30 Ocak 2017 Pazartesi

YEREL SEÇİMLER ULUSAL DÜŞMANLAR BÖLÜM 2



 YEREL SEÇİMLER ULUSAL DÜŞMANLAR 
BÖLÜM 2


1. Türkiye’nin Karabasanı Korkular 

Günümüz Türk siyasal kültüründe ötekiliğe hapsedilen kimliklerin üretim süreci yeni ulus-devletin kuruluş süreciyle birlikte işlemeye başlamıştır. 
İmparatorluğun dağılmasının yarattığı travma ile birlikte erken cumhuriyet 
evresinde Kürt etnisitesi ve irtica, iki büyük korku kaynağı olarak kurgulanmış tır. Bu iki korku kaynağı bir yandan rejimin türdeş ve homojen toplum kavrayışına tezatlık oluştururken, diğer yandan rejimin beslendiği pozitivist ilerleme ve düzen mantığına karşı bir tür kaos gösterenlerdir. O nedenle kurucu söyleme karşı geliştirilen her türlü alternatif düşünce ve eleştiri bölücülük, bozgunculuk ve hainlik türü damgalarla ötekileştirilerek meşruiyet alanı dışına itilmiştir. Ancak soğuk savaş yılları ile birlikte hem dünya hem de Türkiye için yeni bir korku kaynağı belirir: komünizm. 

Komünizm, Türkiye.nin sağ ve sol ideolojilerle tanışmaya başladığı 1960 lı yılların ortalarından itibaren daha somut ve görünür bir tehdit olarak 
algılanacaktır. Bayarın “ Bu Kış Komünizm gelecek ” sözü, tehdit ve korku halini sembolize etmesi açısından oldukça anlamlıdır. 1980 sonrasında ise korku hali bölücülük, irtica, ekonomik ve politik krizler temelinde üretilmeye devam 
etmiştir. Doğu Bloku.nun dağılmasıyla derin ideolojik ayrılık ve çatışmaların 
sonu gelmemiş, aksine kültürel temelde işleyen ötekileştirme süreciyle çok 
daha derin ayrılıklar ve çatışma ortamları deneyimlenmiştir. Bilhassa kültürel 
temelde işleyen ötekileştirme süreci, siyasal ve toplumsal iktidar odakları 
arasındaki çatışmalara farklı bir boyut kazandırmıştır. Kısacası erken 
cumhuriyet evresinden itibaren üretilen tehdit ve korku söylemleri, devlet 
iktidarına hem süreklilik sağlamış hem de onu pekiştirmiştir. Kesintisiz takip 
edilegelen korku siyasetinin ardında ise komplo teorileri ile dış mihraklar 
retoriği eksik olmamıştır. Bu nokta tam da Erdoğan.ın 30 Mart yerel seçimler 
sürecinde iktidar ile muhalefet, iktidar ile Cemaat ya da eski ve yeni Türkiye 
karşılaştırmalarının gerekçesini oluşturmaktadır. İyiliği bütünüyle (AKP) 
iktidar(ın)a ve yeni Türkiye.ye mal eden söylem aracılığıyla devlet, bir kaleye -
millet ve onun iradesini ötekinden kaynaklı korkulardan koruyan bir kaleye- 
dönüştürülmüştür. 

Fakat 30 Mart seçimleri sürecinde izlenen korku siyasetinde stratejik 
olmasa da içerik itibariyle- bir farklılaşmaya tanık olunmuştur. Korkunun 
nesnesi ve tehdit kaynağı, (iktidarın nazarında) içimizde olan, hemhal 
olduğumuz, kendimizden bildiğimiz, inanç itibariyle biz „mazlumlarla. aynı 
kökten beslenen bir aktördür: paralel yapı ve o yapının uzantısı diğer muhalif 
partiler. 

Bu nedenle 30 Mart seçimleri, AKP.nin, Gülen Cemaati başta olmak üzere “yolsuzluk iddialarını ciddiye alan herkesi, tüm muhalefet partilerini en 
ağır sıfatlarla düşmanlaştırarak AKP.li seçmen kitlesine millet asabiyyesi ile 
tavır almaya ve bunu bir İstiklal Savaşı verircesine yapmaya teşvik ve tahrik 
etmeye dayalı” (Laçiner, 2014a: 7) bir süreç olarak geride bırakılmıştır. 
Siyasetin seçimler özelinde savaş olarak kavranışı, en büyük meşruiyet aracının 
korku olduğunu gösterir. Çünkü hem siyasetin hem de savaşın ortak noktası 
“korku üretmek ve yönetmek”tir (Çetin, 2012: 93). Bu bağlamda AKP iktidarı, 
kendi dışında kalan bütün muhalifleri düşman olarak kodlamış ve her ne suretle 
olursa olsun, yok edilmesi gereken tehdit ve tehlike unsurları olarak 
anlamlandırmıştır. Böylesi bir anlamın meşrulaştırılmasında ise tehdit üreten 
“tehlikeli kötülük ittifakı”nın (Türk, 2014: 10-11) hedefinin basitçe iktidar 
partisi ve onun aktörleri değil, güçlü Türkiye’nin AKP ile birlikte yükselişini 
engellemek olduğu iddia edilmiştir. Böylesi bir korku stratejisi ile müteyakkız 
kılınan seçmen itaate; Erdoğan.ın söylemlerini sorgulamaksızın içselleştirmeye; 
yolsuzluk-rüşvet iddialarına basitçe komplo gözüyle bakmaya; dikkatlerin 
Cemaat/paralel örgüt yapılanmasına odaklanmasına; üstelik onlara karşı büyük 
bir kin ve hınç duygusu geliştirmeye hazır hale getirilmiştir. 

Korku siyasetini tatbik eden AKP.nin, 30 Mart seçimleri öncesinde deneyimlediği iki önemli kriz vardır: Gezi direnişi ve 17-25 Aralık soruşturmaları. Her iki kriz de -iktidar açısından- düşman kavrayışını büyük ölçüde şekillendirme gücüne sahiptir. Düşman, muhalefet partilerinden İstanbul sermayesine, cemaatten dış mihraklara ve faiz lobisine, üniversitelerden medyaya uzanan ve “millet iradesine kastetmek isteyen” son derece “büyük ve korkunç bir koalisyon” oluşturmaktadır. Bu anlamda Erdoğan, Schmittyen bir tavırla ve Türk siyasal kültürüne yabancı olmayacak biçimde “kendinden görmediği herkesi” (Türk, 2014: 11) iç ya da dış düşman ilan etmiş ve seçim, basitçe bir demokrasi sınavı olmanın ötesinde düşmanları etkisiz kılmak/yok etmek üzere bir tür „İstiklal Savaşı. olarak kutsanmıştır. 30 Mart.ın bir tür ölüm kalım savaşı olarak algılanması miting konuşmalarında „Türkiye düşmanları, maşalar, içerdeki yandaşlar, kuklalar, ihanet/hainlik, komplo, şantaj, kirli ittifak, şer ittifakı, fitne şebekesi, haşhaşiler. türü ifadelerin sıklıkla kullanımını getirmiştir. 

Bu anlamda Erdoğan, sıradan bir lider değil, adeta halkını ihanet çetelerine karşı uyaran ve aydınlatan bir komutandır. Korku siyaseti izleyecek olan iktidarın, korkuyu yaratan bir kaynak göstermesi ve o kaynağı damgalayarak tehdit unsuru olarak tanımlaması elzemdir. Kaldı ki Türk siyasal kültüründe erken cumhuriyet yıllarından bugüne, ihanet ve bölücülük siyasal mücadelede en güçlü ötekileştirici damga olmuştur. 30 Mart seçimleri sürecinde de gerek iktidar partisinin bütün bir muhalefete, gerekse muhalefet partileri ve Cemaat.in iktidara karşı kullandığı dil, yoğun biçimde ihanet retoriği üzerinden şekillenmiş tir. Seçimler bu anlamda “ihanet yaftasını yapıştırmakta acele eden”in “rakibine karşı büyük ama haksız bir üstünlük” sağladığı yarışa sahne olmuş, “herkes diğerinden önce bu haksız kozu kullanmak” (Aktay, 2011: 108) için hızla hareket etmiştir. 

Egemen, meşruiyet krizini korku aracılığıyla aşmak istediğinde, gündemdeki diğer bütün meselelerin korkudan ve korkunun bertaraf edilmesi için alınan önlem ve tedbirlerden sonra gelmesi gerektiğine dair sağduyu üretmek mecburiyetindedir. Ötekiliğe/ötekilere ilişkin damga ve tanımlama süreci de yaratacağı korkular aracılığıyla, siyasal ve toplumsal düzende var olan 
pek çok eşitsiz, hukuksuz, adaletsiz kararı/politikayı geçici olarak ileri bir tarihe 
öteleme olanağı sunar. Böylece düşman kategorisine hapsedilen kimlikler, 
siyasal mücadeleyi temellendiren korku nesnesine dönüşür. Erdoğan o nedenle 
mitinglerde düşmanın hedefini „toplumsal ve siyasal düzen. olarak işaret etmiş, 
korku siyaseti aracılığıyla bir tür kaos hali yaratılmaya çalışılmıştır. Mitingin 
yapıldığı şehre ve gündemdeki kriz(ler)e bağlı olarak kullanılan semboller, 
imajlar, metaforlar, imgeler de uygun dost ve düşman yaratacak biçimde 
seferber edilmiştir. Bu çerçevede Erdoğan seçim sürecinde, gerçeğin yerine 
onun suretini koymaya gayret eden bir tür egemen söylem yaratıcısına 
benzetilebilir. Egemen söylem, “modern iktidarın kendini kurma, güçlendirme 
ve tartışılmaz kılma” araçlarından en önemlisidir.” Zira egemen söylem, tüm 
toplumsal kategorileri kendi değerleriyle bezeyerek “normal.i tanımlar ve 
egemenlik durumunu korumak için bu normali saldırgan biçimde ve 
durmaksızın savunur” (Çınar, 2013: 138). Bu nedenle ötekinin farklı olarak 
damgalandığı ve düşmana dönüştürüldüğü bir ortamda, “farklılığı anlamak için 
farklı olana değil” onu farklılığa hapseden “olağan olana” (Goffman, 2014: 
180) bakmak gerekir. 

Korku ve siyaset arasındaki bu genel saptamaların pratiğe nasıl yansıdığını incelemek üzere bu makalede, 30 Mart yerel seçim süreci örnek olay olarak alınmıştır. İktidar ve muhalefet arasındaki ilişkinin korku siyaseti 


bağlamında nasıl dönüştüğünü tartışabilmek adına çalışma, AKP lideri 
Erdoğan.ın seçim konuşmaları ile sınırlandırılmıştır. Bu doğrultuda Erdoğan.ın 
19 Şubat.ta AKP.nin seçim beyannamesinin tanıtımı toplantısında yaptığı 
konuşma ve 30 Mart akşamı gerçekleştirdiği balkon konuşması ile altmışaltı 
il/ilçe miting konuşması1, tematik olarak analiz edilmiştir. 

Altmışaltı mitingin on tanesi İstanbul ve Ankara.ya bağlı ilçeler olup, diğer elli altısı ise il düzeyinde gerçekleştirilmiştir. Seçim beyannamesi tanıtım toplantısı ve balkon konuşması da dahil olmak üzere Erdoğan.ın bütün konuşmalarına, tam metin erişim imkanı sunan akparti.org.tr adresinden ulaşılmıştır. 

2 AKP iktidarının bütün muhalefeti, darbeci ve yabancı güçlerin ülke içindeki uzantıları olarak kavrayışının, erken cumhuriyet evresinde kurucu ideolojiye yönelen her türlü eleştirinin cumhuriyet retoriği üzerinden “karşı devrim” temelinde anlamlandırılmasıyla bir benzerlik taşıdığı belirtilmelidir. 

2. Düşmanın Çokluk Üzerinden Tekliği ya da Ortaklığı 

Yerel seçimler sürecinde Erdoğan ve AKP nazarında her türlü muhalefet, 
basitçe iktidar karşıtlığı şeklinde değil, Türkiye.nin büyümesini istemeyen 
yabancı güçlerin maşası olan grupların ihanet hali ile darbe planı yapan 
grupların demokrasi karşıtlığı üzerinden kavranmıştır.2 Düşmanlaştırıcı 
söylemde ortaya çıkan ihanet ve demokrasi karşıtlığı, farklı ideolojilere, 
partilere, örgütlenmelere, kimliklere sahip olan sayısız düşmanı ortak hale 
getirir. Çünkü ihanet hali, Erdoğanın Rabia işaretiyle sembolize ettiği ve 
AKP.nin beslendiği milliyetçi söylemin vazgeçilmez retoriği olan (tek) „devlet, 
vatan, millet ve bayrak. unsurlarına karşı tehdidin ne kadar ciddi boyutlarda 
olduğunu vurgular. Demokrasi karşıtlığı ise eski Türkiye.yi dönüştürerek 
ülkenin gelişmesini, büyümesini, saygın bir pozisyona erişmesini sağlayan 
AKP hükümeti özelinde, demokratik süreci ve sivil iktidarı, demokratik ve 
meşru olmayan yollarla devirmeye çalışan bir hareketin ne kadar ciddi ve 
tehditkâr olduğuna işaret eder. Dolayısıyla farklı niteliği haiz olan sayısız 
muhalefeti ortaklaştırarak düşman kılan şey, Erdoğan ve onun iktidarına 
yönelik muhalefeti „devlet ve millete düşmanlık etmek. üzerinden yorumlayan 
iktidar söylemidir. Bu nedenle ötekiliğe hapsedilerek bizlik halinin dışına atılan 
düşmanın “yalnız fikirleri ve eylemleri yanlış değil aynı zamanda niyetleri de 
kötü, zararlı, haince ve düşmancadır” (Çetin, 2012: 345). 

Erdoğan, böylesi bir kavrayışa bağlı olarak seçim süreci boyunca meydanlarda, “istenmeyen” ve “saf dışı bırakılması hedeflenen” bütün muhalif unsurları, aralarında “izah edilebilir bir bağ olup olmadığına bakılmaksızın aynı iç düşman kategorisi”ne (Öztan, 2014: 77) dahil etmiştir. Kütahya mitinginde “30 Mart.ta sandığa giderek bu statüko partilerine, bu paralel örgütlere, Türkiye düşmanları nın maşası haline gelmiş bu kuklalara cevabı siz vereceksiniz” sözleri; Isparta mitinginde “paralel yapının kuklası olmuş CHP.ye değil, paralel yapının 
oyuncağı olmuş MHP.ye değil, AK Parti mührü basmaya var mıyız?” seslenişi; 
Adıyaman mitinginde ise “Cebrail parti kursa desteklemem diyen zat, şu anda 
CHP.yi destekliyor, CHP.ye istikamet çiziyor… CHP.nin olmadığı yerde de 
MHP.yi destekliyor. Al birini vur öbürüne, farkı var mı?” sorusu, bütün bir 
muhalefeti tek ve ortak hareket eden homojen bir düşman gövdenin muhtelif 
parçaları olarak değerlendiren çıkışlarına birkaç örnektir. Böylesi tehditkâr ve 
tehlikeli düşman karşısında seçmene düşen görev, devlet ve devleti sembolize 
eden Erdoğan liderliğindeki iktidara/partiye sığınarak, uzlaşma ve dayanışma 
ağı yaratmaktır. 

Örnek ifadelerden görüldüğü üzere Cemaat ve ona destek veren/destek 
alan muhalefet, hem ortak bir düşman ihtiyacını karşılamakta, hem de bütün 
düşman unsurların birbiriyle bağlantılı olduğu ve her türlü sorunun/krizin 
ardında mutlaka bu türden bir bağlantının yer aldığı düşüncesini üretmektedir 
(Türk, 2014: 249). 30 Mart seçimlerinde AKP kampanyasının ana omurgasını 
oluşturan „düşmanın ortaklık hali. hususunda iki noktanın daha altı çizilmelidir. 
Birincisi, Türkiye.deki sağ geleneğin siyaseti kavrayışıyla ilgilidir: “hasımlık 
ilişkisi”. Sağ gelenek, kendisini “ideolojik duruşuyla değil, hasmının antisi 
olmasıyla” tanımlar ve bu nedenle “reaksiyoner” yanı ağır basar (Bora, 2014: 
11). Seçimler boyunca Erdoğan, diğer muhalif partileri ve Cemaat.i hasımlık 
retoriği üzerinden karşı(t) cepheye yerleştirmiş ve üstelik bu karşı(t) cephe 
kendi içinde homojen bir bütün oluşturacak biçimde anlamlandırılmıştır. İkinci 
nokta ise karşı(t) cephenin homojen bir bütün oluşturduğu ve ortak hareket 
ettiği argümanı, komplo teorilerini davet eder. Onlar ne kadar farklı 
kaynaklar dan beslenseler de, ideolojik anlamda ne kadar ayrıksı olsalar da 
amaçları birdir: “kardeşlerim, bu saldırı sadece benim şahsıma yönelik bir 
saldırı değildir, benim aileme, benim arkadaşlarıma yönelik bir saldırı değildir, 
Hükümetimize yönelik bir saldırı değildir, bu saldırı, bakın altını çizerek 
söylüyorum, Türkiye Cumhuriyeti.ne, Türkiye.nin istiklaline, Türkiye.nin 
bağımsızlığına yapılıyor ” (Burdur) sözleri; “ 17 Aralıkta Türkiye.nin 
yürüyüşünü durdurmak, Türkiyeyi engellemek, yavaşlatmak için bir komplo devreye sokuldu. Piyasaları sarsmak istediler. Türkiye.nin milli kurumlarını, milli değerlerini, milli hedeflerini yok etmek istediler ” (Denizli) iddiası veya “Türkiye.nin kutlu yürüyüşünü durdurmaya çalışıyorlar, büyüyen ekonomiyi geriletmeye çalışıyorlar, huzuru bozmaya çalışıyorlar” (Mardin) ifadeleri düşmanın birlikteliğini örneklendirmektedir. Dolayısıyla ülke ve milletin yükselişini çekemeyenler yani komplo ile suçlananlar, “fıtraten kötü 
oldukları…maddi çıkarları olduğu veya aldatıldıkları için orada” bulunmakta dırlar. Erdoğan.ın komplocu bir zihniyet üzerine inşa edilen bu sözleri, “gerçekten olan bir şeyleri açıklamak için değil, belirli bir toplum imajını bütünleştirmek” için stratejik araçtır. Çünkü komplocu zihniyetin mantığı “anlamak için değil, bertaraf etmek için ifşa” (Yıldırmaz, 2014: 53) etme üzerine kuruludur. 

Muhalefeti tekleştiren söylem, liderler üzerinden üretilen aşağılayıcı 
betimlemelerle desteklenmiştir. Gülen, Kılıçdaroğlu ve Bahçeli.yi kapsayan „üç 
kafadar. metaforu, tam da bu nitelikte bir stratejik üretimdir. Denizli, Muğla, 
Adıyaman, Kırıkkale, Malatya, Urfa, Beylikdüzü, Mersin, Bingöl, Bitlis, 
Büyükçekmece, Ağrı, Osmaniye ve Niğde mitinglerinde sıklıkla zikredilen üç 
kafadar metaforuna dayalı birkaç örnek: “ Bunlar üç kafadar. CHP Genel 
Müdürü, MHP Genel Başkanı, bir de Pensilvanyalı zat karıştı, ortak oldular, 
kafa kafaya verdiler, Türkiye Cumhuriyeti hükümetine hücum ettiler” (Muğla); 
“Biliyorsunuz, CHP.yle MHP ruh ikiziydi…şimdi bunlara bir de Pensilvanya 
eklendi…Bu üç kafadara üç koyun verin kaybedip gelirler…şimdi bir de 
kendilerini kaset işine, montaj işine verdiler, oradan bir şey kazanacaklar” 
(Niğde); “üç kafadar bir araya geldiler ve sokakları kendilerine göre 
hareketlendirecekler” (Osmaniye); “…üç kafadarlara karşı millet var” 
(Büyükçekmece); “üç kafadar, CHP, MHP, Pensilvanya. Türkiye.ye karşı, 
devlete karşı yapılan bir saldırı var ve bunlar da buna payendelik yapıyorlar” 
(Bitlis); “bunlar üç kafadar, çünkü iktidarı milletten alıp eskiden olduğu gibi 
seçkinlere teslim etmek istiyorlar, eskiden olduğu gibi Türkiye.yi holdingler 
yönetsin, bir kısım medya yönetsin, faiz lobisi, vaiz lobisi, kan lobisi, rant lobisi 
yönetsin diye mücadele ediyorlar” (Mersin). 

Zonguldak mitingindeki şu satırlar ise, düşman kategorisine yerleştirilen 
muhalefetin hem ne kadar çok sayıda, hem birbirlerinden ne kadar farklı 
olduklarına, hem de neden seçimin rekabet değil de savaş retoriği üzerinden 
kavranması gerektiğine ışık tutar: “Kardeşlerim, bize kimlerin taarruz ettiğine 
lütfen dikkat edin, karşımızda oluşan ittifaka dikkat edin, bu ittifakın içinde 
kimlerin olduğuna dikkat edin. Nasıl bir istiklal mücadelesi içinde olduğumuzu 
da net göreceksiniz. Kim var bu ittifakta? CHP, MHP, BDP, Pensilvanya, 
malum medya, işverenler, eli kanlı terör örgütleri, hepsi buraya destek veriyor, 
faiz lobileri, kan lobileri, Türkiye düşmanı çevreler bu ittifaka destek veriyor. 
Türkiye.nin güçlenmesinden, ekonominin büyümesinden, huzurun, kardeşliğin 
artmasından rahatsız olan kim varsa bu ittifaka destek veriyor”. Düşmanın, çok 
sayıda olmasına karşın müphemliği yani herkesin düşman olabileceği gibi 
düşman bildiklerimin de dost olma ihtimali, düşmanla ilişkilendirilen korku 
siyasetinin bir gereğidir. Farklı bir deyişle korku, toplum katında ancak 
müphemliklerin gölgesinde içselleştirilebilir ve sürekli kılınabilir (Çetin, 2012: 
296). O nedenle Erdoğan hemen her mitinge, hazzetmediği düşmanları ve 
onların kötülüklerini anlatarak başlar. Akbaş.ın (2014: 27) tabiriyle “sevgi 
sözleri(ni) hep en sona” bırakır. Bu yönüyle Erdoğan, hem kendini seven ve 
iktidarını destekleyen hayran kitleye, hem de tüm kötülükleri üzerine 
aktaracağı bir düşmana (İlhan, 2013: 105) aynı anda ihtiyaç duyan lider 
görüntüsü çizer. Gezi Direnişi ve 17-25 Aralık soruşturmaları türü krizlerde 
olduğu gibi başa gelen her felaketi bir başkasının suçu olarak (Campbell, 2013: 
19) kurgulamak ve günah keçisi yaratmak, aslında korku siyasetinin 
gerekliliklerinden dir. Felaketlerden sorumlu tutulacak suçlu yaratmak, 
muhaliflerin düşmanlaştırılmasını, bu sayede onların insandışılaştırılmasını ve 
şeytanlaştırılmasını beraberinde getirir. 

Cemaat başta olmak üzere neredeyse bütün muhalefetin düşmana 
dönüştürülmesi, Türk sağ geleneğindeki anti-komünist stratejiye de yabancı 
değildir. Nasıl ki komünizm “suçlu, düşman, kötü addedilen bir şey” olarak 
değerlendirilmişse ve “kökü kurutulması gereken bir fesat” (Bora, 2014: 14) 
olarak kavranmışsa; yargı ve emniyeti ele geçirdiği, türlü devlet sırlarını 
dinleyip yabancılara sattığı iddia edilen Cemaate karşı yapılan da benzer bir 
anti-komünist mücadele taktiğiyle hücumdur aslında. Bu anlamda AKP 
iktidarının bütünüyle devletçi reflekslerle donanıp, içinden çıktığı çevreden 
koptuğu ve mücadele ettiği Kemalist devletçi seçkinlerin dilini tersinden 
yakaladığı söylenebilir. Anti-komünist strateji, muhalif unsurları düşmanlaştır mak ve gündemi meşgul eden krizi derinleştirmek adına da işlevseldir. Çünkü kriz ne kadar ciddiyse yenilen aktör de o kadar önemli (Campbell, 2013: 20) veya tehlikeli bir varlığa dönüşür. Cadı avı kabilinden düşman yaratma stratejisinde, 17-25 Aralık soruşturmalarının faili olduğu iddia edilen Cemaat, bu süreçte en önemli sembol hedeftir. Propagandatif Stratejiler ile rakibi şeytanlaştırmak, her türlü olumsuzluğun yükleneceği bir sorumlu yaratmaya hizmet etmekle kalmamakta; fakat aynı zamanda günah keçisi kılınan cemaat türü rakiplerin düşmanlaştırılarak “itibarını tamamen bitir”mek ve “otoriteyle bir daha mücadeleye girmesinin” önünü kesmek de mümkün kılınmaktadır (Campbell, 2013: 120). Günah keçisi yaratmak adına kullanılan sıfatların itibarsızlaştırıcı etkisi ne kadar kapsamlı olursa, bu sıfatlar o ölçüde birer damgaya dönüşecek ve onlara karşı neden müteyakkız olmak gerektiği 
anlatılabilecektir. Her türlü başarısızlık ve kifayetsizlik de itibarsızlaştırıcı 
retoriklere eşlik eder. 

İşte birkaç örnek: 

“Belediyecilikte bu CHP, MHP bunlar bu işten anlamazlar” (Maltepe); 
“Türkiye bunlara emanet edilmez, ne CHP.ye, ne MHP.ye, ne BDP.ye, bırakın 
Türkiye.yi şehirler dahi emanet edilmez” (Karabük); “Bu CHP, bu MHP, bu 
Pensilvanya Suriye.de zalim Esad.ın avukatı, Mısır.da Sisi.nin avukatı, 28 
Şubatçılar.ın avukatı, DHKP-C gibi eli kanlı terör örgütlerinin avukatı, twitter 
gibi Türkiye.nin kanunlarını tanımayan, Türkiye.ye üçüncü dünya ülkesi 
muamelesi yapan şirketlerin avukatı; ama bir tek Türkiye.nin avukatı değiller” 
(Karabük); “MHP şu anda okyanus ötesinin dizinin dibine oturdu, onun müridi 
oldu. Okyanus ötesi kaset üretiyor, Bahçeli pazarlıyor. Okyanus ötesi montaj 
yapıyor, Bahçeli tezgahında onu satıyor; Kılıçdaroğlu da aynısını yapıyor ha” 
(Karabük); “bakınız MHP iktidara geldi değil mi? 5 yıllığına geldi, 3,5 sene 
kaldı kaçıp gitti” (Karabük); “Ey MHP, ey Bahçeli; Sen IMFye borçlandın…bize 23,5 milyar dolar borçla devretti” (Kastamonu); “Allah aşkına, MHP ile eli kanlı devlet düşmanı DHKP-C.nin biraraya geleceğini söyleseler inanır mıydınız? Artık inanın, zira biraraya geldiler, Aynı Safta…buluştular” (Aksaray); “…Ey Bahçeli, Gezici vandalları, anarşistleri, teröristleri, marjinal sol grupları savunmak sana mı kaldı?” (Yozgat); “ İşte bu CHP 1940.larda Said-i Nursi.nin kitaplarını yasaklayan, Said-i Nursiyi hapislere mahkum eden partidir” (Afyon); “…CHP ve MHP kendi iradesiyle hareket etmiyor…İradeleri yoktur, talimat alır, emir alır öyle hareket ederler” (Kütahya); “CHP.nin başındaki genel müdür, aslında bir kaset genel müdürüdür” (Balıkesir); “Bu CHP 27 Mayıs.ı hazırladı…Menderes.in 
asılmasına göz yumdu…12 Eylül.e giden zemini hazırladı…28 Şubat.ı var 
gücüyle destekledi…şimdi de bir kez daha 17 Aralık darbe girişiminde 
figüranlık yapıyor” (Balıkesir); “ Ey CHP, Diktatör senin içinde ya. Kim? İnönü” (Adıyaman); “Bu CHP.nin Genel Müdürü akşam başka, sabah başkadır. 
Bunlarda doğru konuşmak, dürüst konuşmak yoktur, takiyecidir, yalan bunda 
ganidir” (Kırklareli); “CHP sandıktan çıkamayacağını bilir, milletin teveccühünü kazanamayacağını bilir, işte böyle iftiralarla, ithamlarla, yalanlarla, dolanlarla, montajlarla işi idare ederler” (Eskişehir); “CHP çöp demektir…kirlilik demektir…yolsuzluk demektir…susuzluk demektir. Değerli kardeşlerim, bunlardan belediyecilik olmaz” (İzmir); “bu CHP zihniyeti yıkımdır. 

Bu CHP zihniyeti ateştir. 

Bu CHP zihniyeti ortalığı karıştırmaktır” 

(İzmir); “CHP.nin gençliğine bak, elinde molotof, taş, sopa. Ortalığı terörize 
edenlerle beraber, öyle dolaşıyorlar. Bakıyorsun MHP gençliğine, aynen” 
(İzmir); “CHP zaten tarih boyunca dindarlara zulmetti, Bediüzzamanın 
dirisine, ölüsüne zulmetti, başörtülü kızlarımıza zulmetti” (Erzurum); “ Tek parti 
CHP zulmünün ne olduğunu en iyi alimler bilir, dedelerimiz bilir” (Kocaeli); 
“ Biz 77 milyonun Partisiyiz. CHP'yi söylememe gerek yok o da diyor ki, Ben 
kumsalların partisiyim” (Van). İtibarsızlaştırıcı etkisiyle damga, iliştirildiği kişiyi adeta insanlıktan çıkardığından (Goffman, 2014: 31-33), öteki hem varlık olarak aşağı bir konuma indirgenir, hem de onun varlığının temsil ettiği büyük tehlikeye vurgu yapılır. Düşmanlaştırılacak farklılıkları rasyonalize etmek gerektiği için, çoğu zaman “bir kusuru temel alarak, geniş bir kusur yelpazesini yakıştırma” 
(Goffman, 2014: 34) ve bu doğrultuda her türlü sıfatı yükleme tavrı ağır basar. 
Tıpkı Gülen, Kılıçdaroğlu ve Bahçeli.ye yakıştırılan damgalarda olduğu gibi: 
evlat derdi olmayan Gülen ve Bahçeli; “ Akşam başka, sabah başka ” olan 
dolayısıyla “ Takiyye, yalan, iftira, fitne, fesat, hepsi ”ni taşıyan, “ helalden-
haramdan anlamayan” Kılıçdaroğlu; “ Beceriksiz ”, seçim sonuçları itibariyle 
“Hep Üçüncü olan” Bahçeli; “ Fitneci, takiyyeci, yüreksiz, kasetçi, montajcı, 
Pensilvanyalı, milli irade hırsızı, kâinatın imamı” vb. Gülen. Bu tür damgalar, 
siyasal mücadelede ötekine dair sorumluluk duyma yükümlülüğünü ortadan 
kaldırır. Oysa ötekine karşı sorumluluk duymak özne olmanın gereğidir. Siyasal 
aktörlerin ötekilere karşı sorumluluk duymadığı bir yapıda ise aslolan özneler 
değil liderlerdir. Diğer bir deyişle konuşan, planlayan, üreten, bilen, kazanan 
hep liderdir; diğerleri ise dinlemek, uymak, itaat etmek, desteklemek, 
içselleştirerek uygulamak ile mükellef kitleyi oluşturur. 

Siyasal sistemdeki türlü sorunlardan kurtulmak adına kötü giden her 
şeyin sorumluluğunun birilerine yüklenmesi, egemen olana özgü bir stratejidir. 
AKP iktidarı da karşı karşıya kaldığı türlü krizlere, böylesi bir yükleme stratejisi 
üzerinden açıklama geliştirmekte, işler yolunda gitmediğinde “azınlık ve 
marjinal grupları” (Campbell, 2013: 15) ya da kim oldukları müphem olan dış 
güçleri hedef gösterecek şekilde komplo teorilerine sıklıkla müracaat 
etmektedir. Erdoğan.ın miting konuşmalarına göre esersizlik ve „dikili bir ağacı 
olmama. CHP ve MHPye; Yolsuzluklar Kılıçdaroğlu.nun SSK genel müdürlüğü dönemi ile SHP.li İSKİ.ye; her türlü „yasak, yoksulluk, yolsuzluk, zulüm. üretimi ve dine karşıtlık CHP.ye aittir; şantaj-ihanet-sızma-muhalefetin iradesini esir alma-huzuru bozma-ulusal güvenliği tehdit etme-gayri itikadi tavır Cemaat.e; halka hizmet anlayışına karşı oluş Solcu.lara; Türkiye’nin büyümesini engelleme niyeti ise türlü lobilere (faiz, vaiz, kan, rant vb.) aittir. 

Yükleme stratejisi, mutlak iyi/kötü veya ezeli dost/düşman türü ayrımları temel 
alır. İyi/kötü ya da dost/düşman kartezyen ikiliklere hapsedildiğinde, tıpkı anti-
komünist mücadele stratejisinde olduğu üzere, düşmanlaştırıcı ve hainleştirici 
kavrayış, husumeti, “politik alanın dışına” taşıyarak, hasım olanı “ancak cezai 
takibatın veya savaşın konusu olarak” düşünmeye başlar (Bora, 2014: 15). 
Örneğin moskof metaforu komünizmi/komünisti nasıl ki her türlü kötülüğün 
mutlak ve tek müsebbibi olarak kuruyor idiyse; Pensilvanya ifadesi de 30 Mart 
sürecinde Gülen Cemaati.ne benzer bir kötülük göstereni işlevi yüklemiştir. 
Mutlak kötülük üzerine kurgulanmış düşman korkusu, aynı zamanda devletin 
şiddet temelli çözümlerini de meşrulaştırır. Böylece devlet, kendi histerisini 
topluma yayarak, tüm bu korku düzeni içerisinde sadece siyasal bir sınır değil 
aynı zamanda ahlaki bir sınır da inşa etmiş olur (Çetin, 2012: 324). 

Toplum için ahlaki sınır/standart geliştirme (özellikle muhafazakâr yeni 
sağın) iktidar gücünü pekiştirici bir rol oynar. Zira toplum, kendisine sunulan 
ahlaki değerler dünyasını tehdit eden unsurlara karşı sürekli teyakkuzu ifade 
eden “ahlaki panik” içine sokulur. Ahlak temelli bir korku ve panik hali, kurulu 
değer sisteminin tehdit altında olduğu korkusunu yayarken; korku salan 
unsurları “halkın şeytanları” olarak tanımlar ve onlara karşı geniş ve ortak bir 
toplumsal tepki birliği yaratılır (Çetin, 2012: 46). Bu sayede “iyiliğin sınırları 
kesin olarak işaretlenir; bu sınırı geçen kötülerin, …iyilerin arasında işi yoktur 
ve bunlar yok edilmelidirler” (Canetti, 2006: 300). Çünkü bizi biz kılan ve 
ötekinden ayıran husus, ahlaki sınırların belirlediği yaşam tarzının tehlikede 
olduğu korkusudur. Balıkesir mitinginde “solcu, terörist ve ateist”in birbiriyle 
aynı kılınması ya da Cemaat.in İslam ahlakına aykırı hareket eden sapkın bir 
örgüt olarak sunulması veya CHP.nin din karşıtlığı üzerinden anlamlandırılması böylesi bir korku haline uygun düşer. AKP, kendi tabanını bir arada tutmak ya da milliyetçi seçmen nezdinde bir tür çekim merkezi oluşturmak üzere bu korku stratejisini başarıyla uygulayabilmiştir. Üstelik korkunun somut ve nesnel bir karşılığa sahip olması da önemli değildir. Korku hali, “bir geçekliğin abartılması, bilinçli olarak belirli yönlerinin açığa çıkartılması” şeklinde ya da “gerçeklikten tamamen kopuk bir kurgu biçiminde” (Kerestecioğlu, 2014: 29) inşa edilebilir. Eğer düşmanın varlığı, grup içerisinde birliktelik/dayanışma üretebiliyorsa, düşman, toplumsal ve politik temelde bir işlev üstlenmiş demektir. Düşmanın varlığından daha önemli olan ise, düşman edinme ihtiyacının kaçınılmaz hale gelişidir. Düşman edinme hali ne kadar kaçınılmazlık üzerinden kavranırsa, statüko da o ölçüde kendini koruma refleksiyle hareket edecektir (Moses, 2010: 102). 

Erdoğan.ın her türlü muhalif unsuru ortak bir düşman kategorisi altında 
bir araya getirmesinin en önemli stratejik ayağını kutuplaştırıcı dil kullanımı 
oluşturmaktadır.3 Biz ve öteki kategorileri öylesine dar ve keskin biçimde 
birbirinden ayrılmıştır ki, bizi sembolize eden Erdoğan.ın/AKP.nin seçimleri 
kazanması, “istikrarı, huzuru ve ekonomiyi hedef alan darbenin bertaraf 
edilmesi” ve aynı zamanda “yeni bir Türkiye için verilen savaşın kazanılması” 
anlamına gelmektedir. Başka bir deyişle yeni Türkiye, türlü tehditler üreten 
paralel yapı başta olmak üzere (mitingin yapıldığı yere göre) CHP, MHP ve/ya 
BDP bertaraf edildikten sonra inşa edilebilecektir (Akbaş, 2014: 28). O nedenle 
Erdoğan, mitinglerde söz konusu tehditleri sayısız kere dillendirmiştir. 
Düşmanı betimleyen sıfat ve adlandırmalar arasında “sülük, Gezici vandallar, 

3 Erdoğan.ın faiz lobisinden, vesayetçi bürokrasiye, Gezi.cilerden bir kısım medyaya, Pensilvanya.dan eski Türkiye.nin aktörlerine kadar tüm rakiplerini düşman olarak kodlama eğiliminin temel saikleri, onun içinde yetiştiği siyasal sosyalleşme ortamlarında aranmalıdır. 

Siyasal tercihleri, gençlik yıllarından itibaren sağ gelenek içinde, özellikle de MTTB türü yapılar içinde şekillenen Erdoğan, Türk sağının “rakibini düşmanlaştır ma eğilimli düşünsel iklimi”ni (Türk, 2014: 19) yoğun olarak teneffüs etmiştir. MTTB türü örgütler soğuk savaş yıllarında anti-komünist mücadelenin dil ve zihniyeti ile gençlerin siyasal sosyalleşmesini tamamlayan yapılardır. O nedenle Erdoğan.ın siyaseti kavrayış tarzı ve üslubu hem soğuk savaş koşullarındaki mücadele stratejisinden, hem de o kültürün önemli bir ayağını oluşturan siyasal 
İslam.dan önemli ölçüde beslenmiştir. Bilhassa protesto hareketlerine, sokak gösterilerine, öğrenci ve sendikalar başta olmak üzere tüm muhaliflere, farklı inanç gruplarına ve siyasal yelpazenin solunda yer alanlara karşı insandışılaştırıcı ve şeytanlaştırıcı dil, bu bahsettiğimiz yetişme koşullarının bir ürünü olsa gerektir. omurgasızlar, ihanet şebekesi, haşhaşi, milli irade hırsızları, kaset müdürü, çocuksuzluk, paralelin kuklaları, eski Türkiye.nin aktörleri, kirli/şer ittifakı, darbeci, virüs, fitne şebekesi, hain, üç kafadar” vb. ifadeleri bu sebeple sıklıkla geçmektedir. Bu ifadeler düşmanı, hem tehdit ve korku üreten hem de kaos yaratan anlamlara hapsetmiştir. Çünkü her türlü kötülüğün mutlak kaynağı kılınan düşman, toplumsal bünyedeki bütün hastalıkların kaynağı olarak 
kodlanmıştır. Bilhassa Cemaat, her türlü karanlık, tekinsiz, devlet karşıtı ve 
darbe yanlısı eylemin faili ve baş düşmanı kılınmıştır. Düşmana karşı 
mücadelenin bu şekli son derece sert, keskin ve bir o kadar da kutuplaştırıcı dil 
kullanımını olağanlaştırmakta ve beraberinde tehdit, şiddet, öfke ve nefret 
üretimi rutinleşmektedir. 

Kutuplaştırıcı tavır, bir yandan toplumu iki ana eksen üzerinde kategorize 
ederken, diğer yandan o iki ana eksen içinde veya dışında yer alacak tarafları da son derece esnek bir biçimde kuşatabilmektedir. 30 Mart seçim 
kampanyaların da, ne kadar farklı olursa olsun bütün muhalif unsurların 
„ AKP.ye verdiği ya da verebileceği zarar üzerinden tek bir bütünün parçası. 
olarak değerlendirilişi, Erdoğan.ın, son derece esnek ve kapsayıcı bir düşman 
algısına sahip olduğuna işaret eder. Erdoğan.ın düşmanı betimleme tavrının 
önemli bir ayağını oluşturan esneklik aslında “kötülüğün doğasında” (Aktay, 
2011: 24) var olan bir olgudur. Kötülük ve düşmanı tanımlamadaki esneklik, 
tartışmalı meselelerde ne tür stratejiler geliştirmesi gerektiği hususunda 
Erdoğan.ın manevra kabiliyetini artırmaktadır. Düşmanlaştırmayı son derece 
“esnek ve kuşatıcı” (Türk, 2014: 211) bir boyutta kavramsallaştırabilmesi, onu, 
kendinden önceki merkez sağın liderlerinden ayıran en önemli farktır. Örneğin 
Gezi direnişi ve 17-25 Aralık soruşturmaları kendi içindeki tüm farklılıklarına 
rağmen tek bir kategori altında bir araya getirilerek, “aynı büyük düşman 
figürünün farklı eylemleri” (Türk, 2014: 292) olarak sunulmuştur. Erdoğan.ın 
kutuplaştırıcı dil ve söylemi, AKP.yi, mirasçısı olduğu merkez sağdan farklı 
kılan başka bir saikle daha yakından ilişkilidir: AKP, orta sınıfı temsil etmek 
yerine kendisini doğrudan onunla özdeşleştirmiştir (Laçiner, 2014b: 3). 

Erdoğanın „ Parti-Orta sınıf özdeşliğini. başarıyla kurması sayesinde 
kutuplaştırıcı dil ve üslup, yolsuzluk ve rüşvet iddialarının AKP seçmeni 
tarafından geri çevrilmesini kolay kılmıştır. Seçmen, bu özdeşlik dolayımıyla 
“eleştiri ve ithamları haklılık ölçütü ile tartmak yerine kendisine yapılmış bir 
saldırı, konumunu tehdit eden bir gelişme” olarak algılamıştır. 

Düşmanlaştırılan muhalif unsurların homojen bir tek grupmuşçasına 
anlamlandırılması, ayrımcı ve insandışılaştırıcı söylemleri meşrulaştırma 
gücünü de tekele alır. Aslında düşmanlaştırılmamış haliyle bile ötekilik 
„ Ben/Biz olmayan. olarak bir dışlama pratiğine işaret eder ve kimliğin inşası 
açısından kaçınılmazdır. Fakat ötekinin düşman kategorisi üzerinden 
homojenleştirilmesi ve tehdit üreten bir tek aktör olarak kavranışı, önyargı ve 
sterotiplerin devreye sokulmasını gerektirir. Önyargı ve sterotipler “ İçselleşerek 
vaziyet alış(lar) haline” geldiğinde ise “sosyal mesafe normlarına” dönüşür. 
Böylesi bir dönüşümü ortaya çıkaran husumet giderilse bile, sosyal mesafe 
normları dil aracılığıyla gündelik hayatın pratiğinde yaşamaya devam edecektir 
(Yanıkkaya, 2009: 23). AKP.nin ötekiyi tehlikeli bir düşman olarak kurgulama sı ve muhalefeti bütün farklılıklarına rağmen tekleştirmesi, toplumsal vaziyet alışları tetiklemesi itibariyle olumsuz sonuçlar üretme tehlikesi barındırır. 

Düşmanı bu şekilde kavratma gayesi AKP mitinglerinin söylemsel 
özünü, korku siyasetine dayalı işleyen ve içerde siyasal birlik ve bütünlük 
oluşturmayı hedefleyen McCarthyism.e yakınlaştırır. McCarthy soğuk savaş 
yıllarında nasıl ki, delilsiz, belgesiz, somut bir karşılığı olmaksızın herhangi bir 
muhalifi komünist olarak damgalamış ise, AKP.nin paralel yapı özelinde 
yaptığı da buna benzer. İlk defa Denizli mitinginde dillendirilen „inlerine 
gireceğiz inlerine. sözü bu konudaki kararlılığı gösterir. Düşman, yaşanan her 
türlü musibetin müsebbibi olarak kodlandığından bize ait tüm sorumluluk, 
düşman göstereni aracılığıyla dışarıya havale edilmekte (Moses, 2010: 102); bu 
sayede toplumun sindirilmesi ve muhalif düşünceler barındıranlara karşı 
kaygı/korku yaratılması ya da toplumun duygusal ve psikolojik temelde itaat 
altına alınması kolaylaşmaktadır. McCarthy için Sovyet Rusya nasıl ki „siyaset-
düşman-savaş. ilişkisi kurmayı olanaklı kılan bir gösteren idiyse, AKP 
mitinglerinin söylemsel kurgusunda da paralel yapı özelinde muhalefet, 
siyasetin savaş üzerinden kavranmasını ve yerel seçimlere „siyaset-düşman-
savaş. ilişkiselliği üzerinden anlam yüklenmesini beraberinde getirmiştir. 
Düşmanlaştırma stratejisinde Erdoğan.ın temel hedefi, rakiplerini politik, 
dinsel, toplumsal bağlamda anlamak ve niçin politik bir rakip olduklarını 
kitlelere anlatmak değil; “geleneksel korkuları yeni biçimlere sokarak, onu 
doğrudan düşman ilan etme”ktir (Öztan, 2014: 99). Böylesi bir strateji, seçimde daha fazla oy kazanabilmek adına en kolay ve kestirme yoldur. Bu nedenle seçimler, çok sayıdaki düşmanın taarruzlarına karşı istiklal savaşı olarak kurgulanmış, her türlü muhalif unsur ya da kurgusal tehdit kaynağı güvenlikçi bir bakış açısıyla şeytanlaştırma stratejisine dönüştürülmüştür. Basitçe bir yerel seçim değildir artık söz konusu olan, “hayat memat meselesi, yeni bir Türkiyenin kurulmasının eşiği”dir (Akbaş, 2014: 28). 

3 CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR,



***

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder