16 Ocak 2017 Pazartesi

Ortadoğu’da Neo-Kolonyalizm: Güç İlişkilerinin Bir Eleştirisi



Ortadoğu’da Neo-Kolonyalizm: Güç İlişkilerinin Bir Eleştirisi 



Doç. Dr. Ali Balcı 


Belki neo-kolonyalizmin ne olduğunu aramızda bilmeyen olmayabilir. Çok basit bir tanımını yapacağım. Neo-kolonyalizm dediğimiz şey, vakti zamanında Avrupa’nın Ortadoğu, Asya, Afrika, Güney Amerika gibi ülkeleri sömürüp, sömürdüğü döneme kolonyalizm deniliyor. Bu ülkelerin, bağımsızlıklarından sonra, yani, 1950’lerden sonra bağımsız ülke olup tekrar sömürülmesi haline de Neo-Kolonyalizm denmektedir, kavramı bu şekilde basitçe tanımlayabiliriz. 

Bugün üç aşamalı konuşma yapacağım. Birinci aşamada arkeoloji konusundan bahsedeceğim size. Ne alakası var diyebilirsiniz şimdiden. 
Arkeoloji - biliyorsunuz onu tanımlamaya gerek yok- tarihi kalıntıları bulup gün yüzüne çıkarma ve onları sergileyerek insanlara sunmak. 

Daha sonra Irak üzerine odaklanacağım, yani “kolonyalizm nasıl gelişmiş, nasıl evirilmiş ve bugünkü kolonyal hale nasıl varmış” sorularını 
cevaplandırmaya çalışacağım. 

Son kısımda ise, bugün Ortadoğu ya da Türkiye dediğimizde “Neo-kolonyalizmin neresindeyiz” sorusunu cevaplandırmaya çalışacağım. 

Simdi, hepiniz biliyorsunuz Arap baharından sonra ya da Arap baharının olduğu yıllarda, Amerika Birleşik Devletleri (ABD), hatta NATO Libya’ya bir müdahale gerçekleştirdi. Bu hikaye, bildiğimiz ve bize kamuoyunda çokça gösterilen ve çok konuşulan bir konudur. NATO’nun Libya’ya müdahalesi, Arap baharı sırasındadır. Fakat burada çok detayda kalmış başka hikayelerde var. Mesela, 29 Kasım 2011 de NATO’nun bir 

Facebook fan sayfası var, yani NATO’nun fan sayfası oluyor mu demeyin orada beğeniyorsunuz, NATO’nun hayran veya fanı olabiliyorsunuz, NATO’nun sayfasına giriyorsunuz ve çok sayıda da takipçisi var. Burada 29 Kasım 2011’de bir tane video paylaşıyor NATO, fan sayfasında. “NATO ve Libya: kargaşa zamanlarında kültürel miras” başlığında bir video paylaşıyor. Videonun sloganı ise yani neden bu videoyu izleyeceksiniz kısmındaki açıklama ise şöyle.:“Libya’nın kültürel mirasının son çatışmada, yani o Kaddafi’nin öldürüldüğü, kaosun başladığı dönemi kast ediyor nasıl etkilendiğine, Libyalıların bu kültürel mirası nasıl yıkıp döktüğüne ve onu korumaya çalışma noktasında atılan adımlara bir bakış” diye size video sunuyoruz diyor. Videonun içeriğine baktığınızda, video 5 dakikalık bir video, içeriğine baktığınızda, Kaddafi döneminde, Libya’nın tarihsel mirasını yani arkeolojik kalıntılarının ve güzelliklerin, nasıl yıkıma uğradığını, NATO operasyonu ile birlikte bu kültürel 
mirasın nasıl koruma altına alındığını anlatıyor. Şimdi, çok kısa bir süre sonra 4 Ocak 2012’de yani NATO Operasyonu bitirmiş, ortalık “ Güllük Gülistanlık ” bir tane haber yayınlıyor NATO, web sayfasında (NATO. com diye resmi bir web sayfası var). Haberin baslığı şu “ Libya’nın mirasını korumak ” diye başlıklı bir haber giriyor, haberde şöyle bir yorum yapıyor. Diyor ki “ NATO, Libya’daki misyonunun tarihinin en başarılı, hava operasyonlarında birini yaparak 31 Ekim 2011 de tamamladı. Ayrıca bu operasyonun Libya’nın eski tarihsel miras alanlarına hiç bir zarar vermeksizin tamamlanmasında büyük bir başarıdır” diyor bize. Şimdi videonun içinde gecen konuşmalar ile bu haberde gecen ifadeleri 
birleştirdiğimizde bir cümle ortaya çıkıyor, o cümleyi size aynen okuyorum. “ Libya’daki çatışmalar sırasında füzelerin ve Kaddafi yanlısı askerlerin Leptis Magna, (yani oranın bildiğiniz Bodrum gibi böyle çok tarihsel kalıntıları olan bir kenttir) Antik kentinde saklandıkları ve Kaddafi’nin burayı arkeolojik kalkan olarak kullandığını görünüyor.” Yani oradaki, Libya’daki Araplar ve bunların liderleri Kaddafi, tarihsel mirası o kadar önemsemiyorlar ki burayı askeri çatışmalar için bir kalkan olarak kullanıyorlar. Yani bunların harap olması bunların hiç umurunda değil. Libya Irak savaşın ardından kültürel bir yağmalama, Vandalizm’in ucundan donmuş gözüküyor. Nasıl gözüküyor ? NATO müdahale ediyor dolayısıyla bu kültürel miras tarihsel kalıntılar yağmalanmadan ve bir Vandalizm’e uğramadan, kim yapacak bunları? Orada tek yabancı 
NATO olduğuna göre, NATO bunları yapmadığına göre bunları elbette Libyalı halkı veya Kaddafi yanlısı askerler yapacaktır ve bu engellenmiş 
bulunmaktadırlar”.

Şimdi, spiker bize bir örnek veriyor, oda Irak savaşı, yani 2003 de hatırlarsanız ABD’nin Irak’a müdahalesi veya o savaş sırasında Iraklıların yağmalar yaptığına, bir Vandalizm yaptığına, Iraktaki bütün tarihsel müzelerini harap ettiklerini vs. Referans ile böyle bir yıkımı biz engelledik NATO olarak, diyor bize. Şimdi bu görme bicimi, yani batılı bir medyanın, ya da batılı bir kurumun, ya da batılı dünyanın, doğudaki arkeolojik hikayeleri görme bicimi öyle sadece Libya’ya özgü bir şey değil, size verdiğim o video haber örneğine özgü bir şeyde değil. Bu çok 
uzun yüzyıla yayılmış yani, modern dönem ile birlikte 17. 18. yüzyıl ile, batının geri kalan dünyaya bakma biçiminin aslında bir devamı. Yani yeniden keşfedilmiş, yeni bir görme bicimi değildir. Bize şu mesajı veriyor, bu anlatılar bu söylemler. Diyorlar ki “doğu kendi tarihsel mirasını koruyamaz, bu miras doğu için ya da onun iyiliği için bati tarafından korunmalı ve insanlığın hizmetine sunulmasıdır” mesajını veriyor bizlere. Simdi ayni hikayeyi biz 2003 Irak savaşında da gördük. Mesela, Amerika hatırlarsanız o görüntüleri büyük ölçüde, ABD Irak’ı işgal etmiş, ortalık savaş alanı ve o dönem Amerikan arkeoloji topluluğu, binlerce arkeoloğun üye olduğu böyle bir çatı kuruluş, Bush’a bir mektup gönderiyor. O dönem ABD’nin başkanı, Irak’a müdahaleyi onaylayan ve onu yöneten isimdir. O mektupta aynen, alıntı biraz uzun ama okuyacağım, değerli olduğu için şöyle söyluyor Bush’a arkeologlar: “yıkılan zalim Irak rejiminin aksine (yani Irak’ın ve o rejimin tasviri inhuman, yani insan olmayan, 
insani olmayan, zalim anlamında), Birleşik Devletler, yani ABD özgürlük, demokrasi, tarafsızlık ve hukukun üstünlüğü sayesinde, insan potansiyelin tam olarak gerçekleştirmesine tam olarak kendisine adamış, iyiliksever bir ulustur (yani size hemen ikiliği kuruyor; yani zalim Irak ve özgürlük, demokrasi, insan haklarını kendine adamış, iyiliksever batı yani Amerika). Bizim ülkemizde bir zamanlar zengin tarihsel mirasımızın doğup büyüdüğü binlerce mekana saygı duyulur (yani biz batılılar, böyle tarihsel miraslara saygı duyarız ve onları koruruz. Umuyoruz ki, ayni hak (yani ayni tarihsel miras faydaları) Irak halkına da sağlanacak ve dolaylı olarak da Irak’ın eski hazinelerinin kendinin gören bizim ülkemizde sağlanacak.” Yani diyor ki biz, bu savaşı, vs. yaptıktan sonra Iraklılarda bizim gibi tarihsel miraslarını korunmuş olarak bir kenarda 
bulacak, onları gidip görecekler. Bunu Saddam ve eski rejim yapmadı, çünkü onlar demokrasi, özgürlük, tarihsel mirasa saygıdan bihaberdir, biz oraya müdahale ettiğimizde, oraya geldiğimizde, onların hizmetine koşacağız. Mektubun son cümlesi ilginç, diyor ki “eğer bu süreç (yani oradaki iç savaş Saddam rejimi falan) kontrol altına alınmaksızın devam ederse, felaket getiren yıkım diğer bölgelere ve diğer eserlere, arkeolojik kalıntılara da zarar gelecektir. Size( yani Amerikan başkanına mektup yazdığına göre, Bush’a) talanı durdurmak ve kültürel alanları korumak için tüm araçları kullanmak çağrısında bulunuyoruz”. Şimdi, orada bir tuhaflık var, yani arkeoloji gibi böyle çok siyasetle, politika ile ya da bir işgal ile, savaş ile çok alakalı olmayan bir bilim, ya da arkeologlar dediğimiz bilim insanları tam da siyasetin en merkezi noktasında olduğunu görüyoruz. 

Şimdi, şöyle bir şeyi bize göstermiyor bu arkeolojik yorumlar. 

Bizden sakladıkları çok önemli bir bilgi var, oda şu: Irak ulusal müzesi, yani Irak in en büyük arkeolojik müzesi, 12 Nisan 2003’de, yani Amerikan işgal güçlerinin Bağdat’a girdikten iki gün sonra, yağmalandığını ve oradaki bütün tarih eserlerinin kaçırılıp ya da çoğunun tahrip edildiği bilgisini bizden saklıyorlar. Dolayısıyla bize görmezden gelmemizi istediği şey su: o arkeolojik kalıntılar ya da o tarihsel miras işgalden önce orada zaten duruyordu. Bütün bunların yıkılması yağmalanması Vandalizm’e uğraması, aslında işgalden sonra olan şeydir. Dolayısıyla bunu bizden bir güzel şekilde saklıyor arkeolojik anlatı, ya da sunumlar. Dolayısıyla bu görmezden gelme, ya da bunu saklamama hali bizi bir şey ile baş başa bırakıyor, yani bir şeyi sormak zorunda kalıyoruz artık, oda şu: Amerika bu arkeoloji müzesini yeniden inşa ediyor, 2011 de bunun açılışını yapıyor, buradan kaçırılan birçok eseri oraya geri getirip onları tekrar restore ediyor, tabii kaybolanlar “ Ona yapacak bir şey yok “ diyor ve bize kalan o müzenin yitildiği bilgisinin aslında Amerika’ya ait olduğu değil, Amerika’nın bize iyilik sever bir ulusun hediyesi olarak getirtip mükemmel bir dizayn ile Bağdat in merkezine diktiği ve onunla birlikte yaşayacağımız bir müze var artık elimizde. 

Bu müze sürekli bir şekilde şunu hatırlatacaktır. O yeniden inşa edilmiş Arkeolojik müzenin orada olması bize hep şunu tekrar-tekrar söyleyecektir, 
o da batının yıkımındaki rolünün üstünü örtecektir ve bunun yerine iyilikseverliğini ve doğu için cömertliğini sürekli bize hatırlatacaktır. 
Şimdi bu iki örneği yani NATO’nun Libya’daki müdahalesindeki arkeolojinin rolünü ve 2003’de Amerika’nın Irak’taki müdahalesindeki arkeolojinin rolünü niye anlattım? Bunu başka şeyden de anlatabilirdim, yani New York Time gazetesinin bu iki savaşı görme biçiminden de bu hikayeyi size sunabilirdim, ya da Amerika’daki bir kamyoncular derneğinin bu savaşa bakışını da ben size burada bu örnekler ile sunabilirim. 

Bu ikisini size vermemin sebebi, sizi bir noktaya getirmektir. O noktada şu, batının doğuyu görme biçimi ve onu bilme biçiminin aslında batının doğu üzerindeki iktidarına, gücüne bağımsız değildir. O iktidarın gücünü mümkün kılan ve onun devamını sağlayan işte o görme ve bilme biçimleridir. Yani batinin doğuya dair yazma ayrıcalığıdır, özetle. Şimdi, bu konuyu bize, bunun önemini bize gösteren bir tane kitap var, Edward Said diye birisi var ki ismini duymuşsunuzdur, Şarkiyatçılık diye bir kitabi vardır, rahatlıkla bulacağınız bir eserdir, biraz okuması zor, ama okunduğunda keyif alabileceğiniz bir kitap. O bize üç tane şey söylüyor, kitabın tamamında, yani batının doğuyu görme biçiminin, üç önemli noktasını bize söylüyor, bu üç önemli noktayı aslında bizde az evvel anlattığım bu arkeolojik örneklerle de görüyoruz. 

“ Bir ” diyor Edward Said, arkeologların, yani arkeolog demiyor kendisi, yani batının doğu üzerindeki iktidarı ile doğrudan bir bağ yokmuş gibi gözüken bilim insanlarının, yani baktığınızda çok alakalı değilmiş gibi gelip, orada savaşmıyor lar, Amerika’nın karar verecek konumunda değiller vs. ve sanki bir bağ yokmuş gibi, bir yerde duran o uzman ve bilim adamlarının aslında son tarihte nasıl bu yıkımın imkânını kurduklarını onu mümkün haline getirdiklerini ve onu normalleştirdiklerini bize söylüyor Edward Said. Birçok yazarda böyle yapmıştır, mesela Flaubert’i duymuşsunuzdur, romancı, onun nasıl İngiliz ve Avrupa’nın doğudaki sömürgelerini meşrulaştıran romanlar yazdığının detayları ve 
örneklerini bize aslında anlatıyor ya da başka örnekler. Yine Dante’nin İlahi Komedisinin, onun nasıl batıyı iyiliksever, demokratik, özgürlükçü bir şey olduğunu sunarken, İslami gerici, kinci, barbarlık dünyası olarak sunduğunu bize güzel örnekler ile anlatıyor Edward Said. Hatta bize şunu söylüyor, Napolyon Mısır’ı sömürgeleştirmeye gittiğinde, yanında binlerce tarihçiyi de beraberinde götürmüştür, niye götürmüştür sorusunun cevabi işte bu, yani Mısır’ın nasıl daha iyi yönetilebileceğini, nasıl daha iyi kontrol altına alınabileceği, nasıl mısırlıların Fransa’ya itaat etme haline dönüştürülebileceği yapacak kişiler elbette ki askerler olmuyor yani bu bilim adamları uzmanlar vs. oluyor. Şimdi bu iktidar tamimini belki siyaset bilimi dersi alanlar olur, hani Gramsci meşhur tanımı vardır ya “zor artı rıza” ; zor nedir: polis, asker, hapishaneler, mahkemeler, 
bilmem ne filan, bunlar devletin zor yüzüdür; birde rıza yüzü vardır: eğitim kurumları, güzel dernekler filan, gidersiniz orada, aslında eğitim alıyorsunuz zannedersiniz ama aslında bir ideoloji alırsınız. Dolayısıyla bu ikisinin bir arada olması, vatandaşları, sıradan bireylere dönüştürerek hakim ideolojiye eklemler ya da bağlar, “biz ona inanıyoruz” dedirtecek hale gelir. İşte Mısır’ın Napolyon tarafından işgali sırasında oraya giden askerler zor kısmını oluşturuyor, yada elindeki silahlılar. Edward Said’e göre bu bilim adamları dediklerimizde bu rıza kısmını yönetecek aktörler oluyor. Mesela bu videoda bu iki isime baktığınızda onlar iki arkeolog, birisi Blue Shield Comittee adlı arkeoloji konseyinin başkanı 
Karl von Habsburg denilen bir adam, diğeri ise, “The International Military Cultural Resources Work Group”diye bir başka arkeoloji derneğinin başkanı, dolayısıyla bunlar mikrofona konuşuyorlar ve konuştuklarında hep şunlar söylüyorlar: NATO’nun Libya’daki tarihsel mirasa hiç zarar vermediğini soyluyorlar, bunu onaylıyorlar bize uzman olarak ve bize uzmanlar soyluyorlarsa tabii zarar vermedi diyor. Hatta bunlar bir şey daha soyluyorlar, Kaddafi güçlerinin bu tarihsel mirasa zarar vermekten de engellendiğini soyluyorlar. Dolayısıyla, bize NATO’nun aslında ne iyi yapmış da müdahale etmiş sonucunu uzmanların dilinden bizde öğreniyoruz ve bunlar uzmansa, arkeoloji uzmanıysa, en doğru bilgiyi de büyük ölçüde onlar bilecektir, varsayımımız var zaten bunların hiç dinlemeden önce. 

İkinci noktada şunu soyluyor, diyor ki bu uzmanlar ya da bu kitaplar bu metinler doğuya dair yazılmış her ne varsa, bunların sürekli tekrarladığı bir şey vardır, doğu ve bati birbirinden iki farklı şeydir, ve bunların arasında keskin bir ayrım vardır, yani zalim doğulu hükümdarlar ve iyilik sever batılı uluslar. Şimdi bu ayrımı herkes her kitapta her metinde ifade ediyorlar, ya da her analizde biz görürüz. Dolayısıyla bunu gördüğümüz için bu bizi üçüncü sonuca götürür o da şu: batinin doğuyu içine battığı zulümden kurtaran, tarihsel iyiliksever misyonudur. Eğer böyle bir ikilik varsa, ve bu ikilik doğunun her zaman aleyhine ise, yani zalim hükümdar ile yasamak zorundaysa, onu bu zalim hükümdardan kurtaracak ve onu özgürlüğe demokrasiye kavuşturacak aktör kim oluyor bu durumda, elbette batılı, aktör haline geliyor. 

Şimdi bu NATO’nun Libya’ya müdahalesi sonrasında, iki tane çök önemli dergi var dünyada, biri Science, duymuşsunuzdur, diğeri Nature diye. İkisi de aslında tip, sayısal bilimler, bu tur şeyleri genelde yayınlar, makaleleri yayınlar, şimdi Nature dergisinde kasım 2012 de bir yazı çıkıyor, bu yazının içinde şöyle bir cümle var, elbette Libya’nın arkeolojisiyle ilgili, diyor ki:” Libya’daki arkeoloji nihayet (yani NATO iyi ki müdahale etti) nihayet yeşerme seviyesine erişti, bilim adamlarına göre Kaddafi rejimine karşı on yıllarca suren ihmalinden sonra, niye 
ihmal ediyor, çünkü zaten zalim bu tur şeylerin değerini bilmeyen bir hükümdar, ve halk. Ülkenin zengin tarihsel miraslar hakkında tarihsel araştırma ve yenilikler bütün bu olayların sonunda artık filiz verecektir diyor”. Science dergisi de 18 Kasım 2011 de gene bir yazı yayımlıyor, bu çok ilginç ama, bu bize daha fazla şey soyluyor, o yazının son bitiş cümlesi şöyle, Libyalı bir arkeoloğu konuşturu yor bu yazıda, ona mikrofonu veriliyor, evet diyor simdi konuşabilirsin diyorlar; oda şunları soyluyor bize, “ Kaddafi güvenlik meseleleri ile ilgilendi, ülkenin güvenliği ile ilgilendi, kendi güvenliğine önem verdi, askere yatırım yaptı ama bilim ve eğitimi ihmal etti, çünkü bunlar iyi şeyler. Ama Libya sonunda doğru 
yolda ilerlemeye başladı, fakat yârdim a ihtiyacı olmaya devam edecek, umarım sizler bizi yalnız bırakmayacaksınız ”. Şimdi buda bize şunu soyluyor, tamam geldiniz guzel, bize tarihsel mirasımızı kurtarıp, bize onları bir güzel sundunuz, peki siz gidince onu korumaya kim devam edecek, dolayısıyla Libyalı arkeolog NATO’nun, Fransalı yada diğer batılı ülkelerin güvenlik güçleri orada kalıp bu arkeolojik kalıntılarının korumamasını devem etmesini istiyor. İşte dolayısıyla bütün bunlar bize burada bu arkeoloji müzesinin konusunu kapatıyorum. 


Bütün bunların bize söylediği çok önemli bir şey var, oda şu: kolonyalizm 1950’lerde bitmiş diyoruz çünkü ülkeler bağımsızlıklarını kazanmış, 
kendi devletlerini kurmuş, kendi başkanları var artık Britanya’dan atanan valilerinin yönettiği bir Hindistan yok, Hindistan kendi başbakanını seçiyor 
bugün. Dolayısıyla bu kolonyalizmin aslında bitmediğini, yeni bir formda yani neo-kolonyalizm olarak bugün devam ettiğini bu iki örnek bize çok net bir şekilde bize gösteriyor, yani son 10 yılda yaşanan iki hikaye. Şimdi buna burada bir nokta koyuyorum, sanırım kolonyalizm, neo kolonyalizm bunu bilme ile vs. İlişki konusunda kafamızda net bir şekilde oluştuğunu tahmin ediyorum. 

Irak son, yani 1900’lerden bugüne kadar sanırım kolonyalizm ve neo-kolonyalizme den en çok yıkım a uğrayan Ortadoğu ülkesi diyebilirim. 
Dolayısıyla Irak örneğini tarihsel bir kronoloji takip giderecek size aktarmaya çalışacağım. Tabii odak noktam, kolonyalizm ve neo-kolonyalizm. 

İlk kez 1912’de Turkish Petroleum diye bir şirket kuruluyor, Britanya, Almanya yani İngiltere ve Türkiye (tabii o zamanlar Osmanlı vardı) ortaklığı, Türkiye’nin çok küçük bir payı var, o zaman Osmanlı tabii, bu niye kuruluyor, sorunun cevabi çok basit, aslında çok önemli bir devrim oluyor - kömürden petrole geçiş, bu öyle kuruluyor. Önceden enerji kaynağı kömür falan idi ve petrole bir geçiş sağlanıyor. İngiliz donanması 1900’lerin başında, 1907-1908’lerde kömür ile çalışan gemileri birikip, petrol ile çalışan gemilere odaklanıyor. Bu bir donum 
noktası, ya da kırılma noktası. Şimdi böyle olduktan sonra, artık enerjinin temel ham maddesi petrole dönüşüyor. Petrole dönüştüğü zaman, sömürgecilik artık Asya’dan, Afrika’dan, ve Latin Amerika’dan çıkıp Ortadoğu’ya gelmek zorunda. Yani Hindistan’ı sömürerek artık bir şey alamazsınız, yada Çin’in Güney’ini, Şangay’ı Hong Kong’unu o tarafları sömürerek bir şeyi getirmenize imkan yok yada Afrika’yı sömürerek elmas halen alabilirsiniz, ama şimdi Elmas’tan daha önemli bir şeye ihtiyacınız var, o da petrol. Dolayısıyla Ortadoğu’yu sömürge haline getirmek, yada kolinize etmek gerekiyor. 1900’lerin başında bir Ortadoğu’nun koloni olması başlıyor, yani batılıların Ortadoğu’ya gelip burayı 
sömürmeye gelmelerinin hikayesi başlamaktadır. Bu ilk kez 1912’de oluyor. 1917 tatbikî bu 1. Dünya savaşı yılları, ve İngiltere Bağdat’ı işgal ediyor, tam bu tarihte, işgal gücünün komutanı Sir Stanley Maude adli bir İngiliz şöyle bir cümle kuruyor, işgali tamamlıyor ve konuşma yapıyor, hani yaparlar ya savaştan sonraki konuşma. Orada aynen şöyle demekte, kısa ve öz “ Ordumuz şehrinize ve topraklarınıza fetih için ya da düşman olarak gelmedi, özgürleştiriciler olarak geldi diyor” bu cümleyi ben bir kere daha söyleyeceğim ama başka birinin ağzından çıkan ifadeler ile, bu Irak kısminin o zaman önemini anlarsınız. 1918’de Osmanlı yeniliyor tabii, gerçi hikayeyi biliyorsunuz, bu bölge yani Irak’ın 
olduğu bölge tamamen İngilizlere kalıyor. Milletler Cemiyeti uluslararası ilişkiler öğrencileri varsa aranızda onlar ne olduğunu biliyordur. 

Irak’ı Britanya’ya veriyor aslında burada görüyoruz ki bu tur kurumlar özellikle o donemler için tamamen batinin işgalini normalleştirmek yada ona işgal hakkini veren, onaylayıcı kurumlar aslında, yani milletler cemiyetinin ne hakki var Irak’ı alıp Britanya’ya vermesinde, yani ona bu otoriteyi, bu hakki kim veriyor, dolayısıyla bu soruya doğal olarak cevap veremediğimiz için, yorumumuz gayet basit. Yani tur kurumlar işgali onaylayan, ve işgali halkalaştıran bir işlev yada bir misyon üstleniyor bu donemde. Britanya’ya verilir verilmez, İngiltere’nin yaptığı ilk is şu oluyor, Hindistan’daki koloni yöneticilerini, yani sömürge yöneticilerini, yani vali, Hindistan’i sömürgeleştiren yetkilileri alıp Irak’a monte ediliyor. Buda bize artık buranın nasıl Hindistan için kolonileştirildiyse burada da ayni şekilde kolonileştirmek istediğini çok net bir şekilde gösteriyor ya da veriyor bize. Şimdi 1920’ye geldiğimizde, Irak’ta bir isyan başlıyor, yani bir düşman ya da “kafir” gelmiş sizin ülkenizi kolonileştiriyor, doğal olarak bir isyan oluyor. Şii ve suniler ortak isyan ediyor, yani suniler ya da Şiiler ayrı-ayrı isyan etmiyor, ve o donemde suni nüfus çok az. Yani %10 falan çünkü Musul henüz Irak’a dahil değil, o donemde, hatırlarsanız iste Misak-i Milli gibi bir mesele var ya biliyorsunuz. 
Ve bu isyanı Churchill çok ciddi bir şekilde bastırıyor, binlerce insanlar oluyor ve Churchill’in kendi ifadesi ile, o donemde İngilizlerin önemli bir ismi, şöyle diyor “barbar kabileler ile ifadeye dikkat edin, yani medeni filan değil bunlar çünkü batinin doğuya karşı kullandığı kelimeler bunun etrafında donuyor, ani barbar medenileşmemiş iste geri vs. “ barbar kabilelere karşı zehirli gaz kullanmak taraftarıyım diye parlamentoda bir konuşma yapıyor ve ondan sonra bu sava patlak veriyor. 1921’de, şöyle bir fikir ortaya atılıyor, Irak daha iyi yönetilmesi için 

Musul’un buraya katılması gerek, bu aslında çok parlak bir fikir, çünkü Musul’u Irak a dahil ettiğiniz zaman bir suni azınlık olarak oluşturacaksınız Irak’ta, yani %70i Şii, yüzde %30 suni, Kürtleri bir tarafta bırakıyorum. Dolayısıyla suni azizliğin üzerine yatırım yaptığınızda onlar üzerinde Şii çoğunluğunu kolay sömürgeleştirme mantığıdır, işte bütün Asya’da ya da Afrika’da batılı ülkeler oradaki koloni ülkelerini böyle sömürgeleştir, azınlığa iktidarı vermişlerdir, azınlık iktidarda kalmasını veren efendiler batılıya borçlu olduğu için, onun ona itaatkâr hareket etmiştir, burada da aynisini görüyoruz. Dolayısıyla biz tarih kitaplarında gördüğümüz gibi, İngiltere petrol için çok ısrar etti bizden aldı filan gibi 
hikâyeden daha önemli boyut, Musul’daki suni nüfusun buradaki bir dengeyi kuracak potansiyeli kuracak için İngiltere ısrarla Musul’u Irak’a katmak istedi, doğal olarak da Milletler Cemiyeti, daha önce yaptığı gibi, Musul’un Irak’ın bir parçası olduğunu ilan ediyor, neye göre hangi otoriteye göre bunu yapıyor, tabii bu gene tartışmalı bir konu, bu donem İngiliz sömürge sekreteri, Gertrude Belle denilen bir isim, gene İngiliz parlamentosunda bir konuşma yapıyor, diyor ki:” nihai otorite sömürgelerinin elinde kalmalı, sayıları azda olsa bu böyle olmalı, aksi takdirde bu çok tehlikeli olan bir teokratik bir Şii devleti oluşur, ve bunu yönetemeyiz” yani az önce söylediğim mantığının İngiliz parlamentosunda 
ifade edilmiş bir boyutu bu. 1928’de bu petrol artık çok yaygın kullanılmaya başlayınca diğer sömürgesi devletler, yani Almanya ve Fransa ve Amerika, peki bu petrolden bizim payımız ne olacak sorusunu sormaya başlayınca, Iraq Petroleum Company kuruluyor, ve ülkeler bunun ortağı oluyorlar. 1937’de Kuveyt gibi bir bölge oluşturuluyor Irak’ın içinde çünkü eğer Kuveyt, Irak’a dahil olursa petrolün büyük bir kısminin Irak’ta bulunacak olması ve bunun da yönetilemeyecek bir şey değil. Dolayısıyla ilk kez Kuveyt Irak’tan ayrılarak ayrı bir bölge haline dönüştürülüyor. O dönem İngilizlere göre orası çöl ve denizden başka bir şey değil zaten. Zaten orayı ayırdık, insanlara zarar verdik söz konusu 
değil. Araya 2. Dünya savaşı giriyor, ve ilk kez her şey güllük-gülistanlık giderken 1958’de Irak’ta bir askeri darbe oluyor, bu askeri darbede 
Mısır’daki bu Abdülnasır’dan esinlenen yani Arap milliyetçiliği, sömürgeye direnme, ve kendi Ulus-devletlerini kurma fikri, sömürge dediğimde 
İngiliz sömürgesi, dolayısıyla bu iktidarı ele geçerince petrol şirketlerini millîleştiriyor ve ülkelerinin kontrolünden alıyor. Dolayısıyla bu çok kabul edinebilir bir şey değil sömürge yönetimleri için ve kabul edilebilmediğini şöyle görüyoruz, aradan bir yıl sonra ABD, Lübnan ve Ürdün’e askeri üst kuruyor ve buradan Irak’ı kontrol etmeye başlıyor, Türkiye’de de buna bir güzel yardım ediyor. 1961’de bu yeni yönetim, Irak’taki Kuveyt’i almaya çalışırken, İngilizlerde Kuveyt’te bağımsızlığını ilan edip, Kuveyt’te bağımsız bir devlet oluyor ve bağımsızlık ilanı yetmemekle, Irak askerlerini buraya gönderiyor, işgal etmek için ya da bağımsızlığı engellemek için, buna tepki olarak İngiltere’de bunu engellemek için Hong Kong ve Singapur’da olan bütün askeri güçlerini Basra körfezine getiriyor. Bütün bunlar engellenemeyince, Irak’taki rejimi 
değiştiremeyince, 1962’de Amerika, İsrail ve İngiltere’nin desteği ile içinde olduğu bir operasyon yapıyor, ve Irak’taki muhalifleri örgütleyerek 
1960larda darbeyi yapıyor, ve bu darbe ile Saddam Hüseyin iktidara geliyor, iktidara geldikten sonra suni bir iktidar artık, dolayısıyla Şii ve Kurt azınlıklarını çok ciddi bir şekilde bastırıyor, hatta bir donemde, ki yazarların bir çoğu o kadar hedefli öldürmeler oluyor ki, bu listeyi CIA’nin Saddam’a verildiği söyleniyor, çünkü bir önceki darbe hükümetinin bütün elemanları neredeyse Saddam döneminde öldürülüyor. Bu tarihte önemli bir gelişme daha oluyor, oda İran’da, çünkü, Iran o donem bati sömürge güçlerinin en önemli, müttefiki, yani Türkiye ile birlikte Iran Amerika’nın bölgede iki ayağı, “ikiz sütun” diye bir kavram var, uluslararası ilişkideki öğrenciler bilir, “Twin Pillow” diye geçiyor, Amerika’nın 
Ortadoğu’yu kontrol etmede iki ayağı, birisi Türkiye diğeri Iran bu dönemlerde, henüz 1960’lardan bahsediyoruz. Önemli bir şey oluyor, Amerika’ya bu kadar teşne bir ülke olmadan rahatsız olan din adamları sınıfı İran’da Ayetullah Humeyni önderliğinde, bir rahatsızlık başlatıyorlar, başlatılınca da Iran hükümeti Humeyni’yi sınırdişi ediyor, oda geliyor Necef’e yerleşiyor, Necef Şiilerin önemli merkezlerinden bir tanesidir. Burada bir sure yaşıyor, fakat İran’da muhalefeti örgütlediği için, ciddi rahatsızlığa sebep oluyor, ve Saddam bunu Necef’ten sürüyor, oradan Fransa’ya gitmek zorunda kalıyor. Fakat bir yıl sonra, 1979’da Humeyni İran’da devrim gerçekleştiriyor, ve Amerika bir şekilde Ortadoğu’daki 
ayağının birini kaybetmiş oluyor. Dolayısıyla bir tane Türkiye ile baş başa kalıyor, ve daha sonra bunun yerine Suudi Arabistan’ı monte ettiğini biliyoruz. Bu tarihte, Saddam çok önemli bir misyon üstleniyor, hemen Humeyni’ye savaş ilan ediyor, ve sekiz yıl boyunca, İran ile savaşıyor. Bu savaş sırasında, bir milyon kişi hayatını kaybediyor, iki milyon kişi yaralanıyor, milyonlarca insan evsiz barksız kalıyor. Bunların zaten çok fazla bir önemi yok çünkü bu dramın yaşandığı yer bati değil. 

1985de ABD İran’la savaşından dolayı Saddam’ın kimyasal projelerine destek veriyor, Saddam’ın kimyasal silah, inşa etmesine imkan tanıyor, teknik ve bilimsel destek veriyor. Ve bunları zaten Saddam 1980’li yılların sonunda Kürtlere karşı kullanıyor. Halepçe katliamında 5000 kişi oldu, El-Enfal operasyonunu yapıyor Kürtlere karşı 1200 tane koyu bombalayıp, imha ediyor, yani bir hayli bir dram yaşanıyor Irak’ta. Fakat 1990’a gelindiğinde, sekiz yıl suren Savaş’tan önemli ölçüde ekonomik kaypa uğrayan Saddam, ben zaten Amerika ve Arap ülkeleri için savaştım, dolayısıyla bana bir şey demezler, ben bu maliyeti Kuveyt’i işgal ederek kapatabilirim. Çünkü milyarlarca dolay maliyeti tutuyor, ve Kuveyt bir hayli zengin bir yer, petrol vs. Sayesinde, dolayısıyla burayı işgal ediyor. Beklemediği Saddam’ın buna Amerika’nın ve Arap ülkelerinin hiç bir şekilde kabul etmeyeceği, ki nitekim öyle oluyor, ve ağustos 1990’da ABD, Suudi Arabistan’a uç kişi gönderiyor, savunma bakanı, 
dış İşleri bakanı, ve genel kurmay başkanı. Bu ucu, Suudi Arabistan’ı bir konuda ikna ediyorlar. Diyorlar ki “ bak Kuveyt’e gitti sırada sen varsın, dolayısıyla Irak gelip seni işgal edecektir, bu yüzden bizden, yârdim talep et. Çünkü birleşmiş milletlerde bu onaylanacak, savaş meşru hale gelecek. Suudi Arabistan bir yârdim talebinde bulunuyor, ikna ediliyor, ve bu yârdim talebi gerekçesiyle, birleşmiş milletlerden Irak’a müdahale kararı çıkıyor. Irak’a müdahale edildikten sonra, 11 eylül 1990 tarihinde, tesadüf, Bush bir konuşma yapıyor ve aynen şu cümleleri kullanıyor “ bu sıkıntılı zamanlardan yeni bir dünya çıkabilir, hukukun üstünlüğü, vahşi hayatinin geçerli olduğu coğrafyada galip gelebilir. Gördüğünüz gibi gene o ikiliyi kuruyor, hukukun üstünlüğü baktık vahşi hayatin hukukun geçerli olduğu, orman hukukunun geçerli olduğu yer Irak dolayısıyla, 
bir müdahale yapıp buraya da bizim medeni hukukumuzu, yada hukukun üstünlüğü dediğimiz şeyi getirebiliriz. 1991’de savaş yaygın bir şekilde 
gerçekleşiyor, ve Colin Powel’e bir soru soruyorlar, o donem, savaşı organize eden general, daha sonra oğul Bush yönetiminde, bir misyon üstleniyor. Soruyorlar ki, kaç kişi hayatını kaybetti bu savaşta, verdiği cevap çok ilginç, “ hiç bilmiyorum, hesaplama konusunda da hiç bir gelişimde de bulunmadım diyor. Gene daha sonra öğreniyoruz başka kaynaklardan 110 bin asker ve 100 bin sivil Iraklı hayatını kaybediyor bu müdahale sonrasında. 1991’de Irak üçe bölünüyor, kuzeyde Kürtlere bir güvenli bölge oluşturuluyor, güneyde Şiilere, dolayısıyla artık uç Irak var. 90lar boyunca sürekli Amerika buraya müdahale ediyor vs. Gelelim asil bugünkü, 11 Eylül saldırıları. Bence bu saldırılar bir donum noktası değildir, bence asil donum noktası 7 Ekim’de alınan bir karar, yani 11 Eylül’den kısa bir sure sonrasında, oda terör ile mücadele kararı, oda 
“Warren terörü” diye bir doktrin ilan ediyor ABD. Ve diyor ki ben artık dünyanın geri kalan bütün savaşlarda gerekçe olarak terörizmi kullanacağım diyor. 28 Ocak 2003’de, kısa bir sure sonra Bush bir konuşma yapıyor ve diyor ki “ düşünün bir 19 kişilik intihar kişilik eylemcisi, 11 Eylül saldırısını yapanları kast ediyor, silahları ile yine saldırıyorlar. Bu sefer Afganistan’da değil de arkasında Saddam var” diyor. Yani sunu demek istiyor, Saddam’ın ayni terör eylemlerini yapmayacağını biz nereden bilelim diyor, o da sonuçta zalim bir hükümdar ise, Afganistan’daki El-Kaide’nin yaptığını Saddam’ın desteklediklerinde yapabilir. Yani onlarda Amerika’ya gelip bir kule indirebilirler, ya da bir binayı yok edebilirler. 

Dolayısıyla bizim Irak’a müdahalede bulunmamız gerekiyor. Ve Mart 2003 de Irak müdahalesi geliyor, Mayıs 2003’de, Bush bir konuşma yapıyor, orada aynen şunları soyluyor” Irak’ın özgürleştirilmesi, terör ile mücadele savaşımızın en kritik noktasıdır”, bu cümle o olayın 1917 de Stanley Maude’un söylediğinden hiç bir farkı yok. Aradan bir yüzyıl geçmiş, doğunun batıyı görme bicimi, doğunun batıya bakma bicimi, cümle-cümle hiç bir şekilde değişmeden kalmış. Tam da bu yüzden kolonyalizm 1950’ler bu sona ermiş olmasına rağmen, neo-kolonyalizm 
bugünde devam ediyor, diye biliyoruz. 

Size bir resim gösterecektim, oda şu, resim Time dergisinden. Bu 2003’de Bağdat işgalinden sonra, bir tane böyle ikonografi yayımlıyor, yani temsili 
bir şeyi resimler ile gösterme. “Kent savaşı nasıl yapılır” diye bir fotoğraf, yani Irak’a gelecek Amerikan askerleri oraya girecek, iste orada nasıl kent savaşı yapacaklarını, terörist avlayacaklar filan. Bu nasıl yapılan bir görüntüsü. Şimdi bu görüntüde söyle bir şey var; yuvarlak dairenin içine aldığı kısımda, Bağdat sokaklarını gösteriyor, ve kenarda Amerikan’ının böyle zırhlı askerler filan, gözlükler, sniper’ler, Amerikalılar tam donanma askerleri.. sokaklarında da sivil giyimli Iraklılar, yani neyin ne olduğunu biliyorsunuz. Hemen orada bir uyarıcı ifadesi, onları tanıtıyor sivil görünümlü Irak askerleri. Sonra binalar hep doğulu tip binalar, tam iste o eski oryantalist binalar görürsünüz, harem kesimleri 
filan, zaten hep binalar öyle zaten, ondan sonra kaldırım kenarları gösteriyor, burada her an bomba ve silahların saklandığı yer”, camileri gösteriyor mesela, camiler gizli, kacak Irak askerlerinin gizlendiği alan, bir Amerikalıyı öldürecek falan gibi şeyler. Böyle Tasvir’ler uygulanıyor bize, bu Tasvir’ler oryantalist bakışından hiç uzak bir şey değil. Mesela bir Amerikalı sava tarihçesi aynen şöyle yazıyor tarih kitabinin başında: “ batılılar yüz yüze savaşır, diğer taraf pes edene kadar devam eder savaşırlar; diğer tarafta savaşı bitirir”, en güçlü silahları çok şiddetli kullanırlar ama onurlu bir savar verirler. Doğulular ise aksine bir oyun gibi gizli suikast, gizli kapaklı değişik yollar ile düşmanı yenmeye uğraşırlar. Şimdi bu tarihçinin kitabi ile Time dergisindeki o bize Tasvir eden cümleyi birleştirirsek ne denir sorusu çok önemli bir sorudur. Bu sorunun cevabi aslında batinin doğuyu görme biçiminin dediğimiz şarkiyatcilik ifadesi de doğru. 

Said’in bize o bahsettiği kitapta sürekli tekrarladığı bir şey var. Batıdaki arkeolojik metinleri de okusanız bu 19. yüzyıl ve sonrasında yazılanlar. 
Yani Atina döneminde yazılanları kast etmiyoruz. İşte bir filimi izleseniz, ya da popüler bir kadın dergisinde okusanız, bu dikotomi, bu içerik, bu görme bicimi hepsinde karsımıza çıkacaktır muhtemelen. Yani Time dergisindeki bir illüstrasyonda ya da bunları bir birliğine bağlayan şey o mantalite, o görme biçimidir. Dolayısıyla bütün bunları anlattıktan sonra şu sonuca varıyor: “ batinin askeri gücü tek başın doğuyu sömürgeleşmek için yeterli değildir, bu gücün batinin bilim var anlatımıyla birlikte gitmese bile, doğunun sömürülmesine, imkânlı kılmıştır sonucuna varıyor 

Bugün Ortadoğu’da gördüğümüz resim bir nevi budur. Şimdi zaten 3 dakikam kalmış. Burada çok genel konular olarak düşündüğüm tespitler yapacağım... Buda şu, komplo teorisini biz Türkiyeliler çok severiz. 

Herkes komplo analizleri yapıldığında çok açıklayıcı gibi görürüz. Hatta Türkler çok komplocu filanda deniliyor. Bu sadece bize özgü olan bir şey değildir, bütün Ortadoğu’da da böyledir, Asya’ya gittiğinizde de böyledir, Afrika’ya gittiğinizde de aynıdır. Şimdi komplonun iki tane yüzü vardır, mesela her şeyi Amerika yapıyor, her şeyin altında Amerika vardır, Amerika bizi yönetiyor, Amerika iste bütün bunları kendi çitari Çin’in yapıyor deyip, bütün şeylerin içinden çıkıyoruz. Simdi bu analizin bu tespitin iki tarafı vardır. Birincisi, buna çok fazla inanmak, 
yada bunu çok fazla kullanışlı olması o ülke için, yani Türkiye’deki iktidarlar için kullanışlı bir şeydir size bunun üzerinden yönetir. Mesela 1990’lara baktığınızda Türk silahlı küvetleri mesela sunu dedi: etrafımızda düşmanla çevrili, iste herkes bizim düşmanımızdır falan filan denildi ve ülkeyi yönetti. Daha sonra bu dil bozulunca ülkedeki iktidarı değişti vesaire. Ama bu problemli tarafının birde problemsiz tarafı vardır komplo teorilerin, oda şu, ben onu şöyle tanımlıyorum. Biraz teknik bir tanım olacak, doğunun yani bati dişi dünyanın, yapısal sınırlarının ya da mesela Amerika’nın, ya da mesela az evvel bahsettiğim o bütün yönetme halinin karşısındaki kaldığı çaresizliğinin dışa vurusudur. Yani aslında komplo teorisi bir taraftan doğrudur, bu kolonyalizm ve neo kolonyalizm ekseninde düşündüğümüzde, bati ve Amerika hep burada, Google’a yazın mesela Amerikan üstleri filan yazın, ve haritaya bakin. Neden bir ülkenin Ortadoğu’da, Afrika’nın belli kısımlarında, Asya’da, onlarca askeri ustu vardır? neden İncirlik’te, yada başka bölgelerde böylesine bir askeri mevcudiyeti bulunuyor ABD’nin ? sadece keyif ve fazla parası var oralara harcamak için değil elbette. 


***

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder