16 Ocak 2017 Pazartesi

Türkiye’nin Suriye Politikası



Türkiye’nin Suriye Politikası 


Doç. Dr. Mesut Özcan 


Bugün “Türkiye’nin Suriye Politikası” hakkında konuşacağız. Güncel gelişmeleri anlatmadan önce tarihi arka planla ilgili biraz bir şeyler söylemek gerekir, sonrasında güncele kadar geleceğiz. 

Türkiye ve Suriye arasındaki ilişkilerin tarihsel seyrine baktığımız zaman cumhuriyetin kuruluşundan itibaren 1999-2000 yılına kadar gayet sorunlu 
bir ilişkimizin olduğunu görüyoruz. Bunun çeşitli tarihsel nedenleri var. Şöyle enteresan bir bilgiyle başlayayım. Mesela, 2004 yılına kadar Suriye’den devlet başkanı düzeyinde Türkiye’ye bir ziyaret gerçekleşmiş değil. Burada iki komşu ülkeden bahsediyoruz, bunun nedenleri nedir diye baktığımız zaman tarihsel bazı sıkıntılar olduğunu görüyoruz. Bu bakımdan, iki ülke arasında sorunların daha belirleyici olduğu bir ilişkiden bahsedilir. 

1923 yılında Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan sonra, bugünlerde adını sıklıkla duyduğumuz Sykes-Picot Antlaşması çerçevesindeki Osmanlı 
topraklarının bölünmesi bağlamında bugünkü Suriye ve Lübnan Bölgesi’nde Fransızların etkisi altında bir yönetim kuruluyor. Fransızların o bölgeye yönelik politikasına baktığımız zaman ise Suriye’de çok farklı küçük yapıların kurulduğunu görüyoruz. Bugünkü Suriye’yi altıya bölüyorlar ve daha küçük yapılar içerisinde idari yapılar oluşturuyorlar. 

2. Dünya Savaşı’ndan önceki dönemde de belirli aralıklarla Suriye’deki Fransız yöneticilerinin ya da yüksek temsilcilerinin sıklıkla değiştiğini farklı yöneticilerin farklı politikalar, farklı öncelikler çerçevesinde siyaset izlemeye çalıştığını görüyoruz. Bu bakımdan da burada geçiş sürecinde bir istikrarsızlık söz konusu. Suriye’den biraz daha farklı olarak yine eski Osmanlı toprağı olan Irak’ta İngilizlerin hâkimiyeti var. İngilizlerin etkisi altında bir devlet inşa edilmeye çalışılıyor. Fakat Irak’da en azından kral var. Irak’ın bağımsızlık ilanı 1932’de ama ondan önce gerek İngiliz mandası döneminde gerek bağımsızlık “bağımsız olup da İngilizlerin siyasi etkisinin devam ettiği” dönemde biraz daha süreklilik söz konusu. Çok sıklıkla idari yapıda büyük değişiklikler ortaya çıkmıyor. Döneme baktığımız zaman, 1.Dünya Savaşı’nda imparatorluğun dağılıp 
Türkiye’de cumhuriyetin kurulup Suriye’de Fransız mandasının oluşmasından sonraki dönemde, Türkiye Suriye ilişkilerinde, Türkiye’nin o dönemdeki en temel amacı yeni kurulan cumhuriyeti sağlamlaştırmak, içerideki reformları yapmak. Aynı zamanda bu savaşın getirdiği yıkımlar sonrasında ortaya çıkan olumsuz sonuçları ortadan kaldırmak. Türkiye açısından bakıldığında 1. Dünya Savaşı’ndan önce başlayan bir mücadele söz konusu. Trablusgarp ile başlayıp, Balkan Savaşları ile devam eden 1. Dünya Savaşı ile zirvesine çıkıp, Kurtuluş Savaşı ile sona eren yaklaşık 10 yılı aşan bir savaş sürecinden bahsediyoruz. Türkiye’de 1922’nin sonuna gelindiğinde Kurtuluş Savaşı bitmiş 1923’de cumhuriyet ilan edilirken sadece 1. Dünya Savaşı ve sonrası diye bakmayınız. 


10 yılı aşan bir savaş ve seferberlik hali ve bunun sonucunda çok büyük bir yıkım, insan kaybı söz konusu. O yüzden mümkün olduğu ölçüde herhangi bir şekilde bu yıkımın olumsuz sonuçlarını ortadan kaldırmak ve yeni kurulan cumhuriyetin önceliklerini sağlamlaştırmak için bir politika izlendiğini görüyoruz. O dönemde Suriye’de zaten Fransızlar var ve bugün Fransa yine önemli bir güç; BM Güvenlik Konseyi daimi üyesi, nükleer güç, AB’nin önemli üyesi. Bugünden farklı olarak o dönemde Avrupa ülkelerinin hala çok büyük bir etkinlikleri var ve bunların aynı zamanda dünya üzerinde çeşitli sömürgeleri var. O dönemdeki İngiltere ve Fransa bugün Amerika’nın oynadığına benzer bir rolü, düşmekte olmakla beraber oynayan ülkeler olarak görüyoruz. O yüzden de Türkiye-Suriye ilişkileri dediğimiz zaman biraz da Türkiye-Fransa ilişkileri denilmesi gerekiyor. Bu ilişkilerin o dönemdeki denge siyaseti, o dönemdeki dünya üzerindeki gelişmelerle birebir ilişki olarak değerlendirilmesi gerekiyor. 1920’li yıllar boyunca Türkiye-Fransa ilişkileri bağlamında değerlendirilmesi gerekiyor. O dönemden bugüne kadar gelen Türkiye-Suriye arasındaki ilişkileri etkileyen birkaç faktör var. 

Birincisi, herkesin bildiği Hatay konusudur. Hatay’ın 1939’da Türkiye’ye katılmasıyla sonuçlanan ama Suriyeliler açısından bakıldığı zaman Suriye 
toprağının Fransızlar tarafından Türkiye’ye verilmesi anlamına gelen, Türkiye açısından bakıldığı zaman bir vatan toprağının başka bir yerde kalmasının engellenmesi ve Misak-ı Milli’de ilan edildiği şekilde ülke sınırlarına katılması ile ilgili olan bir sorundan bahsediyoruz. İkincisi, git gide artan bir şekilde özellikle tarımsal amaçlar çerçevesinde suların daha fazla kullanılması ve alt yapı yatırımları ve nehirlerin daha fazla kullanımı çerçevesinde özellikle Suriye açısından Fırat, Suriye ve Irak olarak bakılırsa Fırat ve Dicle’nin sularının kullanımı ile ilgili olarak bazı anlaşmazlıklar olduğunu görüyoruz. Daha sonraki süreçte aşamalı bir şekilde bunun için ideolojik ayrışmanın özellikle Türkiye’nin NATO müttefiki olması, Suriye’nin ise daha fazla Sovyetler Birliği ile irtibatlı bir ülke olmasının da getirdiği çeşitli sorunlar var. Tarihsel olarak baktığımız zaman çoğu kez sorunlar çerçevesinde şekillenen bir ilişkiden bahsediyoruz. Bir taraftan etnik süreklilik söz konusu Hatay’a gittiğiniz zaman, Türkiye’de başka bir yer Mardin’e ya da Antep’e gittiğiniz zaman bir etnik devamlılığın olduğunu, oradaki sınır çizgisi dolayısıyla her ne kadar yeni bir devlet yapısı ortaya çıkmış olsa da bu manada bazı etnik sürekliliklerin olduğunu ve bu etnik sürekliliklerin de ikili ilişkileri etkileyen bir diğer faktör olduğunun bilinmesi gerekiyor. 

1920’li ve 1930’lu yıllarda ikili ilişkileri etkileyen bir diğer faktör Avrupa’daki siyasi gelişmelerdir. İki dünya savaşı arası dönem, herkesin bildiği üzere 1. Dünya Savaşı’nın bitişi, 2. Dünya Savaşı’nın başlangıcı arasındaki yaklaşık 20 yıllık dönem. Bu süreç bir savaştan diğerine geçiş ve diğer savaşın hazırlığının yapıldığı, arada bir de 1929 Ekonomik Buhranı’nın yaşandığı oldukça dalgalı ve istikrarsız bir dönem. Türkiye açısından bakıldığı zaman, Avrupa içerisindeki dengelerin ve gelişmelerin oldukça yakından takip edilmesi gereken bir dönemdir. Çünkü 1. Dünya Savaşı’nın mağlupları revizyonist devletler de denilir, 1. Dünya Savaşı’nın sonuçlarından memnun olmayan İtalya, Bulgaristan gibi bazı devletlerin bu şartları yeniden değiştirmeye çalıştıkları bir yapı var. Özellikle Bulgaristan belki Balkanlar için önemli bizim için önemsiz ama İtalya Akdeniz politikaları ve Ortadoğu’daki gelişmeler bakımından da önemli. O yüzden Türkiye’nin Fransa ile daha yakın bir temas sürdürmeye çalıştığı bir dönemden bahsediyoruz. Bu manada çok da fazlagerginliğe yol açmaksızın görüşmeler yoluyla, Türkiye’nin Hatay’ın anavatana katılmasını sağlamaya çalıştığını görüyoruz. Oradaki süreçte de Suriye’deki gelişmeleri belirli ölçülerde takip etmeye çalıştığı ama mümkün olduğunca uzak durmaya çalıştığı bir yapıdan bahsediyoruz. Gerek Irak gerek Suriye için şunu söyleyebiliriz; İmparatorluk dağıldıktan sonra orada Irak örneğinde Şeref Hüseyin oğlu Faysal getirilip kral ilan ediliyor ve yeni bir yapı oluşturulmaya çalışılıyor etrafında. 
Suriye’de ise Fransızlar İngilizlerden farklıdır. Fransız ve İngiliz sömürgeciliği politikaları biraz farklıdır. İngilizler tamamen çıkarları çerçevesinde hareket edip ekonomik çıkarlarını sağladıktan sonra yönetimde kim var kim yok veya bu devletler ne türden politikalar izliyor bunlara çok fazla önem vermezler. Ama Fransızların medenileştirme misyonu diye bir kavramları var. Bunlar tabiri caizse ‘adam etmek’ üzerine Ortadoğuluları veya Suriyelileri adam etmek üzerine bazı politikaları var ve bunların üzerine bazı programlar yapıyorlar. Fakat buna rağmen 1920’li ve 1930’lu yıllarda bundan sonraki devlet yapısını kendi ayakları üzerlerinde duracak şekilde çok da fazla siyasi partilerin kurulması, sivil 
toplumun oluşmasına yönelik destekleyici politika izlediklerini söylememiz mümkün değil. Bu yüzden Osmanlı İmparatorluğu dağılmış olsa 
da o dönemdeki bürokratların önemli bir kısmı İstanbul’da, Türkiye’de eğitim görmüş eski Osmanlı tebaası insanlar. Yani bunlar Arap kökenli ama imparatorluk dağıldıktan sonra yeni kurulan Suriye yönetiminde Suriye devletinde görevler alıyorlar. İnsanların soyadlarından bile Türk kökenli oldukları Türkiye ile ilişkileri olduklarını görebiliyorsunuz. Bu yüzdende ilk kurulduğu dönemlerde o eski Osmanlı bürokratlarının bir kısmı Türk kökenli bir kısmı Türkiye’de eğitim görmüş bürokratların üst düzeylerde görev aldıklarını görüyoruz, bu manada bir süreklilik var. 

Ama aşamalı bir biçimde yeni kurulan okullardan yetişen ve yeni kurulan devletin ideolojisi çerçevesinde ona göre bir endoktrinasyon sürecinden 
geçen bir yeni bürokrat zümrenin de yavaş yavaş yetişip görev almaya başladığını görüyoruz. Irak ve Suriye mukayese edilecek olursa İngilizler 
yönetimi oraya bırakıp çekilmeye, dolaylı bir kontrol yürütmeye yönelik bir politika izlerken, Fransızlar daha doğrudan bir tavır takındılar. İngilizlerin 
Irak’ta bulundurdukları asker sayısı ile Fransızların Suriye’de bulundurdukları asker sayısına bakılırsa Fransızların çok daha fazla asker bulundurmak zorunda kaldıklarını ve daha doğrudan bir kontrol uyguladıklarını görüyoruz. Bu süreç 1941’e kadar devam ediyor. 1941’de bağımsızlıklarını ilan ediyorlar ama kolay olmayan bir geçiş süreci var. Fransa’dakiler buna çok da izin vermek istemiyorlar Suriyeli milliyetçiler her ne kadar tam bağımsızlık isteseler de esas olarak, 1946’dan sonra bağımsız bir Suriye’den bahsetmek mümkündür. Bu manada 1946’dan önce Türkiye açısından 1938’de Hatay’ın bağımsız bir devlet olması 1939’da Türkiye’ye katılması önemli bir dönüm noktasıdır. Türkiye açısından bakılınca vatan toprağının Türkiye ile birleşmesi olarak görülürken Suriye açısından Arap toprağının veya Suriye toprağının Türklere peşkeş 
çekilmesi ya da satılması olarak görüyorlar. Neden Fransa o dönemde böyle bir toprağın Türkiye’ye verilmesine izin veriyor? 


İngiltere için Fransa için ve diğer ülkeler için mümkün olduğu ölçüde özellikle 1929 Ekonomik Buhranı’nın oluşturduğu çok büyük bir ekonomik sıkıntı söz 
konusu. Buraları bu yüzden sömürge olarak kullanıp gelir elde etmek istiyorlar. Ama bir yandan burada milliyetçilik hareketleri var ve çok daha fazla sayıda asker bulundurmak zorunda kalıyor, Suriye’nin Irak kadar çok petrolü yok; maliyet denge hesabı yapıyor Fransa, getireceği çıkarla harcayacağı para, yaptığı masraf, bulundurduğu asker… Bunlara bakıldığı zaman çok karlı bir durum söz konusu değil. Daha yumuşak bir geçişle ve Türkiye’nin de savaşa giden süreç içerisinde karşı kampa itilmesini engellemek, Almanlarla doğrudan doğruya yakınlaşmasını engellemek için Türkiye’ye olumlu bir tavır izlemek, Fransa için de tercih edilen bir politika olmuştur. Arap kaynaklarına, Suriyeli kaynaklara bakıldığında bazı iddialar görülür. Toprağımızı sattılar, plebisit yapılırken Türklerin oradakilere sahte kimlikler verdiği, Türkiye’den oralara insan taşındığı bu manada oradaki gelişimi etkilemek için Türkiye’nin çeşitli girişimlerde bulunduğu ve bunun sonucunda Hatay’ın Türkiye’ye katılmayı kabul ettiği iddia ediliyor. O yüzden yakın döneme yani 2000’li yıllara gelene kadar bunu hiçbir şekilde tanımadı. De facto olarak tanımadı fakat Asi Nehri üzerine yapılacak baraj ve diğer konulardaki bazı uygulamalarla kabul etmiş oldu. Normal anlamda hiçbir şekilde tanımadı. Hala Suriye hava durumunu gösterirken Hatay’ı göstermeye devam etmektedir. Bununla ilgili çeşitli platformlarda tartışmalar olurken Suriye’nin bu durumdaki belirsizliği sürdürdüğü görülmektedir. Suriye yönetimi bunu hiçbir zaman kabul etmedi, çünkü hukuki yükümlülük altına girmek istemiyor, girmemek için elinden gelen çabayı harcıyor. 


2. Dünya Savaşı’ndan sonraki Türkiye ile Suriye ilişkilerine baktığımız zaman Hatay meselesi Suriye açısından kolay kabullenilecek bir konu değil. Bunun yanına git gide artan bir ideolojik rekabet girmeye başlıyor. Özellikle Türkiye’nin Sovyetler Birliği’nden tehdit algılayıp da Batı’ya doğru daha fazla yakınlaşması, 1946’dan itibaren çok partili seçimler, 1949’dan itibaren Avrupa Konseyi’nin üyesi olması, 1952’den itibaren NATO’nun üyesi olması Türkiye’nin daha bağımsız ya da daha tarafsız bir dış politikadan ziyade Sovyet tehdidiyle beraber Batı kampının bir parçası haline gelmesi, Suriye’nin ise o dönemlerde etkili olmaya başlayan bağlantısızlık, milliyetçilik politikaları ve belirli ölçülerde hızlı 
kalkınma amaçlı olarak daha sosyalist daha 3.Dünyacı bir tavrın içine girmesiyle beraber bir de bunun içine ideolojik ayrışma girmeye başlamaktadır. 

Bunun sonucunda da o ideolojik kamplaşmanın ikili ilişkilere daha fazla yansıdığını görüyoruz. Niye önemli? Şu açıdan önemli, ideolojik kamplaşma ve Soğuk Savaş Dönemi; 1945-1991 yılları arasındaki siyasetin belirleyicisi ideolojik rekabetler di. Soğuk Savaş mantığı pek çok ayrışmanın, pek çok faktörün üstünü örtüyor. Yani kültürel faktörlerin, etnik faktörlerin, belirli ölçülerde dini faktörlerin üzerini örtüyor. 

Bu ideolojik rekabet Doğu ile Batı arasında Amerika ve Sovyetler Birliği’nin liderliğini yaptığı iki kamp arasındaki bu rekabet, dış politikada belirleyicidir. Bir yandan şöyle bir istikrar öngörülebilir. Moskova ve Washington’un tavırları dış politikayı belirliyor. Çünkü bu iki ülke dış politikadaki büyük aktörlerdir. Bu iki ülkenin yanında kümelenen, onların etrafında yer alan diğer aktörlerin tavırlarını da etkiliyor. Çünkü düşünce şu, eğer bu iki kamp arasında herhangi bir sorun çıkarsa bunun hiçbir şekilde büyümesine izin verilmez. Niye? Çünkü bunun 3.Dünya Savaşı’nı tetiklemesi veyahut büyük bölgesel veya küresel çatışmaları beraberinde getirmesi söz konusu olabilir. Bu hiçbir şekilde istenmeyen 
bir durum olacağından taraflar bu durumu engelleyecektir. Bu yüzden de Soğuk Savaş’ın etkili olduğu bir dünya siyaseti var. 


Türkiye ile Suriye arasındaki ilişkilere baktığımız zaman özellikle 1950’li yıllardan itibaren ideolojik kamplaşmanın zirve yaptığını görüyoruz. Ne için? Çünkü 1955 yılında Ortadoğu’da bir gelişme var, bu Türkiye’nin öncülük yaptığı Bağdat Paktı. Buradaki amaç Batı yanlısı devletlerin bir araya gelmesi. Bunun şöyle bir açıklaması var; Türkiye, Sovyetler Birliği’nden tehdit algılıyor ve kendisine benzer, kendisi gibi düşünen ülkelerle bir ittifak yapmak istiyor. Ama Bağdat Paktı’nın oluşturduğu karşı bir ittifak var. O dönemde Arap Dünyası’nda Arap milliyetçiliği hakimdir. 1952’de Nasır başa geçmiş, Suriye’de art arda gelen çeşitli darbeler gerçekleşmiş, 1958 yılında Irak’ta darbe olmuş. Bu manada 
bağımsızlığını kazanan krallıklarda, cumhuriyetler oluşuyor. Devlet yönetiminde bulunan bu kral ya da emirler, halkın taleplerini, önceliklerini dikkate alan, politikalar izleyen kişiler değil. Bu kişiler, bir yandan İngilizler ve Fransızlarla iş yapmaya devam eden, kendi konumlarını da korumaya çalışan yönetimler. Cumhuriyetçiler ise biz tam tersini yapıp kendi çıkarlarımızı değil halkın çıkarlarını savunacağız diyorlar. Eski bürokratlar, elitlerin yerini yavaş yavaş 1920’li-30’lu yıllardan itibaren eğitim alan başka türde insanlar almaya başlıyor. Bu insanlar önceden Osmanlı döneminde eğitim alan üst düzey askeri ve sivil bürokratlar ama daha çok eşrafın çocukları. Yani sıradan bir ailenin, kabilenin çocuklarıdır. Ama yeni yapılan okullardan eğitim görenler, toplumun daha alt orta kesimlerinden gelen kişilerdir. Bunlar özellikle orduda ve diğer yerlerde görev alarak hızlı bir mobilizasyon süreci ile üst kademeye doğru çıkıyorlar ve çıktıklarında şunu görüyorlar. Kralların, yöneticilerin hala lüks içinde yaşadıklarını ve halkla çok da fazla temaslarının olmadığını düşünüyorlar. Bunun sonucunda da eğer biz darbe yapar başa gelirsek “Kalkınma sorunlarına, alt yapı sorunlarına, ülkenin gerçek sorunlarına daha fazla önem vereceğiz. Eski sömürgecilerle olan ilişkiyi de kendi lehimize düzenleyeceğiz.” diye düşünüyorlar. O yüzden de bütün bu 1950’li-60’lı yıllarda sadece Ortadoğu’da değil pek çok yerde post-kolonial bir dönem ortaya çıkıyor. Eski sömürgelerin bağımsızlık kazandığı ve eski sömürgecilere karşı daha mesafeli daha sert tutumların izlendiği bir dönem. 1952’de Mısır, 1953’te İran’da Musaddık Rejimi’nin CIA destekli olması ve petrolün millileştirilmeye çalışılması, Ortadoğu’daki yerel kaynakları doğrudan doğruya halkın taleplerine cevap verecek şekilde kullanacağız düşüncesine itiyor. Suriye, Irak ve Mısır böyle yönetimler ortaya çıkarken Türkiye’nin Batı yanlısı bir politika izlemesi ve 1952’de NATO’nun bir üyesi olması, Türkiye-Suriye ilişkilerini çok ciddi bir şekilde etkilemektedir. 1955 Bağdat Paktı yine önemli bir kırılma noktası. Bağdat Paktı’na karşı Nasır önderliğinde çok büyük bir tepki var. Bunun sonucunda, 1957 yılında Türkiye-Suriye bir gerginlik yaşamıştır. Türkiye, Suriye sınırına asker gönderiyor. Sebebi ise, komünist olduğu bilinen bazı kişilerin orduda ve bürokraside üst düzey görevlere getirilmesidir. Türkiye bunu şu şekilde algılıyor; bu kişilerin bu tür görevlere getirilmesi doğrudan doğruya Sovyetler Birliği’nin buradaki etkisini arttırıyor. Türkiye kendisini sıkışmış hisseti. Çünkü Gürcistan ve Ermenistan o dönemde Sovyetler Birliği’nin bir parçası. Güneyde de Suriye bu hale gelirse ki Suriye doğrudan doğruya Sovyetler Birliği’nin uydusu haline gelecekti, Türkiye kapana kısılacaktı. Bir taraftan Bulgaristan da Varşova Paktı’nın bir üyesidir. Bu durumda Türkiye, olaylara tamamen Soğuk Savaş ve Sovyetler tehlikesi açısından bakıyor ve o yüzden Türkiye ve Suriye 1957 yılının yazını oldukça gergin geçiriyorlar. Bunun şöyle bir etkisi de var. 1957 yılında Türkiye’de seçimler var. Seçimlerden önce o dönemdeki başbakan Menderes, iç 
kamuoyundaki bazı sorunlardan dikkatleri dış kamuoyuna çekmek ve bunun üzerinden bir dış politika yürütmek istiyor. Bu dönemdeki bu gergin ilişkiler Soğuk Savaş döneminde çeşitli şekillerde devam ediyor. 

Sonrasında ikili ilişkileri bu ideolojik kamplaşmayla beraber daha da zorlaştıran, sıkıntıya sokan şeylerden birisi de, su kaynaklarının, doğal kaynakların kullanımıyla ilgili bazı başka görüş ayrılıklarının aşamalı bir şekilde ortaya çıkmasıdır. Özellikle Türkiye’nin 1960’lı yıllardan itibaren bugün hala belirli ölçülerde işlevsel olan GAP benzeri projeleri devreye sokması ve su kaynakları ile ilgili bazı düzenlemeler yapması, Türkiye’nin güneyinde kalan ülkeler için bazı sıkıntıları beraberinde getiriyor. Bunlar 1930’lu-40’lı yıllarda çok fazla sorun değildi. Çünkü o zamanki kişi başına düşen su tüketimi veya su kullanımıyla bugün su kullanımı arasında çok fark var. O dönemdeki insanların günlük olarak 
ihtiyaç duydukları su ile bugün ihtiyaç duyulan su farklıdır. İnsanlar daha fazla su tüketiyor. Ve Türkiye çok su zengini bir ülke değil. Zaten Ortadoğu 
Bölgesi su kaynakları bakımından oldukça fakir bir coğrafyadır. 

Ne yazık ki küresel ısınma gibi etkenlerle daha da fakir hale geliyor. Doğal kaynakların bir konu haline gelmesi 1960’lı-70’li yıllardan itibaren oluyor.

Uluslararası hukukta akarsuların kullanımı ile ilgili farklı kavramsallaştırmalar var. Kimisi International River (Uluslararası Akarsu) diyor, Türkiye ise bunu kesinlikle kabul etmiyor ve Transboundray (Sınıraşan) akarsu olarak adlandırıyor. Türkiye’nin bu şekilde ifade etmesinin sebebi, eğer International River olarak kabul ederse kaynağı Türkiye’de bulunan akarsuların kullanımıyla ilgili doğrudan söz sahibi olacaklar. Bu yüzden Türkiye sınıraşan akarsu olarak tanımlıyor. Hatta Türkiye bu akarsuyun kaynağı bize ait ama hakça ilkeler çerçevesinde güneydeki ülkelere zarar vermeyecek, onların kullanımıyla ilgili durumları sıkıntıya düşürmeyecek su miktarını ayarlayacağını belirtiyor. Saniyede 500 m3 gibi bir rakam söz konusu olmasına rağmen Türkiye 700 m3’lük su bırakmayı taahhüt ediyor ve bırakıyor. Fakat özellikle Atatürk 
Barajı’nın yapıldığı dönemde ve daha önce Karakaya ile Keban barajlarının yapımı sırasında Fırat ve Dicle’nin üzerinde belirli dönemlerde su tutmak için bir yöntem izleniyor. Türkiye’nin bu yöntemle bu sulardan yararlanan diğer ülkeleri tarımsal üretimlerini olumsuz şekilde etkileyerek, ekonomilerine zarar vererek, su gibi temel bir kaynağı kullanarak kendilerini cezalandırdığını iddia ediyorlar. Bu manada çeşitli dönemlerde çeşitli görüşmeler yapılıyor fakat büyük ilerlemelerin olduğunu söylemek mümkün değil. Kimse kendi argümanlarında çok büyük değişiklik yapmıyor fakat yakınlaştırıcı bazı uygulamalar ve düzenlemelerin olduğu da görülür. 1960’lı, 70’li yıllardan itibaren Türkiye’nin iddialı baraj projeleri, iddialı sulama projelerini devreye sokması ve aynı dönemde benzer uygulamaların Suriye, Irak gibi ülkelerde de yapılması 
tarafları belli konularda ayrıştırıyor. Çünkü, özellikle Ortadoğu ülkelerinde yeni yetişen elitler, toplumun alt kesimlerine nazaran suyun tarımsal üretim için ne kadar önemli olduğunu ve bu su kaynakları ile araziler verimli bir şekilde kullanılırsa tarımsal üretime nasıl bir katkı sağlayıp başka alanlara aktarma peşindeler. O yüzden de Suriye, Irak ve diğer ülkelerde bu konularda eski yöneticilerden daha ısrarcı oluyorlar. O bakımdan doğal kaynaklar ve su konusu daha fazla gündeme gelmeye başlıyor. Bununla ilintili olarak 1970’li, 1980’li yıllardan itibaren Türkiye’de bazı grupların Suriye tarafından desteklenmesi söz konusu. Bu sefer de onlarla başka siyasi kartları Türkiye’ye karşı devreye sokmaya çalışıyorlar. PKK örneğinde bunu biliyoruz ama öncesinde de 1970’li yıllarda çeşitli sol grupların da aynı şekilde Suriye’de zemin buldukları 
ve bir dönem Lübnan’daki iç savaşın da etkisiyle (Lübnan’daki iç savaş 1975-1990 yılları arasındadır.) o dönemki iç savaş sırasında Lübnan’ın tam anlamıyla bir karmaşa içerisinde olduğu dönemlerde Bekaa Vadisi’nde çeşitli sol grupların varlığı da yine ikili ilişkilere etki eden bir durum. Suriye’de sayısı çok olmamakla birlikte Ermeni gruplar var. Tehcir sonrasında Türkiye’den Suriye ve daha sonra Lübnan’a göç ettirilmiş belirli kesimler var. Tarihsel olarak bu gibi kişilerin Türkiye’ye karşı oldukça negatif algıları var. Bu gibi unsurlar da ikili ilişkilerde 
tarihteki negatif algıların oluşmasında bir etkendir. Her iki ülkenin yaşadığı ulus inşa süreçlerinde ortak düşman, tam manasıyla düşman değilse de herkes kendi ulusunu, kendi milletini yücelten; kendi ulusunu, milletini yüceltirken diğer milletleri biraz daha kötüleyen, eleştiren bir durum var. Örneğin Suriye’nin tarih yazımına bakıldığında Osmanlı ile ilgili pozitif atıfları göremezsiniz. Sanki Emeviler’den sonra tarih kopmuş ve 1946’dan sonra yeniden başlamış gibi bir algı söz konusudur. Bu yüzden inşa sürecinde en yakın düşmana daha fazla tepki gösteriyorsunuz. Onu daha kötü gösteriyorsunuz. Cemal Paşa’nın Suriye valiliği dönemindeki bazı uygulamalardan dolayı da bir tepki var. Fakat bu 
tamamen Cemal Paşa’nın suçu değil. 1. Dünya Savaşı’nın oluşturduğu çok kötü bir ortam var. Aynı dönemde çok büyük bir kıtlık var, bir yandan tehcir var, savaş var o yüzden insanların hafızasında son 3-5 yıl hatta son 10 yıl çok kötü bir şekilde hatırlanıyor. Durum böyle olunca doğrudan doğruya Osmanlı ile ve Türklerle ilişkilendirildiği için o algı gayet negatif. Bir de yeni kurulan yönetimler, eski yönetimleri kötüleyip, kendi yönetimlerini övmek gibi bir politika izleyince ulus inşa sürecinde bu da karşılıklı algıyı zorlaştıran bir diğer unsur. Yakın döneme gelecek olursak, 1980’li yıllardan itibaren PKK’nın ikili ilişkilerde bir faktör olarak devreye girdiğini görüyoruz. Çeşitli sol gruplar zaten Suriye’de 
zemin kazanıyorlardı, 1984’de PKK’nın faaliyetlerine başlaması ve git gide artan bir şekilde Suriye’nin bunu Türkiye’ye karşı bir kart olarak kullanmasıyla beraber ilişkilerin daha da gerginleştiğini, daha da zor bir döneme girildiğini görmemiz mümkün. Sonuçta Türkiye’nin su kaynakları üzerindeki kontrolüne karşı; Suriye yönetimi PKK kartını ve güvenlik kartını kullanarak Türkiye’den bazı tavizleri koparmayı amaçlıyor. 

Bunun sonucunda da oldukça gergin 1980’ler ve 1990’lar yaşandığını söylememiz mümkün. Bu durum 1999’a kadar sürdü. 1998 sonbaharında 
bir meclis açılışında şöyle hatırlayın; 1990’lı yıllarda buna benzer şeyler oldu bazı suikast girişimleri oluyor, bazı yine talepler var bu manada sıkıştırılmaya çalışılıyor. Tabii unutulmaması gerek 1980’li yıllarda hala soğuk savaş mantığı var. Örnek vermek gerekirse 1980’li yıllarda Türkiye, Suriye’yi tehdit etti; o zamanki Soğuk Savaş mantığı buna izin vermezdi. 1990’lı yıllarda olayı değiştiren parametreler var. 
Bunlardan birincisi 1989’da Berlin Duvarı yıkılıyor, 1991’de Sovyetler Birliği çözülüyor ve artık Sovyetler Birliği diye bir şey olmayınca, Suriye’nin 
Sovyetler Birliği üzerinden belirli şeyleri yapması zora giriyor. O dönemde Suriye ve Rusya arasında yakın bir ilişki var. Hala daha yakın ilişkileri var ama şu var; Hafız Esad Sovyetler Birliği’nde eğitim görmüş bir pilot, Beşar Esad ise İngiltere’de eğitim görmüş birisi. O dönemde çok daha yakın bir ilişkiden bahsetmemiz mümkün, o yüzden de Soğuk Savaş’ın iki kampı, bölgesel aktörlerin başlarına buyruk tavır içerisine girmelerine sistem izin vermiyor. 1991 yılında Körfez Savaşı sırasında Hafız Esad’ın yıllar sonra ilk defa Amerika ile bir temas içerisine girdiğini görüyoruz. Irak’ın Kuveyt’den çıkartılması bağlamında, Suriye’de bu koalisyonun bir parçası oluyor. 1990’lı yıllarda işin rengini 
değiştiren bölgesel gelişmelerin daha ön plana çıkmaya başlaması, PKK’nın 1993-1995 yıllarında zirve yapması ve Türkiye’ye karşı çok büyük bir sorun oluşturması sonrasında Türkiye bu konuyu çözmek anlamında önemli bir girişimde bulunuyor ve daha fazla bu konuya öncelik veriyor. Suriye’yi sıkıştırmak için Türkiye başka bazı işbirlikleri yapıyor, bazı yakınlaşmalar söz konusu. Bu yakınlaşma İsrail ile gerçekleşiyor. 

1991 yılından itibaren barış süreci ile birlikte İsrail ve Filistin ile ilişkiler seviyesini büyük elçilikler düzeyine çıkarıyor, 1993 sonrasında git gide artan bir yakınlaşma var ve 1995-1996’dan itibaren bu yakınlaşma artık askeri alanı etkiliyor. Türkiye’nin Askeri İşbirliği antlaşması, Askeri Modernizasyon Antlaşması yaptığını görüyoruz. Her ne kadar bunlar doğrudan doğruya bir ittifak ilişkisi olmasa da, yani karşılıklı bir savunma yükümlülüğü getirmese de, bunlar Suriye açısından bir tehdit oluşturuyor. O dönemde devlet başkan yardımcısı olan Abdulhalim Haddam, Türkiye ve İsrail arasındaki yakınlaşmayı Arap Dünyası için en büyük tehdit olarak nitelendiriyor ve bu durumdan acayip bir 
rahatsızlık duyuyor. Bu gelişmelerle beraber 1998 sonbaharından itibaren Türkiye’nin bu konuyu çok daha öncelikli bir konu haline getirmesi, 
o dönemki cumhurbaşkanının meclis açılış konuşmasında doğrudan doğruya Suriye’yi hedef alarak bazı açıklamalarda bulunması, aşamalı bir biçimde tansiyonun arttırılması ile beraber ve en son o zamanki Kara Kuvvetleri Komutanı’nın Hatay’da açıklamalar yapması ve bunun sonucunda 
tehdit ile beraber Öcalan’ın içeriden çıkartılması söz konusu ve daha sonrasında Adana Protokolü’nün imzalanmasıyla Türkiye – Suriye ilişkilerinde yeni bir dönem var. Dikkat edilmelidir ki, 1923 -1999 yılları arası hep sorunlu ilişkilerden bahsedilir. O yüzden 1999-2011 arasında Türkiye-Suriye ilişkileri açısından yaşanan iyi dönem, belirli ölçülerde istisnayı oluşturuyor. Çoğu zaman daha fazla sıkıntıların olduğu bir dönemden bahsetmemiz mümkün. 1999 sonrasına gelelim; Adana Protokolü imzalanıyor, Öcalan ve diğer PKK’lılar çıkartılıyor ve 
bunlara artık lojistik destek vermeyeceğini deklare ediyor Suriye, bunun sonucunda ikili ilişkilerde bir iyileşmenin olduğunu görüyoruz, bunun 
bir örneği 2000 yılında Hafız Esad ölünce gerçekleşiyor. (Niye Hafız Esad daha önceki zamanlarda Türkiye’nin bu türden baskılarına rağmen yapmıyordu veya niye 1998’in sonbaharında Öcalan’ı çıkarmak zorunda kaldı? Çünkü dünya ilişkileri değişti, Soğuk Savaş yok, Sovyetler Birliği yok, bölgesel güç değişmeye başlıyor, Türkiye diğer bölgesel ittifaklarla Suriye’yi sıkıştırmaya çalışıyor, belki de artık bunun kullanım ömrünün bittiğini düşünüyor ve bu gibi sebeplerle bunun bittiğini görüyoruz.) 2000 yılındaki önemli bir olay ve sonrasındaki şeyler Türkiye-Suriye ilişkilerinde önemli bir dönüm noktası; 2000 yılında Hafız Esad ölüyor, Hafız Esad ölünce cenazesine katılanlardan birisi yeni seçilmiş olan 
Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer. Burada Türkiye’nin verdiği mesaj şu; geçmişte epey bir sorunumuz oldu, savaşın eşiğine geldik ama bunları unutup yeni bir döneme başlamamız mümkün olabilir, biz buna hazırız, bu noktada atacağımız adımlar var. Türkiye bu dönemde cenazeye katılarak yeni bir başlangıcın mesajını vermiş oluyor. 

Daha sonrasında aşamalı bir biçimde ikili ilişkilerin git gide 2000’li yıllarda 2011 yılına kadar ilerlediğini, iyileştiğini görmemiz mümkün. 

2000-2011 yılları arası iki ülke arasındaki ilişkilerde geçmiş döneme bakılarak farklı bir resim olduğunu görüyoruz. Bu dönemde Türkiye’nin genel dış politikasını etkileyen olaylardan birisi de; 2001 ekonomik krizi ve sonrasında ihracatın Türkiye için kazandığı önem. Türkiye, 1980 ve 1990’lı yıllar boyunca PKK ve diğer sorunlardan kaynaklı güvenlik endişeleri nedeniyle dış politikasına oldukça güvenlik odaklı bakıyor. 1999’dan sonra bir yandan PKK tehdidinin azalması, Türkiye’nin AB adayı ilan edilmesi ile beraber artık güvenlik endişeleri dış politikada daha az önemli hale gelmeye başlıyor, Ekonomi, kültür, diplomasinin diğer alanları daha önemli hale geliyor. Bunun sonucunda da Suriye ve Irak örneğinde olduğu gibi güvenliğin daha az etkili olduğu, ekonominin diğer konuların önem kazandığı bir dış politika söz konusudur. Bu durum aynı 
şekilde Suriye örneğinde de geçerli ve Suriye ile olan ilişkilerde güvenlik perspektifi biraz daha geri planda kalıyor. Diplomasi, kültür, ekonomi daha ön plana çıkmaya başlıyor. 2001 yılındaki büyük ekonomik kriz. Ekonomi %12 küçülmüştü, bu durumu aşmak için Türkiye’de uygulanan politikalardan birisi; yakın çevreyle dış ticareti geliştirme, bunun için dış ticaret müsteşarlığı bir program geliştirdi ve yakın çevreyle ihracatı geliştirecek bir politika izlemeye başladı. Yakın çevre olarak Suriye, Irak, İran, Gürcistan, Yunanistan, Bulgaristan ve biraz daha etrafındaki halk. bu bakımdan yakın çevreye ihracat yapmak Türkiye için daha öncelikli bir hale geldi. Ekonomik bir politika, dış politikayı da etkilemeye başladı ve Türkiye bu ekonomik önceliklerini devreye sokmaya başladı. 



***

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder