikeli düşmanlar olduğu gerçeğini anlamsal olarak kapatma, düşmanın
tehditkâr gücünü somutlama çabasıdır. Bu sayede Cemaat, ihanet çetesi,
devlete karşı paralel bir yapılanma ya da terör örgütü olarak betimlenebilmiş tir. Cemaat.e karşı geliştirilen böylesi bir dil ve söylem, 90.lı yılların siyaset dilinin ve özellikle PKK ile mücadele retoriğinin (Türk, 2014: 282) yeniden üretilmesine de vesile olmaktadır. Komplocu bir mantık ile düşmanın son derece yaygın ve güçlü olduğu algısının yaratılması, Canetti.nin (2006: 233) tabiriyle “ zafer üzerindeki kuşkuları kaldır ”ması adına da elzemdir.
Şayet düşman, “doğru düzgün bir savaş olmaksızın teslim olmuşsa ve yalnızca
birkaç ölü varsa, zafer gülünçleşir. Düşman kendisini cesurca savunmuşsa,
zafer zor kazanılmışsa ve pek çok hayata mal olmuşsa, muhteşemdir”. Bunun
için Cemaat’in ve eski Türkiye metaforuna hapsedilen düşmanın yarattığı
hasarın (ekonomiye dair veriler başta olmak üzere) çok büyük olduğu algısı
14“Sevsinler senin bir ceketini. Şu yalana bak ya, bir ceketim var, eee, saraylar ne olacak?..” (Tekirdağ); “Bir tek ceketim var diyor. Bu nasıl ceket ya? Ceketin içine bakıyorsunuz CHP orada, MHP orada, BDP orada, ceketin içinde emniyet var, yargı var, çeteler var, ananaslar var, milyarlarca dolarlar var, holdingler, şirketler, hepsi orada, Uganda.daki rafineri de orada; ya bu tek ceketin içine bunlar nasıl sığdı? Bu petrol kuyuları buraya nasıl sığdı?” (Samsun).
üretilmiştir ki, hem seçimler gerçek bir savaş haline tahvil edilebilsin, hem de
kazanılacak olası bir zafer büyük bir kutlama ve kutsanmaya layık olsun.
Düşmanın son derece güçlü olduğunu ve yaygın biçimde örgütlendiğini
göstermek adına sızma15 retoriği seçimler sürecinde sıklıkla kullanılmıştır.
Sızma, aynı zamanda başka bir söylemsel taktiğe, düşmanı “taksonomik bir
kategori olarak sürüngenlere atfedilen” özellikler (Özman ve Yakın, 2014: 118)
üzerinden anlamlandırmaya da yardımcı olur. Cemaat.i betimlerken sıklıkla
kullanılan „sülük, virüs, omurgasız, vampir. türü sıfatlar Cemaat ile „onun
karanlık ve tekinsiz dünyası. arasında bir ilişki kurgular. Böylesine tehlikeli bir
düşmana karşı yapılması gereken, öncelikle onun gizli maksatlarını ve
eylemlerini kavrayarak ifşa etmek ve toplumu bu konuda irşat etmektir. O
nedenle Erdoğan, hemen her mitingine paralel yapı olarak adlandırdığı
Cemaat.in ihanetleriyle ya da muhalefetin neden tehlikeli olduğunu ifşa edecek
anlatıyla başlamıştır. Sürüngen ve haşerata özgü sızma hali ve tekinsizlik, aynı
zamanda düşmanı kandırma, aldatma, hilekârlık, yalancılık, istismar türü
anlamlara da hapsetmektedir. Erdoğan tarafından tüm muhalefeti kapsayacak
şekilde kullanılan bu tür betimleyici ifadeler, muhalif grupları değersizleştirdiği
gibi, gerektiğinde onları kitlesel olarak yok edip ortadan kaldırmaya (Canetti,
2006: 366) da kapı aralar. Çünkü haşere tahrip edici bir yaratık, işe yaramayan
ve bozulan her şeyin üzerine yükleneceği bir damgadır. Haşere damgasını yiyen
bir grup egemenin nazarında bir değer ve anlam taşımaz. “Hiç kimse fark
etmeden, hiç kimse zarar görmeden” yok edilebileceğine bir kanıttır (Canetti,
2006: 208). Toplumu içerden kemirip yok etmek isteyen bir muhalif unsur da
bu kapsamda ancak bir haşere olarak görülebilir. Fark edilmeden yayılma ve
pek çok mekânda görülür hale gelme, tam da haşereliğe özgüdür ve bu hal,
Cemaat özelinde sızmak terimiyle ifade edilmiştir. Devlet içine sızma ve onu
ele geçirme hali, Türkiye.de darbelere de meşruiyet kazandıran önemli
gerekçelerdendir.16
15Türk siyasal kültüründe önemli bir ötekileştirme aracı olan sızma tabiri, Erdoğan tarafından (Yozgat, Denizli, Mardin, Adana, Manisa, Maraş, Kastamonu mitinglerinde ve balkon konuşmasında) sıklıkla kullanılmıştır.
16Buna göre devlet, herkese açık olamayacak kadar ciddi bir iş, herkesin eline bırakılamayacak kadar tehlikeli bir aygıttır. Bütün toplumun ortak katılımının sonucu ya da ortak sorumluluğunun bir tezahürü olarak görülmez; aksine başkalarından özenle sakınılması gereken bir mevzidir. Bu nedenle “devletin savunma hattı dışarıya karşı değil, toplumun da içindeki bir iç-kale şeklinde ve öncelikle içeriye karşı” kurulur (Aktay, 2011: 97-98).
5. Eski ve Yeni Türkiye Mukayesesi: Komploya
Rötuş
“İyi ve kötüye ilişkin yargılar, ikili sınıflandırmanın çok eski; ama hiçbir
zaman bütünüyle kavramsal ya da bütünüyle barışçıl olmayan araçlarıdır”
(Canetti, 2006: 300). Siyasal iktidar kendi varoluşunu, kötülüğe hapsettiği
düşmanın korkuları üzerinden sürekli kılar. Bu nedenle düşmanın ilk fırsatta
bizi biz yapan yaşam tarzını ve standartları yok edeceği algısı titizlikle üretilir
(Çetin, 2012: 45). Eski ve yeni Türkiye karşılaştırması, böylesi bir saikle inşa
edilmiştir. Eski Türkiye17 metaforu, adeta “yeniden dirilmiş bir şeytan” (Çetin,
2012: 64) olarak parti kimliğini ve AKP iktidarını hedef alan düşmanı tarif
eder. Ancak bu düşman sadece AKP.yi değil bütün bir ülkeyi hedef olarak
seçtiği için, düşman/öteki korkusu parti bilinci kadar milli bilinci de seferber
etmeye dönüşmüştür. Diğer bir deyişle, eski Türkiye ve onun dışardaki
bağlantıları, adeta bir “kuşatılmışlık korkusu” yaratmıştır. Çünkü eski
Türkiyenin aktörleri eski düzeni geri getirmek için her türlü hainliği ve
bozgunculuğu yapabilecek bir kötülükle betimlenmiştir. Dahası, her türlü karşı
görüş ve düşünce, paralel yapı ile birlikte eski Türkiye içinde eritilerek hem
müphem kılınmış hem de milli irade düşmanı olarak lanetlenmiştir. Eski
Türkiye arzusu taşıyanlar büyüyen Türkiye.den, artan milli gelirden, dindara
zulmün sona ermesinden, batıya meydan okunmasından, demokratikleşmekten,
terörün sona ermesinden, milli iradenin temsilcisi olan iktidardan vb. korkmak
itibariyle bir ortaklık oluşturur. AKP iktidarı başarıyla çalıştığı halde buna
muhalefet etmek ancak hainlik ve alçaklık olabilir. O nedenle eski Türkiye.yi
karakterize eden her türlü zihniyet ve özlem, mutlak kötülük göstereni
üzerinden bütünüyle ortadan kaldırılmayı hak eden bir şer ittifakıdır. Eski
Türkiye ile kategorize edilen düşman ittifakının yarattığı korku, bir yandan
devletin güvenlikçi bir dil dolayımıyla kavranışına imkân yaratırken, diğer
yandan yurttaşlara büyük düşman koalisyonu karşısında „birleşme. çağrısı
yapmakta ve iktidarın, yolsuzluk/rüşvet iddiaları karşısında kendi varlığını
koruma refleksini de güçlendirmektedir. Çünkü kendini güvenlik kaynağı
olarak anlamlandıran iktidar “kendisine sığınanlardan ziyade kendisini korumak
için korku üretir” (Çetin, 2012: 22).
17Eski Türkiye.nin karşıladığı pejoratif anlamları Erdoğan.ın söylemlerinden şu şekilde çıkarmak mümkündür: koalisyon hükümetleri, krizler, gerilim, bunalım, yolsuzluk, yoksulluk, yasaklara dönüş, içine kapanık ve iddiaları / hedefleri / projeleri olmayan ya da dünyada esamesi okunmayan bir Türkiye, provokasyon, karanlık güçler, yüksek faiz, enflasyon, terör, acılar, inkar, asimilasyon, göz yaşı, faiz lobisi, bir avuç seçkinin idaresi vb.
Bütünüyle kâbus ve felaket retoriği dolayımıyla inşa edilen eski Türkiye ye karşın yeni Türkiye, AKP iktidarının geride kalan iktidar deneyimini ve gelecek vizyonunu temsil eder. Fakat sorun, eski Türkiye.nin temsilcilerinin
yeni Türkiye hayaline karşı ortaya koyacakları tehdit ve sabotajlar çerçevesinde
düğümlenir. Her ne kadar eski Türkiye.deki “düzenin asli sahiplerinin” yeni
Türkiye perspektifinde yer alabilmeleri olanaksız ise de onlar geri dönecek
olurlarsa ki, Gezi direnişi ve 17-25 Aralık soruşturmaları böylesi bir geri
dönüşü karakter ize eder o geri dönüşün “çok ama çok korkunç olacağı”
vurgulanmış ve bir tür “ zombileş me refleksi ” devreye sokulmuştur (Türk, 2014: 391). Böylesi bir siyaset yapma dili, hem McCarthyism tarzı bir cadı avına, hem de “bir tür hayalet avcılığına” tekabül eder. Türk siyasal kültüründe
devletin güvenlikçi refleksinin hakim kodlarından olan, „kitleyi müteyakkız
kılma. hali de bu sayede yeniden üretime sokulmaktadır. Buradan hareketle
anti-komünist söylemin komünist üzerinden toplumu müteyakkız kılma
refleksinin, 30 Mart seçimleri sürecinde yeniden devreye sokulduğu
söylenebilir. O nedenle eski Türkiye.yi sembolize eden düşmanlara karşı
verilmesi gereken mücadele çok daha büyük olmalıdır. Çünkü eski Türkiye,
bütün olumsuzlukları kötülük ile özdeş kılınan düşmana aktararak, düşmanı
günah keçisi kılmış ve insandışılaştırmanın yolunu açmıştır. Bu anlamda
darbeci, parazit, asalak olma hali; hırsız, katil (faili meçhuller üzerinden) gibi
toplum dışına atıcı tanımlamalar; komünist, otoriter, solcu gibi toplumun temel
değerlerini tehdit eden ve toplumsal sisteme tehdit oluşturan politik yaftalar;
kötülüğün ve günahkârlığın sembolü CHP ve tek partili rejim gösterenleri eski
Türkiye ve sahiplerini gayri meşrulaştırır. İnsanlıktan çıkartılan bu ötekine karşı
artık empati kurmamız, sempati beslememiz ya da merhamet etmemiz
imkansızdır (Göregenli, 2013: 49-50).
Eski ve yeni Türkiye üzerinden üretilen komplocu kavrayışın yarattığı
korku hali ve bu korkuya eşlik eden paranoya, “sorgulanmayan bir iktidar
kurmak” ve “mutlak itaati sağlamak” (Kerestecioğlu, 2014: 32) adına da
işlevseldir. Örneğin gerek Gezi gerekse 17-25 Aralık soruşturmalarının
komplocu bir kavrayışla korku siyasetinin nesnesi kılınması, hem iktidarın
sorgulanmasını devre dışı bıraktırmaya hem de tweeter yasağı, youtube.a
erişimin engellenmesi türü hak ihlallerini meşrulaştırmaya aracı olmuştur.
Gayri meşru politik kararların korku siyaseti dolayımıyla meşruiyet üretenine
dönüşmesi, korku halinin yarattığı koruyucu ve kurtarıcı gereksiniminden
beslenir. Bu koruyucu, şüphesiz Erdoğan liderliğindeki AKP iktidarıdır. O
nedenle 30 Mart yerel seçimleri, yerel idarecileri seçmenin ötesinde topyekûn
bir istiklal savaşıdır. Yeni bir istiklal savaşı ilan etmek, büyük bir tehlike ile
karşı karşıya olunduğunu vaaz edip, „ama endişe etmeyin sizi bu tehlikeden
kurtaracak olan biziz. diye seslenmenin başka bir halidir. Siyasetin savaş alanı
olarak kavranışı ile korku siyasetinin gerektirdiği otoriter lider arayışı birbirini
beslediğinden, hem iktidarın gereksindiği “biz duygusu” çok fazla zorlanmadan
üretilebilmiş, hem de her türlü toplumsal ve politik çelişkilerin üzeri örtülerek
çözümleri ertelenmiştir (Kerestecioğlu, 2014: 35). Zira bir savaş hali söz
konusu olduğuna göre, çok daha önemli ve acil meseleler vardır.
Eski Türkiye.nin sahipleri, basitçe düşman değil açıkça zalimlik eden;
AKP seçmeni ise zalimin mağdur ettiği kitle olarak anlamlandırılmıştır.
Dolayısıyla eski ve yeni Türkiye mukayesesi, biz mağdurların hem geçmiş için
yas tutmamızı hem de gelecek için korku duymamızı sağlama alır. Yeni
Türkiye.yi kuran aktör olarak AKP iktidarı, eski Türkiye.ye karşı kendini
sürekli olarak savunma pozisyonunda tutarak, kimliğine yönelik muhtemel
saldırı ihtimallerini hatırlatmakta ve bu sayede aynı kimliği taşıyan seçmenin
sıkı ve diri kalabilme şansını artırmaktadır (Çevik, 2013: 73). Eski Türkiye.nin
kötü karakterli ve art niyetli aktörlerine karşı seçimlere savaş retoriği üzerinden
anlam yüklendiğinden, korku ve tehdit üreten düşmana karşı verilecek
mücadele sadece devlet katının değil, “vatanını ve milletini seven bütün
yurttaşların vazifesi”dir. Böylece bütün bir toplumun bu “kutsal görevi
üstlenmesi” (Yıldırmaz, 2014: 54-55) sağlama alınabilecektir. Toplum ve
millet, organik bir bütün olarak ve her türlü sorunu kendi içinde çözerek
dışarıya karşı mutluluk tablosu çizen geniş bir aile olarak tasavvur edildiğinden,
Gezi direnişi ve 17-25 Aralık soruşturmaları (yasal bir hakka dayanıyor olsa
bile) söz konusu ailenin hassasiyetlerini yok sayan ve milletin huzuruna
kasteden marjinallikler olarak mahkûm edilmektedir. “Böylesi bir aile millet
özdeşliği, karşı hegemonik her tür özneyi siyaset alanının dışına atmanın bir
aracıdır” (Saraçoğlu, 2014: 260). O nedenle Erdoğan, Gezi eylem(ci)lerine
mitinglerde sıklıkla yer vermiş; Kılıçdaroğlu, Bahçeli ve Cemaat ise bu
eylemlere destek olmak ve halkı sokağa inme yönünde kışkırtmakla
suçlanmıştır. Bu anlamda her üç aktör de, siyaset alanının dışına itilerek, adeta
liderlikleri tartışmaya açılmaktadır. Şayet meseleye basitçe seçim gözüyle
bakan veya bu mücadeleye katılmayan olursa, onların yeri de düşmanın yanıdır.
Erdoğan.ın hemen her mitingde istiklal savaşı vurgusunu yinelemesi ve oylara
sahip çıkılmasını, sandığa gidilmesini, sandık görevlilerinin uyanık olması
gerektiğini, milli iradeye ve yeni Türkiye vizyonuna sahip çıkmanın
zorunluluğunu hatırlatması bu bağlamda anlamlı bir bütün oluşturmaktadır.
Sıklıkla hatırlatılanlar sayesinde “millet”, yolsuzluk-rüşvet iddiaları hiç
yaşanmamışçasına “bir ağır tehlike psikozu içine sokulmuş”tur. “Darbenin,
tehlikenin nereden ve nasıl doğduğuna değil, bunların bizim varoluşumuzda,
gücümüz üzerinde hangi olumsuz etkiler yaratabileceğine” odaklanılmakta;
“bunun ürpertisiyle” de “öfkelenmek ve bu öfkeyi öteki/hain üzerine
boşaltmak” (Laçiner, 2014a: 6) mümkün kılınmaktadır.
Sonuç Yerine
Siyasal alan hasımlık ve rakipler üzerinden yaşanan kıyasıya bir mücadele olarak değil de düşman(lık)lar arası sonu gelmeyen bir savaş hali olarak değerlen dirildiğinde, hem siyasetin doğası olumsuz anlamlar üzerinden kavranacak, hem de „siyaset-düşman-savaş. ilişkisinin yaratacağı korku siyaseti diyaloğu imkânsız kılacaktır. Korkunun hâkimiyeti diyalogu imkansızlaştırdığında, konuşma “tek yönlü” ve “içerisi olmaktan uzak” (Kerestecioğlu, 2014: 36) biçimde işleyecektir. Çünkü korku siyaseti, siyasal ve toplumsal düzeyde paranoya üreterek, yurttaşları sonu gelmeyen bir teyakkuz haline sokar. Bu anlamda korku, siyasal iktidarın en önemli yönetme ve “politik kâr aracı”dır (Aktay, 2011: 89). Bilhassa devletin geliştireceği güvenlikçi dil ve bakış açısının, müteyakkız kılınan toplumun güvensizlik ve korku hissiyatını derinleşerek devam ettireceğinden, demokratik siyaset olanakları ciddi biçimde
daralacaktır.
Diyalojik olmayan demokratik düzen aslında Türk siyasal yaşamı için
çok da yeni değildir. Özellikle 1990.lı yıllar sonrasında siyasal aktör ve
kurumlar ağırlıkla monoloğu tercih ettiklerinden, sarf edilen her bir söz öznesiz
biçimde dolaşıma girmiştir. 30 Mart yerel seçimleri de bu halin somutlaştığı
tipik bir örnek olarak karşımızda durur. Miting alanlarında Erdoğan.ın adeta bir
orkestra şefi gibi kitleyi yönlendirmesi, cevabı bilinen ve izleyiciler tarafından
topluca yanıtlanan retoriksel sorulara başvurması bu duruma uygun
düşmektedir. Bilhassa cevabı belli soruların miting alanındaki izleyicilere
yöneltilmesi, “otoriteyi ayinsel olarak sağlama” çabasının bir izdüşümüdür. Bu
sayede “sözü ilk söyleyen ne duyacağını bilmektedir” ve “araya (yeni) söz
girmez, girecekse de o liderin sözü” olacaktır, izleyicinin değil (Dolar.dan
aktaran Akbaş, 2014: 27). Liderlerin mitinglerdeki konuşma tarzına sirayet
eden bu monolog hali ve sözün öznesizliği, aslında bütün siyasal yaşamı
çepeçevre kuşatmıştır. Her siyasal aktörün iyiyi/kötüyü, doğruyu/yanlışı özcü
ve mutlakçı bir kavrayışla inşa edip anlamsal bir kapatmaya maruz
bırakmasıyla siyasal alan, sınırları kesin ve rijit biçimde çizilmiş kategorilere
mahkûm edilmektedir. Böylece hem iktidar hem de toplum “kendi yanlışlarını
tashih etme fırsatlarından ve kanallarından” yoksun kalmaktadır (Kerestecioğlu,
2014: 37). Böylesi bir siyaset yapma tarzı, siyaseti amaç olmaktan çıkartıp
araçsallaştırdığından, siyasetin etik bir mesele olarak kavranmasını da
engellemektedir.
Etik temelden yoksun kılınan siyasal mücadelenin dost/düşman kategorileri ne mahkûm edilerek yürütülmesinin, siyasal aktörler açısından büyük kolaylıklar sağlamakla birlikte toplum açısından zorluklar yaratacağı muhakkaktır. En başta gelen zorluk, bireylerin sadece “kendi grubuna karşı ahlaki yükümlülükler”e sahip olduğu yanılgısını benimseyerek “grubun dışında kalanları ise ahlaki açıdan aşağıda konumlandıracak” olmalarıdır. Üstelik böylesi bir zihniyet kültürel zeminde “toplumsal bilince” kaydedilerek çok rahatlıkla temellendirilme olanağına sahip olacak ve bu hal, “toplumun ahlaki ve psikolojik dokusuna nüfuz” (Yumul, 2013: 128) edebilecektir.
Korku siyasetinin yol açabileceği diğer önemli bir sorun ise toplumda
yaratabileceği aynılık kültürüdür. Aynılık hali toplumu, “birbirine benzeyen ve
farklılıklardan korkan” bir kitleye dönüştürür. Kitlesel olarak hareket etmeye
başlayan ve aralarındaki benzerlikler temelinde bir bütün oluşturan aktörlerden
kurulu düzende “çoğu zaman siyasal iktidarın müdahalelerine bile gerek
kalmaksızın” korkunun kaynağına yerleştirilen ötekiler “eriyip yok olur veya
toplumsal yok olma/sayılma cezasına maruz kalarak hiçleşirler” (Çetin, 2012:
24). Korkunun ürettiği tehdit ve kaygı halinin sürekliliği ise uzun vadede
toplumsal itaati güçlendirir. Bu nedenle yerel seçimler sürecinde Erdoğan.ın
tercih ettiği dil ve söylem, takdir ve güvenin sadece AKP iktidarına, korku-hile-
darbe-baskı vb. kötülüklerinse muhalif unsurlara ait olduğuna dair bir retorik
barındırmaktadır. İstiklal mücadelesi olarak kodlanan seçimler, düşman laştırılan muhalefeti lanetlemek ve iç grubu kutsayarak bizlik duygusunu güçlendirmek adına önemli bir araçtır. Böylece yolsuzluk ve rüşvet iddialarıyla sarsılan/zayıflayan parti bilincini savaş metaforu üzerinden yeniden
onararak tabana sunmak olanaklı hale gelmiştir. Böylesi bir siyasal tercihin ise
uzun vadede zaten pasif olan yurttaşlık kültürünü daha da kalıcılaştıracağı, her
türlü eleştirel duruşu ve muhalif söylemi baştan engelleyecek bir iktidar
yapılanmasını besleyeceği söylenebilir. Diğer bir deyişle Marcuse.nin „tek
boyutlu insan.ının farklı bir türü bizi bekliyor olacaktır. Çünkü “ortak korkulara
karşı toplumsal birlik ve beraberlik miti, dağılma, bölünme ve yok olma
korkusu yaratarak…siyasal iktidara sığınma ihtiyacı”nı (Çetin, 2012: 20)
pekiştirir. Korkunun nesnesi kılınan kimlikler sayesinde iktidar, “siyasal ve
toplumsal bir özneye dönüşür”ken (Çetin, 2012: 32), bireyler ise nesneleşmeye
mahkûm olacaktır.
Kaynakça
Akbaş, Meral (2014), “AKP'nin Miting Hali: 'Sizi Seviyoruz Be!'”, Birikim, (301), 24-30.
Aktay, Yasin (2011), Korku ve İktidar, (İstanbul: Pınar Yayınları).
Bauman, Z. (2006), Sosyolojik Düşünmek, (İstanbul: Ayrıntı Yayınları), (Çev. A. Yılmaz).
Bora, Tanıl (2014), “Türk Sağı: Siyasal Düşünce Tarihi Açısından Bir Çerçeve Denemesi”, İ.
Kerestecioğlu ve G. Öztan (Der.), Türk Sağı: Mitler Fetişler Düşman İmgeleri, (İstanbul: İletişim Yayınları), 9-28.
Campbell, Charlie (2013), Günah Keçisi: Başkalarını Suçlamanın Tarihi, (İstanbul: Ayrıntı Yayınları).
Canetti, Elias (2006), Kitle ve İktidar, (İstanbul: Ayrıntı Yayınları), (Çev. G. Aygen).
Çetin, Halis (2012), Korku Siyaseti ve Siyaset Korkusu (İstanbul: İletişim).
Çevik, Abdülkadir (2012-13), “Mağduriyet Psikolojisi ve Toplumsal Yansımaları”, 21. Yüzyılda Sosyal Bilimler, (2), 65-83.
Çınar, Mahmut (2013), “Habercilik ve Nefret Söylemi”. M. Çınar (Der.), Medya ve Nefret Söylemi: Temel Kavramlar Mecralar Tartışmalar, (İstanbul: Hrant Dink Vakfı Yayınları), 137-152.
Goffman, Erving (2014), Damga: Örselenmiş Kimliğin İdare Edilişi Üzerine Notlar, (Ankara: Heretik Yayınları) (Çev.Ş. Geniş, L. Ünsaldı, ve S. Ağırnaslı).
Göregenli, Melek (2013), “Ayrımcılığın Meşrulaştırılması”, M. Çınar (Der.), Medya ve Nefret Söylemi, (İstanbul: Hrant Dink Vakfı Yayınları), 39-54.
İlhan, Rifat (2013), “Psikopolitik Bir Bakış Açısından Yıkıcı Liderler ve Takipçileri: Yıkıcı Bir 'Cult' Yapılanması Olarak PKK”, 21. Yüzyılda Sosyal Bilimler, (2), 97-117.
Kerestecioğlu, İ. Özkan (2014), “Korku ve Siyaset: Türk Sağının Ezberlerini Çözümlemek”, İ. Kerestecioğlu ve G. Öztan (Der.), Türk Sağı: Mitler Fetişler Düşman İmgeleri, (İstanbul: İletişim Yayınları), 29-43.
Laçiner, Ömer (2014a), “30 Mart Nasıl Okunmalı?”, Birikim, (301), 3-8.
Laçiner, Ömer (2014b), “Sayı'nın Hegemonyası”, Birikim, (305), 3-8.
Massumi, B. (1993), “Everywhere You Want To Be: Introduction to Fear”, B. Massumi (Edt.) The Politics of Everyday Fear, (Minneapolis: University of Minnesota Press), 3-37.
Massumi, B. (2005), “Fear (The Spectrum Said)”, Positions, 13(1), 31-48.
Moses, Rafael (2010), “Düşman Algısı: Psikolojik Bir Analiz”, Tarih Okulu, (VII), 99-108.
Özman, Aylin ve Aslı Y.Yakın (2014), “Anti-komünist Fanteziler: Doğa, Toplum, Cinsellik”, İ. Kerestecioğlu ve G. Öztan (Der.), Türk Sağı: Mitler Fetişler Düşman İmgeleri, (İstanbul: İletişim Yayınları), 105-135.
Öztan, G. Gürkan (2014), “Ezeli Düşman ile Hesaplaşmak: Türk Sağından Moskof İmgesi”, İ. Kerestecioğlu ve G. Öztan (Der.), Türk Sağı: Mitler Fetişler Düşman İmgeleri, (İstanbul: İletişim Yayınları), 75-104.
Öztan, G. Gürkan (2014), “Öfkeyi Çizmek: Milliyetçi Tahayyülde Düşman Portreleri”, İ. Kerestecioğlu ve G. Öztan (Der.), Türk Sağı: Mitler Fetişler Düşman İmgeleri, (İstanbul: İletişim Yayınları), 137-167
Podunavaz, M. (2002), “Fear and Politics”, New Balkan Politics, (2).
http://www.newbalkanpolitics.org.mk/item/Fear-and-Politics#.VP91YfmsWkE (E.T. 09.03.2015)
Saraçoğlu, Cenk (2014), “Türkiye Sağı, AKP ve Kürt Meselesi”, İ. Kerestecioğlu ve G. Öztan (Der.), Türk Sağı: Mitler Fetişler Düşman İmgeleri, (İstanbul: İletişim Yayınları), 243-279.
Sarıbay, A. Yaşar (2000). Kamusal Alan, Diyalojik Demokrasi, Sivil İtiraz. Bursa: Alfa Yayınları.
Türk, H. Bahadır (2014), Muktedir: Türk Sağ Geleneği ve Recep Tayyip Erdoğan, (İstanbul: İletişim Yayınları).
Virilio, P. (2012), The Administration of Fear, (NY: Semiotexte), (Trans. A. Hodges).
Yanıkkaya, Berrin (2009), “Gündelik Hayatın Suretinde: Öteki Korkusu, Görsel Şiddet ve Medya”. B. Çoban (Der.), Medya Milliyetçilik Şiddet, (İstanbul: Su Yayınları), 11-27.
Yıldırmaz, Sinan (2014), “Nefretin ve Korkunun Rengi: Kızıl”, İ. Kerestecioğlu ve G. Öztan (Der.), Türk Sağı: Mitler Fetişler Düşman İmgeleri, (İstanbul: İletişim Yayınları), 47-73
Yumul, Arus (2013), “Nefret Suçu ya da Ölü Vicdanlar Ülkesi”, M. Çınar (Der.), Medya ve Nefret Söylemi: Temel Kavramlar Mecralar Tartışmalar, (İstanbul: Hrant Dink Vakfı Yayınları), 127-134.
Zizek, S. (Güz 1996), “Müstehcen Efendi”, Toplum ve Bilim, (70), 63-76.
****
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder