4 Ocak 2017 Çarşamba

TÜRKİYE-SURİYE-IRAK-İRAN DÖRTGENİNDE GELİŞMELER




TÜRKİYE-SURİYE-IRAK-İRAN DÖRTGENİNDE GELİŞMELER 


Türkiye’nin Suriye ile olan ilişkilerine baktığımızda, en radikal değişikliğin bu ülke ile olduğu görülecektir. 
E. Tümg. Armağan KULOĞLU 
ORSAM Başdanışmanı 




Lübnan sorunu, İsrail sorunu, ABD baskısı ve Türkiye’nin gösterdiği kararlı tutumdan dolayı iyice yalnızlaşan Suriye, Türkiye’nin gösterdiği yakınlaşma 
politikasının da etkisi ile “ Tehdit Ülke” konumundan, “ Yüksek Düzeyli Stratejik İşbirliği Yapılan Ülke” konumuna dönüşmüştür. 


Giriş 

Ortadoğu, özellikle 100 yılı aşkın bir süreyi kapsayan yakın tarihteki her dönemde önemini gittikçe arttırmış ve dünya politikalarının belirleyicisi durumuna gelmiştir. Sovyetlerin dağılmasını müteakip Kafkasya ve Orta Asya’daki gelişmeler sonucunda bu bölgelerin de öneminin ortaya çıkması ile kritik ve belirleyici sahaların kapsamı genişlemiştir. Ancak Ortadoğu’nun daha eski belirleyici faktör olmasından dolayı zaman içinde bölge üzerinde yaşanan çıkar çatışmalarının yarattığı gerginlik, çatışma ve istikrarsızlıklar Türkiye’yi derinden etkilemiştir. 

Bu yazıda, fazla geçmişe uzanmadan özellikle son 20 yıldır Türkiye’nin doğu ve güneydoğusundaki komşu bölgelerde süregelen gelişim ve değişimin sebep ve sonuçları ile Türkiye’nin geleceğine olan etkileri ortaya konmaya çalışılacaktır. Bu noktadan hareketle, ulusal çıkarları gözeterek oluşturulması, planlanması ve uygulanması gereken politika ve stratejilerin tespiti üzerinde durulacaktır. Politika ve stratejileri tespit edebilmek için de, yazının konusu olan dört ülkenin durumları çok özet olarak belirtilecek, Türkiye ile olan ilişkileri analiz edilecek, başta ABD ve İsrail ile iç politikanın ve diğer aktörlerin bölge ve ilişkilerimize olan etkileri değerlendirilecektir. 

Türkiye-Suriye Ekseni 

Anılan ülkeler içinde Suriye ile olan ilişkilere baktığımızda, en radikal değişikliğin bu ülke ile olduğu görülecektir. Hatay ve sınır aşan sular konusunda sürekli gerginlik yaratan bir ülke konumundaki Suriye’nin, Türkiye’yi zayıf duruma düşürmek için PKK terörüne destek verdiği bilinmektedir. 
Hatta doksanlı yıllarda Ege sorunlarından kaynaklanan gerginlikte Yunanistan’ın da Türkiye’yi zayıf duruma düşürmek için kısmen PKK terörüne destek vermesinin yanında Türkiye’ye karşı Suriye ile birlikte işbirliği içinde hareket ettikleri, bu nedenle o tarihlerde TSK’nın savaş planlarını “iki buçuk savaş doktrini”ne göre yaptığı bilinmektedir. Bu doktrindeki iki tam tehditten biri Suriye, diğeri Yunanistan, yarım tehdit de PKK terörüdür. 

1998 yılının sonlarına doğru Suriye’ye karşı uygulanan güç gösterisi ve gösterilen kararlılık sonucunda Suriye, tutumunu yumuşatmaya başlamış, 
terörist başını topraklarından çıkartmış ve bunu takiben “Adana Mutabakatı” olarak anılan bir toplantı sonucunda da PKK terörüne verdiği desteği kestiğini resmen açıklamıştır. Bu tarihlerden itibaren Suriye ile gittikçe gelişen olumlu bir dönem başlamıştır. 2003 yılında ABD’nin Irak’ı işgali döneminde, ABD tarafından ilan edilen şer ekseninin bir parçası olmaktan ötürü kendisini büyük bir baskı altında hissetmiş, bu nedenle Türkiye’ye olan yakınlaşmasını daha da arttırmıştır. Lübnan sorunu, İsrail sorunu, ABD baskısı ve Türkiye’nin gösterdiği kararlı tutumdan dolayı iyice yalnızlaşan Suriye, Türkiye’nin gösterdiği yakınlaşma politikasının da etkisi ile “Tehdit Ülke” konumundan, “Yüksek Düzeyli Stratejik İşbirliği Yapılan Ülke” konumuna dönüşmüştür. 

Hatta ilişkilerde müşterek bakanlar kurulu toplantısı yapılan ve vizenin kaldırılmasına kadar varan ilerleme kaydedilmiştir. Mevcut durum itibariyle bu gelişmeler, Türkiye’nin çıkarları yönünde olup, olumludur. Ancak bu durumun, Türkiye’nin güçlü, Suriye’nin de sorunlarından dolayı zor durumda olmasına bağlı olduğu dikkate alınmalı, ihtiyat elden bırakılmamalı, ilişkilerin kalıcı olması için gerekli önlemlerin geliştirilmesi üzerinde durulmalıdır. 


Türkiye’nin, Hem İran hem de Batı ile iyi ilişkiler geliştirirken denge noktasını iyi ayarlaması gerekmektedir. 

Türkiye-Irak Ekseni

Irak ile olan ilişkiler ise son 20 yıldır, PKK, ABD ve Irak’ın kuzeyindeki yönetim ekseninde ağırlıklı kazanmıştır. 1991 yılında Irak’a yapılan müdahale sonucunda kuzeyde oluşturulan korumalı bölge, Türkiye açısından hem bağımsız bir Kürt yönetiminin kurulması, hem de PKK terörünün hayat bulması açısından tehdit algılaması kapsamında bir durum arz etmiştir. 1999 yılında PKK terörünün gündemden düşmesinden sonra, gerek Avrupa Birliği adaylığının başlaması ve müzakere sürecinin açılmasından, gerekse ABD’nin 2003 yılında Irak’ı işgalinden kaynaklanan gelişmeler, PKK terörünün yeniden canlanmasına sebep olmuştur. Irak’ın kuzeyindeki yönetim, 2003 yılında ABD askerlerinin Türkiye üzerinden Irak’a geçmesine izin verilmemesinden dolayı ABD açısından bir nevi müttefik olarak görülmüş ve özellikle Türkiye’ye karşı koruma altına alınmıştır. PKK bölgede bir noktada ABD’nin dolaylı himayesi altında kalmıştır. PKK terörü Türkiye’ye karşı eylemlerini arttırmış ve Türkiye’nin bu terör ile Irak’ın kuzeyinde mücadele etmesine ABD tarafından engel olunmuştur. 2007 yılı Kasım ayına kadar devam eden bu süreç, sınır ötesi harekât yapamamaktan dolayı Türkiye’ deki tepkilerin yükselmesi sonucunda ABD’nin şartlı geri adım atmasıyla son bulmuş ve PKK terörü ile mücadelenin ABD, Türkiye, Irak arasında oluşturulan bir mekanizma ile mutabakat içinde ortak yapılması kararlaştırılmıştır. 


  < Irak merkezi yönetimi ile geliştirilen ilişkilerin de, “Yüksek Düzeyli Stratejik İşbirliği” seviyesine gelmesi ve müşterek bakanlar kurulu toplantısı yapılmasına kadar uzanması olumlu olarak değerlendirilmekte dir. Ancak gelişmelerin, Irak’ın kuzeyindeki yönetimi de ayrı bir unsur olarak muhatap almaya mecbur etmesi olumsuzdur. >


ABD Türkiye’ye, Irak’ın kuzeyindeki yönetime zarar vermemek, onu tehdit olarak görmemek ve iyi iletişim içinde olmak kaydı ile özellikle istihbarat 
temini konusunda yardımcı olmuş, sınır ötesi harekât için hava sahasını ve çok kısıtlı olarak da kara sahasını açmıştır. 2009 yılından 
itibaren ABD’nin askeri gücünü kademeli olarak Irak’tan çekme kararı alması ve bu konuda Irak yönetimi ile anlaşma yapmasını müteakip, durum 
yeni bir veçhe kazanmıştır. 

ABD askerinin Irak’tan çekilmesini takiben, Türkiye’nin PKK ile mücadele adına Irak’ın kuzeyine yapacağı sınır ötesi harekâtların, Irak’ın 
kuzeyindeki yönetimi tedirgin ve tehdit edeceği düşüncesi ile ABD, yeni bir süreç başlatmıştır. 
Bu süreçte ABD, PKK’nın misyonunu artık tamamlamış olduğu ve Türkiye’nin bir müdahalesine sebep teşkil etmemesi düşüncesinden hareketle, terör örgütünün tasfiyesinin gerektiğini değerlendirmiştir. ABD’den gelen talep ve Türk iç politikasının da yönlendirmesi ile bu tasfiyenin gerçekleşebilmesi için Irak, Irak’ın kuzeyi ve PKK yönünden alınacak tedbirlere paralel olarak Türkiye’nin de bunu kolaylaştırıcı adımlar atması gerektiği sonucu ortaya çıkmıştır. PKK terörünün tasfiyesi çıkarlarımız açısından arzu edilen bir gelişmedir. Ancak “açılım” adı altında bilinmediği için tahmin edilen ve algılanan yöntemlerin ve uygulamaların, Türkiye içinde kutuplaşmalara ve gerginliklere sebep olduğu 
da bir gerçektir. ABD’nin PKK terör örgütünün tamamen ortadan kaldırılmasını da benimsediğini düşünmek yanıltıcı olabilir. PKK, Irak’ın kuzeyinde bir bağımsızlık durumu, Kerkük meselesi ve benzer sebeplerle yeniden kullanılmak istenebilir. Bu nedenle ABD’nin PKK’yı kontrol edebildiği gerçeğini daima göz önünde tutmakta yarar bulunmaktadır. Diğer taraftan Irak merkezi yönetimi ile geliştirilen ilişkilerin de, “Yüksek Düzeyli Stratejik İşbirliği” seviyesine gelmesi ve müşterek bakanlar kurulu toplantısı yapılmasına kadar uzanması olumlu olarak değerlendirilmektedir. Ancak gelişmelerin, Irak’ın kuzeyindeki yönetimi de ayrı bir unsur olarak muhatap almaya mecbur etmesi olumsuzdur. 

Türkiye-İran Ekseni




İran ise, yakın zaman dahil büyük düşmanlıklar içinde olmadığımız, ancak ayrı bir kültür ve köklü devlet geleneğinden kaynaklanan bir rekabet içinde olduğumuz bir ülkedir. İslam devriminden sonra, komşusu Türkiye’yi, laik, demokratik ve modern yapısından dolayı hem rakip, hem de rejimine tehdit olarak görmüştür. Bu nedenle rejim ihraç politikası izlemiş ve Türkiye’yi zayıf düşürebilmek için PKK terör örgütünü desteklemiştir. Ancak son 5-6 yıllık dönem içinde PKK terörünün İran versiyonu olan, İran’ı istikrarsızlaştırmaya kurgulanmış PJAK ile mücadele zorunda kalması, ayrıca ABD’nin baskısı altında bulunması, İran’ı Türkiye politikasında değişiklik yapmaya yönlendirmiştir. PKK terör örgütü ve onun kolu ile mücadele etmesine, hatta zaman zaman bu konuda Türkiye ile işbirliği yapmasına rağmen, yine de PKK’ya düşük seviyede de olsa İran üzerinden lojistik destek verilmesine müsamaha etmektedir. 

İran’da önemli olan konu rejimin muhafaza edilmesidir. Bu nedenle uluslararası gerginlik yaratmak ve bu gerginlikten dolayı iç politikada gücü muhafaza ederek rejimi korumak, genel bir politik yaklaşım olarak benimsenmiştir. İran’ın nükleer teknolojiyi geliştirme ve uranyum zenginleştirme faaliyetleri devam etmektedir. Anlaşmalardan dolayı Uluslararası Atom Enerjisi Komisyonunun denetimine tabidir. İran her ne kadar nükleer teknolojiyi barışçıl amaçlarla geliştirdiğini ifade etse de, denetimden bazı tesisleri ve faaliyetleri gizlemesi, onun nükleer silah geliştirmek istediğine ilişkin tereddütler uyandırmasına sebep olmaktadır. Güven telkin etmeyen davranışlarından ötürü, kısmen zenginleştirdiği uranyumun bir başka ülkede depolanması, barışçıl amaçla kullanacağı çubuklar haline dönüştürülmesinden sonra tekrar kendisine verilmesi hususuna önceleri tereddütlü yaklaşmış, sonra da kabul etmemiştir. Depolanacak ülke olarak Türkiye’nin adının ön plana çıkmasına da aynı şekilde yaklaşmıştır. Türkiye hem batı ile yakın ilişki içinde, hem de İran ile iyi ilişki içinde olmasından ve İran nezdinde güven telkin etmesinden istifade ile bu konuda bir noktada arabulucu olarak rol almak istemiştir. Hatta Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin (BMGK) geçici üyesi olmasından dolayı, İran’a uygulanması düşünülmeye başlayan yaptırımlarda, BM tarafında yer alması baskısından dolayı karar verme konusunda zor duruma düşmemek için bu kolaylaştırıcı öneri üzerinde önemle durmuştur. Ancak İran, açık olarak ifade etmese de nükleer silaha sahip 
olarak tehditlere karşı koyma, rejimini koruma ve bölgesel olarak etki alanını genişletme ve etkinliğini arttırmayı politika olarak benimsediğinden 
bu tekliflere sıcak bakmamıştır. İran’ın bu konudaki stratejisi, çeşitli şekillerde uluslararası kuruluşları ve Batı’yı oyalayarak nükleer teknoloji ve uranyum zenginleştirme çalışmalarına devam ederek nükleer silaha ulaşmak olduğu değerlendirilmektedir. Uranyum’un Türkiye’de depolanması, en güvendiği ülke olarak kendisine avantaj sağlayacakmış gibi gözükse de, bu durumun Türkiye’nin Batı nezdinde prestijini arttıracağı, bölgesel rekabette Türkiye’den geride kalacağı ve özellikle nükleer silaha sahip olmanın avantajlarını kaybedeceği için bu konudan uzak durmayı tercih etmiştir. Türkiye’nin hem Batı ile hem de İran ile iyi ilişkiler içinde olması olumlu bir gelişmedir. Ancak bunun da denge noktasının iyi tayin edilmesi gerekmektedir. BMGK’nin nükleer teknoloji geliştirmesinden dolayı İran için önümüzdeki dönemde uygulanmasını planladığı yaptırımların karar aşaması ve uygulamasında Türkiye’nin, BM, Batı ve İran arasında ikilemde kalacağı, bu nedenle oluşturması ve takip etmesi gereken politika ve stratejilerden dolayı zorluklarla karşılaşacağı değerlendirilmektedir. 

Sonuç ve Değerlendirme 

Türkiye, komşu ülkelerle sıfır sorun politikası çerçevesinde diplomasi uygulama ya devam etmektedir. Bu konuda başarılı olduğu ölçüde, başarılı olamadığı sahalarda gücünü toplayarak sıklet merkezi uygulaması ile çıkarlarını sağlayabilme imkânına sahip olabilecektir. Ancak sorunlar çözülmeye çalışılırken tavizler vererek, geri dönülemeyecek yollara girilmemesine özen gösterilmesi gerekmektedir. Her sorunun bir geçmişi, sebep veya sebepleri vardır. Genelde de bunlar Türkiye’den kaynaklanan değil, Türkiye’nin hak ve hukukunu korumak için aldığı tavırlardır. Konulara yaklaşımlarda bunların dikkate alınmasında zaruret bulunmaktadır. Bu konuda Türk Milletinin devlete olan güveninin 
zedelenmemesi son derece önemlidir. 

Özellikle güneydoğu komşularımızla geliştirilen olumlu ilişkiler, Türkiye’nin menfaatinedir. Suriye halkının, ilişkilerimizin iyi olmadığı dönemde dahi Türk halkına karşı bir sempatisi olmuştur. Irak halkından önemli bir kesiminin de aynı şekilde olduğu söylenebilir. İran halkı da keza aynı şekilde olup, nüfusunun yarıya yakın bir kısmının Azeri Türkü olması da bunu güçlendirici bir etkendir. Yaşanan sorunlar devlet politikalarından kaynaklanmıştır. Halen gelinen durumda devlet politikaları da olumlu yönde geliştiğine göre, ilişkileri sürekli olumlu kılacak tedbirlerin alınmasında yarar görülmektedir. Bunun sağlanması da ilişkilerin, ekonomi, ticaret, eğitim, sosyal kurumlar ve üniversiteler arasındaki temasların arttırılmasından, halklar arasında iletişim kurarak devam ettirilmesinden, geliştirilmesinden, süreklileştirilmesinden ve kalıcı bir platforma 
oturtulmasından geçmektedir. 

Türkiye’nin tek yönlü politika uygulamalarını çok yönlüye kaydırması ve Türkiye’nin merkeze alınarak yeni bir görüşle hareket edilmesi, Türkiye’nin mevcut jeopolitik gücünün çıkarları yönünde kullanılmasına imkân yaratacaktır. 


BMGK’nin nükleer teknoloji geliştirmesinden dolayı İran için önümüzdeki dönemde uygulanmasını planladığı yaptırımların karar aşaması ve uygulamasın da Türkiye’nin, BM, Batı ve İran arasında ikilemde kalacağı, bu nedenle oluşturması ve takip etmesi gereken politika ve stratejilerden dolayı zorluklarla karşılaşacağı değerlendirilmektedir. 


Türkiye’nin bu şekildeki hareketi bir eksen değişikliği olarak algılanmamalıdır. Bu yeni anlayış, Türkiye’nin mevcut gücünü ve kabiliyetini çıkarları yönünde kullanmaya başlamasının bir sonucudur. Hatta Suriye, Irak ve İran ile ilişkilerini geliştirirken, bu ülkelerin ve bölgenin sempatisini kazanmak için İsrail ile gerginlik yaratmasının da kontrollü bir yaklaşım olduğu düşünülmektedir. Konunun içinde iç politikanın bir yansıması olan İslam ve Arap âlemine olan sempatinin olduğu ve yeni politikada bu durumun da rol oynadığı inkâr edilemez. Ancak bu ideolojik yaklaşıma rağmen, Doğu ile geliştirilen ilişki, Batı’yı terk ettiği anlamında anlaşılmamalıdır. Ancak sempati kazanma çabası sırasında 
İsrail, Hamas ve El Beşir ile olan ilişkilerin dozunun da iyi ayarlanmasına ihtiyaç bulunmaktadır. 

ABD de Türkiye’nin yaklaşımlarını, bir eksen değişikliği olup olmadığı konusunda şüpheyle karşılamaktadır. Ancak kendi menfaatleri ile uyuşan, Kıbrıs açılımı, Ermenistan açılımı, Irak’ın kuzeyine olan açılım ve demokratik açılımdan dolayı fazla bir tepki göstermemekte, hatta desteklemektedir. 
Türkiye’nin Suriye, Irak ve İran ile olan iyi ilişkilerden de fayda sağlayacağını düşünmektedir. Bu açılımlar konusunda ABD’nin ve Batı’nın Türkiye’ye yapmış olduğu baskı niteliğindeki telkinler, özellikle doğudan batıya giden enerji yollarının güvenliği düşüncesinden kaynaklandığı da bir gerçektir. Irak’taki seçimlerin ertelenebileceği ihtimaline karşılık askeri gücünü Irak’tan planladığı şekilde çekemeyeceğini, dolayısı ile Afganistan üzerindeki etkisinde gecikmeler olabileceğini hesaplamaktadır. 

Türkiye’nin Afganistan’a Doğrudan veya dolaylı desteğini arttıracağını beklemektedir. 

Açılımlar konusu gittikçe genişletilmeye çalışılmaktadır. Açılım konularının ve açılımların fazla genişletilmesi, kontrolün elden çıkması tehlikesini de beraberinde getirebilir. Bu konuda dikkatli olunması, kontrolün elde tutulması, çeşitli nedenlerle atılacak adımlarda Türkiye’nin, ulus-devlet, üniter yapı, bölünmez bütünlük, güvenlik, laik devlet anlayışından ve kuruluş felsefesindeki esaslardan taviz vermemesi son derece önemlidir. 

Türkiye’nin arabuluculuk rolü konusunda bölgede soru işaretleri bulunmaktadır. Bu nedenle temasların daha çok kolaylaştırıcı rolde yürütülmesi gerekmektedir. Batı’nın Türkiye’ye, menfaatleri olduğu için bu ilişkilere destek verdiği veya ses çıkarmadığı dikkate alınmalıdır. Bu nedenle Türkiye, Doğu ile olan ilişkilerini, Batı’nın nispeten sınırladığı ölçülerde gerçekleştirebileceğini de hesaba katmalıdır. Bütün ülkeler, dış politikanın değişmez bir usulü olan menfaat faktörü yönünde hareket eder. Bu nedenle Batının talepleri ile Türkiye’nin çıkarlarının örtüştüğü zamanlarda müşterek hareket etmekte bir sakınca yoktur. Diğer taraftan Doğu ile olan ilişkilerde de aynı kaide geçerlidir. Ancak bütün temas ve uygulamalarda, Türkiye’nin çıkarlarının her türlü düşüncenin üstünde tutulması hususu tartışılamaz. 


****


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder