YEREL SEÇİMLER ULUSAL DÜŞMANLAR
BÖLÜM 2
1. Türkiye’nin Karabasanı Korkular
Günümüz Türk siyasal kültüründe ötekiliğe hapsedilen kimliklerin üretim süreci yeni ulus-devletin kuruluş süreciyle birlikte işlemeye başlamıştır.
İmparatorluğun dağılmasının yarattığı travma ile birlikte erken cumhuriyet
evresinde Kürt etnisitesi ve irtica, iki büyük korku kaynağı olarak kurgulanmış tır. Bu iki korku kaynağı bir yandan rejimin türdeş ve homojen toplum kavrayışına tezatlık oluştururken, diğer yandan rejimin beslendiği pozitivist ilerleme ve düzen mantığına karşı bir tür kaos gösterenlerdir. O nedenle kurucu söyleme karşı geliştirilen her türlü alternatif düşünce ve eleştiri bölücülük, bozgunculuk ve hainlik türü damgalarla ötekileştirilerek meşruiyet alanı dışına itilmiştir. Ancak soğuk savaş yılları ile birlikte hem dünya hem de Türkiye için yeni bir korku kaynağı belirir: komünizm.
Komünizm, Türkiye.nin sağ ve sol ideolojilerle tanışmaya başladığı 1960 lı yılların ortalarından itibaren daha somut ve görünür bir tehdit olarak
algılanacaktır. Bayarın “ Bu Kış Komünizm gelecek ” sözü, tehdit ve korku halini sembolize etmesi açısından oldukça anlamlıdır. 1980 sonrasında ise korku hali bölücülük, irtica, ekonomik ve politik krizler temelinde üretilmeye devam
etmiştir. Doğu Bloku.nun dağılmasıyla derin ideolojik ayrılık ve çatışmaların
sonu gelmemiş, aksine kültürel temelde işleyen ötekileştirme süreciyle çok
daha derin ayrılıklar ve çatışma ortamları deneyimlenmiştir. Bilhassa kültürel
temelde işleyen ötekileştirme süreci, siyasal ve toplumsal iktidar odakları
arasındaki çatışmalara farklı bir boyut kazandırmıştır. Kısacası erken
cumhuriyet evresinden itibaren üretilen tehdit ve korku söylemleri, devlet
iktidarına hem süreklilik sağlamış hem de onu pekiştirmiştir. Kesintisiz takip
edilegelen korku siyasetinin ardında ise komplo teorileri ile dış mihraklar
retoriği eksik olmamıştır. Bu nokta tam da Erdoğan.ın 30 Mart yerel seçimler
sürecinde iktidar ile muhalefet, iktidar ile Cemaat ya da eski ve yeni Türkiye
karşılaştırmalarının gerekçesini oluşturmaktadır. İyiliği bütünüyle (AKP)
iktidar(ın)a ve yeni Türkiye.ye mal eden söylem aracılığıyla devlet, bir kaleye -
millet ve onun iradesini ötekinden kaynaklı korkulardan koruyan bir kaleye-
dönüştürülmüştür.
Fakat 30 Mart seçimleri sürecinde izlenen korku siyasetinde stratejik
olmasa da içerik itibariyle- bir farklılaşmaya tanık olunmuştur. Korkunun
nesnesi ve tehdit kaynağı, (iktidarın nazarında) içimizde olan, hemhal
olduğumuz, kendimizden bildiğimiz, inanç itibariyle biz „mazlumlarla. aynı
kökten beslenen bir aktördür: paralel yapı ve o yapının uzantısı diğer muhalif
partiler.
Bu nedenle 30 Mart seçimleri, AKP.nin, Gülen Cemaati başta olmak üzere “yolsuzluk iddialarını ciddiye alan herkesi, tüm muhalefet partilerini en
ağır sıfatlarla düşmanlaştırarak AKP.li seçmen kitlesine millet asabiyyesi ile
tavır almaya ve bunu bir İstiklal Savaşı verircesine yapmaya teşvik ve tahrik
etmeye dayalı” (Laçiner, 2014a: 7) bir süreç olarak geride bırakılmıştır.
Siyasetin seçimler özelinde savaş olarak kavranışı, en büyük meşruiyet aracının
korku olduğunu gösterir. Çünkü hem siyasetin hem de savaşın ortak noktası
“korku üretmek ve yönetmek”tir (Çetin, 2012: 93). Bu bağlamda AKP iktidarı,
kendi dışında kalan bütün muhalifleri düşman olarak kodlamış ve her ne suretle
olursa olsun, yok edilmesi gereken tehdit ve tehlike unsurları olarak
anlamlandırmıştır. Böylesi bir anlamın meşrulaştırılmasında ise tehdit üreten
“tehlikeli kötülük ittifakı”nın (Türk, 2014: 10-11) hedefinin basitçe iktidar
partisi ve onun aktörleri değil, güçlü Türkiye’nin AKP ile birlikte yükselişini
engellemek olduğu iddia edilmiştir. Böylesi bir korku stratejisi ile müteyakkız
kılınan seçmen itaate; Erdoğan.ın söylemlerini sorgulamaksızın içselleştirmeye;
yolsuzluk-rüşvet iddialarına basitçe komplo gözüyle bakmaya; dikkatlerin
Cemaat/paralel örgüt yapılanmasına odaklanmasına; üstelik onlara karşı büyük
bir kin ve hınç duygusu geliştirmeye hazır hale getirilmiştir.
Korku siyasetini tatbik eden AKP.nin, 30 Mart seçimleri öncesinde deneyimlediği iki önemli kriz vardır: Gezi direnişi ve 17-25 Aralık soruşturmaları. Her iki kriz de -iktidar açısından- düşman kavrayışını büyük ölçüde şekillendirme gücüne sahiptir. Düşman, muhalefet partilerinden İstanbul sermayesine, cemaatten dış mihraklara ve faiz lobisine, üniversitelerden medyaya uzanan ve “millet iradesine kastetmek isteyen” son derece “büyük ve korkunç bir koalisyon” oluşturmaktadır. Bu anlamda Erdoğan, Schmittyen bir tavırla ve Türk siyasal kültürüne yabancı olmayacak biçimde “kendinden görmediği herkesi” (Türk, 2014: 11) iç ya da dış düşman ilan etmiş ve seçim, basitçe bir demokrasi sınavı olmanın ötesinde düşmanları etkisiz kılmak/yok etmek üzere bir tür „İstiklal Savaşı. olarak kutsanmıştır. 30 Mart.ın bir tür ölüm kalım savaşı olarak algılanması miting konuşmalarında „Türkiye düşmanları, maşalar, içerdeki yandaşlar, kuklalar, ihanet/hainlik, komplo, şantaj, kirli ittifak, şer ittifakı, fitne şebekesi, haşhaşiler. türü ifadelerin sıklıkla kullanımını getirmiştir.
Bu anlamda Erdoğan, sıradan bir lider değil, adeta halkını ihanet çetelerine karşı uyaran ve aydınlatan bir komutandır. Korku siyaseti izleyecek olan iktidarın, korkuyu yaratan bir kaynak göstermesi ve o kaynağı damgalayarak tehdit unsuru olarak tanımlaması elzemdir. Kaldı ki Türk siyasal kültüründe erken cumhuriyet yıllarından bugüne, ihanet ve bölücülük siyasal mücadelede en güçlü ötekileştirici damga olmuştur. 30 Mart seçimleri sürecinde de gerek iktidar partisinin bütün bir muhalefete, gerekse muhalefet partileri ve Cemaat.in iktidara karşı kullandığı dil, yoğun biçimde ihanet retoriği üzerinden şekillenmiş tir. Seçimler bu anlamda “ihanet yaftasını yapıştırmakta acele eden”in “rakibine karşı büyük ama haksız bir üstünlük” sağladığı yarışa sahne olmuş, “herkes diğerinden önce bu haksız kozu kullanmak” (Aktay, 2011: 108) için hızla hareket etmiştir.
Egemen, meşruiyet krizini korku aracılığıyla aşmak istediğinde, gündemdeki diğer bütün meselelerin korkudan ve korkunun bertaraf edilmesi için alınan önlem ve tedbirlerden sonra gelmesi gerektiğine dair sağduyu üretmek mecburiyetindedir. Ötekiliğe/ötekilere ilişkin damga ve tanımlama süreci de yaratacağı korkular aracılığıyla, siyasal ve toplumsal düzende var olan
pek çok eşitsiz, hukuksuz, adaletsiz kararı/politikayı geçici olarak ileri bir tarihe
öteleme olanağı sunar. Böylece düşman kategorisine hapsedilen kimlikler,
siyasal mücadeleyi temellendiren korku nesnesine dönüşür. Erdoğan o nedenle
mitinglerde düşmanın hedefini „toplumsal ve siyasal düzen. olarak işaret etmiş,
korku siyaseti aracılığıyla bir tür kaos hali yaratılmaya çalışılmıştır. Mitingin
yapıldığı şehre ve gündemdeki kriz(ler)e bağlı olarak kullanılan semboller,
imajlar, metaforlar, imgeler de uygun dost ve düşman yaratacak biçimde
seferber edilmiştir. Bu çerçevede Erdoğan seçim sürecinde, gerçeğin yerine
onun suretini koymaya gayret eden bir tür egemen söylem yaratıcısına
benzetilebilir. Egemen söylem, “modern iktidarın kendini kurma, güçlendirme
ve tartışılmaz kılma” araçlarından en önemlisidir.” Zira egemen söylem, tüm
toplumsal kategorileri kendi değerleriyle bezeyerek “normal.i tanımlar ve
egemenlik durumunu korumak için bu normali saldırgan biçimde ve
durmaksızın savunur” (Çınar, 2013: 138). Bu nedenle ötekinin farklı olarak
damgalandığı ve düşmana dönüştürüldüğü bir ortamda, “farklılığı anlamak için
farklı olana değil” onu farklılığa hapseden “olağan olana” (Goffman, 2014:
180) bakmak gerekir.
Korku ve siyaset arasındaki bu genel saptamaların pratiğe nasıl yansıdığını incelemek üzere bu makalede, 30 Mart yerel seçim süreci örnek olay olarak alınmıştır. İktidar ve muhalefet arasındaki ilişkinin korku siyaseti
bağlamında nasıl dönüştüğünü tartışabilmek adına çalışma, AKP lideri
Erdoğan.ın seçim konuşmaları ile sınırlandırılmıştır. Bu doğrultuda Erdoğan.ın
19 Şubat.ta AKP.nin seçim beyannamesinin tanıtımı toplantısında yaptığı
konuşma ve 30 Mart akşamı gerçekleştirdiği balkon konuşması ile altmışaltı
il/ilçe miting konuşması1, tematik olarak analiz edilmiştir.
1 Altmışaltı mitingin on tanesi İstanbul ve Ankara.ya bağlı ilçeler olup, diğer elli altısı ise il düzeyinde gerçekleştirilmiştir. Seçim beyannamesi tanıtım toplantısı ve balkon konuşması da dahil olmak üzere Erdoğan.ın bütün konuşmalarına, tam metin erişim imkanı sunan akparti.org.tr adresinden ulaşılmıştır.
2 AKP iktidarının bütün muhalefeti, darbeci ve yabancı güçlerin ülke içindeki uzantıları olarak kavrayışının, erken cumhuriyet evresinde kurucu ideolojiye yönelen her türlü eleştirinin cumhuriyet retoriği üzerinden “karşı devrim” temelinde anlamlandırılmasıyla bir benzerlik taşıdığı belirtilmelidir.
2. Düşmanın Çokluk Üzerinden Tekliği ya da Ortaklığı
Yerel seçimler sürecinde Erdoğan ve AKP nazarında her türlü muhalefet,
basitçe iktidar karşıtlığı şeklinde değil, Türkiye.nin büyümesini istemeyen
yabancı güçlerin maşası olan grupların ihanet hali ile darbe planı yapan
grupların demokrasi karşıtlığı üzerinden kavranmıştır.2 Düşmanlaştırıcı
söylemde ortaya çıkan ihanet ve demokrasi karşıtlığı, farklı ideolojilere,
partilere, örgütlenmelere, kimliklere sahip olan sayısız düşmanı ortak hale
getirir. Çünkü ihanet hali, Erdoğanın Rabia işaretiyle sembolize ettiği ve
AKP.nin beslendiği milliyetçi söylemin vazgeçilmez retoriği olan (tek) „devlet,
vatan, millet ve bayrak. unsurlarına karşı tehdidin ne kadar ciddi boyutlarda
olduğunu vurgular. Demokrasi karşıtlığı ise eski Türkiye.yi dönüştürerek
ülkenin gelişmesini, büyümesini, saygın bir pozisyona erişmesini sağlayan
AKP hükümeti özelinde, demokratik süreci ve sivil iktidarı, demokratik ve
meşru olmayan yollarla devirmeye çalışan bir hareketin ne kadar ciddi ve
tehditkâr olduğuna işaret eder. Dolayısıyla farklı niteliği haiz olan sayısız
muhalefeti ortaklaştırarak düşman kılan şey, Erdoğan ve onun iktidarına
yönelik muhalefeti „devlet ve millete düşmanlık etmek. üzerinden yorumlayan
iktidar söylemidir. Bu nedenle ötekiliğe hapsedilerek bizlik halinin dışına atılan
düşmanın “yalnız fikirleri ve eylemleri yanlış değil aynı zamanda niyetleri de
kötü, zararlı, haince ve düşmancadır” (Çetin, 2012: 345).
Erdoğan, böylesi bir kavrayışa bağlı olarak seçim süreci boyunca meydanlarda, “istenmeyen” ve “saf dışı bırakılması hedeflenen” bütün muhalif unsurları, aralarında “izah edilebilir bir bağ olup olmadığına bakılmaksızın aynı iç düşman kategorisi”ne (Öztan, 2014: 77) dahil etmiştir. Kütahya mitinginde “30 Mart.ta sandığa giderek bu statüko partilerine, bu paralel örgütlere, Türkiye düşmanları nın maşası haline gelmiş bu kuklalara cevabı siz vereceksiniz” sözleri; Isparta mitinginde “paralel yapının kuklası olmuş CHP.ye değil, paralel yapının
oyuncağı olmuş MHP.ye değil, AK Parti mührü basmaya var mıyız?” seslenişi;
Adıyaman mitinginde ise “Cebrail parti kursa desteklemem diyen zat, şu anda
CHP.yi destekliyor, CHP.ye istikamet çiziyor… CHP.nin olmadığı yerde de
MHP.yi destekliyor. Al birini vur öbürüne, farkı var mı?” sorusu, bütün bir
muhalefeti tek ve ortak hareket eden homojen bir düşman gövdenin muhtelif
parçaları olarak değerlendiren çıkışlarına birkaç örnektir. Böylesi tehditkâr ve
tehlikeli düşman karşısında seçmene düşen görev, devlet ve devleti sembolize
eden Erdoğan liderliğindeki iktidara/partiye sığınarak, uzlaşma ve dayanışma
ağı yaratmaktır.
Örnek ifadelerden görüldüğü üzere Cemaat ve ona destek veren/destek
alan muhalefet, hem ortak bir düşman ihtiyacını karşılamakta, hem de bütün
düşman unsurların birbiriyle bağlantılı olduğu ve her türlü sorunun/krizin
ardında mutlaka bu türden bir bağlantının yer aldığı düşüncesini üretmektedir
(Türk, 2014: 249). 30 Mart seçimlerinde AKP kampanyasının ana omurgasını
oluşturan „düşmanın ortaklık hali. hususunda iki noktanın daha altı çizilmelidir.
Birincisi, Türkiye.deki sağ geleneğin siyaseti kavrayışıyla ilgilidir: “hasımlık
ilişkisi”. Sağ gelenek, kendisini “ideolojik duruşuyla değil, hasmının antisi
olmasıyla” tanımlar ve bu nedenle “reaksiyoner” yanı ağır basar (Bora, 2014:
11). Seçimler boyunca Erdoğan, diğer muhalif partileri ve Cemaat.i hasımlık
retoriği üzerinden karşı(t) cepheye yerleştirmiş ve üstelik bu karşı(t) cephe
kendi içinde homojen bir bütün oluşturacak biçimde anlamlandırılmıştır. İkinci
nokta ise karşı(t) cephenin homojen bir bütün oluşturduğu ve ortak hareket
ettiği argümanı, komplo teorilerini davet eder. Onlar ne kadar farklı
kaynaklar dan beslenseler de, ideolojik anlamda ne kadar ayrıksı olsalar da
amaçları birdir: “kardeşlerim, bu saldırı sadece benim şahsıma yönelik bir
saldırı değildir, benim aileme, benim arkadaşlarıma yönelik bir saldırı değildir,
Hükümetimize yönelik bir saldırı değildir, bu saldırı, bakın altını çizerek
söylüyorum, Türkiye Cumhuriyeti.ne, Türkiye.nin istiklaline, Türkiye.nin
bağımsızlığına yapılıyor ” (Burdur) sözleri; “ 17 Aralıkta Türkiye.nin
yürüyüşünü durdurmak, Türkiyeyi engellemek, yavaşlatmak için bir komplo devreye sokuldu. Piyasaları sarsmak istediler. Türkiye.nin milli kurumlarını, milli değerlerini, milli hedeflerini yok etmek istediler ” (Denizli) iddiası veya “Türkiye.nin kutlu yürüyüşünü durdurmaya çalışıyorlar, büyüyen ekonomiyi geriletmeye çalışıyorlar, huzuru bozmaya çalışıyorlar” (Mardin) ifadeleri düşmanın birlikteliğini örneklendirmektedir. Dolayısıyla ülke ve milletin yükselişini çekemeyenler yani komplo ile suçlananlar, “fıtraten kötü
oldukları…maddi çıkarları olduğu veya aldatıldıkları için orada” bulunmakta dırlar. Erdoğan.ın komplocu bir zihniyet üzerine inşa edilen bu sözleri, “gerçekten olan bir şeyleri açıklamak için değil, belirli bir toplum imajını bütünleştirmek” için stratejik araçtır. Çünkü komplocu zihniyetin mantığı “anlamak için değil, bertaraf etmek için ifşa” (Yıldırmaz, 2014: 53) etme üzerine kuruludur.
Muhalefeti tekleştiren söylem, liderler üzerinden üretilen aşağılayıcı
betimlemelerle desteklenmiştir. Gülen, Kılıçdaroğlu ve Bahçeli.yi kapsayan „üç
kafadar. metaforu, tam da bu nitelikte bir stratejik üretimdir. Denizli, Muğla,
Adıyaman, Kırıkkale, Malatya, Urfa, Beylikdüzü, Mersin, Bingöl, Bitlis,
Büyükçekmece, Ağrı, Osmaniye ve Niğde mitinglerinde sıklıkla zikredilen üç
kafadar metaforuna dayalı birkaç örnek: “ Bunlar üç kafadar. CHP Genel
Müdürü, MHP Genel Başkanı, bir de Pensilvanyalı zat karıştı, ortak oldular,
kafa kafaya verdiler, Türkiye Cumhuriyeti hükümetine hücum ettiler” (Muğla);
“Biliyorsunuz, CHP.yle MHP ruh ikiziydi…şimdi bunlara bir de Pensilvanya
eklendi…Bu üç kafadara üç koyun verin kaybedip gelirler…şimdi bir de
kendilerini kaset işine, montaj işine verdiler, oradan bir şey kazanacaklar”
(Niğde); “üç kafadar bir araya geldiler ve sokakları kendilerine göre
hareketlendirecekler” (Osmaniye); “…üç kafadarlara karşı millet var”
(Büyükçekmece); “üç kafadar, CHP, MHP, Pensilvanya. Türkiye.ye karşı,
devlete karşı yapılan bir saldırı var ve bunlar da buna payendelik yapıyorlar”
(Bitlis); “bunlar üç kafadar, çünkü iktidarı milletten alıp eskiden olduğu gibi
seçkinlere teslim etmek istiyorlar, eskiden olduğu gibi Türkiye.yi holdingler
yönetsin, bir kısım medya yönetsin, faiz lobisi, vaiz lobisi, kan lobisi, rant lobisi
yönetsin diye mücadele ediyorlar” (Mersin).
Zonguldak mitingindeki şu satırlar ise, düşman kategorisine yerleştirilen
muhalefetin hem ne kadar çok sayıda, hem birbirlerinden ne kadar farklı
olduklarına, hem de neden seçimin rekabet değil de savaş retoriği üzerinden
kavranması gerektiğine ışık tutar: “Kardeşlerim, bize kimlerin taarruz ettiğine
lütfen dikkat edin, karşımızda oluşan ittifaka dikkat edin, bu ittifakın içinde
kimlerin olduğuna dikkat edin. Nasıl bir istiklal mücadelesi içinde olduğumuzu
da net göreceksiniz. Kim var bu ittifakta? CHP, MHP, BDP, Pensilvanya,
malum medya, işverenler, eli kanlı terör örgütleri, hepsi buraya destek veriyor,
faiz lobileri, kan lobileri, Türkiye düşmanı çevreler bu ittifaka destek veriyor.
Türkiye.nin güçlenmesinden, ekonominin büyümesinden, huzurun, kardeşliğin
artmasından rahatsız olan kim varsa bu ittifaka destek veriyor”. Düşmanın, çok
sayıda olmasına karşın müphemliği yani herkesin düşman olabileceği gibi
düşman bildiklerimin de dost olma ihtimali, düşmanla ilişkilendirilen korku
siyasetinin bir gereğidir. Farklı bir deyişle korku, toplum katında ancak
müphemliklerin gölgesinde içselleştirilebilir ve sürekli kılınabilir (Çetin, 2012:
296). O nedenle Erdoğan hemen her mitinge, hazzetmediği düşmanları ve
onların kötülüklerini anlatarak başlar. Akbaş.ın (2014: 27) tabiriyle “sevgi
sözleri(ni) hep en sona” bırakır. Bu yönüyle Erdoğan, hem kendini seven ve
iktidarını destekleyen hayran kitleye, hem de tüm kötülükleri üzerine
aktaracağı bir düşmana (İlhan, 2013: 105) aynı anda ihtiyaç duyan lider
görüntüsü çizer. Gezi Direnişi ve 17-25 Aralık soruşturmaları türü krizlerde
olduğu gibi başa gelen her felaketi bir başkasının suçu olarak (Campbell, 2013:
19) kurgulamak ve günah keçisi yaratmak, aslında korku siyasetinin
gerekliliklerinden dir. Felaketlerden sorumlu tutulacak suçlu yaratmak,
muhaliflerin düşmanlaştırılmasını, bu sayede onların insandışılaştırılmasını ve
şeytanlaştırılmasını beraberinde getirir.
Cemaat başta olmak üzere neredeyse bütün muhalefetin düşmana
dönüştürülmesi, Türk sağ geleneğindeki anti-komünist stratejiye de yabancı
değildir. Nasıl ki komünizm “suçlu, düşman, kötü addedilen bir şey” olarak
değerlendirilmişse ve “kökü kurutulması gereken bir fesat” (Bora, 2014: 14)
olarak kavranmışsa; yargı ve emniyeti ele geçirdiği, türlü devlet sırlarını
dinleyip yabancılara sattığı iddia edilen Cemaate karşı yapılan da benzer bir
anti-komünist mücadele taktiğiyle hücumdur aslında. Bu anlamda AKP
iktidarının bütünüyle devletçi reflekslerle donanıp, içinden çıktığı çevreden
koptuğu ve mücadele ettiği Kemalist devletçi seçkinlerin dilini tersinden
yakaladığı söylenebilir. Anti-komünist strateji, muhalif unsurları düşmanlaştır mak ve gündemi meşgul eden krizi derinleştirmek adına da işlevseldir. Çünkü kriz ne kadar ciddiyse yenilen aktör de o kadar önemli (Campbell, 2013: 20) veya tehlikeli bir varlığa dönüşür. Cadı avı kabilinden düşman yaratma stratejisinde, 17-25 Aralık soruşturmalarının faili olduğu iddia edilen Cemaat, bu süreçte en önemli sembol hedeftir. Propagandatif Stratejiler ile rakibi şeytanlaştırmak, her türlü olumsuzluğun yükleneceği bir sorumlu yaratmaya hizmet etmekle kalmamakta; fakat aynı zamanda günah keçisi kılınan cemaat türü rakiplerin düşmanlaştırılarak “itibarını tamamen bitir”mek ve “otoriteyle bir daha mücadeleye girmesinin” önünü kesmek de mümkün kılınmaktadır (Campbell, 2013: 120). Günah keçisi yaratmak adına kullanılan sıfatların itibarsızlaştırıcı etkisi ne kadar kapsamlı olursa, bu sıfatlar o ölçüde birer damgaya dönüşecek ve onlara karşı neden müteyakkız olmak gerektiği
anlatılabilecektir. Her türlü başarısızlık ve kifayetsizlik de itibarsızlaştırıcı
retoriklere eşlik eder.
İşte birkaç örnek:
“Belediyecilikte bu CHP, MHP bunlar bu işten anlamazlar” (Maltepe);
“Türkiye bunlara emanet edilmez, ne CHP.ye, ne MHP.ye, ne BDP.ye, bırakın
Türkiye.yi şehirler dahi emanet edilmez” (Karabük); “Bu CHP, bu MHP, bu
Pensilvanya Suriye.de zalim Esad.ın avukatı, Mısır.da Sisi.nin avukatı, 28
Şubatçılar.ın avukatı, DHKP-C gibi eli kanlı terör örgütlerinin avukatı, twitter
gibi Türkiye.nin kanunlarını tanımayan, Türkiye.ye üçüncü dünya ülkesi
muamelesi yapan şirketlerin avukatı; ama bir tek Türkiye.nin avukatı değiller”
(Karabük); “MHP şu anda okyanus ötesinin dizinin dibine oturdu, onun müridi
oldu. Okyanus ötesi kaset üretiyor, Bahçeli pazarlıyor. Okyanus ötesi montaj
yapıyor, Bahçeli tezgahında onu satıyor; Kılıçdaroğlu da aynısını yapıyor ha”
(Karabük); “bakınız MHP iktidara geldi değil mi? 5 yıllığına geldi, 3,5 sene
kaldı kaçıp gitti” (Karabük); “Ey MHP, ey Bahçeli; Sen IMFye borçlandın…bize 23,5 milyar dolar borçla devretti” (Kastamonu); “Allah aşkına, MHP ile eli kanlı devlet düşmanı DHKP-C.nin biraraya geleceğini söyleseler inanır mıydınız? Artık inanın, zira biraraya geldiler, Aynı Safta…buluştular” (Aksaray); “…Ey Bahçeli, Gezici vandalları, anarşistleri, teröristleri, marjinal sol grupları savunmak sana mı kaldı?” (Yozgat); “ İşte bu CHP 1940.larda Said-i Nursi.nin kitaplarını yasaklayan, Said-i Nursiyi hapislere mahkum eden partidir” (Afyon); “…CHP ve MHP kendi iradesiyle hareket etmiyor…İradeleri yoktur, talimat alır, emir alır öyle hareket ederler” (Kütahya); “CHP.nin başındaki genel müdür, aslında bir kaset genel müdürüdür” (Balıkesir); “Bu CHP 27 Mayıs.ı hazırladı…Menderes.in
asılmasına göz yumdu…12 Eylül.e giden zemini hazırladı…28 Şubat.ı var
gücüyle destekledi…şimdi de bir kez daha 17 Aralık darbe girişiminde
figüranlık yapıyor” (Balıkesir); “ Ey CHP, Diktatör senin içinde ya. Kim? İnönü” (Adıyaman); “Bu CHP.nin Genel Müdürü akşam başka, sabah başkadır.
Bunlarda doğru konuşmak, dürüst konuşmak yoktur, takiyecidir, yalan bunda
ganidir” (Kırklareli); “CHP sandıktan çıkamayacağını bilir, milletin teveccühünü kazanamayacağını bilir, işte böyle iftiralarla, ithamlarla, yalanlarla, dolanlarla, montajlarla işi idare ederler” (Eskişehir); “CHP çöp demektir…kirlilik demektir…yolsuzluk demektir…susuzluk demektir. Değerli kardeşlerim, bunlardan belediyecilik olmaz” (İzmir); “bu CHP zihniyeti yıkımdır.
Bu CHP zihniyeti ateştir.
Bu CHP zihniyeti ortalığı karıştırmaktır”
(İzmir); “CHP.nin gençliğine bak, elinde molotof, taş, sopa. Ortalığı terörize
edenlerle beraber, öyle dolaşıyorlar. Bakıyorsun MHP gençliğine, aynen”
(İzmir); “CHP zaten tarih boyunca dindarlara zulmetti, Bediüzzamanın
dirisine, ölüsüne zulmetti, başörtülü kızlarımıza zulmetti” (Erzurum); “ Tek parti
CHP zulmünün ne olduğunu en iyi alimler bilir, dedelerimiz bilir” (Kocaeli);
“ Biz 77 milyonun Partisiyiz. CHP'yi söylememe gerek yok o da diyor ki, Ben
kumsalların partisiyim” (Van). İtibarsızlaştırıcı etkisiyle damga, iliştirildiği kişiyi adeta insanlıktan çıkardığından (Goffman, 2014: 31-33), öteki hem varlık olarak aşağı bir konuma indirgenir, hem de onun varlığının temsil ettiği büyük tehlikeye vurgu yapılır. Düşmanlaştırılacak farklılıkları rasyonalize etmek gerektiği için, çoğu zaman “bir kusuru temel alarak, geniş bir kusur yelpazesini yakıştırma”
(Goffman, 2014: 34) ve bu doğrultuda her türlü sıfatı yükleme tavrı ağır basar.
Tıpkı Gülen, Kılıçdaroğlu ve Bahçeli.ye yakıştırılan damgalarda olduğu gibi:
evlat derdi olmayan Gülen ve Bahçeli; “ Akşam başka, sabah başka ” olan
dolayısıyla “ Takiyye, yalan, iftira, fitne, fesat, hepsi ”ni taşıyan, “ helalden-
haramdan anlamayan” Kılıçdaroğlu; “ Beceriksiz ”, seçim sonuçları itibariyle
“Hep Üçüncü olan” Bahçeli; “ Fitneci, takiyyeci, yüreksiz, kasetçi, montajcı,
Pensilvanyalı, milli irade hırsızı, kâinatın imamı” vb. Gülen. Bu tür damgalar,
siyasal mücadelede ötekine dair sorumluluk duyma yükümlülüğünü ortadan
kaldırır. Oysa ötekine karşı sorumluluk duymak özne olmanın gereğidir. Siyasal
aktörlerin ötekilere karşı sorumluluk duymadığı bir yapıda ise aslolan özneler
değil liderlerdir. Diğer bir deyişle konuşan, planlayan, üreten, bilen, kazanan
hep liderdir; diğerleri ise dinlemek, uymak, itaat etmek, desteklemek,
içselleştirerek uygulamak ile mükellef kitleyi oluşturur.
Siyasal sistemdeki türlü sorunlardan kurtulmak adına kötü giden her
şeyin sorumluluğunun birilerine yüklenmesi, egemen olana özgü bir stratejidir.
AKP iktidarı da karşı karşıya kaldığı türlü krizlere, böylesi bir yükleme stratejisi
üzerinden açıklama geliştirmekte, işler yolunda gitmediğinde “azınlık ve
marjinal grupları” (Campbell, 2013: 15) ya da kim oldukları müphem olan dış
güçleri hedef gösterecek şekilde komplo teorilerine sıklıkla müracaat
etmektedir. Erdoğan.ın miting konuşmalarına göre esersizlik ve „dikili bir ağacı
olmama. CHP ve MHPye; Yolsuzluklar Kılıçdaroğlu.nun SSK genel müdürlüğü dönemi ile SHP.li İSKİ.ye; her türlü „yasak, yoksulluk, yolsuzluk, zulüm. üretimi ve dine karşıtlık CHP.ye aittir; şantaj-ihanet-sızma-muhalefetin iradesini esir alma-huzuru bozma-ulusal güvenliği tehdit etme-gayri itikadi tavır Cemaat.e; halka hizmet anlayışına karşı oluş Solcu.lara; Türkiye’nin büyümesini engelleme niyeti ise türlü lobilere (faiz, vaiz, kan, rant vb.) aittir.
Yükleme stratejisi, mutlak iyi/kötü veya ezeli dost/düşman türü ayrımları temel
alır. İyi/kötü ya da dost/düşman kartezyen ikiliklere hapsedildiğinde, tıpkı anti-
komünist mücadele stratejisinde olduğu üzere, düşmanlaştırıcı ve hainleştirici
kavrayış, husumeti, “politik alanın dışına” taşıyarak, hasım olanı “ancak cezai
takibatın veya savaşın konusu olarak” düşünmeye başlar (Bora, 2014: 15).
Örneğin moskof metaforu komünizmi/komünisti nasıl ki her türlü kötülüğün
mutlak ve tek müsebbibi olarak kuruyor idiyse; Pensilvanya ifadesi de 30 Mart
sürecinde Gülen Cemaati.ne benzer bir kötülük göstereni işlevi yüklemiştir.
Mutlak kötülük üzerine kurgulanmış düşman korkusu, aynı zamanda devletin
şiddet temelli çözümlerini de meşrulaştırır. Böylece devlet, kendi histerisini
topluma yayarak, tüm bu korku düzeni içerisinde sadece siyasal bir sınır değil
aynı zamanda ahlaki bir sınır da inşa etmiş olur (Çetin, 2012: 324).
Toplum için ahlaki sınır/standart geliştirme (özellikle muhafazakâr yeni
sağın) iktidar gücünü pekiştirici bir rol oynar. Zira toplum, kendisine sunulan
ahlaki değerler dünyasını tehdit eden unsurlara karşı sürekli teyakkuzu ifade
eden “ahlaki panik” içine sokulur. Ahlak temelli bir korku ve panik hali, kurulu
değer sisteminin tehdit altında olduğu korkusunu yayarken; korku salan
unsurları “halkın şeytanları” olarak tanımlar ve onlara karşı geniş ve ortak bir
toplumsal tepki birliği yaratılır (Çetin, 2012: 46). Bu sayede “iyiliğin sınırları
kesin olarak işaretlenir; bu sınırı geçen kötülerin, …iyilerin arasında işi yoktur
ve bunlar yok edilmelidirler” (Canetti, 2006: 300). Çünkü bizi biz kılan ve
ötekinden ayıran husus, ahlaki sınırların belirlediği yaşam tarzının tehlikede
olduğu korkusudur. Balıkesir mitinginde “solcu, terörist ve ateist”in birbiriyle
aynı kılınması ya da Cemaat.in İslam ahlakına aykırı hareket eden sapkın bir
örgüt olarak sunulması veya CHP.nin din karşıtlığı üzerinden anlamlandırılması böylesi bir korku haline uygun düşer. AKP, kendi tabanını bir arada tutmak ya da milliyetçi seçmen nezdinde bir tür çekim merkezi oluşturmak üzere bu korku stratejisini başarıyla uygulayabilmiştir. Üstelik korkunun somut ve nesnel bir karşılığa sahip olması da önemli değildir. Korku hali, “bir geçekliğin abartılması, bilinçli olarak belirli yönlerinin açığa çıkartılması” şeklinde ya da “gerçeklikten tamamen kopuk bir kurgu biçiminde” (Kerestecioğlu, 2014: 29) inşa edilebilir. Eğer düşmanın varlığı, grup içerisinde birliktelik/dayanışma üretebiliyorsa, düşman, toplumsal ve politik temelde bir işlev üstlenmiş demektir. Düşmanın varlığından daha önemli olan ise, düşman edinme ihtiyacının kaçınılmaz hale gelişidir. Düşman edinme hali ne kadar kaçınılmazlık üzerinden kavranırsa, statüko da o ölçüde kendini koruma refleksiyle hareket edecektir (Moses, 2010: 102).
Erdoğan.ın her türlü muhalif unsuru ortak bir düşman kategorisi altında
bir araya getirmesinin en önemli stratejik ayağını kutuplaştırıcı dil kullanımı
oluşturmaktadır.3 Biz ve öteki kategorileri öylesine dar ve keskin biçimde
birbirinden ayrılmıştır ki, bizi sembolize eden Erdoğan.ın/AKP.nin seçimleri
kazanması, “istikrarı, huzuru ve ekonomiyi hedef alan darbenin bertaraf
edilmesi” ve aynı zamanda “yeni bir Türkiye için verilen savaşın kazanılması”
anlamına gelmektedir. Başka bir deyişle yeni Türkiye, türlü tehditler üreten
paralel yapı başta olmak üzere (mitingin yapıldığı yere göre) CHP, MHP ve/ya
BDP bertaraf edildikten sonra inşa edilebilecektir (Akbaş, 2014: 28). O nedenle
Erdoğan, mitinglerde söz konusu tehditleri sayısız kere dillendirmiştir.
Düşmanı betimleyen sıfat ve adlandırmalar arasında “sülük, Gezici vandallar,
3 Erdoğan.ın faiz lobisinden, vesayetçi bürokrasiye, Gezi.cilerden bir kısım medyaya, Pensilvanya.dan eski Türkiye.nin aktörlerine kadar tüm rakiplerini düşman olarak kodlama eğiliminin temel saikleri, onun içinde yetiştiği siyasal sosyalleşme ortamlarında aranmalıdır.
Siyasal tercihleri, gençlik yıllarından itibaren sağ gelenek içinde, özellikle de MTTB türü yapılar içinde şekillenen Erdoğan, Türk sağının “rakibini düşmanlaştır ma eğilimli düşünsel iklimi”ni (Türk, 2014: 19) yoğun olarak teneffüs etmiştir. MTTB türü örgütler soğuk savaş yıllarında anti-komünist mücadelenin dil ve zihniyeti ile gençlerin siyasal sosyalleşmesini tamamlayan yapılardır. O nedenle Erdoğan.ın siyaseti kavrayış tarzı ve üslubu hem soğuk savaş koşullarındaki mücadele stratejisinden, hem de o kültürün önemli bir ayağını oluşturan siyasal
İslam.dan önemli ölçüde beslenmiştir. Bilhassa protesto hareketlerine, sokak gösterilerine, öğrenci ve sendikalar başta olmak üzere tüm muhaliflere, farklı inanç gruplarına ve siyasal yelpazenin solunda yer alanlara karşı insandışılaştırıcı ve şeytanlaştırıcı dil, bu bahsettiğimiz yetişme koşullarının bir ürünü olsa gerektir. omurgasızlar, ihanet şebekesi, haşhaşi, milli irade hırsızları, kaset müdürü, çocuksuzluk, paralelin kuklaları, eski Türkiye.nin aktörleri, kirli/şer ittifakı, darbeci, virüs, fitne şebekesi, hain, üç kafadar” vb. ifadeleri bu sebeple sıklıkla geçmektedir. Bu ifadeler düşmanı, hem tehdit ve korku üreten hem de kaos yaratan anlamlara hapsetmiştir. Çünkü her türlü kötülüğün mutlak kaynağı kılınan düşman, toplumsal bünyedeki bütün hastalıkların kaynağı olarak
kodlanmıştır. Bilhassa Cemaat, her türlü karanlık, tekinsiz, devlet karşıtı ve
darbe yanlısı eylemin faili ve baş düşmanı kılınmıştır. Düşmana karşı
mücadelenin bu şekli son derece sert, keskin ve bir o kadar da kutuplaştırıcı dil
kullanımını olağanlaştırmakta ve beraberinde tehdit, şiddet, öfke ve nefret
üretimi rutinleşmektedir.
Kutuplaştırıcı tavır, bir yandan toplumu iki ana eksen üzerinde kategorize
ederken, diğer yandan o iki ana eksen içinde veya dışında yer alacak tarafları da son derece esnek bir biçimde kuşatabilmektedir. 30 Mart seçim
kampanyaların da, ne kadar farklı olursa olsun bütün muhalif unsurların
„ AKP.ye verdiği ya da verebileceği zarar üzerinden tek bir bütünün parçası.
olarak değerlendirilişi, Erdoğan.ın, son derece esnek ve kapsayıcı bir düşman
algısına sahip olduğuna işaret eder. Erdoğan.ın düşmanı betimleme tavrının
önemli bir ayağını oluşturan esneklik aslında “kötülüğün doğasında” (Aktay,
2011: 24) var olan bir olgudur. Kötülük ve düşmanı tanımlamadaki esneklik,
tartışmalı meselelerde ne tür stratejiler geliştirmesi gerektiği hususunda
Erdoğan.ın manevra kabiliyetini artırmaktadır. Düşmanlaştırmayı son derece
“esnek ve kuşatıcı” (Türk, 2014: 211) bir boyutta kavramsallaştırabilmesi, onu,
kendinden önceki merkez sağın liderlerinden ayıran en önemli farktır. Örneğin
Gezi direnişi ve 17-25 Aralık soruşturmaları kendi içindeki tüm farklılıklarına
rağmen tek bir kategori altında bir araya getirilerek, “aynı büyük düşman
figürünün farklı eylemleri” (Türk, 2014: 292) olarak sunulmuştur. Erdoğan.ın
kutuplaştırıcı dil ve söylemi, AKP.yi, mirasçısı olduğu merkez sağdan farklı
kılan başka bir saikle daha yakından ilişkilidir: AKP, orta sınıfı temsil etmek
yerine kendisini doğrudan onunla özdeşleştirmiştir (Laçiner, 2014b: 3).
Erdoğanın „ Parti-Orta sınıf özdeşliğini. başarıyla kurması sayesinde
kutuplaştırıcı dil ve üslup, yolsuzluk ve rüşvet iddialarının AKP seçmeni
tarafından geri çevrilmesini kolay kılmıştır. Seçmen, bu özdeşlik dolayımıyla
“eleştiri ve ithamları haklılık ölçütü ile tartmak yerine kendisine yapılmış bir
saldırı, konumunu tehdit eden bir gelişme” olarak algılamıştır.
Düşmanlaştırılan muhalif unsurların homojen bir tek grupmuşçasına
anlamlandırılması, ayrımcı ve insandışılaştırıcı söylemleri meşrulaştırma
gücünü de tekele alır. Aslında düşmanlaştırılmamış haliyle bile ötekilik
„ Ben/Biz olmayan. olarak bir dışlama pratiğine işaret eder ve kimliğin inşası
açısından kaçınılmazdır. Fakat ötekinin düşman kategorisi üzerinden
homojenleştirilmesi ve tehdit üreten bir tek aktör olarak kavranışı, önyargı ve
sterotiplerin devreye sokulmasını gerektirir. Önyargı ve sterotipler “ İçselleşerek
vaziyet alış(lar) haline” geldiğinde ise “sosyal mesafe normlarına” dönüşür.
Böylesi bir dönüşümü ortaya çıkaran husumet giderilse bile, sosyal mesafe
normları dil aracılığıyla gündelik hayatın pratiğinde yaşamaya devam edecektir
(Yanıkkaya, 2009: 23). AKP.nin ötekiyi tehlikeli bir düşman olarak kurgulama sı ve muhalefeti bütün farklılıklarına rağmen tekleştirmesi, toplumsal vaziyet alışları tetiklemesi itibariyle olumsuz sonuçlar üretme tehlikesi barındırır.
Düşmanı bu şekilde kavratma gayesi AKP mitinglerinin söylemsel
özünü, korku siyasetine dayalı işleyen ve içerde siyasal birlik ve bütünlük
oluşturmayı hedefleyen McCarthyism.e yakınlaştırır. McCarthy soğuk savaş
yıllarında nasıl ki, delilsiz, belgesiz, somut bir karşılığı olmaksızın herhangi bir
muhalifi komünist olarak damgalamış ise, AKP.nin paralel yapı özelinde
yaptığı da buna benzer. İlk defa Denizli mitinginde dillendirilen „inlerine
gireceğiz inlerine. sözü bu konudaki kararlılığı gösterir. Düşman, yaşanan her
türlü musibetin müsebbibi olarak kodlandığından bize ait tüm sorumluluk,
düşman göstereni aracılığıyla dışarıya havale edilmekte (Moses, 2010: 102); bu
sayede toplumun sindirilmesi ve muhalif düşünceler barındıranlara karşı
kaygı/korku yaratılması ya da toplumun duygusal ve psikolojik temelde itaat
altına alınması kolaylaşmaktadır. McCarthy için Sovyet Rusya nasıl ki „siyaset-
düşman-savaş. ilişkisi kurmayı olanaklı kılan bir gösteren idiyse, AKP
mitinglerinin söylemsel kurgusunda da paralel yapı özelinde muhalefet,
siyasetin savaş üzerinden kavranmasını ve yerel seçimlere „siyaset-düşman-
savaş. ilişkiselliği üzerinden anlam yüklenmesini beraberinde getirmiştir.
Düşmanlaştırma stratejisinde Erdoğan.ın temel hedefi, rakiplerini politik,
dinsel, toplumsal bağlamda anlamak ve niçin politik bir rakip olduklarını
kitlelere anlatmak değil; “geleneksel korkuları yeni biçimlere sokarak, onu
doğrudan düşman ilan etme”ktir (Öztan, 2014: 99). Böylesi bir strateji, seçimde daha fazla oy kazanabilmek adına en kolay ve kestirme yoldur. Bu nedenle seçimler, çok sayıdaki düşmanın taarruzlarına karşı istiklal savaşı olarak kurgulanmış, her türlü muhalif unsur ya da kurgusal tehdit kaynağı güvenlikçi bir bakış açısıyla şeytanlaştırma stratejisine dönüştürülmüştür. Basitçe bir yerel seçim değildir artık söz konusu olan, “hayat memat meselesi, yeni bir Türkiyenin kurulmasının eşiği”dir (Akbaş, 2014: 28).
3 CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR,
***
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder