31 Ağustos 2015 Pazartesi

TÜRKLERE DÜŞMAN DEĞİLMİŞ !




TÜRKLERE DÜŞMAN DEĞİLMİŞ !


15 Şubat 2014 Cumartesi

















Bak bak... !!!
Adama bak... !!!
Bir dediğine bak... !!!
Bir de dediği yere ve makamına bak... !!! 
İyi bak... !!!


“Özel harekat timlerinin içinde bıyıkları aşağı doğru sarkık, tipik MHP militanı görüntüsü veren yanlış insanlar vardı”  diyen AKP Genel Başkan Yardımcısı Hüseyin Çelik; 

"BEN TÜRKLERE DÜŞMAN DEĞİLİM


diyor…..!

Senin 'dostluğun'u yesinler emi?

Kendini fena açık etmişin Sayın Genel Başkan Yardımcısı Hüseyin. 

Açıkça ve aleni bir şekilde, üstelik ulu orta 'ben Türk Değilim' diyorsun! 

Tamam.....!

TÜRK olmayabilirsin....

Ama Türklere ve Türklüğe sataşmayı bırak artık. 

Her şeyi bitirdin de şimdi Türklerin kıllarına ve bıyıklarına mı taktın?

Neredeyse engellenemez hırsına yenik düşüp Türklüğü yasaklayan kararnamelere alet edeceksin makamını… 

Bulunduğun yerin Türkiye olduğunu unuttun galiba. !!!

Ne yaptınız da böylesine kendinizden geçtiniz? 

Burası Irak’ın Kuzeyi değil Sn. Genel Başkan Yardımcısı Çelik efendi.











KENDİNE GEL !!!

Üstelik düşman olsan kaç yazar ? 

Ateş olsan cürmünüz kadar yer yakarsın !!! 

Ayıp, ayıp… !!!


Senin konumundaki bir insan, milletin infialine neden olacak bu lafları böylesine ucuz kullanamaz. 

Senin dediğini en son İmralı sakini APO demişti. 

Hem de uçakta !

Ama o bile senden daha sempatikti.. 

“Benim anam Türk, ben Türkleri severim” diyordu kara göz bandajları açılırken….

Ne yani... ?

Apo bile yumuşadı, ben ondan daha mı radikalim mi diyorsun? 

Madem başladın, gerisini getir. 

Elinde, eteğinde ne varsa dök. 

Karnındakileri de kus artık. 

Geveleyip durma ! 

Hadi, ne diyeceksen de artık… 

Ne günlere kaldık yarabbim… 

Sen aklımıza mukayyet ol

Kimin aklına gelirdi, bir gün gelecek, Türkiye Cumhuriyeti Hükümet Partisinin Genel Başkan Yardımcısı;

“BEN TÜRKLERE DÜŞMAN DEĞİLİM” 


diyecek.... !

Daha acısı bunu iyi ve doğru bir şey diyorum havasında yapacak. 

Gözlerimizin içine baka baka ve utanmadan…


















Sen git o düdüğünü dağda çal !

Sayın Başbakan;

‘Türk Düşmanı Olmayan’(!) bu güzide ve nadide yardımcınızı önce yüce Allah’a sonra size havale ediyorum. 

Yok eğer bu siyaset ucubesi gelişmeyi referandum özgürlüklerinizin bir parçası olarak görüyorsanız şimdiden kaybettiniz!


En azından benim 'EVET’imi…..

Ali Aslan Dumanol 
2010/ ANKARA





http://dumanol1.blogspot.com.tr/2014/02/turklere-dusman-degilmis.html



..

AKP’NİN GİZLİ HORMON SAVAŞI!




AKP’NİN GİZLİ HORMON SAVAŞI!

 16 Şubat 2014 Pazar

Türkiye tablosu hiç bu kadar güzel olmamıştı ! 

Artan milli gelirlerimiz, zenginleşen insanımız, biten terör, dünya ilk on’una giren ekonomimiz, sona eren sağlık hizmeti problemleri, halledilen ilaç sıkıntıları, yok denecek kadar azalan işsizlik, güçlenen ziraatımız, gelişen hayvancılığımız, güçlü tarımımız, artan milli kuruluşlarımız, elektronik üretim sanayimiz, insansız uçaklarımız, ağır sanayimiz, madenlerimiz, enerji kaynaklarımız ve üretimimiz, toplumsal huzur ve barış, dünyanın en başarılı üniversiteleri, milli eğitimimiz, yediğimiz, içtiğimiz, kokladığımız, gördüğümüz her şey… Sanki hormon verilmişler. Hepsi 1’e 10 veriyor!

Olağanüstü ! 

Sanki memleket değil cennetteyiz! TBMM Gizli Oturumunda bu muhteşem tabloyu kutladınız sanırım. Halk şımarmasın diye gizli gizli kutladınız sanırım. Geleneksel Kızılcahamam AKP’liler toplanmalarında ve nutuklarında da bu tabloyu kutladınız sanırım. Yine biz’siz, milletten uzak, ama O’nun adına! Bu neşe ve özgüven dopinglendirmelerinin hemen ardından, geleneksel kampinginizden sonra da bir posta koydunuz Kürtçü partisine. “Erkekseniz silahınızı bırakın öyle gelin” dediniz. Muhtemelen onlar da size “takkelerinizi bırakın” öyle gelin diyecek. Birbirinizden ne farkınız var ki? Biriniz “made in batı takke” ile biriniz “made in batı mermi” ile hormonlu!

Bakınız AKP efendileri ! 

Derhal içinde bulunduğunuz derin rüyadan uyanınız. Şayet uyanabilirseniz, uyuyanlarınızı da uyandırınız. Sürekli ziyaret halinde bulunduğunuz TBMM’inden evvel bir kez de olsa kendinize uğrayınız! Tabii saf özünüz hormonlu dışınızı kabul ederse!

Ey resmi ademler ve baş resmi adem ! 

Sizin domatesten haberiniz var mı domatesten? Evet evet, hani şu Türk mutfağının vazgeçilmezi yemeklik, salatalık, salçalık domates! Efendim? Duyamıyorum! O gümbür gümbür sesiniz çıkamıyor değil mi? Bağırsanıza hadi “Türk Domatesimizin Milli Zaferi”diye! Sizin böyle ciddi(!) konularda pek sesiniz çıkmaz. Çıkamaz! Bari ben size “işe yarar” bir Kızılcahamam semineri vereyim de dinleyin. Domatesin kilosu bugün Ankara Beğendik Market’te 8 TL civarında idi! 10 kilo alırsanız 4 Kilo kaliteli salça yapabilirsiniz. Yani 20 liraya 1 Kg. salça. Kısacası avaz avaz bağırarak anons ettiğiniz memura, emekliye, işçiye zamlar salça parası bile değil. Bu karanlığı, muhterem partinizin bütün ziya hormonlu ampulleri bir araya gelse bile yok edemez! Edebilir mi?

İsrail’e Posta koyan ilk 10’un Türkiye’si ! 

Bir ampul ailesi olarak topluca posta attığınız İsrail’e karşı duruşunuzla böbürlenmekte, gururlanmakta ve sözde prim yapmaktasınız. Kötü Yahudiler, yaşasın Filistinliler söylemleri ile bir Müslüman’dan daha, bir fazla oy alma peşindesiniz. Peki, gelelim sokağa, milletin arasına. Şu günlerde sokaktaki Türk insanın en çok konuştuğu konulardan biri de genetiği ile oynanmış gıdalar değimlidir? İnsanımız İsrail’in şu meşhur hormonlu tohumlarını konuşmaz mı hep? Konuşur. Malum hormonlu “Milli” zirai politikalarınız sayesinde daha da konuşacak bu gidişle.

Söyleyeceğim o dur ki !

Sizin şu heybetli ekonominizin ve siyasetinizin tüm azameti bir domatese kurban gitti! Hem de koftiden, hormonlu bir domatese… Hem yok satıyor, hem inanılmaz uçuk bir fiyattan. Galiba birileri sizi muhatap bile almayıp, ciddi bir cevaba bile ihtiyaç duymadan açıktan dalga geçiyor. Hem de HORMONSUZ!

Sen önce “Domates”i yen diyor!
Yenebilirsen!


http://dumanol1.blogspot.com.tr/2014/02/akpnin-gizli-hormon-savasi.html

..

İSYAN AHLAKI





İSYAN AHLAKI

"İsyan ahlâkı" ne demektir? İhtilalci ruhların önemli bir özelliği olarak nazara verilen isyan ahlakını müminler nasıl anlamalıdır?

İsyan; bir sisteme veya bir emre boyun eğmeme, itaat etmeme, başkaldırma ve ayaklanma manalarına gelir. Ahlâk ise, bir insanın zamanla tabiatının bir parçası haline getirdiği iyi veya kötü huylardır.

İsyan ahlakı, Varoluşçu felsefecilerin söylemi halinde dünyaya yayılmıştır. Varoluşçuluğun en önemli temsilcisi sayılan Sartre, toplumla alakalı fikirlerinden dolayı özgürlükçü bir anarşist olarak anılan Herbert Marcuse ve dünyanın anlamsızlığına başkaldırarak toplumu değiştirecek bir harekete kalkışmak gerektiğini düşünen, "Başkaldırıyorum, o halde varım" diyen, bir kitabına da "Başkaldıran İnsan" adını veren Albert Camus gibi felsefeciler sürekli isyan düşüncesini seslendirmişlerdir. Ne var ki, onların nihilist anlayışına göre isyan, başta devlet olmak üzere, bütün otoritelere başkaldırmak; devleti, kurulu düzeni, her türlü kâideyi ve ahlakî değerleri yok etmek demektir. Zaten, müslümanlar, başkaldırmanın, örgütlenmenin, totaliter diktatörlük adına silahlı mücadelenin ve devrimin ne demek olduğunu önce bu nihilistlerden duymuş ve öğrenmişlerdir.
Varoluş, diriliş ve isyan ahlakı gibi ifadeleri müslüman fikir adamları da kullanmışlardır; fakat onlar bu meseleyi iradenin davası olarak ele almışlardır. Nurettin Topçu'nun Sorbonne Üniversitesi’nde hazırladığı doktora tezinin ismi de "İsyan Ahlakı"dır. O, daha sonra kitaplaştırılan bu çalışmasında, önce Spinoza ve Bergson'un hürriyet anlayışlarını tenkit etmiş, daha sonra da, tabiata, topluma, devlete, dine ve ahlaka isyan eden Stirner'in anarşizmini, Rousseau ve Schopenhauer'un isyan düşüncelerini incelemiş ve "Biz, hem uysallığa, hem de anarşizme karşıyız. Ferdin, sadece bütün iradeleri aynı şekilde belirleyen bir irade karşısındaki uysallığını kabul ediyoruz." diyerek kendi düşüncesini özetlemiştir. 

Nurettin Topçu, isyan ahlakını iradenin davası olarak değerlendirmiştir; bu konuda "İradenin Davası, Devlet ve Demokrasi" adında müstakil bir kitabı da vardır. Ona göre, gerçek ve tam irade, fertten başlayan, aile ve devlet gibi otoriteleri kabul eden, millet ve insanlık basamaklarından da geçerek Allah'a ulaştıran iradedir. Dolayısıyla da, isyan ahlakı, bir insanın kendi inanç, düşünce, his, kanaat ve karakteriyle kendini ifade etmesi; taklit, şablonculuk ve basmakalıpçılığa başkaldırması; her meseleyi öz değerlerinin süzgecinden geçirdikten sonra kendi idrak ufku itibariyle yeniden değerlendirmesi ve kendine mal etmesi demektir.
***

Aslında, isyan ahlakı, iradenin hakkını verme açısından ele alınırsa, o meselenin temeli çok eskilere gider, dayanır. Çünkü ehl-i sünnet âlimlerinden bazıları "Taklidî iman makbul değildir, tahkike ulaşmak gerektir." demişlerdir. Tahkik; bir şeyin doğru olup olmadığını iyice araştırmak; hakikata ulaşmak için çalışıp didinmek ve gayret göstermek manalarına gelir. Tahkik, bir meseleyle alakalı temel rükünleri ve şartları masaya yatırma, onları sökme, parçaları birbirinden ayırma; sonra tek tek inceleme, kendi seçimini ve beğenisini de o işin içine katarak parçaları tekrar bir araya getirme, birbirine ekleyip bütünü yeniden elde etme; böylece onu kendi eserine, kendi çaba ve gayretinin neticesine dönüştürme demektir. –İsterseniz siz buna analiz ve sentez de diyebilirsiniz.– Bir işin içinde, insanın kendi akıl, mantık, muhakeme ve değerleri açısından böyle bir inşa gayreti varsa, o işin nihayetinde ortaya çıkan semere o insanın sayılır. Artık insan, o işi ya da içinde kendi duygu ve düşüncesi bulunan o fikri kendisine mal etmiş olur. Yazdığı bir makaleyi ya da bir şiiri kendine mal ettiği gibi, içinde şahsi düşünceleri, hisleri ve müdahalesi bulunan o şeyi de sahiplenmiş olur. 

Evet, bakış açısının bozukluğu gibi zulüm, haddini bilmeme, hakka karşı saygısızlık ve gaflet de imana açılan kapıları ‎sürmeleyen ve hidayetin önünü tıkayan birer engeldir. Bunlarla beraber, şablonculuk, körü körüne ataları taklit ve batıl karşısında uysallık da tarih boyunca birer küfür sebebi olmuştur ki bunlara karşı isyan bir yiğitliktir. Kur'an-ı Kerim değişik ayet-i kerimelerde, bazı insanların taklit hastalığından dolayı hak ve hakikatten uzak kaldıklarını anlatmaktadır. Kur’an’ı sadece atalarını şuursuzca taklit etmeleri yüzünden anlayamayan veya yanlış yorumlayan bu insanlar gibi, günümüzde de pek çok kimse, dedelerinden devraldıkları dini inanç ve adetleri cahilce devam ettirmeleri sebebiyle Kitap ve Sünnet’i yanlış yorumlamakta ve bir çeşit yoz ve kapitalist İslam anlayışına savrulmaktadır.. 

İşte, sömürü, zulüm, kibir ve gafletle beraber Hubel, Lât, Menât, Uzzâ, İsaf ve Naile putlarına da başkaldırma; Ved, Suva, Yegûs, Yeûk ve Nesr’i de kabul etmemek; bilimsel sebeplere, selim akla ve dinî esaslara dayanmayan işleri onaylamamak da isyan ahlakının çok önemli bir yanını teşkil eder.


..

HEM HİTLER HEM GANDHİ HAYRANI OLUNABİLİR Mİ?



HEM HİTLER HEM GANDHİ HAYRANI OLUNABİLİR Mİ?



Nurettin Topçu'nun, Milliyetçilik, Sosyalizm ve Din sentezi; emek mahsulü, titiz ve tutarlı bir fikir hayatının içinden çıkmaktadır. Bir kere üslup şaşırtıcı ölçülerde sadedir. Makalelerinde, felsefi kaynaklarını dikkatli, gösterişe kaçmadan, çok iktisadi bir şekilde yerine koymaktadır. Fikirleri arasında hiçbir kopukluk yoktur. Bağları, aceleye getirmeden, ince ince kuruyordu. Topçu'nun külliyatında Milliyetçilik, Sosyalizm ve İslam Sentezi'nin tarihsel-kültürel, politik ve ekonomik veçheleri tutarlı ve anlamlı bir şekilde bir araya getirilmektedir. Topçu'nun derdi bir bakıma bir sentez yapmak da değildir. O bir yaşayış kültürü -kendi ifadesiyle bir hayat nizamı- teklif etmektedir.
Ufku geniştir. Onun milliyetçiliğinde, Hz. Muhammed, Mevlâna, Yunus, Mehmet Akif, Hüseyin Avni Bey kadar; Pascal, Hz. İsa, J.J. Rousseau, Gandhi, Blondel, Bergson, Rahibe Theresa, Fourrier, St. Simon; ve hatta Hitler gibi isimler sık sık boy gösteriyordu. Hiçbir kompleksi yoktu. Topçu'da önemli olan, bir fikri bütün gerekleriyle takip etmekti. Kısacası, fikir namusu en vazgeçilmez ilkesiydi. Basit mülahazalarla, günü kurtarmak ya da birilerine yaranmak adına düşünmüyordu. Kendisi için ne söylendiği ya da nasıl değerlendirileceği önemli değildi. Teklif ettiği programa, nasıl anlaşılacağına bakmadan "Milliyetçi Sosyalizm", ya da "İslam Sosyalizmi" demekten kaçınmadı.

Şimdi bir insan düşünelim, eş anlı olarak bir Gandhi ve Hitler hayranı olsun. Olacak bir şey midir bu? Topçu'da olur. Elbette Hitler'in çılgınlıklarını onaylamıyordu. Onu büyük bir başarıyı ihtiraslarına kurban eden bir insan olarak eleştirmiştir. Ama Topçu, Hitler'in bir ulusu "ruhuyla” ayağa kaldırmadaki başarısını örnek görüyordu. Aynı bakış Gandhi için de geçerliydi. Gandhi'nin de yaptığı bir ulusu ruhuyla ayağa kaldırmak değil miydi? Dolayısıyla arada bir tenakuz olamazdı. Bu fikri sonuna kadar taşıdı. Hitler kazanırken, onun bıyığına benzer bıyık bırakıp; yenilince kesenlerden olmadı.

Politikadan, kaba devlet gücünden, kapitalist sömürüden ve tüketimden iğreniyordu. Yunus gibi yaşamaya adanmayan bir hayatın, kapitalizm ve tüketim ile buluşacağını; dolayısıyla yozlaşmasının kaçınılmaz olacağını ve doğayla uyum içerisinde yaşamak gerektiğini söylüyordu. En fazla eleştiriyi sözümona Müslüman geçinen; ama kapitalizm ve tüketimle uzlaşan çevrelere yaptı.
 
Soğuk Savaş'ın cinnet ortamında şekillenen ve komünist avcılığıyla kötü bir sicil sahibi olan Türk sağı, Sabahattin Ali'yi lanetlerken, Hareket Dergisi yazarı sahipleniyor ve hakiki manada memleket hikâyeciliğinin en önde gelen siması olarak selamlayan övgü dolu yazılar neşretti. Topçu'nun yakın çevresinden Emin Işık Hoca’nın anlattıklarından anlaşıldığı üzere, Topçu'nun Mehmet Ali Aybar'a duyduğu muhabbeti sabitir. Meclis'e girmesini ,"Nihayet bir adam oğlu adam meclise girdi." diye sevinçle karşılamıştır.

Yine Topçu'nun yakın çevresinden Dergâh Yayınları sahibi Dr. Ezel Erverdi, İstanbul Erkek Lisesi'nde öğretmenlik yaptığı günlerde Nurettin Topçu’nun en fazla yakınlık kurduğu kişinin Keyise İdalı isimli Marx'tan çeviriler yapan bir felsefe öğretmeni olduğunu söylemektedir. Nihayet Sadık Göksu, Tarih ve Toplum Dergisi'nde çıkan bir yazısında, Topçu’nun Dr. Hikmet Kıvılcımlı gibi Türk Solu'nun efsanevi isimlerinden birisinin yazılarını dikkatle okuduğunu ve Doktor'un Osmanlı tarihi ile ilişkili tezlerini ilgiyle izlediğini yazmaktadır. O kadar ki, sonunda Sadık Göksu'nun tavassutu ile kendisiyle görüşmeyi arzu etmiştir. Her ikisini de tanıyan Sadık Göksu görüşmeyi ayarlar ve bu iki yalnız fikir adamı uzun uzun ve medeni ölçülerle sohbet ederler. Şaşırtıcı diğer bir husus ise Türkkaya Ataöv, Selahattin Hilav, İlkay Sunar gibi isimlerin Topçu'nun rahle-i tedrisinden geçtiğini iftiharla söylemeleridir
 
Nurettin Topçu, bugünde fikirleriyle bize ışık tutmaktadır. Bu büyük üstadın önünde saygı ile eğiliyoruz.


..


TÜRK MİLLİYETÇİ SOSYALİZMİNİN BABASI: NURETTİN TOPÇU




TÜRK MİLLİYETÇİ SOSYALİZMİNİN BABASI: 

NURETTİN TOPÇU


Nurettin Topçu, doğrudan sosyalizmi savunan, yozlaşmaya karşıt ve Anadolu milliyetçiliğine dayanan isyan ahlâkı felsefesine ve hareket'i öne alan aksiyoner üslubuna karşı mütevazı bir fikir emekçisi olarak yaşamıştır. 

Nurettin Topçu da, Necip Fazıl gibi, düşünsel anlayışını oluşturduğu II. Dünya Savaşı öncesi dönemde ve o dönemin Cumhuriyet aydınlarıyla paralel bir biçimde ‘Milliyetçi Sosyalist' ideolojiyi İslam'a uyarlayan, hürriyetçi ve milliyetçi bir anlayış geliştirmiştir. Necip Fazıl'ın daha pragmatik, eklektik, felsefi bir bütünlük taşımayan, doğrudan geleneksel kaynaklar ve akımlardan beslenen anlayışına karşı Nurettin Topçu, İslamcı düşünür ve aydınlar içerisinde sosyalizmi benimseyen ve savunan neredeyse tek şahsiyettir. Gerçi onun sosyalizmi kendi deyimiyle Anadolu milliyetçiliğine dayalı Müslüman Anadolu sosyalizmiydi; dolayısıyla komünizmle bir alakası olmadığı gibi ona karşıydı da: "Sosyalizme düşmanlık önce onu doğrudan doğruya komünizmle karıştırmaktan ileri geliyor." diyen Topçu'ya göre sosyalizm hareketinin yarattığı ahlâki isyanlar, geçen asrın fedakâr sosyalist ruhlarını dile getirse de, yoksullar ve yetimler, nasırlı eller için, hakları çiğnenen mazlumlar için hayatlarını fedaya karar verip sosyalizm cihadına atılanlar bu gayretlerinin pek semeresini göremeyeceklerdir." ( Süleyman Seyfi Öğün, Türkiye’de Cemaatçi Milliyetçilik ve Nurettin Topçu, Dergâh Yayınları, 1992)

Servet sahipleri, sömürücüler ve Yahudileri eleştiren Topçu'ya göre bunlar, Halife Ömer gibi fukaranın hakkını ısrarla isteyen sosyalizme düşmandırlar. Topçu'ya göre sosyalizm, halk, hatta okuyanlar arasında komünizm ve anarşizm gibi tanıtılarak kötülenmek istenmektedir. Nitekim kapitalist ve komünistler, II. Dünya savaşında milliyetçi sosyalistlere karşı elbirliği yaparak, Yahudi propagandasının da desteğiyle bunları yıkmış ve gözden düşürmüşlerdir. Oysa sosyalizm bir hak ve adalet davasıdır. "Sosyalizm nefsimizin müdafaası için değil de Allah'ın emri ve insanlığın hak davası olarak alınırsa gayesine ulaştırılabilir." "Hakikatte bu dava İslam'ın özünde bulunan hak davasıdır. Sosyalizm, çiğnenmesi halinde Allah'ın da affetmeyeceğini bildirdiği kul hakkının müdafaasıdır. Sosyalist olarak İslam'ın ta kalbinde yer alacağımızı bilemeyenler, kelimenin yabancı kıyafetine tutuluyorlar... İktisadi sistemimiz, halkın tüm ihtiyaçlarını karşılayan, her ferdi iş ahlâkıyla seferber eden, asrın geçer deyimiyle ruhçu sosyalist sistemdir." (a.g.e) 

Topçu'ya göre Alman milli sosyalizmi, devlet sosyalizminin en mükemmel gerçekleşmesidir. Faşizmin siyasal, toplumsal adaletsizliklere, Yahudiler'e yönelttiği eleştirileri, öte yandan proleterya karşısında köylülüğe ve kırsal erdemlere ilişkin yüceltmeleri, devleti ruhsal bir değer olarak ülküleştirmesi, Topçu'ya cazip gelen öğelerdir. 

Ancak Topçu'nun savunduğu sosyalist sistemle faşizm arasında önemli uyuşmazlık noktaları da bulunmaktadır. Topçu, daha çok, Osmanlı Devleti'nin kuruluşunda rol oynayan Mevlana ve Yunus'un manevi toplumculuğunu savunur. Faşizmde olan şiddet, liderlik kültü, dine karşıtlık, mekanizm ve teknoloji tutkusu Topçu'nun karşı olduğu eğilimlerdir. Ancak o, İslamcılar'ın sosyalizme olan tepkilerini de eleştirir. 

"Hak ve iktidar, Muayyen ölçüler vererek Başkasına ısmarlanan elbise değildir, ancak onlara İnananların eseridir. Ancak bu şaşkınlıktan din bezirgânı sahtekârlar faydalanıyor ve davamızın İslam'a aykırılığından büyücü ifadeleriyle bahsediyorlar. Halk bilmiyor ki, hiç birisi dini ruha sahip olmayan bu şarlatanlar halkı din adına soyarlarken, çiğnenip darbelenen İslam dinidir. Bizim sosyalizmimiz İslam'ın ta kendisidir... Bununla dini devleti mi kasdedi-yoruz? Asla! Din müesseseleşince herhangi bir ferdin eline geçiyor. Bizim istediğimiz devlet kurucusunun kendi iradesini Allah'a teslim etmek davasıdır. Bu gidiş bütün bir devlet psikolojisini yaratacaktır." (a.g.e.) 
"Anadolu'nun içinde bulunduğu ekonomik sorunlardan; şuursuzca bir batılılaşmadan; Tanzimat'tan beri gelen ve aydınların, bizi tahrip edecek batılı fikirleri yurda ithal etmelerinden; yanlış milliyetçilik anlayışlarından; dinin yanlış anlaşılması ve anlatılmasından; yabancı hayranlığından ve pragmatizmin benimsenmesinden ötürü, bizde, komünizm kendisine bir zemin bulabilmektedir. Materyalist, ihtilalci, anarşist bir komünist tehlikeden bizi koruyacak olan ruhçu, devletçi, muhafazakâr, otorite sahibi bir sosyalizmdir." (N. Topçu, Ahlâk Nizamı s.158) 

Topçu'ya göre kapitalistler, ağalık düzeni, sahtekâr ve çıkarcı din adamları, sözde ve sığ aydınlar ve bunları besleyen basın, Yahudiler ve masonlar, komünizmin yarattığı olumsuz etkiler, sosyalist bir sistemin uygulanmasına karşı koyan başlıca güçlerdir.

"Kurtuluş, ancak ruhları Allah yolculuğunda selamete ulaştıracak, ruhçu ve İslamcı bir sosyalizmin eseri olabilir. Bu zafere ulaşmanın şartı ve çaresi ise hakkın ve vicdanın katili olan hürriyetleri yok ederek, onun yerinde, çalışanların, düşünenlerin, sevenlerin ve acıyanların haklarıyla hürriyetlerini yaşatabilmektir... Bu manada, sosyalizm devrimizin şeriatıdır." (N.Topçu, Sosyalizm Devrimizin Şeriatıdır. İslamiyat Dergisi'nin " İslam'ın Sol Yorumu" başlıklı, Nisan-Haziran 2002 sayısı, sy. 134, 135)

Nurettin Topçu, doğrudan sosyalizmi savunan, teknolojinin doğaya verdiği zarara düşman ve Anadolu milliyetçiliğine dayanan isyan ahlâkı felsefesine ve hareketi öne alan aksiyoner üslubuna karşı mütevazı bir fikir emekçisi olarak yaşamıştır. Sosyalizmi savunduğu için Topçu'yu eleştiren Necip Fazıl ise, aktivist bir lider ve eylem adamı olarak batı felsefesinden yararlansa da, batılı ideolojileri eleştirmiş; bu ideolojileri öne çıkaran bir ideolojik tavır ve üslup yerine, muhafazakâr ve geleneksel bir İslam anlayışını araçsallaştıran bir siyasal söylem ve strateji geliştirmiştir. 

Onun sosyalizmi, kendisinden sonra İslam dünyasındaki Mustafa Sıbai'nin İslam sosyalizmi, Hasan Hanefi'nin İslami sol'u ve Ali Şeriati'nin sol İslam'ı gibi İslam'ın özgürlükçü ve devrimci bir yorumu olmaktan ziyade; dayanışmacı ve eşitlikçi niteliğiyle Kemal Tahir'in Osmanlıcı sosyalizm tezi gibi, Osmanlı sisteminde olduğu üzere esnaf loncalarının ve tarımsal üretimin stabilitesinin esas alındığı, üretimin ve tüketimin planlandığı ve denetlendiği, kökenlerini milli tarih ve coğrafyada bulmaya ve kendisini orada temellendirmeye çalışan milli bir sosyalizm tezi olarak kalacaktır.


Kaynak: Gerçek Hayat Dergisi, Sayı 343, 18.05.2007

http://nurettintopcukimdir.blogcu.com/turk-milliyetci-sosyalizminin-babasi-nurettin-topcu/7156276

..

30 Ağustos 2015 Pazar

APOYU NİYE VERDİLER..?



APOYU  NİYE VERDİLER..?


17/5/2005 - 03:23 
Atin
      
"Bize niye Apo'yu verdiler onu hala ben de bilemiyorum. ....Ama sonunda hayırlısı oldu. Apo konusunda hiçbir şart getirmediler bize."

Bu sözleri söyleyen Türkiye Cumhuriyeti'nin eski Başbakanı Bülent Ecevit.

Sabah Gazetesinin 13 Nisan 2005 tarihinde yaptığı mülakatta aynen böyle diyor. Eğer benzer diğer mülakatlarını okumasam acaba yanlışlık mı var diye tereddüt edeceğim.

Sonunda hayırlısı olmuş..? Terör örgütünün başının Türkiye'ye getirilişinde nasıl bir hayır olduğu gözler önünde. Hem daha bitmedi, filmin devamı da var...

Ecevit "Apo konusunda hiçbir şart getirmediler bize" diyor. Acaba hatırlamıyor mu?

Atin'de altı yıl önce, 23 Mart 1999'da kaleme alınan "Öcalan'ın Suriye'den Çıkışı - Yeni bir stratejinin başlangıcı mı?" başlıklı yazının bazı bölümlerini hatırlatmakta yarar var:

"4 şubat 1999 akşamı, olağan gibi gözüken her şey, az sonra gerçekleşecek randevuyla, bambaşka bir boyuta taşınacaktı.

Amerikan gizli servisi CİA’ nın Ankara temsilcisi, Yenimahalle’de bulunan, Türk gizli servisi MİT’in resmî konutundaki randevusuna tam saatinde geldi. İki gizli servis mensubu karşılıklı nezaket sözcüklerinin sonrasında iş konuşmaya başladılar. Amerikalı casus, MİT Müsteşarı Şenkal Atasagun’a çok önemli bir teklifte bulunuyordu.

CİA yetkilisi, MİT Müsteşarı’na, PKK terör örgütünün başı Abdullah Öcalan’ın ortak gerçekleştirilecek bir operasyonla yakalanmasını ve Türkiye’ye getirilmesini öneriyordu.

Saat 21.15 sularıydı. Şenkal Atasagun olayla ilgili biraz daha bilgi istedi. CİA yetkilisi ne istendiğini anlamıştı. Amerika, Türkiye’ye Abdullah Öcalan’ı teklif ediyordu. Ama şartı neydi? Amerika Öcalan’ı niye Türkiye’ye verecekti?

Amerika’nın şartı açıktı:

“Operasyonu Amerikan ve Türk ekipleri gerçekleştirecek. Ancak ne olursa olsun Abdullah Öcalan Türkiye’ye sağ olarak getirilecek, mahkemede adil olarak yargılanacak ve öldürülmeyecekti.”

....Amerika şart olarak, Abdullah Öcalan’ın sağ olarak Türkiye’ye getirilip, yargılanması ve öldürülmemesi konusunda garanti ve güvence istiyordu. Onlara göre en önemlisi buydu. Türkiye’nin Öcalan’ı yok etmek konusundaki daha önce gerçekleştirdiği operasyonlardan haberdar olan Amerikan yönetimi, Öcalan’ın sağ ele geçirilmesinde ısrarlıydı.

Şenkal Atasagun, Amerikalı temsilcinin sözlerini dikkatle dinledi. Bu konudaki kararı tek başına vermesinin mümkün olmadığını aktardı.

Atasagun, Başbakan Bülent Ecevit’e ulaştı. Ecevit o sırada Dışişleri Bakanı İsmail Cem’in verdiği bir yemek nedeniyle Çankaya’da Başbakanlık Konutu’nun hemen altında bulunan Dışişleri Konutu’ndaydı. Konu çok özeldi ve hemen görüşmek gerekiyordu. Ecevit, ”gelin” dedi. Atasagun’a başbakanlık konutunda randevu verdi.

Saat 22.45’de Başbakan Ecevit ile MİT Müsteşarı Şenkal Atasagun başbaşa görüşmeye başladılar. Ecevit, CİA yetkilisinin aktardıklarını duyunca, Cumhurbaşkanı’na bilgi vermek gerektiğini söyleyip, Süleyman Demirel’i aradı.

.....Saat 23.10’da olağanüstü zirveye kapılarını açmıştı Köşk.

Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel, Başbakan Bülent Ecevit ve MİT Müsteşarı Şenkal Atasagun konuyu tartışmaya başladıklarında Genelkurmay Başkanı Hüseyin Kıvrıkoğlu da toplantıdaki yerini aldı. Kapıda gazeteciler yoktu. Toplantıdan bakanların dahi bilgisi olmamıştı. Ankara’da çıt çıkmıyordu.

Atasagun kendisine iletilen teklifi aktardı. Amerika’nın şartı kabul edilebilir bulunuyordu. Öcalan, sağ olarak ele geçirilirse, Türk gizli servisinin elemanları kendisini “sağ ve sağlıklı” olarak Türkiye’ye getirecekler ve adalete teslim edeceklerdi.

Genelkurmay Başkanı Kıvrıkoğlu, Öcalan’ın “teslim edilebilirliği konusuna çok güvenmediğini” belli ediyordu. Ama bu operasyona girilmeliydi.

Operasyonun bütün sorumluluğu Şenkal Atasagun’a verildi. Operasyon başından sonuna kadar MİT’e ve müsteşarına teslim edildi. Atasagun’un isteği üzerine Genelkurmay İstihbarat Dairesi’nin başında bulunan General Fevzi Türkeri de, çalışmaya dahil edildi.

Atasagun, Çankaya Köşkü’nden ayrıldıktan sonra yeniden konutuna, kendisini beklemekte olan CİA yetkililerinin yanına döndü.

“Tamam” dedi, “Abdullah Öcalan sağ olarak getirilecek ve yargıya teslim edilecek. Bağımsız Türk yargısı kendisini en adil bir şekilde yargılayacak.”

Asrın gizli servis operasyonu işte bu sözlerle başlamış oluyordu. İki gizli servis arasında hemen oracıkta bir kâğıt üzerinde basit bir protokol yapıldı."

Neticede Amerikalıların düzenlediği bir operasyon neticesinde Öcalan Kenya’nın başkenti Nairobi’de Türk uçağına teslim edildi ve16 Şubat 1999 tarihinde Türkiye'ye getirildi.

Öcalan'ın yakalanmış olması o tarihte Ecevit'e ve MİT Müsteşarına büyük prestij sağladı ve bu hava uzun bir müddet devam etti. Bu zafer sarhoşluğu içinde kimse Öcalan'ın neden teslim edildiğinin sebebini araştırmadı.

Tekrar geriye dönelim ve altı yıl önce ne demişiz bir göz atalım:

"Ne olmuş, ne değişmişti?. Sabrımızın taşması, meşru-müdafaa hakkımızın kullanılması için 19 yıl kan akması mı gerekliydi?

Yoksa olayın ne kadar ciddi olduğunun yeni mi farkına varmıştık?

Neden bu çıkışlar 10 sene, 15 sene önce veya büyük bir katliamdan sonra yapılmadı?

Türk İstihbaratı yıllardan sonra Suriye’de Öcalan’ın barınaklarını saptamış ve kontrol altına almıştı. Bataklık tespit edilmiş, kurutulması an meselesiydi. MİT içinde Öcalan’a karşı başarılı aktif faaliyet yürüten bu kadro neden birden bire dağıtıldı?

Öcalan Suriye’den çıktıktan sonra Rusya gibi bir ülke onu himayesine alıp Suriye emsali “burada yok, isterseniz heyet yollayıp kendiniz bakın” deseydi ne yapacaktık? 19 yılın çalışmasını sıfırlayıp, yeniden yıllarca yerinin tespitine mi çalışacaktık?

Amerika destek vermeseydi, gelişmeler ne şekilde olurdu? Öcalan’ı kendi imkanlarımızla, milli operasyonlarımızla yakalayıp getirebilir, zafer işaretleri verebilir miydik?

Banka olaylarının gündemde olduğu bir tarihte neden Cavit Çağlar’ın uçağı?

Amerika neden daha önce destek vermedi de simdi verdi? Kuzey Irak’taki yeni yapılanma ile Öcalan olayı arasında bir münasebet var mı?

İşte bu sualler, yeni bir suali: “Öcalan’ın Suriye’den çıkarılması acaba yeni bir stratejinin, PKK’nın siyasallaştırılması ve legalize edilmesi hareketinin başlangıç noktası mı?” sualini akla getiriyor."


Şimdi Abdullah Öcalan'ın yeniden yargılanması söz konusu olunca kıyamet kopuyor, bu günkü hükümet fena halde suçlanıyor.

Peki "Öcalan'ın neden verildiğini" bilmeyen eski Başbakan'ın, zamanın Cumhurbaşkanı'nın, devlet namına söz verip protokol imzalayan, "Apo'yu getiren de biziz, asılmaması için en büyük mücadeleyi veren de biziz" diye beyanatlar veren MİT Müsteşarı'nın bu menfi gelişmelerde hiç mi vebali yok?

Acaba Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Atilla Ateş'in 19 yıl sabrettikten sonra Suriye'ye seslenerek sabrımızın taştığını belirten çıkışıyla içine girilen süreç ile Amerikan istihbaratının "Öcalan'ı teslim edelim" teklifi arasındaki zamanlama faktörü sadece bir tesadüften mi ibaret?

Malum medya hala Öcalan'ın Türkiye'ye getirilmesini büyük bir başarı olarak gösteriyor. Öyle ki geçen gün gazetelerde emeklilik dilekçesi veren Şenkal Atasagun'dan sonra MİT'in deneyimli yöneticilerinden Emre Taner'in Müsteşarlığa getirileceğinden bahsederken dahi onu başarılı göstermek için "Operasyonlardan sorumlu en kıdemli Müsteşar Yardımcısı olarak, PKK elebaşısı Abdullah Öcalan’ın yakalanıp Türkiye’ye getirilmesi operasyonunun arkasındaki isimlerden biriydi" diyorlar.

Emre Bey'i bu operasyonla anmak ona yarar değil zarar verir.

Bu operasyonda bir başarı varsa, sonradan elimizde patlayacak olan paketi neden aldığını bilmeyen, uçağa koyup getirenlerde değil, neye verdiğini bilenlerdedir. Gerçek operasyon budur ve hakiki operasyoncular da paketi teslim edenlerdir.

Türkiye'nin aldatıldığı ve zokayı yuttuğu bir operasyonu kendi açımızdan başarılı saymak saflığında ötesinde bir şey...


..

UĞUR MUMCU’NUN KALEMİNDEN TUĞRUL TÜRKEŞ




UĞUR MUMCU’NUN KALEMİNDEN

ALPASLAN TÜRKEŞ'İN (Hüseyin Feyzullah)  

OĞLU TUĞRUL TÜRKEŞ DE DEVLETTEN 

YEMLENDİ…

 




ÖN AÇIKLAMA

Tuğrul Türkeş’in Özgeçmişindeki tarihsizlikler(?!)


Özgeçmiş


  Yıldırım Tuğrul Türkeş, 1 Aralık 1954'te İstanbul'da doğdu. Babasının adı Alparslan, annesinin adı Muzaffer Şükriye'dir.
İktisatçı ve İş Adamı; Hacettepe Üniversitesi İktisadi İdari Bilimler Fakültesi Ekonomi Bölümünü bitirdi.
     Ticaret Bakanlığında Basın Danışmanlığı, Ortadoğu gazetesinde Yönetim Kurulu Başkanlığı, Akşam ve Son Havadis gazeteleri ile Yeni Harman haftalık dergisinde köşe yazarlığı yaptı. PETKİM AŞ ve TC Kalkınma Bankasında Yönetim Kurulu Üyeliği, Ataköy Otelcilik AŞ'de Genel Müdür Yardımcılığı görevlerinde bulundu. Medikal, sigortacılık ve uydudan görüntüleme konuları ile faaliyet gösteren çeşitli şirketlerde yönetici ve ortaklık yaptı. Aydınlık Türkiye Partisi Kurucu Üyeliği ve Genel Başkanlığı görevini üstlendi.
     23. Dönemde Ankara Milletvekili seçildi. 23. Dönemde Avrupa Konseyi Parlamenter Meclisi Üyeliği yaptı. 24. Dönemde Avrupa Konseyi Parlamenter Meclisi Üyeliği görevine yeniden seçildi.
     İngilizce bilen Türkeş, 3 çocuk babasıdır.


BİR DEĞİNME:

TBMM’ye verdiği özgeçmişinde Tuğrul Türkeş nedense sadece doğum tarihini belirtmiş. Bu tarih dışında hiçbir tarih özgeçmişinde yer almıyor? Üniversiteyi ne zaman bitirdi, belli değil, karanlık! Ticaret Bakanlığı’nda Basın Danışmanlığı yaptığı tarihi de yazmamış; ancak UğurMumcu bunu yazısında açıklıyor. Tuğrul Türkeş o zamanlar daha lise mezunu ve buna rağmen hangi bilgi ve deneyim ile Bakanlığın Basın Danışmanlığına getiriliyor? Babası sayesinde; MHP’nin iktidarı sayesinde oraya getirilmesi gün gibi ortada… Tuğrul Türkeş hangi özelliğinden dolayı Kamu İktisadi Teşebbüsü olan PETKİM A.Ş ve TC Kalkınma Bankası’nda Yönetim Kurulu üyeliği yapıyor. Devlet imkanlarını Tuğrul Türkeş’e kim peşkeş çekti. Babası ve MHP’li bakanlar değil mi? TuğrulTürkeş iktisat fakültesi mrezunu olmasına rağmen acaba Sabancı Holding veya Koç Holding gibi bir kuruluşta muhasebe elemanı olarak bile olsa işe alınır mıydı?… Fakat devlet kuruluşlarında en tepe noktalarda görev yaptı, iyi maaşlar aldı. Cebini iyi doldurdu….

***




TÜRKEŞ’İN OĞLU

Uğur Mumcu / Cumhuriyet gazetesi
27 Ocak 1978
 
 
 
     “Ticaret Sicil Memurluğuna,
     Ben Ankara’da Gaziosmanpaşa semti , Kader Sokağı, 3/3 numaralı evde oturuyorum. Gaziosmanpaşa semtinde  Kader Sokağı 3/1  numaralı mahalde, 17. 3. 1978 tarihinden itibaren işletme (ticari ikametgah) ittihazla nakliyat, reklam, pazarlama, ithalat, ihracat, mümessilllik, acentalık, komisyonculuk, resmi ve umumi taahhüt işleriyle iştigal etmekteyim.
     Türkiye Cumhuriyeti tabiyetindeyim. Unvan-ı ticaretimin ve işletmenin tescil ilanını rica ederim.
     Bu dilekçenin altındaki imza MHP Genel Başkanı Alpaslan Türkeş’in oğlu Tuğrul Türkeş’indir. Türkeş’in oğlu işadamıdır. Kurduğu şirketin adı “Yay Ticaret ve Nakliyat şirketi”dir. Şirket 6 Nisan 1976 günlü “Türkiye Ticaret Sicili Gazetesi’nin 6’ıncı sayfasında ilan olunmuştur. Ticaret sicili sayısını da verelim: 32245.
     657 sayılı Devlet Memurları Yasası, devlet memurlarının ticaretle uğraşmalarını yasaklamıştır. Yasa’nın 28’inci maddesi aynen şöyledir:
-          Devlet memurları Türk Ticaret Kanununa göre (tacir) veya (esnaf) sayılmalarını gerektirici bir faaliyette bulunamazlar. Ticari mümessil veya ticari vekil veya kollektif şirketlerde ortak ve komandit şirketlere komandite ortak olamazlar.
     Türkeş’in oğlu “Yay Ticaret ve Nakliyat Şirketi” sahibi. Lise mezunuTuğrul Türkeş, ikinci MC Hükümeti Ticaret Bakanı MHP Konya Milletvekili Dr. Agah Oktay Güner tarafından Ticaret Bakanlığı İhracat Genel Müdürlüğüne memur olarak atanmıştır. Şimdi burada sorulacak soru,“Tuğrul Türkeş devlet memuru olmadan önce Yay Ticaret ve Nakliyat Şirketi’nden ayrılmış mıdır, ayrılmamış mıdır” biçimindedir.
     Bu sorunun yanıtını beklerken, düşük Hükümetin Ticaret Bakanı Dr.Agah Oktay Güner ile ilgili bir küçücük olayı anımsatmakta yarar görüyoruz.
     Dr. Güner, Ticaret Bakanlığına getirilmeden önce de Ankara Ticaret Odası Genel Sekreteriydi.. Dr. Güner, Ticaret Odası Genel Sekreterliği’nden Ticaret Bakanlığı Müsteşerlığı’na getirilince, Ankara Ticaret Odası Meclisi 11 Haziran 1975 günkü toplantısında, eski Genel Sekreterlerine 47 bin 375 lira “ikramiye” verilmesini kararlaştırmıştı.
     Dr. Güner’in Müsteşar olduktan sonra, Ticaret Odası’ndan bu tür ikramiye alması, Devlet Memurları Yasası’nın 30’uncu maddesiyle yasaklanmıştı. Bu maddeyi okuyalım:
-          Devlet memurunun denetimi altında bulunan veya kendi görevi veya mensup olduğu kurum ile ilgili olan bir teşebbüsten doğrudan doğruya veya aracı eliyle her ne ad altında olursa olsun, bir menfaat sağlaması yasaktır…
     İşte bu Dr. Güner, MHP Genel Başkanı ve ülkücü lideri Alpaslan Türkeş’in oğluna, başında bulunduğu Bakanlıkta iş vermektedir.
     Herkes ticaretle uğraşır. Kimse kimsenin işine karşımaz. Belirli kayıtlara uyulmak koşuluyla herkes devlet memuru olabilir. Buna da karışılmaz.
     Ben şuna şaşıyorum: Bir Milliyetçi Cephe iktidarı kuruluyor; Başbakan’ın kardeşleri ve yeğeni işadamı, Başbakan Yardımcısı Necmettin Erbakan’ın kardeşi devlet katında komisyoncu , öteki Başbakan Yardımcısı Türkeş’in oğlu da işadamı ve komisyoncu…  Milliyetçi olmak için ille de ticaret siciline mi kaydolmak gerekiyor?.. “Dokuz Işık”ın aydınlığında bu sorunların yanıtlarını öğrensek diyorum.
     Ne dersiniz ülkücüler?... Döktüğünüz kan, “mahdum beyi” ticaret siciline kaydetmek için miydi?..

__________

Cumhuriyet gazetesi, 27 Ocak 1978

Ayrıca bkz: Uğur Mumcu, Bütün Yazıları / Milliyetçilik A.Ş., s.43, 44, UM:AG Vakfı Yayınları, 10 Baskı, Eylül 2008

http://www.turgutbalya.com/?pnum=550&pt=U%C4%9EUR+MUMCU%27NUN+KALEM%C4%B0NDEN+TU%C4%9ERUL+T%C3%9CRKE%C5%9E





..