AKP etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
AKP etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

28 Aralık 2020 Pazartesi

AKP DEMOKRATİKLEŞEBİLİR Mİ?

AKP DEMOKRATİKLEŞEBİLİR Mİ?


Feyzi Çelik ÇÖZÜMÜN UÇURUMUNDAKİ SÜREÇ VE KÜRDİSTAN 31.12.2013 Erdoğan'ın Kürt sorununu çözebilecek tek aktör olduğunu söyleyenlerin başlıca argümanı Erdoğan'ın güçlü bir lider olduğu yolundaki görüşlerdir. Bir lider çok güçlü bir konumdaysa bu konumun kendisine verdiği öz güven nedeniyle kendisi dışındaki güçleri hesaba almama yoluna gidebilir. Aynı şekilde zayıf duruma gelen bir lider de atacağı adımları daha çok zayıflayan yönünü onarmak için kullanabilir. Eğer alabileceği destek sayesinde yeniden güç toplayabilirse bu gücü otoriterliğe gidişte kullanabilir. Bir de içinde bulunduğu durumu varlık/yokluk sorunu olarak görenler de tüm enerjisini bu yönde harcayacağı için kendisi dışındakilerin hak arayışlarını yerine getirmekten yoksundur. Cemaat / Akp Kavgasına bakıldığında bunun dışsal bir kavga olmadığı daha çok içsel bir kavga olduuğu görülüyor. Bu kavganın temel nedeni de devlet içi iktidar paylaşımıdır. Ortak nokta devlet olduğundan dolayı bu kavgadan cemaat veya Akp'nin galip çıkışından demokrasi ve hukuk devleti beklemek hayaldir. İki güç birlikte çoğulculuğu katlederken bundan sonraki ayrışmanın sonuçlarından çoğulculuğun çıkacağını beklemek de gerçekçi değildir. Şöyle bakmakta fayda vardır: AKP yargı ve diğer bürokratik yapıyı demokratikleştirecek ve reforme edebilecek ne yaptı ki, yargıdan demokratik kararların çıkmasını sağlayabilsin. Siyasi sorumluluk, siyasi kararlılık sonucunda gerçek anlamda bağımsız ve tarafsız yargıyı oluşturabilseydi sonuç yine böyle olur muydu? Ya da böyle bir yargı olmuş olsaydı, yolsuzluğu bu kadar kolay ve hoyratça yapabilir miydi. Eğer bir yapı bu kadar açıktan yolsuzluk yapabiliyorsa bunun en önemli nedeni kendisine dokunmayacağına inandığı bir yargının olmadığını bilmesindendir. Bu genel anlayışa rağmen bazı savcı ve hakimlerin iktidar çevrelerine yönelik yolsuzluk operasyonları yapmaları alkışlanacak bir harekettir. Kendilerinin oluşturduğu yargının kendisine dokunmayacağına o kadar inanmış ki, yolsuzluk dosyalarının yolunu onun ve arkadaşlarına doğru gittiğine gördükçe nasırına basılmış gibi bağırması bundandır.

Kendi oluşturduğu bir yargıya bu kadar yüklenen bir başbakandan bağımsız yargıya nasıl davranacağını varsın siz tahmin edin. Bazıları Akp'ye krizden çıkış yolu olarak demokratikleşme ve Kürt sorununda adım atarak krizden çıkabileceğini ileri sürüyorlar. Krizin nedeni siyasi olmuş olsaydı Akp bunu yapıp krizden kurtulabilirdi. İşin ucu yolsuzluğa dayanıyor bu da iktidarı tamamen kirletmiş durumdadır. Bu nedenle bundan sonra ona verilecek her destek, destek vereni de kirletecektir. ***


11 Ağustos 2019 Pazar

AKP’nin Son Kullanma Tarihi Dolmak Üzeredir, Yakında Çöpe Atılacaktır Ama…

AKP’nin Son Kullanma Tarihi Dolmak Üzeredir, Yakında Çöpe Atılacaktır Ama…


Ali Eralp


Hükümetin en yetkili kişileri “Orduya kumpas kurulduğunu” itiraf ediyorlar.
Yani bizim yıllarca yazdığımız, çizdiğimiz, anlattığımız, “Darbe masalları” diye dile getirdiğimiz tezgâhların, tertiplerin doğru olduğunu sonunda tüm ulusa açıklamak zorunda kaldılar…
Peki, bütün bu işler olup biterken, bu kumpaslar kurulurken bu itirafçılar ne yapıyorlardı?
Sabahın köründe, komutanlar adi birer katil gibi enselerinden tutulup götürülürken, bu itirafçılar neyle uğraşıyordu?
Madem kumpastan haberleri vardı; haksızlıklara, hukuksuzluklara neden müdahale etmediler?
Elleri armut mu topluyordu, yoksa ganimet mi?

Aslında kumpas, sadece orduya değil, tüm Türkiye’ye kuruldu… 
Kumpasın kurucusu ise ABD…
Bu kumpas sonucunda 2 sayfa 9 maddelik gizli anlaşmalar yapıldı. BOP eş başkanlarına vatanı parçalama, bölme görevi verildi. Türk ulusunun başına AKP, PKK, Gülen cemaati bela edildi…
Cumhuriyete, Atatürk’e, orduya savaş açıldı…
Bu anlaşmalardan sonra ordunun, sınır ötesi harekâtlar yapması engellendi. PKK, içeride ve dışarıda dilediği gibi at koşturmaya başladı…
Bunun sonucunda şehit sayıları her yıl artarak üçe, dörde katlandı. Ocaklara ateş düştü. Analar, babalar, eşler, kardeşler, çocuklar, sevdalılar tabutlar başında feryat ettiler. Tüm ulus bu görüntüleri üzüntüyle, çaresizce izlemek zorunda kaldı. Herhangi bir çözüm üretmeden hükümet de izledi… 
Bu kumpastan sonra yalaka gazeteciler, yalaka televizyonlar, yalaka şarkıcılar, türkücüler yerden biter gibi, ayrık otu gibi, veba gibi çoğaldılar…
Sardılar dört bir yanımızı… 
Bu kumpastan sonra PKK’lı katiller, caniler, meclisteki PKK’lı parlamenterler adam yerine geçti. Muhatap kabul edildi. 
Onlarla kapı arkalarında görüşmeler yapıldı. Kırmızı bültenle arananlar, Diyarbakır meydanında yerli hainlerle birlikte Kürdistan türküleri söylediler…
Şanlı Türk bayrakları yasaklandı.
Gençliğe Hitabe, İstiklal Marşı yasaklandı. 
Devlet kurumlarından “TC” kaldırıldı. 

AMA YOLSUZLUKLAR, RÜŞVETLER, KARA PARA AKLAMALAR, HAYALİ İHRACATLAR SERBEST BIRAKILDI.

Ayakkabı kutularından trilyonlar çıktı… Menfaat grupları iktidarı paylaşmada ve ganimet bölüşümünde birbirlerine düştüler. Kirli çamaşırlar, kasetler, belgeler, fotoğraflar ortaya saçıldı. 
2013 Cemaat savaşları ile geçti… Birbirlerini yediler. Ama kazanan millet oldu…
Saltanat, sultanlık, padişahlık, talancılık bitiyor artık…
AKP’nin son kullanma tarihi dolmak üzeredir, yakında çöpe atılacaktır… 

AMA…

Hâlâ halktaki duyarsızlık devam ediyor. Hâlâ din sömürüsü geçerliliğini koruyor ve “Müslüman adam yalan söylemez, çalıp çırpmaz…” görüşü toplumda hüküm sürüyor… Bazılarının vurgundan, ayakkabı kutularından, şifreli kasalardan, para sayma makinelerinden haberi bile yok… 

Sevgili Bedri Baykam bir yazısında şöyle diyordu: “Bizim evde çalışan kıza annem sordu: ‘Gördün mü şu olup bitenleri?’ Yanıt: “Ne olmuş ki abla?”
Kıyamet kopuyor, yer yerinden oynuyor. Bizim kız “Ne olmuş ki abla?” diyor.
İşte Recep Tayyip’in güvendiği ortam bu… O, halkın bu ilgisizliğine, iletişim eksikliğine güveniyor… 

Elbette tek suçlu halkımız değil. Asıl suçlu, Ayakkabı kutularından trilyonlar çıkarken olayı halka yansıtmamak için “İzdivaç, yarışma programları, pembe dizilerle” halkın beynini yıkayan TV’lerdir…
Asıl suçlu, 21. yüzyılın mütareke basını ve yandaş yazarlarıdır…

Bu uyutma, uyuşturma, narkoz çemberini kırıp, sömürü çarkını, medyanın ve iktidarın “yalan rüzgârlarını” ulusumuza anlatmak için ne gerekiyorsa o yapılmalıdır…
Hedef halkı ilgisizlikten, duyarsızlıktan kurtarmaktır.

Köylere gidilmelidir, varoşlara çıkılmalıdır; kentlerin konforlu, rahat koltuklu salonlarında kendimiz söyleyip kendimiz dinleme yerine kahvelerde, gecekondularda halkın arasına karışmalı, dertlerine sorunlarına ortak olunmalıdır… 
Gerçekler anlatılarak AKP’nin çöküş süreci hızlandırılmalıdır…

Bunun için de aydınlarımıza büyük görevler düşmektedir. 

AKP yıkılırken, ikinci sorun, onun yerine geçecek olan yeni hükümet sorunudur.
Bazılar “AKP gitsin de kim gelirse gelsin, önce şunlardan bir kurtulalım hele…” diyor.
İşte Türkiye’yi bitiren, çıkmazlara sokan, yoksullaştıran, çağdaş uygarlığı yakalamasına engel olan anlayış, bu anlayıştır… 
1946’dan bu yana, bu ülke, ne çektiyse, bu düşünceden çekti. Yeni söylemlerle, yeni masallarla Ahmet gitti, Mehmet geldi, değişen bir şey olmadı, olan vatandaşa oldu…
Sevgili yurdumuz yıllarca mandacı, işbirlikçi, dinci hükümetler tarafından yönetildi ve sonunda gelip Gül – Gülen – Tayyip iktidarına mahkûm oldu. 
Ortalık lağım kokuyor şimdi. Her sabah güne bir soygun haberi ile başlıyoruz…
Hep söylüyoruz, yine söyleyelim; Hükümet seçiminde ölçü şudur:

ABD, NATO, CEMAAT -AŞİRET YANLISI KİŞİLERDEN, ÖRGÜTLERDEN, PARTİLERDEN HAYIR GELMEZ…

Şer gelir. Talan gelir. Sömürü gelir. Hem de “din sömürüsü” dâhil, sömürünün her çeşidi gelir…
Hasan gider, Hüseyin gelir, biraz da o, memleketin içine eder, pislik içerisinde kalan yine vatandaş olur…

Yıllar geçer…

Dönüp bakarız ki geçmişe… Bir Arpa boyu yol almışız…
Ömrümüz, “ Bizi iktidar yapsın” diye Bush’a puşta, ite kurda, Obama’ya yalvarmakla geçer…


***

15 Haziran 2019 Cumartesi

AKP'nin Şapkadan Çıkaracağı Kıbrıs Tavşanı : KKTC İlimiz, Bahçeli Milli Valimiz -

AKP'nin Şapkadan Çıkaracağı Kıbrıs Tavşanı : KKTC İlimiz, Bahçeli Milli Valimiz - 


Açık İstihbarat
www.acikistihbarat.com
07.07.2017

 
İsviçre'nin Crans-Montana kasabasında BM gözetiminde başlayan Kıbrıs konferansı, tarafların anlaşamaması sonucu dün masanın çökmesi ile sonuçlandı. Esasen KKTC'nin, Türkiye'nin, Rum yönetimi ve BM'nin tahmin etmediği bir sonuç değildi bu. Taraflar eski pozisyonuna geri çekilirken, milli konulardaki tutumu her zaman tartışma götürmüş olan AKP, kabul etmek gerekir ki buradan da cebine "Kıbrıs'ta taviz vermeyen iktidar" payesini koyarak çıktı. 

Bu sonucun iç siyasete tevil edileceği günler gelecektir.Türkiye iki büyük seçime hazırlanırken "milli duruşun" seçmen nezdindeki "oy" değerini kavramış olan Tayyip Erdoğan, uzun süredir kamuoyunun gündeminden uzaklaşmış olan bu milli davadan çok önemli postlar çıkarmaya hazırlanıyor.

Açık İstihbarat olarak, İsviçre'deki zirvenin devam ettiği günlerde Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyet'inde nabız tuttuk. Kıbrıs'a gidip gözlem yapan herkesin ilk tespit ettiği şeyi yazının başında biz de tekrarlayalım:

Kıbrıs Türk'ü yorgun, bıkkın ve umutsuz. Yılların ihmal edilmişliği, hizmette yaşanan sorunlar, altyapının yetersizliği halkı siyasetten soğutmuş. Bu bıkkınlık Kıbrıs halkının bir kesiminde "Rumlarla birleşelim de ne olursa olsun" tavrına dönüşürken, bir kesimi de "Türkiye'nin vilayeti olalım, buraya bir vali atansın, hiç değilse hizmet gelir" fikrine yönelmiş.

Bu ikinci tutumdan yana olanlar çoğunlukta görünüyor.

Bunların içinde  "Burayı Tayyip Erdoğan düzeltebilir. Onun gibi astığı astık, kestiği kestik biri lazım" diyenlerin sayısı hiç de az değil. Bu zemini iyi etüd ettiği anlaşılan AKP'nin Kıbrıs  teşkilatları da propaganda anlamında hiç boş durmuyor. 

Gelelim, İsviçre'deki görüşmelerin başarısızlıkla sonuçlanmasından sonra Tayyip Erdoğan'ın şapkadan çıkarmaya hazırlandığı büyük tavşana.

Daha doğrusu, İsviçre konferansından çok önceye dayanan bir plan bu.

Plan bir taşla üç kuş vurmayı hedefliyor:

1) Son seçimlerde AKP'ye verdiği destek ile iyice işlevsizleşen Bahçeli'yi yeni bir misyonla diri tutup AKP'ye eklemlenen bazı ülkücü tabanın  kopuşunu engellemek

2) 2019 Başkanlık seçimlerinde AKP'ye yönelik Ulusalcı/Milliyetçi muhalefetin içinin yağını eritecek bir formülle muhalefeti zayıflatmak

ve en önemlisi...

3) Sonrasında Barzani ile Oturulacak Konfederasyon projesinin bir prototipini KKTC ile gerçekleştirerek, "bakın istenirse oluyor" mesajı ile Barzanistan ile konfederasyon projesine zemin hazırlamak.

Bu üç kuşu vuracak plan raftan indirilmeye hazır.

Hazır İsviçre Masası da devrilmişken AKP için Kıbrıs şapkasından tavşan çıkarma zamanı geldi.

Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu'nun dün İsviçre'de yaptığı"Artık BM'nin parametreleri ile Kıbrıs sorununa çözüm aranamaz.Türkiye'ye dönünce Cumhurbaşkanı, Başbakan ve KKTC yetkilileri ile görüşüp ne yapılacağına karar vereceğiz"açıklamasıyla da bu planın ilk işareti verildi.

Sözü uzatmadan Tayyip Erdoğan'ın heybesindeki büyük turpu açıklayalım:

2019 yılında yapılacak bir referandum ile Kıbrıs 82. vilayet ilan edilecek ve Devlet Bahçeli Kıbrıs'a vali tayin edilecek!
 

Devlet Bey'in öyle banka hesabına para yatırılarak ihyâ edilecek siyasetçilerden olmadığını en iyi Tayyip Erdoğan bilmektedir.

Devlet Bahçeli, MHP'yi bile feda ettiğine göre karşılığında daha büyük bir milli misyonun başına geçmelidir ki tarih kendisini  "Türk milliyetçiliğini AKP'ye satan adam" olarak yazmasın. O misyon,  rahmetli Rauf Denktaş'ın boş kalan misyonudur. Üstelik, rahmetli Denktaş'tan esirgenen imkân ve destekler kendisinden esirgenmeyerek..

(Bahçeli formülünün sekteye uğraması durumunda, ikinci ve üçüncü alternatiflerin hazır olduğunu da not olarak ekleyelim)

Böyle bir "Kıbrıs açılımına" itiraz edecek vatansever var mı? Yok..

Üstelik, "AKP Kıbrıs'ı Satacak" derken tam ters köşe olunacak..

Şimdi, " Bu iş nasıl olacak? ", " Diğer Garantör devletler ne diyecek? " , " Dünya ayağa kalkmaz mı? " gibi sorular sorulacaktır.

Birincisi, böyle milliyetçi bir çıkışın ardından bu soruları sorana, "Hani Kıbrıs'ı satacağımızı söylüyordunuz? Şimdi dünya ve garantörler adına endişe duymak size mi düştü?"karşı sorusu sorulacak ve susmak zorunda kalınacaktır. 

İkincisi; Batı ve  garantör devletler, Barzani ile konfederasyon projesinin devreye alınması karşılığında KKTC'nın Türkiye ile birleşmesine sadece sözde muhalefet edip, arka planda ana küresel planın  devreye alınmasının sevinci ile ellerini ovuşturacaktır.

Tayyip Erdoğan, 2019'ta siyasi hayatının  en önemli seçimine hazırlanırken, dünyanın Kıbrıs konusunda Türkiye'nin üstüne çullanması, onun halk desteğini arttırmaktan başka bir şeye yaramaz.

Ve biliyoruz ki Tayyip Erdoğan böyle büyük riskleri almayı seven bir politikacıdır..

Tabii bunların sadece kaba milliyetçi duygularla atılacak adımlar olamayacağını, hazırlığının ve alt yapısının daha gerçekçi temeller üzerinde yürütüldüğünü söyleyelim.

Örneğin, 43 yıldır elde pazarlık kozu olarak tutulan kapalı Maraş bölgesi Rumlar'ın işletmeciliğine terk edilebilir.

Buna Kıbrıs Türklerinin de fazla itirazı yok. Bunun yanı sıra Maraş'ın halen Türk yerleşiminde olan açık bölgeleri ve özellikle Magosa sahil şeridi bir "Türk Rivieria'sına" dönüştürülerek muazzam turizm yatırımları yapılabilir. 

Bu değerli sahiller şu an bomboş beklemekte ve Tayyip Erdoğan'ın yatırımcıları şimdiden buralarda arsa bakmaktadır. 7 yıldızlı oteller inşa edebilecek zindelikte  yandaş sermayedarların kulağına şimdiden "hazır olun" denilmiştir.

Bunun yanı sıra, Lefkoşa-Magosa hattında çok değerli arazilere oturmuş olan Türk askeri varlığı içerilere çekilerek bu bölgeler de dev yatırımlara açılacaktır. Bu planın etüdleri KKTC yetkilileri ile birlikte şimdiden yapılmaktadır. 

KKTC'ye yönelik bu büyük siyasi ve ekonomik hamlenin en önemli kilidi haline gelecek olan Milli valimiz" Devlet Bahçeli,  Erdoğan üzerindeki "nüfuzunu" kullanarak Kıbrıs'a çok büyük fonlar akmasını sağlayabilir.

Hem Kıbrıs Türk'ü fakirlikten kurtulmuş, hem 40 yıllık milli dava mutlu sona bağlanmış, hem Devlet Bahçeli'nin sarsılan karizması düzeltilmiş, hem de Tayyip Bey 2019 seçimine elinde böyle büyük bir kozla girerek özellikle mevzi kazanmasından korktuğu Meral Akşener ve MHP muhalefetini tarihe gömebilir. 

Ortaya  çıkacak büyük ranttan Devlet Bahçeli'nin çevresindeki ülkücülerin nasıl âbâd edileceğini de unutmayalım...

"Kıbrıs halkı Bahçeli'yi  kabul eder mi?" sorusunun cevabını da yaptığımız temaslara dayanarak verelim: 

Kıbrıslılar, kendilerini izolasyondan, ekonomik sıkıntıdan kurtaracak her türlü çözüme hazırlar. Hele de bu çözüm Türkiye'den geliyorsa "Yine Rum'un eline kaldık" demeden  yaşamlarının iyileşecek olmasına hiç bir itirazları olamaz. 

İş sadece bir referanduma bakıyor...

Tayyip Erdoğan, bir buçuk yıl sonra kendisini "Milli Şef" ilan edecek partili Cumhurbaşlanlığı seçimine işte böyle bir kozla hazırlanıyor. 

Kendisini siyaset sahnesinden indirmeyi amaçlayan bilimum muhalefetin şimdiden bu hamleyi görüp, KKTC 'yı Türkiye'ye bağlarken  aynı zamanda Güneydoğu'nun Türkiye'den koparılması projesini (Bkz: Barzanistan ile konfederasyon) boşa çıkaracak karşı hamleyi düşünmesinde fayda var.

Bizden duyurması...

Açık İstihbarat


***

29 Mart 2019 Cuma

AKP Türkiyeyi Ortadoğuda Bitirdi,

AKP Türkiyeyi Ortadoğuda Bitirdi,



Ümit Özdağ.,
21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü  
25 Şubat 2015


AKP Türkiye'yi Ortadoğu'da Bitirdi

    Ülke dışındaki tek vatan toprağı Süleyman Şah Türbesi'nin nakliyle ilgili eleştiriler gündemdeki sıcaklığını koruyor.

Konuyla ilgili Aktifhaber.com’a konuşan 21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü Başkanı Prof. Dr. Ümit Özdağ, ‘Geri çekilme’ olarak adlandırılan operasyonun en önemli sonucunun Türkiye’nin Ortadoğu’daki caydırıcılığının ortadan kalkması olarak değerlendirirken, dış politikada büyük bir başarısızlıkla karşı karşıya olunduğunuz belirtti.
Süleyman Şah Türbesi’nin yerinin geçmişte olduğu gibi bir irade sonucu değil,korkudan dolayı değiştiğini belirten Özdağ, terör örgütünün gölgesi altındakiyeni yerininse ayrı bir utanç vesilesi olduğunu söyledi.

İŞTE O AÇIKLAMALAR:

ORTADOĞU’DA TÜRKİYE’NİN CAYDIRICILIĞI ORTADAN KALKMIŞTIR.,

Bu operasyon Türkiye’nin Ortadoğu’da caydırıcılığını ortadan kaldıracaktır. Türkiye’ye güvenen unsurlar Türkiye’ye olan inançlarını yitirirken, Türkiye’ye düşmanca davranan unsurlar Türkiye’nin küçük baskılarla geri adım atabilecek bir ülke olduğunu düşüneceklerdir. Bundan dolayı da yerinin geldiğini düşündükleri zaman Türkiye’ye baskı yapmaya yöneleceklerdir. Türkiye bu baskıları kabul ederse, karşı taraf cesaretlendiği içinb Türkiye tekrar geri adım atacaktır. Türkiye baskılara direnirse çatışma çıkacaktır. Yani karşı tarafı, düşmanlarınızı cesaretlendirdiğiniz zaman bu tür geri adımlarla aslında çatışmayı engellemekten çok çatışmayı kışkırtmış olursunuz. Meselenin en önemli boyutunun Ortadoğu’da Türkiye’nin caydırıcılığının kalkmış olduğunu düşünüyorum.

DIŞ POLİTİKADA BÜYÜK BİR BAŞARISIZLIKLA KARŞI KARŞIYAYIZ

Bu tek başına bir süreç değil. Süleymaniye’de 4 Temmuz 2003’te başlayan ve özel kuvvetler merkezimize yapılan operasyonla başlayıp daha sonra Kerkük’ün işgal edilmesi, Kürdistan’ın kurulmasına ses çıkarılamaması arakasından Suriye’de uçağımızın düşürülmesi, Reyhanlı’nın bombalanmasına karşın bir tavır alınamayışı... Bunlarla uzayan Ortadoğu’dan bir yandan ilişkilerimiz bozulurken, bir yandan da geri çekilme sürecimizle paralel bir sürecin sonucu. Üstelik bu geri çekilme gerçekleşirken Ortadoğu’yla ilgili retoriğimizin de çok böyle ‘Biz burayı şekillendiririz, Şam’da namaz kılarız, 3 saatte Şam’a ineriz’ falan gibi gerçekle oluşmayan bir retorik olduğunu görüyoruz. Bu anlamda dış politikada büyük bir başarısızlıkla karşı karşıya olduğumuz söylenebilir.

TOPRAĞIMIZIN YERİ İRADENİZ DEN DOLAYI DEĞİL, KORKUNUZDAN DOLAYI DEĞİŞİYOR

Bu bir terör örgütünün baskıları karşısında toprağınızı bırakmadır. Şöyle söyleniyor; ‘Efendim önemli değil daha önce de yeri değişti.’ Şimdi daha önce sizin iradenizle ve bir başka devletin ortak iradesiyle yeri değişiyor ve bir hukuki zeminde değişiyor. Oysa burada sizin iradenizle değişmiyor, korkunuzdan dolayı değişiyor. Yani öbür tarafta geri çekilmiyorsunuz, burada geri çekiliyorsunuz.Bunların ikisinin aynı şey olduğunu söylemek mümkün değil. İktidar bunu bir zafer olarak sunuyor. Siyasette çok yalan söylenir de böylesi söylenmemeli.Çünkü bakarsanız Çanakkale’den çekilen İngilizler çekildikten sonra, ‘Aman şöyle güzel çekildik, böyle güzel çekildik’ Kim hatırlıyor tarihte İngilizlerin güzel çekildiğini? Ama bütün insanlar biliyor ki, İngilizler Çanakkale’de fena halde dayak yediler değil mi? Böyle hatırlanıyor. Geri çekilmenin düzenli olmasını kaydetmez tarih, mağlubiyeti kaydeder tarih. Burada da tarih Türkiye’nin caydığını ve geri çekildiğini kaydedecek.

TAŞINDIĞI YER AYRI BİR UTANÇ VESİLESİ,

Taşındığı yeni yer ayrı bir utanç vesilesi. Orada 14 tane Türkmen köyü var bulunduğu yerde. Türkiye madem El Nusra’yı destekliyor, Özgür Suriye Ordusu’nu destekliyor, orada dost unsurları var. Dersiniz ki kardeşim sarın bunun etrafını, Türkmen köyleri de var, Türkmen köylerini de silahlandırırsınız, dersiniz ki; burası Türk mezarı savunacaksınız. Bunu senelerce yapmıyorsunuz, olur mu böyle şey? Ciddi bir devlet ne yapar, özel kuvvetlerine bölgenin yerel köylülerinin elbisesini giydirir kime karşı gerekiyorsa orada savaştırır. Ama bunların hiçbirisinin olmadığını görüyoruz.

PKK’YA PROPAGANDA YAPMA İMKANI VERİLDİ,

PKK’nın yardımı denilen şey Türkiye’nin biz buradan geliyoruz, amacımız budur diye terör örgütüne istihbarat elemanları aracılığıyla bilgi veriyor. PKK da o yolu boşaltıyor, sağa, sola çekiliyorlar. Bunun ötesinde bir şey yok. Ama bu bile onur kırıcıdır. PKK’ya böyle bir propaganda yapma imkanı veriyorlar.

HÜKÜMET KORKAKÇA BİR SİYASET İZLEDİ VE GERİ ADIM ATTI

Yapılması gereken şuydu; Türk Silahlı Kuvvetleri bunu yapabilecek bir ordudur, güçtür. Bölgede savaş çıkma ihtimali var. Amerikan Kara Kuvvetleri’nin bölgeye gelmesi söz konusudur IŞİD’le mücadele için. Türkiye Cumhuriyeti bölgedeki askeri varlığını 38’den 108’e çıkartırdı. Bölgeye tanksavar birlikleri, uçaksavar birlikleri konuşlandırılırdı. Zaten 3 tarafı suyla çevrili bir yer. Gerekirse köprünün de hemen havaya uçurulması için gerekli tedbirler alınırdı. Bunlar yapıldıktan sonra Türk Hava Kuvvetleri zaten bölgeye bir çatışma durumunda 3-4 dakikada ulaşabilecek durumda. Kara havacılığın savaş helikopterleri bölgeye 10 dakikada inerler, saldıran güçleri ateş altına alırlar. Yani Türkiye açısından sınırın 30 km ötesinde bir bölgenin korunmama diye bir sorunu yoktur. Türkiye burayı koruyabilirdi. Hükümet bu konuda korkakça bir siyaset izledi ve geri adım attı.Kendi evinizden çıkıyorsunuz gece kondu kuruyorsunuz, toprak kaybetmedik diyemezsiniz. 

Toprağınızı terk etmeyeceksiniz.

Kaynak: http://www.aktifhaber.com/umit-ozdag-akp-turkiyeyi-ortadoguda-bitirdi-1128178h.htm


https://21yyte.org/tr/merkezler/islevsel-arastirma-merkezleri/is-gelistirme-ve-stratejik-yonetim-arastirmalari-merkezi/umit-ozdag-akp-turkiyeyi-ortadoguda-bitirdi

***


3 Aralık 2018 Pazartesi

AKP’nin “Can Simidi” Annan Planı: Kıbrıs’ın 20 Yıl İçinde Rumlara Teslimi Üzerine Düşünceler


AKP’nin “Can Simidi” Annan Planı: Kıbrıs’ın 20 Yıl İçinde Rumlara Teslimi Üzerine Düşünceler




Bülent Şener 
21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü 
Milli Güvenlik ve Dış Politika Araştırmaları Merkezi
17 Şubat 2014 Pazartesi
AKP’nin “Can Simidi” Annan Planı: Kıbrıs’ın 20 Yıl İçinde Rumlara Teslimi Üzerine Düşünceler


İç ve dış politikada yaşadığı “güç zehirlenmesi” sonucu yanlış adımlar atarak 
gittikçe açmazlara sürüklenen AKP Hükümeti, Türkiye’yi içerisine soktuğu 
sorunları kamufle edebilmek ve parti olarak içinde bulunduğu sıkıntılı durumu 
aşabilmek için on yıl sonra tekrardan Annan Planı’na sarılarak Kıbrıs’ta yeni 
tavizlere hazırlanıyor. Bir yandan ABD ve AB ile çatışarak, bir yandan da içerde 
cemaat ve büyük sermaye gruplarıyla çatışarak iktidarını sürdürmesinin mümkün olmadığını düşünen AKP Hükümeti, ABD ve AB’yi memnun edecek adımlar atarak kendi iktidarının sürmesine yönelik aradığı dış desteği bu yolla sağlamayı hedefliyor.

Ancak buna yönelik kamuoyu baskısını aşabilmek için AKP Hükümeti, Doğu Akdeniz bölgesindeki enerji kaynaklarının Türkiye üzerinden dünyaya eklemlenmesi gerekçesini bir yanıltma/yönlendirme aracı olarak devreye sokmaya hazırlanmaktadır. Nitekim, AKP Hükümeti’ne yakın Star ve Akşam gazetelerinde çıkan 12 Şubat 2014 tarihli bir haber bu durumu açık bir şekilde yansıtırken, söz konusu durumu adeta bir başarı gibi lanse etmektedir. Habere göre, ekonomik krizle boğuşan Rum tarafının bir buçuk yıllık “direnişin” ardından KKTC ile yeniden masaya oturarak, görüşmelerin hedefini iki kesimli, iki toplumlu ve siyasal eşitliğe dayalı bir “federal Kıbrıs” oluşturan kritik “ortak metin”i açıklaması bir başarıdır. Yine aynı habere göre, 2004’ten bu yana “en iyi çözüm çözümsüzlüktür” politikasını yürüten Rum kesimini müzakere masasına oturtan ise Türkiye’nin İsrail ve Rumlara çektiği doğalgaz resti olmuştur. Dahası, Mavi Marmara saldırısından bu yana Türkiye’nin Akdeniz'de güç politikası yürüttüğünü iddia eden habere göre Türkiye bu politikayla hem İsrail’e hem Rum Kesimi’ne diz çöktürmüştür. Rum Kesimi’nin 2011’de Güney Kıbrıs Rum Kesimi (GKRY) açıklarında “Afrodit” adı verilen doğalgaz yatağını bulmasıyla başlayan Türkiye-İsrail-Rum “soğuk savaşı”, ABD’nin bu yatakların İsrail ve Rum Kesimi için kritik öneme sahip olduğunu açıklayan bir rapor yayınlaması ve aynı yerde petrol da bulunabileceği anlaşılınca Avrupa şirketlerinin de sürece dahil olmasıyla paylaşım yarışı Türkiye engeline takılmıştır. Diğer alternatiflerin maliyeti hem İsrail hem Rumlar için tek karlı ve kestirme yol olan Türkiye seçeneğini gündeme taşıdığı belirten habere göre bu durum hem İsrail’in Mavi Marmara için Türkiye’den özür dilemesini hem Kıbrıs’ta çözümün sağlanmasını gerekli kılmıştır. Habere göre, neticede Rumlar Batı’nın da baskısıyla krizin 
derinleştiği süreçte Türk tarafıyla masaya oturmuş, ABD, Almanya ve Fransa 
gelinen durumdan ve süreçten memnuniyet duyduğunu açıklamıştır.[1]

Bu şekilde haberler ve bilgilendirmelerle, yeniden devreye sokulacak olan Annan Planı’na karşı bugünlerde Türkiye ve KKTC egemen çevrelerindeki yaklaşımları yumuşatmayı hedefleyen AKP Hükümeti, adeta sessiz sedasız bir şekilde planda Rumların istediği değişiklikleri gerçekleştirerek, plana on yıl önce “hayır” diyen Rumlara çözüm yolunda yeni tavizlere hazırlanmaktadır.Nitekim, 13 Aralık 2013’teki Atina ziyaretinde Yunanistan Dışişleri Bakanı Venizelos’la biraraya gelen Davutoğlu’nun görüşme sonrasında gerçekleştirilen ortak basın 
toplantısında Kıbrıs’ın geleceğiyle ilgili olarak “Adada Annan Planı ile ortaya 
çıkan bir müktesebat var. Yeni şartlar öne çıkarmak yerine önceden mutabakata 
varılmış metinler üzerinden sonuca gidilmesi gerek”[2] şeklindeki sözleri, 
siyasal, hukuksal ve reelpolitik açıdan dengesiz bir plan olan Annan Planı’nın 
AKP hükümeti tarafından hala desteklendiğini ve 2004 Nisan’ında yapılan 
referandumda % 75.8 gibi yüksek bir oranla plana “hayır” diyen Rum tarafını[3] 
“evet”e ikna etmek için planda yapılacak değişiklikler çerçevesinde tavizler 
verileceğini göstermektedir. Keza, Hürriyet gazetesinde yayınlanan Kıbrıs 
kaynaklı bir habere göre, Güney Kıbrıs Rum Yönetimi 2004’te reddettikleri Annan Planı’ndaki haritadan farklı olarak, KKTC’nin iç kesimlerinden ve stratejik 
Karpaz yarımadasından da pay istemektedirler. Bu çerçevede Rumlar tarafından, KKTC’nin iç kesimleri ile Karpaz’da Türkiye kökenli KKTC vatandaşlarının çoğunlukta olduğu Yeni Erenköy ve Dipkarpaz köylerini kapsayan haritaların BM’ye sunulduğu iddiasını ileri süren habere göre, Rumların yeni haritası kabul edilirse, adanın en verimli topraklarının yanı sıra Türkiye’den gelecek suyun da kullanılacağı geniş araziler Kıbrıslı Türklerin elinden çıkacaktır.[4]

Bütün bu gelişmeleri daha iyi anlayabilmek için, öncelikle Annan Planı’nın 
dayandığı esaslara bakmakta fayda vardır:

2004’teki Annan Planı’na[5] göre:

a) 2011 yılına kadar 6000, 2018’e kadar 3000 Türk ve Yunan askeri adada kalacak, bu tarihten sonra da aynen 1960 antlaşmalarında olduğu gibi sembolik bir anlam taşıyacak olan 650 Türk ve 950 Yunan askeri adada bulunacak, her üç yılda bir bu askerlerin durumu sıfırlamak amacıyla gözden geçirilecekti.

b) Türk tarafının % 36 olan toprak oranı %29’a düşürülüyor, Güzelyurt ve çevresi Rum yönetimine bırakılırken Karpaz Türklerde kalıyordu.  Türklere kalan 
topraklara Rum göçmenler aşamalı olarak yerleşebilecek, bir süre için Rumların 
kuzeye geçişi konusunda bazı kısıtlamalar bulunacaktı. Kuzeydeki evlerine 
dönebilecek Rumların oranı 19 yıla kadar, Türk nüfusunun %18’ini aşmayacak, bu dönemden sonra ise kısıtlamalar kalkacaktı.

c) Rumlara bırakılacak topraklar, 42 aylık süreçte 6 aşamalı olarak Rum 
yönetimine devredilecek, mal-mülk edinme konusunda da geçici kısıtlamalar söz konusu olacaktı. Rumların, Türk kurucu devletinden mal-mülk alması konusundaki kısıtlamalar, Kıbrıslı Türklerin kişi başına düşen gelirinin Rumların gelirinin % 85’ine ulaşması ve aradan 15 yıl geçmesinden sonra tamamen kalkacaktı.

d) Senatodaki 24 Türk 24 Rum dengesinin bozulmaması için, senatörlük seçimi 
vatandaşlık değil etnik kökene göre düzenlenecekti. Buna karşın, Başkanlık 
Konseyi’nde etnik köken değil, vatandaşlık esas alınıyordu. Federal hükümet 3 
Türk 3 Rum bakandan oluşurken, Avrupa Parlamentosu’nda 4 Rum 2 Türk milletvekili olacaktı. Başkanlık Konseyi’nde başkan ve başkan yardımcılığı ilk dönemde 10 ayda bir değişimli olacak, daha sonra Rumlar 40 ay, Türkler 20 ay başkanlık yapacak ve bir konuda karar alınabilmesi için en az bir Türk üyenin de onayı gerekecekti.

Planla ilgili olarak söylenebilecek ilk şey planın siyasal, hukuksal ve 
reelpolitik açıdan dengesiz bir yapıda oluşudur. Planda, iki kutuplu sistemin 
şartlarını yansıtan “tek Kıbrıs devleti ve halkı” olduğu ve her ne pahasına 
olursa olsun böyle olmaya devam edeceği, adadaki mevcut durumun dikkate 
alınamayacağı varsayımı devam etmiştir. Öte yandan, planla ilgili süreçte gerek 
Türkiye gerekse KKTC’deki kamu odaklarının AB üyeliği konusunda aşırı istekli 
oluşu ve Kıbrıs’ı bu yönde bir engel olarak görmeleri ve bu çerçevede Denktaş’ı 
“uzlaşmaz bir lider” olarak göstermeleri, daha başlangıçta Annan Planı’nın Yunan tarafının tezlerine yakınlaşmasını kolaylaştırmıştır. Zira, Yunanistan Güney Kıbrıs’ta kamuoyu odakları süreç boyunca yekpare bir görünüm arz etmişlerdi.[6]

İkinci olarak, plan “egemenlik” ve “garantörlük” konularında Türk tarafının 
tezlerine yakın değilken; “toprak” ve “mülteciler” konularında Rum tarafının 
tezlerine yakın durarak dengesiz bir yapı oluşturmuştur. Özellikle, “egemenlik” 
konusunda bir “siyasi eşitlik” söz konusu olmakla birlikte, bu hiçbir şekilde 
bir hukuki mekanizma ile takviye edilmemiş olması ciddi bir handikaptır. Keza, 
planda, federe devletlerin egemenliklerinden ziyade, “bölünemez, ayrıştırılamaz” tek bir egemen devlete vurgu yapılması, Rum tarafının üniter devlet tezine özü itibariyle yaklaşmaktadır.[7]

Üçüncü olarak, planda var olan şekliyle, Rumların kuzeye göçmeleri ve toprak 
almaları belirli kısıtlamalara tabi tutulmuşsa da, gelecek açısından bu durum 
Türk tarafı açısından geri dönülemez sakıncaların doğmasına yol açacaktır. Zira, 
ekonomik olarak güçlü olan Rumların, AB hukukuna aykırılıkları ileri sürerek bu 
kısıtlamaları gerekli hukuk mercilerine yapacakları bireysel başvurularla 
etkisiz kılabilmelerinin önünde engel olduğu söylenemez.[8] Bu haliyle Annan 
Planı, 20 yıla yayılan bir zaman diliminde Rumların, Türklerin elindeki %29’luk 
toprak parçasının önemli bir kısmını ele geçirmeleri anlamına gelmektedir ki bu 
da Türk tarafı açısından ciddi bir handikaptır. Daha önce 1964’te Acheson 
Planı’yla Yunanistan’ın ve Kıbrıs Rumlarının ayağına gelen ve onları “enosis”e 
en çok yaklaştıran bu tarihi fırsat, ikinci kez Rumların ayağına gelmiş olmasına 
rağmen AB üyeliğinin garantisiyle 2004’te reddedilmiş olsa da, şimdi AKP eliyle 
tekrar canlandırılan Annan Planı’yla bir kez daha Rumların önüne tarihi bir 
fırsat olarak gelmektedir.

Son olarak “garantörlük” konusunda planda Türkiye’nin garantörlüğü ikincil 
bırakılarak –yani bir anlamda yok sayılarak–, ada kağıt üstünde esas olarak 
uluslararası garanti altına alınmaya çalışılmıştır. Oysa ki, biraz tarih bilgisi 
olanlar da bilirler ki 1963 yılından sonra Türk tarafı saldırılara uğradığında 
adada bir BM Barış Gücü vardı ve hiçbir şey yapmamıştır. Yine, Avrupa’nın 
merkezinde, 1990’lı yıllarda Bosna’da olup bitenlere karşı BM barış güçlerinin 
seyirci kaldığı insanlığın acı hatıraları arasındadır.

Hal böyleyken, sırf çözüm adına AKP Hükümeti tarafından Kıbrıs’ta özellikle 
“egemenlik” ve “garantörlük” konularında girilen bu anlamsız risklerin 
faturasının gelecek nesiller tarafından ödenmesi içten bile değildir. Bugün dahi 
BM Güvenlik Konseyi’nin ve BM barış güçlerinin uluslararası barış ve güvenliğin 
korunması yönünden etkinliği tartışılan konumu düşünüldüğünde, insan yaşamı 
açısından “aciliyet”in ve “zorunluluğun” söz konusu olduğu durumlarda bunun 
nelere mal olduğu tarihin sayfalarında yer almaktadır. Dolayısıyla, bir bütün 
olarak bakıldığında, adayı 20 yıl içinde fiilen Rumlara teslim eden ve 
Türkiye’nin hukukla kazanılmış “garantörlük” haklarını yok sayan bir plana 
“evet” demek millet ve tarih karşısında büyük vebal demektir. Bugün itibariyle 
adada 40 yıldır süren “barışçı çözümsüzlük” durumu şiddet sarmalına evrilmediği sürece, fiili garantilerin kağıt üstünde kaldığı ya da bu konuda tereddütlerin var olduğu Annan Planı gibi “garantisiz hukuki çözüm(ler)”den herhalde daha iyidir.

DİPNOTLAR;

[1]“Türkiye, İsrail ve Rumlara Diz Çöktürdü”, Star Gazetesi, 12 Şubat 2014, 
http://haber.stargazete.com/ekonomi/turkiye-israil-ve-rumlara-diz-cokturdu/haber-842098

[2]“Davutoğlu-Venizelos Ortak Basın Toplantısı: Kıbrıs Sorunuyla İlgili Önemli 
Gelişmeler”, 14 Aralık 2013,
http://www.abhaber.com/index.php?option=com_content&view=article&id=54168:davuto%C4%9Flu-ven
izelos-ortak-bas%C4%B1n-toplant%C4%B1s%C4%B1-k%C4%B1br%C4%B1s-sorunuyla-ilgili-%C3%B6ne
mli-geli%C5%9Fmeler&catid=214:manset-haber&Itemid=915
[3]Söz konusu referandumda AKP hükümetinin içerde ve dışarda oluşturduğu 
“statüko ve Denktaş karşıtlığı” propagandaları sonucu Türk tarafı %64.9 oranıyla plana “evet” demişti.
[4]“Annan’dan Daha Fazla Toprak İstiyorlar”, Hürriyet Gazetesi, 17 Aralık 2013, 
http://www.hurriyet.com.tr/dunya/25377492.asp
[5]Planın metni için bkz. http://www.hri.org/docs/annan/
[6]Faruk Sönmezoğlu, İkinci Dünya Savaşı’ndan Günümüze Türk Dış Politikası, Der Yayınları, İstanbul, 2006, s. 643.
[7]Sönmezoğlu, İkinci Dünya Savaşı’ndan Günümüze Türk Dış Politikası, s. 643.
[8]Sönmezoğlu, İkinci Dünya Savaşı’ndan Günümüze Türk Dış Politikası, s. 643.


Uzman Hakkında
Bülent Şener
Milli Güvenlik ve Dış Politika Araştırmaları Merkezi

Uzmanın Diğer Yazıları

  “Çözü(l)m(e) Süreci”: Türkiye’nin Araf’taki Son Tangosu ve Kürt Hegemonyasının 
  Yayılışı 
  Askeri Güç Kullanımı Bağlamında Dış Politikada TBMM’nin Görev ve Yetkileri 
  Üzerine Bir Değerlendirme 
  “Medeniyetler Çatışması” ve Erdoğan’ın Sahte İsrail Karşıtlığı 
  Türkiye’nin “Köprüden Önce Son Çıkış”ı: 2014 Cumhurbaşkanlığı Seçimi 
  Süleymaniye Baskını’ndan IŞİD Tutsaklığına: Türk Dış Politikasında 
  Caydırıcılık Yitimi Üzerine 
  Diyarbakır’da Sona Eren Bağımsızlık ve Egemenlik 
  Soma, Takdir-i İlahi, Erdoğan ve AKP: Sekülerleş(e)meyen Bir Politik Toplumun 
  İzdüşümleri… 
  Loizidu Davası’ndan AİHM’nin 12 Mayıs 2014 Kararına: AKP’nin Dış Politika 
  Romantizmi ve Kıbrıs 
  Fiili Başkanlık Sistemi Artık Kapıda: Çanlar Türkiye İçin Çalarken... 
  AKP (Erdoğan) Peronist Hegemonya Kuruyor: Türkiye’nin Yeni “Tarihsel Blok”u 
  Yeni Berlin Duvarı Ukrayna’dan Geçecek… 
  Türk Dış Politikasında Kriz Yönetiminde Sivil ve Askeri Bürokrasinin Rolü 
  “Bölünmüş ve Kararsız Ülke”: Huntington’un Türkiye Paradigması ve Erdoğan 
  Catonizmi Üzerine Düşünceler 
  AKP’nin “Can Simidi” Annan Planı: Kıbrıs’ın 20 Yıl İçinde Rumlara Teslimi 
  Üzerine Düşünceler 
  Dış Politikada Yumuşak Güç Olgusu 
  Türkiye’nin Ortadoğu’daki Diplomatik Kapasitesinin Sınırları Üzerine Bir 
  Değerlendirme 
  Unutulan Bir Krizin Anatomisi ve Perde Arkası: Kardak Kayalıkları Krizi 
  Ege Denizi’nde Egemenliği Tartışmalı Ada, Adacık, Kayalıklar Sorunu ve Son 
  Durum: Kardak Kayalıkları Kimin? 
  Türk Dış Politikası “Quo Vadis”? : Dış Politikada Bir “Reset” Mümkün Mü? 
  Dış Politikada “Reset” mi Yoksa Yeni Tavizler mi?: AKP Hükümeti’nin Son Dönem 
  Kıbrıs ve Ermenistan Açılımları 
  Türkiye Ortadoğu’da “Dengeleyici Güç” Olabilir mi? 
  Türk Dış Politikasını Etkileyen Bir Unsur: Askeri Kapasite 
  TSK’nın 1983–2010 Yılları Arasında Kuzey Irak’ta PKK Unsurlarına Karşı 
  Yürüttüğü Sınır Ötesi Operasyonlardaki Başarısı Üzerine Bir Değerlendirme 
  “Demokratikleşme Paketi”nin Seçim Sistemi Üzerinden Bir Değerlendirmesi: 
  “Türkiye Cumhuriyeti’nin Zaman Ayarları”yla Oynamak 
  Dış Politikada “Değerli yalnızlık” ya da “Yanlış Hesabın Şam’dan Dönmesi”  
  İnsanlığın Olağan Durumu “Savaş” ve Bir Medeniyet Hâli “Barış” Üzerine  
  Kürt Sorunu’nda “Federalizm” Tartışmaları Üzerine 
  “Arap Baharı” Sürecinde Türk Dış Politikasında Proaktiflik Yitimi 
  Asker Neden Darbe Yapar? 
  Taksim Gezi Parkı Olayları ve Yeni Rejim Kodları  
  Araftaki Suriye Politikası 
  Reyhanlı’daki Patlamalar: Dış Politikada Deli Dumrulluğun Artan Faturası 
  Aziz Babuşçu’nun Sözleri Üzerinden Türkiye’nin Gelecek On Yılı 
  Demokratik Açılım ve Terörle Mücadele Süreci:Yanlış Bilinenler ve Temel 
  Açmazlar 
  Türk Dış Politikasının Akdeniz’de Batışının Hikayesi: AKP’nin Dış Politikadaki 
  Pirus Zaferleri 
  Demokrasi Ve Siyasal İktidarın Sınırlandırılması: Doğu Toplumlarında ve Türk 
  Siyaset Geleneğinde Bir “Doku Uyuşmazlığı” mı? 
  Türk Dış Politikasında AKP Romantizmi ya da “Stratejik Derinlik”te 
  Yuvarlanmalar: Türk Dış Politikası “İslam”ileşiyor mu? 

***

AKP (Erdoğan) - PKK (Öcalan) Barış Anlaşması Son Virajda,

AKP (Erdoğan) - PKK (Öcalan) Barış Anlaşması Son Virajda, 




Cahit Armağan DİLEK 
10 Nisan 2014 Perşembe
Terörizm ve Terörizmle Mücadele,
AKP (Erdoğan) - PKK (Öcalan) Barış Anlaşması Son Virajda
21. Yüzyıl Türkiye 

Türkiye Cumhuriyeti son 30 yıldır fiilen 1984'te başlayan PKK terör örgütü 
sorunuyla mücadele etmektir. Türkiye'nin bugüne kadar sorunu çözememesinin en temel faktörü sorunu tam olarak tanımlayamaması ve dolayısıyla çözüm yöntemini belirleyememesi dir. Türkiye'nin PKK'ya karşı mücadelesini iki ayrı dönemde (birinci dönem 1984-1999, ikinci dönem 1999-....) incelediğimizde[1] aslında birinci dönemde sorun devlet tarafından  "terör" olarak görülmüş ve ona göre mücadele edilmiş, teröristbaşının yakalanmasıyla ve örgütün yurtdışına 
kaçmasıyla da askeri anlamda terör örgütü mağlup edilmişti.

Bunun hemen sonrasında ise devletin gerekli sosyal, ekonomik, siyasi, diplomatik tedbirleri hayata geçirememesini de fırsat bilen PKK Irak'ın kuzeyindeki güvenli sığınakta aldığı dış desteklerle birlikte 2003'ten sonra yeniden saldırılara başladı. Ancak bu sefer Türkiye'yi yönetenlere ve onların vasıtasıyla Tük milletine bu sorunun bir özgürlükler sorunu olduğu, askeri yöntemlerden vazgeçilerek siyasi çözümün bulunması empoze edildi. Maalesef bunda da başarılı oldular ve PKK terör örgütü AKP'nin müzakere masasına oturmasını sağladı.[2] 

Böylece uğruna binlerce gazi ve şehit verdiğimiz ve askeri anlamda kazanılan 
terörle mücadele siyaseten kaybedilmiş oldu.

Şimdilerde bunun yasal bir zemine oturtularak son imzaların atılması için gün 
sayılıyor. Ve Türkiye kendisinin acı şekilde yaşadığı ancak özellikle 2003'ten 
bu yana dik durup terör diye tanımlayamadığı PKK sorununda dışarıdan gelen 
empozelerle gerçeklere uygun olmayan sözde bir çözüme doğru sürüklenmektedir. 
Bunun sonucun da hatalı çıkması, yeni sorunlar yaratması kaçınılmaz olacaktır.

İşte bu makalede Türkiye'nin bekası açısından maalesef kötü sona doğru yaklaşan bu gidişin neden hatalı olduğunu önemli bir araştırmanın sonucundan faydalanarak ortaya koymaya çalışacağım. Öncelikle önemli bir ayrıntıyı vurgulamak gerekiyor. O da 2002'nin sonundan itibaren iktidarda bulunan AKP'nin 2013 yılı başında kamuoyuna duyurduğu ve sonrasındaki sözde çözüm sürecinde bile sürekli terörle mücadeleden bahsetmesine rağmen on yıldır uygulananların "isyancı-ayaklanan ya da işgale karşı direnen gruplara (insurgency)" karşı yürütülen strateji olduğudur. Bunlar Türkiye'ye dışarıdan dayatılan yöntemlerdir. Dünyada terörle mücadele ve isyancı-direniş gruplarına karşı mücadele stratejilerinin belirlenmesinde esas ülke ABD'dir. Ancak ABD'nin terörle mücadele adı altında Türkiye'ye önerdiği ise kendisinin işgal ettiği ülkelerde ya da BM/NATO gibi uluslararası ve bölgesel kuruluşlar vasıtasıyla müdahil olduğu çatışmaların yaşandığı ülkelerde uyguladığı isyana/direnişe karşı yöntemlerdir.  

Amerikan Yaklaşımı; İsyancı/Direniş Örgütleriyle Müzakere Ederek Sonuca Ulaşma 

ABD'de terörist ve direniş/isyancı gruplarla mücadelede izlenecek politika ve 
stratejilerin neler olabileceği konusunda yapılmış çok sayıda inceleme  ve rapor 
vardır. Çünkü ABD dünyanın her tarafındaki bu tür olayların içindedir. Amerikalı 
araştırmacılar ve karar vericiler de bunları bir sonraki olaylarda kullanmak 
üzere kapsamlı şekilde incelemekte, dersler çıkarmaktadır. Bu araştırmayı 
yapanlardan en dikkat çekici olanı ise Amerikan karar vericiler üzerinde çok 
etkili olduğu bilinen RAND'dır. RAND'ın bu konularda 2010 ve 2013 yıllarındaki 
incelemeleri detaylı raporlar[3] olarak kamuoyuyla da paylaşılmıştır. Bu 
raporlarda dünyadaki 71 adet terör örgütü ve direniş/isyancı grubun neden olduğu çatışma süreçleri, nasıl sonlandırılabileceği incelenmiş ve öneriler 
hazırlanmıştır.

RAND son olarak söz konusu raporlardaki ulaştığı sonuçlardan hareketle bir barış anlaşmasıyla sonuçlanan (incelenen 71 adedinden 13'ü) hükümet-direniş/isyancı grup çatışmalarının hangi safhalardan geçtiğini tespit ederek Afganistan'dan tamamen çekilme hazırlığı yapan ABD'deki konuyla ilgili kişilerin Afganistan'da barışı tesis edecek bir çözüme nasıl ulaşılabileceğine ilişkin önerileri içeren yeni bir rapor hazırlamıştır.[4]

Raporda müzakereyle çözüme ulaşmış örnek olaylardan tespit edilen ve bir barış anlaşmasına götüren temel basamaklar aşağıdaki şekilde tespit edilmiştir. 
Raporda her örnek olayda bu basamakların aynı basamak sırasını takip etmediği, bazen birkaç basamağın eş zamanlı olarak gerçekleştiği, şekildeki basamak sıralamasına uyan tek örneğin Kuzey İrlanda olduğu tespit edilmiştir.  

PKK Terör Örgütüne Direniş/İsyancı Örgüt Muamelesi Yapılıyor

Yukarıdaki şekille Türkiye'de son yıllarda PKK terör örgütüyle ilgili 
gelişmelere bakıldığında şaşırtıcı derecede örtüştüğünü görmekteyiz. Ama yine 
hatırlanması ve akılda tutulması gerekli olan şey PKK'nın bir terör örgütü 
olduğu (en azından devletin resmi söyleminin bu olduğu, halkın (PKK ve yandaşı örgüt/partiler hariç) da buna inandığı), bu şeklin ise terör örgütleriyle değil direniş/isyancı gruplarla müzakere ederek bir anlaşmaya varmanın basamakları olduğudur.

Türkiye'ye PKK terör örgütüyle mücadelede bu yaklaşımı öneren ABD açısından tek terör örgütü olan El Kaide ile mücadelesinde Reagan döneminden Obama yönetimine kadar tüm Amerikan Başkanları terör örgütleriyle görüşülemeyeceğini, teröristler dünyanın neresinde hangi inde saklanırlarsa saklansınlar aranıp bulanarak imha edilmesini ana hareket tarzı olarak kabul etmiştir ve halen de aynı stratejiyi uygulamaktadır. Bunun içindir ki ABD'nin terörle mücadele stratejisi ve direniş/isyancı gruplarla mücadele stratejisi farklıdır ama bizim terörle mücadelede ikincisini esas almamızı istenmektedir. Çünkü PKK ABD'nin terör örgütleri listesinde olmasına rağmen özellikle 1999'da Öcalan'ın yakalanıp teslim edilmesiyle birlikte artık  ABD açısından özgürlük/bağımsızlık arayan bir halk adına terörist yöntemler de kullanan bir direniş/isyan hareketidir.

Terörle mücadele(!) maksadıyla PKK ile müzakere etmek ve müzakerenin safhaları

2012 yılında hükümetin en çok kullandığı ifadelerden birisi "terörle mücadele, 
siyasetle müzakere" idi. Ancak 2012 sonuna gelindiğinde bu ifade "terör 
örgütüyle müzakere" şekline dönüştü ve 2013 başından itibaren fiilen sözde çözüm süreci olarak uygulamaya geçti. İşte bu sürece bakıldığında yukarıdaki raporda belirtilen şekille örtüştüğünü ancak henüz sonuçlanmadığını görüyoruz. Nasıl mı? 

İşte açıklaması.

Belki de söz konusu rapordaki diğer 13 örnek olaydan farklı olarak Türkiye'deki 
PKK örneğinde şekildeki yedi basmak hemen hemen aynı anda gerçekleşiyor. Önce askeri çıkmaz basamağına bakalım. Aslında Türk devleti PKK'yı askeri anlamda 1999'da mağlup etmiş örgütü dağılma noktasına getirmişti. Fakat yukarıda özetle anlatmaya çalıştığım şekilde 2003'ten sonra PKK siyasallaştırılarak ve yine terörü kullanarak yeniden piyasaya sürüldü. Çok ilginçtir ki sözde çözüm sürecinin başlamasından hemen önce de 2012 sonbaharında PKK yine askeri anlamda çözülme aşamasına gelmişken hükümetin MİT Müsteşarı nedeniyle sıkıştığı durum ve açlık grevi tehdidiyle oluşacağı iddia edilen komplike bir sorunu önleyebilecek tek kişi olarak Öcalan'ın parlatıldığı bir senaryoyla Öcalan'ın hükümetin başkanı olan Erdoğan ile temas kurmasının sağlanması, sanki ortada bir askeri çıkmaz varmış, devlet terör örgütünü yenememiş gibi bir ortam yaratılması, daha fazla kan akmasın, Öcalan PKK tarafında her şeye hakim çözüm ondan geçer, Öcalan sadece PKK'yı değil hükümete karşı her türlü girişimi önleyebilecek kudrette kişi algısının oluşturulmasıyla ortam olgunlaştırılmış ve müzakere süreci uygulamaya sokulmuştur.

PKK örneğinde isyancıların yasal müzakere tarafı olarak kabul edilmesi 
safhasının 2013 yılının hemen başında İmralı'da Öcalan ile görüşüldüğün 
kamuoyuna duyurulmasıyla başlamıştır. Burada Öcalan açısından sıkıntılı durum 
bunun henüz TBMM'den çıkarılacak bir kanunla bağlayıcı hale getirilmemiş 
olmasıdır. Hükümet bunu elinde bir koz olarak tutmak isterken Öcalan da 
yaptıkları görüşmelerin kanunsuz olduğu eğer bu kanun çıkmazsa Erdoğan ve ekibi yüce divana gider tehdidiyle hükümeti baskı altında tutmaya devam etmektedir. 
Nitekim şimdi de Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde AKP'yi desteklemek için bu yasal düzenlemeleri şart koşmaktadırlar. Ama bütün bunlara rağmen artık terörist başı Öcalan'ın müzakerenin bir tarafı olduğu hükümet tarafından kabul edilmiş, topluma da bu husus kanıksatılmaya devam edilmektedir.

Ateşkeskonusu PKK'nın uygulamalarında hep olmuştur. Özellikle 1999 öncesi 
dönemde PKK zorda kaldığı dönemlerde tek taraflı ateşkesler ilan etmiş, bu 
dönemleri yeniden toparlanma, güç kazanma için kullanmıştır. Bununla birlikte 
artık kamuoyunun da öğrendiği AKP'nin 2006'dan sonra muhtemelen aracılarla PKK ile gizli irtibatlar kurduğu, görüşmeler yaptığı dönemlerde özellikle seçim 
dönemlerinden önce PKK'nın ateşkes ilan ettiği, devlet buna resmen uymasa da 
PKK'nın yine bu dönemleri güç kazanma için kullanırken AKP'nin de nispeten 
çatışmaların olmadığı önemler olması nedeniyle özellikle seçmenler üzerinde 
siyasi bir argüman olarak kullanmasına fırsat verdiğini, her iki tarafın da 
bundan istifade ettiğini söyleyebiliriz. Kamuoyuna sızdırılan ve İmralı 
zabıtları olarak bilinen 23 Şubat 2013 günü Öcalan'ın kendisini ziyarete gelen 
kişilerle yaptığı görüşmelerde "biz iktidarı AKP'ye altın tepsisinde sunduk" 
ifadesiyle ateşkeslere de referans yaptığı bilinmektedir.[5]

AKP ile PKK arasında bir resmi ara anlaşma imzalandığına dair bir belge henüz 
yoktur. Ancak kamuoyunda Oslo süreci olarak bilinen görüşmelerin sonunda bir 
mutabakat metninin oluştuğu ancak Başbakan'ın buna imza atmadığı iddia 
edilmişti. Bu gerçekleşmeyince de Haziran 2011 genel seçimlerin hemen sonrasında PKK'nın çok kanlı bir terör dalgasını başlattığını biliyoruz. İşte bu gelişmenin yaşanabileceği yukarıda belirtilen RAND raporunda da vurgulanmaktadır. Buna göre eğer taraflar bir ara anlaşma imzalarsa süreç daha sıkıntısız işleyebiliyor ancak bu ara anlaşma tek tarafın imzasıyla yarım kalırsa yeni bir şiddet sarmalı ortama hakim oluyor. İşte Haziran 2011 sonrasında da Türkiye'de olan budur. Yani PKK ile müzakere ederek sonuç alacağına inan AKP hükümeti PKK ile ara anlaşmaya yaklaşmış ancak son anda bundan vaz geçmiştir. Eğer bu gerçekleşseydi PKK büyük bir siyasi zafer elde edecek, Türk devletinin 1984'den bu yana yaptığı bütün mücadeleyi boşa çıkarırken hükümet de elindeki bütün kozları kaybetmiş olacaktı. 
Ancak bu ara anlaşma imzalanmamış olmasına rağmen 2013 başında başlatılan 
müzakerelerin bu imzasız mutabakatın üzerine inşa edildiğini söylemek yanlış 
olmayacaktır. Çünkü terör örgütü elde ettiği bir pozisyondan daha geriye düşmeyi asla kabul etmeyecektir.    

Sızan Oslo ve İmralı görüşmeleri tutanakları yetki paylaşımı başlığı altına 
giren konuların AKP ile PKK arasındaki gizli görüşmelerde sürekli görüşüldüğünü 
göstermektedir. Zaten PKK ve ilintili parti/örgütler bu taleplerini açıkça dile 
getirmekle birlikte, söz konusu gizli görüşmelerde bunların detaylarına 
girildiği, sonuçta Türkiye'nin nasıl bir rejimle yönetileceğinin, görevden 
alınacak kamu görevlilerinden anayasada yer alacak hususlara kadar paylaşım 
konularının görüşüldüğü anlaşılmaktadır. Nitekim sonraki süreçte bunlardan bir 
kısmının demokratikleşme paketi adı verilen yasal düzenlemeler içine katılarak 
hayata geçirildiği de bilinmektedir. Bu kapsamda kamuoyunda da açıkça en çok 
tartışılan konular genel af ve seçimlerdeki yüzde on barajıdır. Yüzde on barajı 
konusunda adım atılması, oranın düşürülmesinin demokratik kriterler açısından 
genelde desteklendiği ve önümüzdeki süreçte bir şekilde çözüleceği 
beklenmelidir. Ancak genel af konusu sıkıntılıdır. Çünkü teröristlerin hiçbir 
ceza almadan af edilmesini topluma anlatmak zor gözükmektedir. Diğer taraftan PKK'nın da aftan yana olmadığını söylemeliyiz. Çünkü af PKK'nın yaptıklarının suç olduğunu vurgulayan bir uygulamadır. Halbuki onlar yaptıkları silahlı terörün haklı bir gerekçesi olduğunu, suçlu olmadıklarını, dolayısıyla herhangi bir sorgulama, yargılama ve af olmadan doğrudan sisteme dahil olmayı istemektedir. Dolayısıyla hükümetle varılacak bir çözüm yada barış anlaşmasının bir tarafı olarak devletin yasal güçleri nasıl muamele görüyse PKK'lı teröristlerin de aynı şekilde muamele görmesini beklemektedirler. Bu da yetki paylaşımının en çetrefilli konularından birisi olarak gündemdedir. Ama 
karşınızdakini isyancı/direniş grubu olarak kabul ederseniz bu tür talepleri 
geri çevirmeniz de zor olacaktır. Ayrıca PKK taleplerinin resmen, yasal olarak 
ve pratikte uygulamaya geçtiğini görmeden silah bırakmayı da düşünmemektedir ki silah bırakmayan bir örgüte af çıkarılması da ciddiyetten uzak bir yaklaşım olacaktır. Bununla ilişkili olarak PKK yönetimi mevcut silahlı gücünü ilan etmeyi hedeflediği özerk bölgenin özsavunma gücü olarak kullanmayı planladığından silah bırakmayı düşünmemektedir.

İsyancı grup liderliğinin ılımlılaşmasıkonusu PKK örneğinde tam bir sanal 
senaryoyla uygulamaya sokuldu. Yıllardır PKK sorunun siyasi yollardan çözülmesi gündeme getirilerek devletin karşısına sürekli bir muhatap çıkarılması gerektiği tartışılmış ve Öcalan'ın adı sürekli zikredilmiştir. Nitekim hapiste olan 
Öcalan, en son 2012 sonbaharındaki açlık grevini önleyebilecek tek kişi algısı 
oluşturularak zaten son birkaç yıldır devam eden muhatap kim olacak 
tartışmasında vazgeçilmez, barışı sağlayabilecek tek kişi algısıyla hükümetin 
daha doğrusu Başbakan Erdoğan'ın karşınsa çıkarıldı. Bu süreçte Öcalan sürekli 
iyi polisi, yapıcı rolü oynadı. Terör örgütünün diğer yöneticileri gerektiğinde 
kötü polis rolünü oynayarak Öcalan'ın ılımlı ve aranan lider kişi olarak 
sunulmasını sağladı. Halbuki sızan Şubat 2013 İmralı görüşmeleri ve son olarak 
Mart 2014'de sızan Öcalan'ın İmralı'daki diğer mahkumlarla görüşmelerindeki 
ifadeleri, Öcalan'ın ılımlı, barış yapıcı tavrının bir maske olduğunu, bunu 
görüşmelerde ve müzakerelerde karşı tarafı aldatmaya yönelik bir tavır olduğunu, Öcalan'ın hiçbir şeyden vazgeçmediğini göstermektedir.

PKK ile müzakerelerde garantör üçüncü şahıs arayışları devam etmektedir. Aslında garantörlük mekanizması tecrübe edilmiştir. Çünkü Oslo sürecindeki görüşmelerin üçüncü bir şahıs/devlet garantörlüğünde yapıldığı artık bilinmektedir. Bununla birlikte PKK tarafının şimdiki sözde çözüm sürecinin yürütülmesini takip edecek bir gözlem heyetinin de resmen kurulmasına yönelik talepleri vardır. Bu heyetin Meclis'ten temsilciler olabileceği gibi yabancı-uluslararası kuruluşlardan veya akil insanlar heyeti benzeri bir grup olabileceği bunun için de TBMM'den bir kanun çıkarılması istenmektedir. PKK tarafının ayrıca uluslararası bir gözlemci heyeti için de girişimleri vardır. AKP tarafının ise bu konuyu da yine elinde bir koz olarak tutarak iç politik gelişmelere bağlı olarak ele alması beklenmektedir. Oslo sürecinde garantör uygulamasını hayata geçiren tarafların müzakereler için de bir garantör mekanizmasında anlaşması hiç de uzak bir ihtimal değildir.

Tarihi vazifede(!) Son viraj  

Türkiye'de 30 Mart'ta yapılan yerel seçimlerle birlikte PKK ile müzakerelerde 
son viraja girilmiş gibi gözüküyor. Bu müzakerelerin barış anlaşmasıyla 
sonuçlanabilmesi için Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin AKP'nin daha doğrusu 
Başbakan Erdoğan'ın istediği şekilde çözülmesi gerekmektedir. 2013 başında 
başlayan sözde çözüm süreci müzakereleri karşılıklı yoklamalar, PKK'nın terörist 
faaliyetlerini tehditlerini şantajlarını görmezden gelmeler, demokratik paketler 
içine sıkıştırılmış tavizlerle yerel seçimlere kadar getirildi. Ama Türkiye'nin 
iç siyasi ortamı PKK'nın beklediği bir barış anlaşmasının imzalanmasını henüz 
mümkün kılmamaktadır.

Fakat PKK'nın artan tehdit ve şantajları, dış baskılar bu sorunda Türk 
milletinin istemediği şekilde de olsa bir sonuca ulaşılmasını dikte etmektedir. 
Bunun perde arkasında da ABD'nin olduğu söylemek bir komplo teorisi değildir. 
ABD'nin Ankara'daki Büyükelçisi daha birkaç gün önce bu konuyu yapılması gereken bir "tarihi vazife" olarak tanımlamaktadır.[6] İlk başta tepki çekmesine rağmen bu tanımlamanın arka planında 1999'da Öcalan'ın neden ve hangi şartlarla Türkiye'ye teslim edildiğini açıklayan aynı büyükelçinin açıklamalarında yer almaktadır.[7] Yani daha Öcalan teslim edilirken bu tarihi vazife Türk 
hükumetleri ne verilmiştir.

İşte öyle bir ortamda biraz da zamanlamanın dikkate alınmasıyla Cumhurbaşkanlığı seçimlerinden sonra (Öcalan'ın emriyle Başbakan Erdoğan'ın adaylığını destekleyecek PKK/BDP tabanı) PKK'nın beklediği yasal düzenlemelerde somut adımlar atılabilecektir. Bu süreç içinde yeni MİT kanunun çıkarılarak geç de olsa dolaylı yoldan müzakerelerin yasal güvenceye alınması, yeni MİT kanunun verdiği yetkilerle Öcalan'ın İmralı'da veya başka yerlerde PKK'nın diğer yönetici kadrolarıyla görüştürülmesinin sağlanması, Öcalan'ın ziyaretçi yelpazesinin (yabancı heyetler, gazeteciler vs) genişletilmesi, güneydoğuda fiili özerklik uygulamalarının genişlemesine ve derinleşmesine sessiz kalınması gibi uygulamalarla PKK'nın imzalı, resmi ve yasal bir metine yönelik baskılarının azaltılması sağlanabilecektir.

Sonuç

Türkiye 30 yıldır PKK terör örgütüyle mücadele etmektedir. 1999'a gelindiğinde 
PKK'nın lideri yakalanmış, yargılanmış, hapse atılmış, PKK askeri anlamda mağlup edilmiş, tükenmiş,  dağılma noktasına getirilmiştir. Ancak Türkiye'nin yanlış ve eksik sosyo-ekonomik politikaları ve PKK'yı taşeron olarak kullanan güçlerin hedefleri özellikle 2003 sonrasında PKK terör örgütünü yeniden sahneye çıkarmıştır. Ancak bu sefer terörün siyasallaşmasının ve PKK'nın bir 
direniş/isyancı örgüt kimliğine bürünmesinin önünü açan dışarıdan empoze edilen yöntemler Türkiye'nin terörle mücadelesinde uygulanmıştır.

2013 yılı başından itibaren PKK ile hükümet müzakere eder pozisyondadır. Bu 
durum PKK'nın terör örgütü kimliğinden kurtulup özgürlükler bağlamında mücadele eden bir direniş ya da isyancı örgüt algısını yaratmıştır. Etnik temelde farklı olduğunu iddia eden bir direniş ya da isyancı örgütle müzakere ettiğinizde de barış anlaşmasına giden yolda onların farklılığını ortaya koyacak bazı 
tavizlerin (özerklik, federal yapı, konfederasyon, merkezi yönetimde ve 
kurumlarında kotalar vs) verilmesi de kaçınılmaz olacaktır. Halbuki terör 
örgütüyle ve teröristlerle mücadele edilseydi onlarla müzakere edilmez tam 
tersine ya onları saklandıkları inde bulup işlediği suçların karşılığında ceza 
almaları için yargıya havale edersiniz ya da teslim olmazlarsa onları etkisiz 
hale getirirsiniz, taviz vermeniz söz konusu olmaz. Gerçek anlamda terörle 
mücadele için lütfen ABD'nin El Kaide ile mücadelesini inceleyiniz.

Diğer bir sonuç da 1984'te etnik bölücülük politikasıyla ortaya çıkan PKK 
sorununun her ne kadar devlet açısından terörle mücadele ediliyor PKK açısından da Kürtlerin hakları için mücadele ediliyor gibi sunulmasına rağmen bugün artık kişiselleşmiş bir mücadele altında yürüdüğünü söyleyebiliriz. O da Erdoğan ile Öcalan'ın mücadelesidir.  Erdoğan her ne kadar 11 yıldır Başbakan olmasına rağmen artık AKP ve hükümet denildiğinde Erdoğan tek başına anılmaktadır, partinin ve hükümetin yerel seçim propagandaları bile Erdoğan'ın resimleri, sözleri üzerinden yapılamaktadır yani parti ve hükümet Erdoğan'ın kimliğinde toplanmıştır. Her şey Erdoğan'ın Başbakan olması ve şimdi de Cumhurbaşkanı olması üzerine kişiselleştirilmiştir.  Diğer tarafta da ömür boyu hapse mahkum bir terörist hapishanede terörü sonlandırılabilecek, Kürtlerin haklarını savunabilecek tek kişi olarak sunulmaktadır. Halbuki sızan görüşme zabıtları ve PKK/BDP cephesinin talepleri bütün mücadelenin Öcalan'ın özgürlüne odaklandığını göstermektedir. Onun içindir ki süregelen ve artık son viraja giren 
müzakerelerin asıl hedefi Erdoğan ile Öcalan'ın hedeflerinin gerçekleşmesine 
göre şekillenecektir. Onun içindir ki hükümet ile PKK arasında yapıldığı iddia 
edilen müzakereler aslında Erdoğan ile Öcalan arasındadır ve muhtemel bir barış anlaşması da ikisi arasında olacaktır. Ama kişisel hesaplar üzerinden yapılacak devleti, rejimi şekillendirme gayretlerinin hem o kişilere hem de devlete ve topluma fayda sağlaması beklenemez. Ama şu bilinmelidir ki bu hiç de kolay bir viraj değildir. Türk milletinin senaryo üzerindeki farkındalığının artmasıyla birlikte bu son viraja girdiklerini düşünenlerin oradan istediklerini alarak çıkması da zora girecektir.

DİPNOTLAR;

[1] "Çapulcudan özgürlük savaşçısına, terörden direnişe, direnişten 
bağımsızlığa; PKK terör örgütünün dönüştürülmesi", 27 Mayıs 2013, Cahit Armağan Dilek, 
http://www.21yyte.org/tr/arastirma/terorizm-ve-terorizmle-mucadele/2013/05/27/7012/capulcudan-ozgurluk-savascisina-terorden-direnise-direnisten-bagimsizliga-pkk-teror-orgutunun-donusturulmesi.r
Erişim tarihi 01 Nisan 2014.

[2] "PKK'nın yeni stratejisi; adam öldürme, fikir öldür", Cahit Armağan Dilek, 21.yy Dergisi Kasım 2013 sayısı.

[3] RAND'ın bu konularda yayımladığı raporlar:

• Victory Has a Thousand Fathers: Sources of Success in Counterinsurgency,  
Christopher Paul, Colin P. Clarke, and Beth Grill, (MG-964-OSD), 2010.

• Victory Has a Thousand Fathers: Detailed Counterinsurgenc, Case Studies, 
Christopher Paul, Colin P. Clarke, and Beth Grill, (MG-964/1-OSD), 2010.

• Paths to Victory: Lessons from Modern Insurgencies, Christopher Paul, Colin P. 
Clarke, Beth Grill, and Molly Dunigan, (RR-291/1-OSD), 2013.

• Paths to Victory: Detailed Insurgency Case Studies, Christopher Paul, Colin P. 
Clarke, Beth Grill, and Molly Dunigan, (RR-291/2-OSD), 2013.

• Counterinsurgency Scorecard: Afghanistan in Early 2013 Relative to 
Insurgencies Since World War II, Christopher Paul, Colin P. Clarke, Beth Grill, 
and Molly Dunigan (RR-396-OSD, 2013)

[4]From Stalemate to Settlement, Lessons for Afghanistan from Historical Insurgencies That Have Been Resolved

Through Negotiations, Christopher Paul and Colin P. Clarke, 2014.

[5] "İşte İmralı görüşmesinin tutanaklarının tam metni", 28 Şubat 2013, 
http://t24.com.tr/haber/iste-imralidaki-gorusmenin-tutanaklari/224711. Erişim tarihi 07 Nisan 2014.

[6] "Ricciardone'den önemli açıklamalar", 07 Nisan 2014, 
http://www.hurriyet.com.tr/gundem/26165895.asp. Erişim tarihi 07 Nisan 2014.

[7] ABD'nin Ankara Büyükelçisi Ricardione Mayıs 2011'de 32.Gün programındaki röportajında "Öcalan'ın yolda ölmemesi, doğru bir dava görmesi, Kürt sorununda önemli adımlar atılması, idam edilmemesi" koşulların olduğunu doğruluyordu. 
“Öcalan'ı biz teslim etmedik, sadece Türkiye’nin işini kolaylaştırdık”,         
Gazetevatan, 
 http://haber.gazetevatan.com/ocalani-biz-teslim-etmedik-turkiyenin-isini-kolaylastirdik/377067/1h/gundem, (13.05.2011). Erişim tarihi 07 Nisan 2014.

Uzman Hakkında
Cahit Armağan DİLEK
Politik-Sosyal-Kültürel Araştırmalar Merkezi

Uzmanın Diğer Yazıları

  ABD'nin IŞİD konulu "Harp Oyunu"; IŞİD'le mücadelede neler olacak?  
  ABD Düğmeye Bastı: Batı Kürdistan Kuruluyor, Öcalan Özgür Kalıyor 
  IŞİD tehdidinin "Kazananları" ve "Kaybedenleri" 
  IŞİD Eliyle Irak'ın Yeniden Dizaynı: Kerkük'ten Sonra Musul Barzani'ye Peşkeş 
  Mi Çekiliyor? 
  Türkiye'nin Cumhurbaşkanını Seçmek; Kim Seçilirse Ne Yapar, Hangi Kararları Alır? 
  Başbakan'ın "Terörün Nedeni" Tanımlaması ve Türkiye'yi Bekleyen Tehlikeler 
  PKK'nın zaferini, Öcalan'ın Özgürlüğünü, Kürdistan'ın kuruluşunu, Türkiye'nin 
  bölünüşünü ilan eden kanun 
  TSK Neden Hedef Alındı ve Nasıl Bertaraf Edildi? 
  Üç Kollu Gemi Halatı ve Yeni MİT Yasası 
  AKP (Erdoğan) - PKK (Öcalan) Barış Anlaşması Son Virajda 
  Türk-Amerikan ilişkilerinde ABD'nin manivelaları; NATO, İncirlik, PKK ve Cemaat 
  İki Buçuk Savaş Tehdidinden "İki Buçuk Devlet & İki Buçuk Hükümet Tehdidi"ne 
  Dönüşen Türkiye'nin Beka Sorunu 
  Amerikan İstihbaratının 2014 Yılı Küresel Tehdit Değerlendirmesi ve Türkiye'nin Durumu 
  ABD-Romanya Stratejik Ortaklığı; ABD Artık Sürekli Karadeniz'de  
  ABD Enerji Alanında da Süper Güç Oluyor 
  Tokyo 2020; Küresel Güç Dengeleri ve Asya-Pasifik'in Yükselişi 
  Esad'ı Cezalandırmak ve Askeri Operasyonun Sürpriz Etkisi 
  Amerikan Ordusu Suriye’de Askeri Harekâta Hazır mı ve Sürdürebilir mi? 
  ABD Suriye'yi Neden Vurmalı, Neden Vurmamalı?  
  PKK Terör Örgütüyle Mücadelenin Mitleri 
  Çapulcudan Özgürlük Savaşçısına, Terörden Direnişe, Direnişten Bağımsızlığa: 
  PKK Terör Örgütünün Dönüştürülmesi 

***

1 Nisan 2018 Pazar

AKP’nin Uzan’ı susturma operasyonu,

AKP’nin Uzan’ı susturma operasyonu:


İnan Kahramanoğlu
23.02.2004/Sayı:

Cem Uzan AKP’nin Uzan’ı susturma operasyonu:
“Bürokratik diktatörlük” iş başında

Cem Uzan

AKP hükümetinin Uzanlara yönelik yoketme operasyonu 15 Şubat’ta Uzanlara ait 380 şirkete el konulmasıyla büyük ölçüde tamamlanmış oluyor.

Uzanlara kim neden saldırıyor? Uzan konusunda nasıl bir tavır almak gerek? Herkes tarafından merak edilen ve cevaplandırılması beklenen sorular bunlar.

AB lobisinden Uzanlara ölümcül darbe

Aslında Operasyonun gerekçesi ve kimler tarafından tezgahlandığı gün gibi ortada. Operasyona yönelik tepkilere baktığımızda Uzanlara karşı oluşan ortak cepheyi kolaylıkla görebiliyoruz. AKP, AKP yandaşı şeriatçı basın yayın kuruluşları, TÜSİAD ve Aydın Doğan, Uzanlar’a yönelik linç kampanyasının baş aktörleri.

Şeriatçı basın olayın ardından AKP’yi yolsuzlukla mücadele konusundaki başarılarından ötürü kutluyor. Vakit AKP’yi alkışlıyor ve devamının gelmesi dileğinde bulunuyor.

Tayyip’in bir yılı aşkın iktidarı boyunca Kıbrıs’tan Kuzey Irak’a dış politikada gösterdiği verkurtulcu tavır, Büyük şeytan ABD ile işbirliği, Yahudi lobisinden aldığı ödüller ve canciğer kuzu sarması pozları düşünüldüğünde, şeriatçıların zar zor buldukları bu kozu ellerinden geldiğince iyi kullanmaya çalışmaları doğal. Şaşırmıyoruz.

Uzanların baş düşmanı Doğan Medya gazeteleri de olayı sevinçle karşılıyorlar. Hürriyet Genel Yayın Yönetmeni Ertuğrul Özkök, Uzan operasyonunu değerlendiren yazısında Uzanların yolsuzluklarından hortumculuklarına, bu ailenin Türkiye açısından nasıl bir talihsizlik olduğunu anlatıyor, Uzanların devletin ve halkın sırtına bindirdiği milyarlarca dolardan bahsederek operasyondan duyduğu memnuniyeti dile getiriyor. Elbette Türk basınındaki bu “kara leke”nin temizlenmesiyle ortalık “basın ilkeleri” doğrultusunda çalışan, pür-i pak Doğan Medya’ya kalıyor. Özkök, patronu Aydın Doğan’a yönelik yolsuzluk iddialarını, Doğan’ın AKP ile seçim öncesinde yaptığı pazarlıkları ve işbirliği karşılığı verilen teşvik ve borç ertelemelerini bir çırpıda unutturuveriyor.

Banka hortumcusu işadamlarına kelepçe takıldığında ortalığı ayağa kaldıran Özkök, Cem Uzan’ın yokedilmesini büyük bir memnuniyetle seyrediyor. Doğan Medya’nın “ilkeli” yayıncılığını ibretle seyrediyoruz.

Adalet Bakanı Cemil Çiçek ise baştan sona hukuksuzluk örneği olan ve hiçbir maddi dayanağı olmayan bu yoketme girişiminin kişisel bir yanının bulunmadığını söylüyor. Çiçek’in açıklamasına sadece gülüyoruz.

Uzan operasyonu TÜSİAD çevresinde de benzer tepkilere yolaçıyor. Büyük sermaye hem önemli rakiplerinden birisinin yok edilmesiyle seviniyor hem de hükümetle olan yakın ilişkilerini operasyona verdiği destekle pekiştiriyor. Sermayenin işbirlikçiliğine verip normal karşılıyoruz.

Peki ama bütün yaşananlardan sonra Uzan olayını nasıl değerlendirmek gerekli?

AKP siyasi rakiplerini ortadan kaldırıyor

AKP, TÜSİAD ve Doğan Medya’nın başını çektiği AB lobisi bu son operasyonla birlikte Uzanlara açtıkları savaşı öldürücü bir darbeyle noktalamış oluyor.

AB lobisi tarafından basit bir yolsuzluk operasyonu olarak gösterilmeye çalışılsa da olayın tamamen siyasi gerekçelerle yapıldığı ortada.

AKP 3 Kasım seçimlerinin ardından tek başına iktidara gelirken Cem Uzan’ın Genç Parti’si üç ay gibi kısa bir sürede %7.5 gibi önemli bir oy oranına ulaşarak AKP karşıtı muhalefetin başına geçmişti. Genç Parti, AB ve IMF karşıtı söylemleriyle her geçen gün oy oranını biraz daha arttırmaktaydı.

AKP’nin yarattığı rejim tehlikesine karşı en büyük tepki Uzan’ın Genç Parti’sinden ve Uzan’a ait Star televizyonu ve Star gazetesinden geldi. Tayyip’in Berlusconi ile görüşmesinden Hikmetyar’ın dizlerinin dibinde çekilmiş fotoğraflarına kadar pek çok konuda olay yaratan ve AKP’yi zor durumda bırakan yayınlar Star medyası aracılığıyla yapıldı. Star Grubu’na şimdi bu yayınlarının bedeli ödettirilmek isteniyor.

Dünya basın tarihinde görülmemiş bir olay olsa gerek, Star ana haber sunucusu Can Ataklı RTÜK tarafından televizyona çıkmama cezasına çarptırılıyor. Fikir özgürlüğünden bahsetmek istiyoruz ama bu olaydan sonra abes kaçacağını düşünüyoruz.

Star gazetesine ve televizyonuna el konuluyor. Bir gün öncesine kadar iktidara karşı en sert muhalefeti yürüten bir gazete bir gece içinde devletin resmi yayın organına dönüştürülüyor. Gazetenin yeni çizgisini kabul etmeyen gazetecilerin yazı ve haberleri sansürleniyor. Antikomünizm deyince mangalda kül bırakmayan AKP böylece Stalin Rusyası’nda bile rastlanmayacak komik uygulamaları yürürlüğe sokmuş oluyor.

AKP 21. yüzyıl Türkiyesinde, şeriatçı şeyhliklerde bile görülmeyen bir sansür uygulamasına girişirken Türkiye’nin sürüklendiği bataklık için ister istemez endişeleniyoruz.

Uzan AKP’nin %50 oy hedefine kurban ediliyor

Uzan operasyonunun bu derece hızlı ilerletilmesinin arkasındaysa yaklaşan yerel seçimlere yönelik AKP planı var. Tayyip 3 Kasım’dan sonra en büyük rakiplerinin Genç Parti olduğunu söyleyerek AKP’nin Cem Uzan’ın bu büyük yükselişinden duyduğu korkuyu itiraf etmek zorunda kalmıştı.

Uzanlarla AKP arasındaki çatışma da 3 Kasım seçimlerinin hemen ardından başlamıştı. Aradan geçen bir yıllık süreç içinde adım adım yürüyen Uzan darbesi Uzanların bütün mal varlığına el konulmasıyla AKP’nin istediği biçimde sonuçlanmış oluyor.

AKP bu atağıyla siyasi alandaki bütün rakiplerinin neredeyse tamamen silindiği bir tabloda yerel seçimlerde %50’yi aşan bir oy oranı yakalayarak yaşadığı meşruluk bunalımını atlatmaya çalışıyor.

Türban ve YÖK tartışmalarından Kıbrıs ve Kuzey Irak’a kadar her alanda Türkiye’nin devlet politikasına tamamen aykırı uygulamalara girişen ve bu nedenle de Cumhurbaşkanlığı’ndan Genelkurmay’a kadar bütün devlet kurumlarıyla çatışma noktasına gelen AKP’nin sadece arkasına aldığı AB ve ABD desteği ile Türk devletinin direnişini kırması mümkün değil.

Yerel seçimlerde alınacak %50’lik bir oy oranı AKP politikalarının halk tarafından desteklendiği şeklinde sunulacak ve böylelikle de devletten gelen direniş kırılabilecek. Yerel seçimlerde istenilen başarı yakalanırsa arkasından erken bir genel seçim de gündeme alınarak AKP’nin Türk siyasetinin tek hakimi konumuna getirilmesi de sözkonusu olacak.

Uzan operasyonu da işte bu noktada anlam kazanıyor. Genç Parti 3 Kasım seçimlerinde özellikle İstanbul, Ankara, İzmir gibi büyükşehirlerde büyük bir oy patlaması yapmıştı. Örneğin İzmir’de Genç Parti’nin oy oranı %15’i bulmuştu. Dolayısıyla AKP’nin hedeflediği %50’lik oy oranını gerçekleştirmesinin önündeki en büyük engel Genç Parti. Uzanların tasfiyesiyle seçimler AKP için dikensiz gül bahçesine çevrilmek isteniyor. AKP en büyük siyasi rakibini elindeki iktidar gücünü kullanarak yokediyor.

AKP demokrasisi: Bürokratik diktatörlük

Uzan operasyonunun Türkiye tarihinde şu ana kadar eşi benzeri görülmemiş bir hukuksuzluk örneği olduğunu söylemek gerek. 12 Eylül’ün sıkıyönetim koşullarında bile taraflı da olsa bir yargılama süreci işletiliyordu. Oysa Uzanların karşı karşıya kaldığı durum 12 Eylül’ü mumla aratır nitelikte. Uzanlara ait şirketler polis tarafından basılıyor, çevik kuvvet ekipleri Cem Uzan’ın kendisine ait şirketine girmesine engel oluyor. Dahası Star TV ve Star gazetesine girmesi yasaklanan isimlerden oluşan bir liste oluşturuluyor ve gazete çalışanları ve hatta sahibi Cem Uzan kendisine ait bir kuruma sokulmuyor. Peki ama bu insanlar hangi gerekçelerle bir gazete binasına sokulmuyorlar, hangi kanuna dayanarak içeri alınmıyorlar. Bu soruların mantıklı bir cevabı elbette yok. Çünkü ortada tamamen keyfi bir uygulama sözkonusu. Olay bütün Türkiye’nin gözü önünde cereyan ediyor ancak olaya müdahale edecek tek bir yetkili bulunamıyor. Bu AKP’nin yarattığı diktatörlüğün boyutlarını da ortaya koyuyor.

Olayın basına yansıma şekli bile ortada bugüne kadar alışık olmadığımız bir durumun varlığını gösteriyor.

Operasyona ilişkin haberleri aktaran gazetelerin neredeyse tümünde benzer başlıklar göze çarpıyor: “Uzanların 380 şirketine el konuldu”, “TMSF, Uzan Grubu’na bağlı 219 şirkete el koydu”

Uzan operasyonu ile birlikte TMSF, BDDK, EPDK gibi bir çok kuruluşun adı ön plana çıktı. Önce EPDK (Enerji piyasası düzenleme kurulu) tarfından Uzanlara ait ÇEAŞ ve KEPEZ Elektrik’e el konuldu. Ardından yine Uzanlara ait İmar Bankası BDDK(Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurulu) tarafından devralındı. Son operasyonla birlikte TMSF gibi, bırakın sıradan bir vatandaşı konuyla ilgili bir çok insanın bile ne işe yaradığını bilmediği bir kurul tarafından Türkiye’nin en güçlü sermaye gruplarından biri ve yine en büyük siyasi partilerinden biri bir çırpıda yok edilebiliyor. İnsan doğal olarak 380 şirkete birden el koyan TMSF’nin ne olduğunu , bu gücü nereden aldığını merak ediyor.

Burada AKP’nin Türk yargısını ve Meclisi devre dışı bırakarak istediği her türlü kararı alabileceği bir mekanizma yaratarak tam anlamıyla bir diktatörlük kurduğunu görmemek mümkün değil.

TMSF, bilmeyenler için açılımını yazalım, Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu, iki ay önce AKP’nin Meclis’ten geçirdiği kimi kanun değişiklikleriyle birlikte yeni bir statüye kavuştuktan sonra ilk iş olarak Uzanlara ait şirketlere el koydu.

AKP’nin Uzan’lara ait ÇEAŞ ve KEPEZ elektrikten sonra İmar Bankası’na el koymak için geçen aralık ayında çıkardığı 5020 sayılı yasanın da Anayasa’ya aykırı olduğu söyleniyor.

AKP yasal dayanağı tartışmalı kurullar ve anayasaya aykırı yasalarla yargıyı hiçe sayarak adım adım bir diktatörlük rejimine doğru gidiyor.

AKP’nin muhafazakar demokrasisinin aslında antidemokratik ve hukuku ortadan kaldıran bir bürokrasi diktatörlüğü olduğunu görüyoruz. Şeriatçıların ilkel baskı dürtüsüyle örtüştüğü için yadırgamıyoruz. Ancak hala ne idüğü belirsiz bir demokrasi aşkı adına AKP iktidarını savunanlar için üzülüyoruz.

12 Eylül’ü mumla aratan AKP faşizmi

AKP’nin Türkiye için öngördüğü rejimin 12 Eylül türü baskı rejimlerini bile aratacığını görmek açısından Uzan olayı önemli bir gösterge. Her fırsatta Kemalizmi baskıcı ve otoriter bir rejim olarak gösteren, Türkiye’de Ordu’nun müdahalelerini antidemokratik olarak nitelendiren ve demokrasi havarisi kesilen AKP’nin özlediği rejimin ne olduğu ortaya çıkmış oluyor. AKP her türlü yargı sürecini bir kenara atarak kurduğu sözde özerk kurullar aracılığıyla iktidarın bütün isteklerini tek bir emirle yerine getiren bir mekanizma kurmuş durumda. Doğrudan iktidarın emrine tabi bu mekanizma ile Uzanlara ait yüzlerce şirkete bir gecede el konulabiliyor ve bunun yasal bir dayanağının olup olmadığı kimseyi ilgilendirmiyor.

Oysa bugün özerk kurullara devredilerek doğrudan siyasal iktidarın tasarrufuna bırakılan karar alma süreçlerinin gerçekte yargı tarafından işletilmesi şart.

Ancak AKP yargıyı devre dışı bırakma ve hukuku çigneme konusunda zoldukça tecrübe kazanmış durumda. Bizzat Tayyip’in kendisi halkı kin ve düşmanlığı tahrik etmekten yargılanıp hapse düşmüş ve milletvekilliği yolu kapanmışken bugün Türkiye Cumhuriyeti’nin başbakanı olabildiyse bu hukukun ayaklar altına alınması pahasına gerçekleşmiştir. Şimdi AKP Tayyip’in izinden gitmektedir.

AKP böylelikle bir taşla iki kuş vurmuş oluyor. Bir yandan en büyük siyasi rakibi Uzanları ortadan kaldırırken bir yandan da yargının devre dışı kalması ve dokunulmazlık zırhı sayesinde kendi hükümetindeki yolsuzluk sanıklarını korumaya almış oluyor.

Uzanlara saldıranlar Tayyip’i savunuyor

Bütün yaşananlardan sonra aslında son derece hukuksuz, kasıtlı ve yoketmeye yönelik bir siyasi operasyonla karşı karşıya kaldığımızı söyleyebiliriz. Ancak bu kadar açık gerçeklere rağmen konuya ilişkin değerlendirmeler içinde özellikle ön plana çıkan yanlış bir bakış açısı, Uzan olayında doğru tavır alınmasını da engelliyor. AKP’nin yaptığı bütün hak ve hukuk ihlallerini kabul eden ancak buna rağmen “Uzan da sütten çıkmış ak kaşık değil” diyerek Uzanlara cephe almayı öneren bakış açısı ister istemez Uzanlara karşı Tayyip’in safına düşmüş oluyor.

Madem Uzan devletin ve milletin parasını dolandıran bir hortumcu o halde bu hortumcuya gereken cezayı veren iktidarı desteklemeyip de ne yapmalı?

Burada temel yanlış Uzan’ın serveti ya da bu serveti nasıl edindiğini tartışmak. Kimse boşuna temiz sermaye, dürüst sermayedar aramasın, bulamaz. Sorun Uzan’ı savunmak ya da savunmamak gibi dar bir çerçeve de de ele alınamaz.

Uzan olayı Türkiye’de Batıya bağımlı bir ılımlı hilafet rejimi kurmak isteyen Türkiye’yi AB ve ABD çıkarları doğrultusunda parçalamaya çalışan, Cumhuriyet adına ne varsa ortadan kaldırmaya yeminli bir gerici iktidarla Türkiye’nin bağımsızlığını savunan güçler arasında yaşanan mücadele içinde yerli yerine oturtulabilirse ancak doğru değerlendirilmiş olur.

Uzanlar zaten tam da bu nedenle yok edilmek isteniyor. Uzan’ın Genç Parti’si Atatürkçülerin Atatürkçülük, milliyetçilerin milliyetçilik, solcuların solculuk yapmadığı bir ortamda ortaya çıktı ve itiraf etmek gerek, bunların hepsini de olabildiğince yaptı. Zaten Genç Parti’nin üç ay gibi kısa bir süre içinde bu kadar büyük bir oy oranına ulaşmasının arkasında da bu yatıyor.

Dolayısıyla bugün Atatürkçülük, solculuk ya da milliyetçilik adına Uzan’ı eleştirenler önce kendilerini sorgulamalıdır. Onların üzerlerine düşen görevleri yapmadıkları bir ortamda bu görev bir sermayedara kaldıysa herkesin dönüp önce kendisini eleştirmesi gerekmez mi?

Türkiye’nin geldiği kritik noktada asıl ihtiyaç bir an önce AKP’den kurtulmaktır. O nedenle AKP’nin nasıl bir rejim hedeflediği, hangi güçlerin taşeronluğunu yaptığı halka anlatılmalıdır.

Uzanların tasfiyesi bu mücadelede önemli bir gedik açmıştır. Ancak Star TV ekranlarına yansıyan direnişin sloganına hala ihtiyaç var: “Cumhuriyet için”!

http://www.turksolu.com.tr/50/turkiye50.htm