13 Ocak 2017 Cuma

İran’ın Türkiye ve Ortadoğu Programı BÖLÜM 1



İran’ın Türkiye ve Ortadoğu Programı 
BÖLÜM 1 


Yrd. Doç. Dr. Bayram Sinkaya


   İran’ın Ortadoğu politikası hakkında konuşmak için öncelikle İran ve İran’ın dış politikası hakkında bilgi vermek gerekiyor. İran’ın Ortadoğu politikası, dış politikasının yansımalarından bir tanesidir. İran’la ilgili düşünürken, okurken ve yazarken İran’ın normal bir ülke olmadığını, “devrimci” bir ülke olduğunu göz önünde bulundurmalıyız. İran’da bir devrimin ardından kurulmuş bir siyasal rejim var. Ayrıca devrim değerleri denilen bazı değerler söz konusudur ve bu değerler İran’ın iç siyasetinde ve dış siyasetinde belirleyici bir rol oynamaktadır. 

Bu devrimci değerlerin başında İran’ın Anayasal sistemi geliyor. Peki, devrim sonrası İran Anayasası’nda nasıl bir yapı kuruldu? Bunu tartışarak İran’ın Ortadoğu politikasına girmekte fayda var. İran’da devrim 1979 yılında gerçekleşti. Malumunuz devrim olunca eski liderlerin heykelleri yıkılıyor, bunu yakın tarihte Irak’ta gördük. Fakat devrim, bir ülkede sadece yönetici elitin değil, siyasal sistemin tamamen değişmesidir. Ayrıca, siyasete egemen olan değerler değişiyor. Siyasete egemen olan değerler nedir? Diğer bir ifadeyle siyasette meşruiyeti belirleyen değerler nedir? 

Devrim öncesi İran’da anayasal monarşi vardı. Anayasal monarşide, babadan oğlu geçen siyasal yapı anayasa çerçevesinde hareket ettiği sürece meşru bir yapıdır. İran’da da meşru iktidar vardı. Ama bu iktidar meşruiyeti belli bir noktadan sonra sorgulanmaya başlıyor yada muhalefet iktidarın meşruiyetine meydan okuyor. Devrim sonrasında meşruiyet değerleri tamamen değişiyor. 


İran’da devrimden sonra devrimin adını İslam devrimi koydular çünkü devrimden sonra İslam Cumhuriyeti kurulmuştur. Burada İslamcılar önemli bir rol oynadılar ya da devrimden sonra İslami değerleri öne aldığı düşünülen bir sistem kuruldu. Ama bu İslam biraz daha spesifik, özel bir İslam çünkü İran’ın kendi nüfus yapısı gereği daha çok Şiilerin ağırlıkta olduğu İslam anlayışı var. Dolayısıyla İslam’ın siyasete yansımalarında aslında Şiiliğin yansımalarını görüyoruz. Ayetullah Humeyni’nin Şiilik yorumumu ve Şii siyaset teorisine getirdiği yeni yorumlar devrim sonrasında belirleyici rol oynadı. Bu yorum, velayeti fakih teorisidir. Ayetullah Humeyni, 1970’lerde Irak’ta sürgünde ders verirken ‘velayet-i fakih ve hükümet-i İslami’ diye bir teori geliştirdi. Bu o zamana kadar Şiilikteki din -devlet anlayışının ters yüz edilmesine denk gelmektedir. 

Çünkü o zamana kadar Şiilere göre yöneticiler şeriata uygun hareket ettikleri ve inananların çıkarlarını ve haklarını koruduğu sürece meşru ve tolere edilebilir görülmüştür. O nedenle Şiiler siyasetin marjinalinde, kenarında kalmış ve siyasette pek bir hak iddia etmemiştir. Humeyni ile birlikte velayeti fakih doktrini gündeme geldi, bu doktrin din adamlarının yönetimi anlamına geliyor. Geleneksel olarak İran’da devrimden önce monarşide hanedan ailesinin bir meşruiyeti vardı. Sistem de öyle kurulmuştu. Peki Humeyni’nin teorisinde din adamlarının yönetiminin meşruiyet kaynağı neydi? Humeyni bunun için üç tane önemli argüman sunmuştu. Birincisi, İslam’ın pratiğe dönük hükümlerinin uygulanması gerekmektedir. Bu uygulama devlet eliyle yapılacak ve dolayısıyla İslam’ı en iyi bilenler yani din adamları devlete bu süreçte yardımcı olacaktır. İkincisi, din adamları aynı zamanda İslam’ın önderleri, İslam toplumunun liderleri ve dinin koruyucularıdır. Ayrıca, bir de ünlü İslam dünyasının çöküşü teorisi vardır. 1789’dan beri, Napolyon’un Mısır’a çıkmasından beri İslam dünyası Batı karşısında gerilemeye başlamıştır. 

Bu sadece İslam dünyasının Batı karşısında gerilemesi değil ayrıca İslam’ın tehdit altında olması olarak yorumlanmaktadır. Yani, İslam 200 yıldır tehdit altındadır. O zaman birilerinin çıkıp İslam’ı savunması gerekmektedir. Kim savunacak İslam’ı? Bu görev öncelikle din adamlarının görevidir. Diğer taraftan din adamları, hadislerle sabit olduğu üzere peygamberlerin ve imamların varisleridir; dolayısıyla peygamberler ve imamlar hangi haklara sahipse alimler de aynı haklara sahiptir. Peygamber sadece peygamber değildi, tebliğ yapıyordu ama aynı zamanda bir siyasal organizasyonun başındaydı, ümmetin liderliğini yapıyordu. Bu durum peygamberlerin mirasçısı olan din adamlarının hakkı değildir, aslında omuzlarına yüklenmiş bir yüktür. O zamana kadar din adamları bunu uygulamaktan kaçındılar, meşruti monarşileri kabul ettiler. Siyasete 
neredeyse hiç bulaşmadılar, siyasi söylemde bulunmadılar. Humeyni’ye göre bu onların hatasıydı ya da ihanetiydi. Farkında olmadan İslamiyet’e karşı yaptıkları büyük hataydı. Bu durumda Humeyni’nin “velayeti fakih” teorisi sadece İslam siyaseti anlayışını değil, Şii siyaset anlayışında da bir devrim yaptı. “Velayeti fakih” teorisi önemlidir çünkü İran’da ki mevcut siyasi sistem tamamen bu teori üzerine inşa edilmiştir. Siyasi sistemin en önemli ayağı velayeti fakihtir. İkinci olarak velayeti fakih İran’da devrim sonrası kurulan bir rejimdir. Devrim sonrası kurulduğu için devrimde ortaya çıkan değerler, devrim sonrası kurulan rejimde de etkili olmaktadır. İranlılar o dönem Şah gitsin istiyorlardı. İran ideolojik 
bir devrim yaptı. Şah karşıtı grupların asgari müşterekte buluştuğu bazı değerler söz konusuydu. Bu değerler hala devrimin yıldönümünde 
kutlanmaktadır. 

Bu değerlerden birincisi ‘istiklal’dir. İstiklal meselesi İran’ın son 200 yıllık tarihinde önemlidir. İran hiçbir zaman sömürgeleştirilmemiştir. 

Buna rağmen yabancıların İran’daki nüfuzunun önemli oranda arttığını görüyoruz. 19. Yüzyılda önce Ruslar, İran’ın önemli bir bölümünü kontrol altına aldılar. Kafkasları, İran’dan kopardılar. Bunun yanında Tahran’da sarayda, Şah çevresinde etkili olmaya başladılar. İngilizler, Fransızlar geldiler. 20.yüzyılda özellikle II.Dünya savaşından sonra Amerikan nüfuzu çok etkili olmaya başladı. İran’da yönetim üzerinde bir yabancı nüfuzu hep vardı. İstiklal, yabancı nüfuzun kovulması, İran’ın tam anlamıyla bağımsız olması anlamına geliyordu. Dolayısıyla yabancı, o zaman ABD’yi simgelemekteydi, çünkü Şah’ın en büyük destekçisi ABD yönetimiydi. Devrim, dolayısıyla anti-Amerikanizmi de yanında 
getirdi ve ABD karşıtı bir devrim olarak da görüldü. Bir de bunun yine İslam’ın tehlikede olmasıyla ilgili de bir boyutu var. 

ABD ve SSCB emperyalizmi temsil ediyordu, İslami tehdit altında bırakan da zaten bu emperyalizmin ilerleyişiydi. ABD hem İslam dünyasına tasallut etmesi itibariyle hem de İran’da ki nüfuzu itibariyle bir tehdit olarak görülüyordu ve bu etkinliğinin bitirilmesi gerekiyordu. Dolayısıyla sistemin temellerinde, hem devrimin temellerinde hem de bu devrim sonrasında kurulan rejimin temellerinde güçlü bir Amerikan karşıtlığı oluştu. 

İkinci husus Azadi meselesidir. Azadi meselesi biraz daha karışık çünkü bu mesele herkesçe farklı yorumlanıyordu. Ama öncelikle anlaşılan o dönemde, devrimden önceki 20-30 yıl boyunca Şah Muhammed Rıza Pehlevi’nin diktatörlüğüne karşı özgürlük arayışıydı. Pehlevi döneminde toplumun geniş kesimleri siyasal haklardan mahrum kaldı, siyasal haklar hiçbir zaman tam anlamıyla tanınmadı. Sosyal haklar kısıtlıydıö basın ve yayın kurumları kontrol altındaydı. Bildiğimiz otoriter, diktatör bir rejim vardı. İran’da orta sınıfın gelişmesine rağmen, ekonominin gelişmesine rağmen, otoriter sistemin varlığının sürdüğünü görüyoruz. İran, Türkiye’ye benzer ekonomik ve sosyal bir dönüşüm gerçekleştirdi. Türkiye’den farklı olarak petrolü vardı. 1970’lerde petrol gerileri arttıkça, orta sınıfın gelişmesi de olumlu bir şekilde etkilendi. İşçi sınıfı gelişti, bürokrasi genişledi, okur-yazar kimseler çoğaldı. Orta sınıf geliştikçe, siyasal katılım talebi de oluştu ama rejim buna hiçbir şekilde izin vermedi. 
Bu durum devrimin en önemli sebeplerinden biridir. Azadi ile içerideki özgürlüklerden bahsediliyor. İçerden insanların siyasete katılması ve 
diktatör rejimin son erdirilmesi kastediliyordu. Bu beklenti karşılanmaya çalışılıyordu ama bir süre sonra İran’da bütün devrimlerden sonra olduğu 
gibi devrimci koalisyon dağıldı. 

Devrim aslında bir koalisyonun ürünüdür. İran’da milliyetçiler, sosyalistler, liberaller ve İslamcılar Şah’a karşı birleşip, onu böyle devirebildiler. 


Bu koalisyon olmasaydı hiçbir grup tek başına Şah’ı deviremeyebilirdi. Ancak muhalefet, Şah karşıtlığında, rejim karşıtlığında bir çatı altında birleştiği zaman devrim başarılı oldu. Ama Şah gittikten sonra bu defa devrimi yönetmek için devrim sonrası kurulan sistemde iktidarı ele almak gerekiyordu. Bu süreçte devrim ortaklarının birbirine girdiğini görüyoruz. İster istemez bir iktidar kavgası başlıyor. Bu iktidar kavgasında İslamcıların özgürlük anlayışı biraz daha farklı oluyor, aynı şekilde liberaller ve sosyalistlerin de farklı oluyor. Bunun uygulamada farklı şekillerde sonuçlandığını görüyoruz. 

Diğer mesele ise ‘Cumhuri İslami’ meselesi; insanlar cumhuri İslami isteyerek sokaklara döküldüler. halihazırda meşruti monarşi vardı. Bir anayasal sistem vardı. Bu sistem görünürde insanların sisteme katılmasına izin veren bir sistemdi. Bununla beraber devrime katılanlar rejimi tamamen değiştirip cumhuriyet rejimi kurmak istediler. Hanedandan tamamen kurtulacaklardı. Fakat bu cumhuriyetin bir vasfı olacaktı, bu cumhuriyet İslami olacaktı. İslam cumhuriyetinden her fraksiyon ve her grubun anladığı şey farklıydı. Milliyetçilerin İslam Cumhuriyeti algısı farklı, sosyalistlerin farklı, liberallerinki farklıydı. Ama Ayetullah Humeyni başlangıçta İslam Cumhuriyeti kelimesini ifade etti. Koalisyonun dağılmaması, yapının parçalanmaması için bütün siyasi gruplar Humeyni’nin liderliğini isteyerek veya istemeyerek, dolaylı veya doğrudan 
kabul ettiler ve İslam Cumhuriyetini zikretmeye başladılar. Bu süreçte İslam Cumhuriyeti’nin ne olduğu konusunda hiç kimsenin net bir fikri yoktu, Ayetullah Humeyni’nin de aslında bir fikri yoktu çünkü daha önceden İslam Cumhuriyeti pratiği diye bir şey yoktu. Bunun İslam tarihinde de bir örneği yoktur veya yazılmış bir teorisi de yoktur. İslam Cumhuriyeti ilan edildi ama İslam Cumhuriyeti’ne uygun bir anayasa yapılması çalışmalarına başlandı. Bu anayasa için kurucu meclis oluşturuldu. Kurucu meclis seçimleri Ağustos ayında yapıldı ve siyasi kavganın ilk yansımaları kurucu mecliste görüldü. Kurucu meclis seçimlerinde Ayetullah Humeyni’nin sadık öğrencilerinin takipçilerinin etkili olduğu mecliste 70-72 temsilcinin 50-55 tanesi doğrudan Humeynici İslamcı gruptan geliyordu. Bunlar İslam Cumhuriyeti anayasasına velayet-i fakih’i 
enjekte ettiler. Daha önceden hazırlanan bir taslak vardı. Ama bu taslak da velayet-i fakih doktrini yoktu. 

Humeyni’nin öğrencileri anayasa yapımı sürecinde etkili bir rol oynayınca velayet- -i fakih doktrini anayasa girmiştir. Bu doktrininin anayasaya 
girmesinin pratikteki sonucu bir nevi ruhani seçkincilik oluşmasıdır. Bazı siyasi görevler sadece din adamlarına ayrıldı. Bir cumhuriyet kuruyorsunuz 
ve bu yönetim içinde bazı pozisyonlar sadece bir sınıf için ayrılıyor. 

Anayasaya gelince; Anayasa İslamcı bir anayasa: bazı maddeler dayanaklarını ayetlerden alıyor. Diğer taraftan da Cumhuriyetçi bir anayasa, dolayısıyla demokratik hükümler yer almaktadır. Bildiğiniz klasik batı 


Avrupa’da gördüğümüz cumhuriyetçi demokratik hükümler de var. Bu kağıt üzerinde işliyor gibi görünüyor ama pratikte önemli sorunlarla karşılaşıyoruz. Anayasanın bir başka özelliği ise etkili fren-denge sistemidir. İranlılar devrim öncesi diktatörlükten çok çektiği için yeni bir diktatör çıkmasını engelleyecek bir siyasal rejim kurmaya çalıştılar, bunun içinde anayasada çok etkili bir fren ve denge sistemi kurdular. Kurulan meclisin denetleme mekanizmaları çok güçlü, bu çerçevede sistem içerisinde yeni bir diktatör doğmasının engellenmesi amacı vardır. Yalnız bunun pratikteki sonucunda İran’da karar alma mekanizması çok yavaş çalışıyor, çünkü fren denge sistemi çok güçlü tabiri caizse araba 
gitmekte zorlanıyor. 

İran’da devrim sonucu kurulan bir koalisyon vardı; bütün kararlar bu fren denge sistemi içerisinde konsensüs olarak alınıyordu. Hiçbir siyasal hareket sistemi tek başına domine edemiyor. Her ne kadar İslamcılar anayasayı kontrol altına alsa da İslamcılar arasında hizipleşmeler oldu. Bazıları daha muhafazakar kaldılar bazıları daha radikal kaldılar. İran’da siyaset şimdi İslamcılar arasında cereyan ediyor. Reformcular daha çok Cumhuriyeti savunuyor, muhafazakarlar ise daha çok İslami değerleri savunuyorlar. Bu da İran siyasal kültürünü doğrudan etkiliyor. Belki sisteme şematik olarak bakarsak anayasal sistemin ve rejimin nasıl işlediğini daha net anlayabiliriz. 

Öncelikle bir Cumhuriyet rejimi olduğu için anayasada ifade edildiği üzere rejim yasama, yargı ve yürütme olmak üzere kuvvetler ayrılığı prensibine dayalı olarak kurulmuştur. Yasama gücünü İslami Danışma Meclisi temsil ediyor. Bu meclis bildiğimiz parlamento, bildiğimiz seçimle iş başına gelen milletvekilleri var. Parlamentonun yürütmeyi gensoru, meclis araştırması gibi süreçler ile denetleme hakkı var. Hatta cumhurbaşkanını görevden alabiliyor. Fakat Meclis’te alınan kararlar doğudan yasalaşmıyor. Tüm kararların, Anayasayı ve Şeriatı
Koruyucular Şurası’nın onayından geçmesi gerekiyor. Dolayısıyla bu Şura da yasama gücünün bir parçasıdır. 

Yürütme, cumhurbaşkanı tarafından temsil ediliyor. Cumhurbaşkanı, hükümetin başı, dört yılda bir seçiliyor. Cumhurbaşkanını halk seçiyor. 

Cumhurbaşkanı hükümeti kuruyor. Cumhurbaşkanı hükümet üyelerini meclis içinden veya dışından seçiyor. Meclis içinden seçilenlerin milletvekilliği 
düşüyor. Bakanlar aynı zamanda milletvekili olamıyor. Yürütme, meclise karşı sorumlu ve meclisin yürütme üzerinde denetim yetkileri var. Ülkenin gündelik işleyişini idare ediyor. Yalnız, cumhurbaşkanı yetkisini rehberle paylaşmak zorundadır. Rehber velayet-i Fakih sistemindeki veliyi fakihin oturduğu yer. Türkçe’de ‘dini lider’ tabiri yaygın olarak kullanılıyor, fakat ‘Rehber’ demek daha doğrudur. Rehber, dini lider değildir, aslında,o İslam devriminin yüce rehberidir. Devrim halen devam etmektedir ve rehber de devrime rehberlik etmeye devam ediyor. Anayasada kuvvetler ayrılığı prensibini uygulansa da rehber üç kuvvetin de üstünde ve bunların koordinasyonunu sağlamakla yükümlüdür. Rehber 
kim? Rehber, sadece din adamlarına ayrılmış pozisyonlardan birisi ve en önemli pozisyondur. Protokolde karşılığı yoktur. Örneğin, Cumhurbaşkanının 
protokol karşılığı İran Cumhurbaşkanıdır. Başbakan’ın muadili ise İran Cumhurbaşkanı’nın 1. Yardımcısıdır. İran’da daha önce 80’lerde 
Başbakanlık makamı vardı. Sonra bu makam kaldırıldı. 

Bu sistem, İslam Cumhuriyeti sistemi, anayasal sistem, ikili bir yapı kurdu; Cumhuriyetçi organlar ve İslami organlar. İslami organlar daha çok din adamlarının yönetiminde ve kontrolündedir. Cumhuriyetçi organlar ise seçimle işbaşına geliyor. Meclis tek başına iş yapamıyor. Koruyucular Şurası ile çalışmak zorundalar. Koruyucular Şurası sistemin en önemli mekanizmalarından birisi, bir nevi bizim anayasa mahkemesine benziyor. Koruyucular Şurası üyelerinin dağılımı önemlidir. 12 üyesi olan Şura’da üyelerin 6’sı müçtehit olmak zorundadır. Bu üyeler sıradan bir din adamı olamaz, dini ilimlerde belli bir yere gelmiş, yükselmiş bir din adamı olması gerekmektedir. Söz konusu 6 müçtehit Rehber tarafından atanıyor. Diğer 6 kişi ise meclis tarafından seçiliyor. Bu kişiler hukuk alanında uzman kişiler arasından seçiliyor. Fakat Meclis herhangi 6 kişiyi 
seçemiyor. Yargı erki başkanının gösterdiği adaylar arasından seçiliyor. Koruyucular Şurası meclisteki yasa yapımını denetlerken, 1990’larda yetki genişlemesi yaptı. Cumhurbaşkanlığı, Uzmanlar Konseyi, Meclis gibi seçime dayalı kurumlar için yapılacak bütün seçimler doğrudan Koruyucular Şurası denetimi altında yapılıyor. Bunun pratikteki sonucu cumhurbaşkanı, milletvekili adayı olmak istediğiniz zaman başvurunuz Şura tarafından değerlendiriliyor. Şura, hiçbir gerekçe göstermeden sizin başvurunuzu reddedebilir. Sistemde elitlerin dönüşümünü belirleyen, sınırlayan en önemli mekanizmalardan birisidir. Koruyucular Şurası denetimi sistemin ve devrimin değerlerini öne çıkarıyor. Adayların, Veyalet-i Fakih teorisine ne kadar sadık ve bağlı olduğuna, ailesinin durumuna ve kişinin toplum içindeki itibarına bakılıyor. En önemli şart Veyalet-i 
Fakih prensibine bağlı olmak. 

Rehber, rejimin en önemli kurumudur; rehber olmak için din adamı olmak yeterli değildir. Siyasal konulara vakıf olan din adamları seçiliyor. Daha önceden daha ağır bir şartı vardı. Merci-i taklit olması gerekiyordu. Artık Ayetullah olması yeterli, yalnız siyasal konulara vakıf olması gerekmektedir. 

Rehber, yasama, yürütme ve yargı erklerinin koordinasyonundan sorumludur. Aynı zamanda ülkenin genel siyaseti ve dış siyasetini de belirliyor. Rehber bunu tek başına belirlemiyor. Kararlar çeşitli komisyonlardan geçiyor ama son sözü rehber söylüyor. Rehber, temsilcileri vasıtasıyla ülkenin yönetiminde fiili olarak söz sahibidir. Rehber zaman içerisinde otoritesini genişletti. Rehberin yetkileri genişledikçe, Cumhurbaşkanı’nın yetkileri daraldı. Cumhurbaşkanı’nın yetkileri anayasaya göre rehberin yetkilerinin başladığı yerde biter. Rehberin yetkileri 
nasıl genişliyor? İran’ın resmi bir örgütlenme sistemi var. ( valilikler, bakanlıklar vs.) Rehber’in, bakanlıklardan, üniversite rektörlüğüne kadar her yerde temsilcisi var. Rehber kişisel olarak temsilcilerini atıyor. 

Bu temsilcilerin çoğu din adamı, işlerin anayasaya, şeriata ve rehber tarafındna belirlenen genel esaslara uygun ilerleyip ilerlemediğini rehbere bildirmekle yükümlüler. İdari görevleri yok. Fiiliyatta rehberin temsilcisi orada olunca, valinin, rektörün vb. yetkinliği sınırlanıyor. Bu durum dış politikada da aynı şekilde tezahür etmektedir. Bazı yurtdışı temsilciliklerde de rehberin atadığı görevliler var. Diğer taraftan rehber silahlı kuvvetlerin başkomutanıdır ve bütün silahlı kuvvetler ona bağlıdır. Rehber savaş veya barış ilan etme yetkisine sahiptir. Devlet televizyonu ve radyolar da rehbere bağlıdır. Bu kurumların başına geçecek olan yöneticileri rehber atamaktadır. Sistemin kilit mekanizma ları doğrudan rehbere bağlıdır. Rehber, yetkilerini genişletiyor ve dış siyaseti de rehber belirliyor. Yargı erki başkanı da Rehber tarafından atanıyor. 
Bu pozisyon din adamları için ayrılmıştır. Herhangi bir hukuk adamı medrese tedrisatından geçmezse bu pozisyona gelemiyor. 

Devrim ( Şubat -1979)’den sonra ilk geçiş dönemi (ılımlı/çift hükümet dönemi) 1981 Haziran ayına kadar sürmüştür. Bu dönemde İslamcılar tam olarak yönetime hakim olamamıştır. Devrim bir koalisyonun ürünü olduğu için bu koalisyon çatırdasa da etkili olmaya devam etmiştir. Devrim’den sonra ilk başbakan Mehdi Bazergan, İslamcı ama aynı zamanda da liberal milliyetçidir. Devrimden sonra kurulan ilk kabinede din adamı yer almamaktadır. İlk Cumhurbaşkanı din adamı değildi. Zamanla önce anayasa yapıldı, anayasa yapım süreci yaklaşık bir yıl sürdü. Anayasa uygulanmaya başlandıktan sonra sistemin İslamcıların kontrolü geçtiğini görülmektedir ve sistemdeki diğer gruplar aşamalı olarak tavsiye edildi. 

İran’daki ABD Büyükelçiliği baskını 4 Kasım 1979 ‘da gerçekleşti. İranlılar arasında, İran tarihinden öğrendikleri dersle ABD’nin İslam devrimini kolaylıkla kabul etmeyeceğini, İslam Devriminin Amerikan çıkarlarına darbe vurduğu, dolayısıyla da ABD’nin ne yapıp edip İslam devrimini tersine döndüreceği gibi endişeler vardı. 

Devrik Şah Muhammed Rıza Pehlevi tedavi olmak için ABD’ye gitmek istiyordu. Amerikalılar uzun süre izin vermediler ama Ekim ayının sonunda ülkeye girişine izin verdiler. Şahın Amerika’ya kabul edilmesi İran’dakilerin korkularını iyice artırdı. “Tamam bunlar artık işbirliği yapıyorlar, operasyon başladı” diye onlar da Amerikan Elçiliğini işgal ettiler. İşgalin iç siyasal yansımaları daha etkili oldu. Dışarıda Amerika-İran ilişkileri koptu. Yani devrimden hemen sonra kopmadı, elçilik işgal edildikten sonra koptu. Hala ABD ile İran arasında diplomatik bir ilişki yok. Hatta ABD ve İran ilişkileri düşmanlık seviyesine ulaştı. İran’da anti-Amerikanizm yükseldi. Ama İran iç siyasetindeki yansımaları da daha az etkili 
olmadı çünkü elçilikten elde ettikleri belgelerle, Amerika ile kimler yakın ilişkiliymiş İran içerisinde onu hemen belirlediler. “Filanca şahıs bir zamanlar Amerikan elçiliğinde şu veya şu kişiyle görüşmüş”. Bu, yani Amerikan karşıtlığının tavan yaptığı bir ortamda, Amerikalılarla bir araya gelmek ve görüşmüş olmak, sistemden diskalifiye edilmek için yeterli idi. Liberallerin ve milliyetçilerin çoğunu bu şekilde sistemden diskalifiye ettiler ve ilk hükümet de o zaman düşmek zorunda kaldı. Bu dönemin İran dış politikası Amerika ile ilişkilerde gördüğümüz gibi hemen radikalleşmiyor. 

Aşamalı olarak radikalleşiyor. Öncelikle dış politikada ilk hükümet bağlantısızlık prensibini benimsiyor. Bağlantısızlık prensibi, Humeyni’nin ne doğu ne batı söylemi var; ne doğu ne batı yalnızca İslam Cumhuriyeti. Buna göre İslam Cumhuriyeti, kendisi, dış politikada bir model olmalıdır(Hem dış hem iç politikada). Doğu ve batı bloklarına girmeyecek, bağımsız üçüncü bir yol öneriyor. Bununla bağlantılı olarak, dış politikada bağlantısızlık prensibini benimsediler. Hatta CENTO, Türkiye’nin İran ile yaptığı ittifak anlaşması vardı(Türk-İran-Pakistan ittifak anlaşması), İran CENTO’dan çekildi ve CENTO çöktü. Amerika’ya verdikleri silah siparişi askıya alındı ve bir “Bağlantısız ülkeler” konferansı var. İran da bu konferansa katılmaya başladı ve kendini bağlantısız ilan etti. Amerikan elçiliğinin işgal edilmesi örneğinde görüldüğü gibi, dış 
politika da yavaş yavaş radikalleşmeye başladı. Haziran 1981’de, İran’ın ilk Cumhurbaşkanı Ebu’l Hasan Beni Sadr görevden alındı. Beni Sadr, Fransa’da İktisat okumuş, İslamcı biriydi ama İran’daki iktidar kavgası içerisinde, Humeyni çizgisindeki radikal İslamcılarla ters düştü. Humeyni ile de bir süre sonra ters düşmeye başladı. Humeyni’nin taraftarlarının devrim sonrasında kurduğu İslam Cumhuriyeti Partisi vardı ve bu parti ile Beni Sadr’ın ilişkileri pek iyi olmadı. İkisi arasında, hem ülkenin yönetimi, belirli kurumların kontrolüyle alakalı çok ciddi bir kavga vardı. Bu kavga İran-Irak savaşında daha şiddetli bir hal aldı. Bu sefer, savaşın idaresini kim yapacak, anayasal olarak ilk rehber Humeyni, rehber 
Silahlı Kuvvetlerin Başkumandanı ama o zaman bir ‘hata’ yapmış komutayı 
Cumhurbaşkanına devretmişti. Beni Sadr da asker üniformasını giydi ve cepheye gitti. Savaşı idare etmeye başladı. Bundan İslamcılar çok rahatsız oldular çünkü İslamcıların da milis grupları vardı. İslamcı milisleri, İslam Devrimi Muhafızları Ordusu isimli yeni bir askeri yapı kurmuşlardı. Beni Sadr bu orduya savaşta rol vermiyor. Dolayısıyla İslamcılar kendi ordularının öne çıkmasını istiyorlardı. Kavga giderek şiddetlendi ve Beni Sadr sistemden diskalifiye edildi. Meclis kararı ile görevden alındı. Ama bu kolay bir süreç olmadı; bu defa İran teröre 
sürüklendi. ‘Terör dönemi’ başladı İran’da. 

2 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR,


****

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder