20 Ocak 2017 Cuma

“Demokratik Açılım” ve Terörle Mücadele Süreci: Yanlış Bilinenler ve Temel “ Açmazlar



“Demokratik Açılım” ve Terörle Mücadele Süreci: Yanlış Bilinenler ve Temel “ Açmazlar


Bülent ŞENER
14.09.2009

Doğu ve Güneydoğu Anadolu Bölgelerinde bağımsız-birleşik bir Kürt devleti kurmayı amaçlayan PKK terör örgütü (Partiya Karkeren Kurdistan / Kürdistan İşçi Partisi), eylemlerine başladığı 1984’ten günümüze değin yarattığı bölünme tehlikesiyle, Soğuk Savaş döneminde stratejik önceliğini Sovyet tehdidini karşılamaya yöneltmiş olan Türkiye’de derin bir güvenlik endişesi doğurmuş; özellikle 1990 sonrasında başta Batı’yla ilişkiler olmak üzere Türk dış ve iç politikalarını birçok alanda ipotek altına sokarak, Türkiye Cumhuriyeti’nin maddi ve manevi enerjisini önemli ölçüde harcamıştır.  Tabidir ki, sorunun bu boyuta gelmesi, meselenin Kürt milliyetçiliği mi, Doğu ve Güneydoğu Anadolu’ya özgü sosyo-ekonomik geri kalmışlığın bir neticesi mi, Şark Meselesi’nin yeniden canlandırılmasının bir boyutu mu, bölgesel ve küresel güçlerin stratejik bir çatışmasının ürünü mü ya da demokratikleşme ve insan hak ve hürriyetleri mücadelesi mi olduğu üzerindeki tartışmaları yoğunlaştırarak ortak bir zeminde buluşabilmeyi de neredeyse imkansız kılmıştır.


Sorunu Tanımlamak, Mücadeleyi Anlamak: Türkiye’nin Bir Terörle Mücadele Konsepti Var mıdır? 

Öncelikle şunu belirtmek gerekir ki, Türkiye’de birçok konuda olduğu gibi, terör konusunda da sorunu tanımlama noktasında büyük bir kargaşa ve bilgi eksikliği yaşanmaktadır. Hemen herkesin üzerinde fikir sahibi olduğu konular olmasına rağmen, Bugüne kadar ne “ Terör ” ne de “ Demokratikleşme ” konuları siviller tarafından stratejik bir konsept içinde ele alınmamış, tanımlanmamıştır. Sorunlar tanımlanmadığı için “çözüm” diye ortaya atılan şeyler de palyatif olmaktan öteye gidememiş, gerçekte bir değer ifade etmemiştir. Bu son derece doğaldır, zira tanımlayamadığınız bir olguya karşı tavır geliştirebilmeniz ve onu çözebilmeniz mümkün değildir.


Dün olduğu gibi bugün de Türk siyasi eliti PKK ile ilgili gerçek bir strateji ve öngörü oluşturmamıştır. Bu strateji ve öngörü yoksunluğunun temel nedenlerinden biri, 25 yıldır terörle mücadele eden Türkiye’de “teröristle mücadele” ile “terörizmle mücadele” arasındaki büyük farkın hala anlaşılamamış olmasıdır. Türkiye, “teröristle mücadele”yi silahlı kuvvetleri aracılığıyla sürdürmektedir. Ancak, kamuoyunda bilinenin aksine “teröristle mücadele”, terörle mücadelenin küçük bir kısmını oluşturmaktadır ve bu noktada bile karar verici esas mercii sivil bürokrasidir. “Terörizmle mücadele” ise terörle mücadelenin daha geniş kapsamlı boyutlarını içinde barındıran ana kısmını oluşturmaktadır. Bunlar siyasal, ekonomik, kültürel, diplomatik, psikolojik boyutlardır ki bu noktada da sorumluluk askerlerin değil sivillerindir. Oysa ki, 1984’ten bu yana geçen süre zarfında Türkiye’de terörle mücadele büyük ölçüde “teröristle mücadele” olarak ele alınmış, başarı ya da başarısızlığın bütün sorumluluğu da askeri bürokrasiye yüklenmiştir. 2002’de sıfır noktasına inen terörün 2009’a gelinceye kadar tekrar kazandığı ivme göz önünde bulundurulduğunda, “terörizmle mücadele” boyutunun siviller tarafından ihmal edilmişliğinin payı açık bir şekilde görülmektedir.
Bu bağlamda, özellikle 1999 yılından sonra askeri alanda gerileyen PKK terör örgütünün, uluslararası alanda siyasal, ekonomik ve lojistik kaynaklarının da geriletilmesi konusunda Türkiye Cumhuriyeti hükümetlerinin ne derece başarılı oldukları tartışma konusudur. PKK’nın uyuşturucu ve silah kaçakçılığı gibi yasa dışı yollardan sağladığı finansman, Avrupa’da çeşitli dernekler aracılığıyla elde ettiği gelirler, lider kadrosunun Avrupa bankalarındaki yüklü hesapları ve çok sayıda devletin örgüte verdiği destek vb. unsurlar geriletilmediği sürece terörle mücadelenin başarısından söz edilemez. Diğer yandan, PKK’nın coğrafi konumlanışı karşısında Türkiye’nin esas muhatapları Kuzey Irak bölgesel yönetimi ve ABD’dir. Bugün hala PKK’nın coğrafi olarak konumlandığı Kuzey Irak ve karargahı Kandil Dağı konusunda, Kuzey Irak bölgesel yönetimiyle yapılan görüşmelerde Türkiye’nin taleplerinin ne derece yerine getirildiği tartışmalıdır. Mesud Barzani, Türkiye’ye karşı ABD’nin baskıyla söylemini yumuşatmış olsa da, PKK’nın lojistik desteğinin kesilmesiyle ilgili ciddi bir adım atmış değildir. Türkiye bu konuyu gündeme her getirdiğinde, “o bölgede benim kontrol imkanım yok” diyen Barzani, PKK’yı gelecekteki siyasi hedefleri açısından Türkiye’ye karşı bir koz olarak tutarken; Türkiye’nin bölgedeki PKK hedeflerine karşı sınırötesi operasyonlarına ise şiddetle karşı çıkmakta ve uluslararası kamuoyunu Türkiye’ye karşı arkasına almaktadır. Netice itibariyle, Türkiye, Kuzey Irak ve çevresinden kaynaklanan bu tehdidi izole etmek istiyorsa mutlaka bununla ilgili somut adımlar (siyasi, ekonomik ve askeri) geliştirmek zorundadır. Bunun yolu ise, “sert güç” ve “yumuşak güç” unsurlarının nesnel şartlar dahilinde biraraya getirilerek oluşturulacak bir zorlayıcı diplomasi stratejisinden geçmektedir. Ancak, 1998’de Suriye’ye yapıldığı şekilde, Türkiye’nin bu noktada beklemeye artık tahammülünün olmadığını net bir şekilde ortaya koyan bir zorlayıcı diplomasi stratejisini hala geliştiremediği görülmektedir.
Diğer taraftan, Başbakan R. Tayyip Erdoğan tarafından, ABD yönetimi üzerinde kabul edileceği izlenimi uyandırılan 1 Mart tezkeresinin TBMM’de kabul edilmemesi sonucunda Türkiye-ABD ilişkilerinde oluşan gerilim, PKK açısından yeni bir canlanmanın da başlangıcını oluşturmuştur. Bu gelişme sonucunda PKK terör örgütü, Irak’ın işgalinin konuşulduğu süreçte kendisine yönelik risklerin kaygısını taşırken; işgalde Türkiye’nin ABD’nin yanında doğrudan yer almaması sonucunda önemli ölçüde rahatlamıştır. Bu gelişmeye bağlı olarak, Kürtleri müttefik ilan eden ABD’nin Kuzey Irak’ta giriştiği operasyonlarda PKK’yı hedef almaması, Türkiye ve ABD’nin teröre bakışları konusundaki farklılıkları da keskinleşmiştir. Türkiye, ABD’nin ilan ettiği terörle mücadele projesine verdiği desteğe karşılık, ABD kendi menfaatleri çerçevesinde PKK’yı bu projenin dışında tutmuştur. Bu durum, PKK’nın liderlerinden Murat Karayılan tarafından da dile getirilerek, ABD’nin Kürtleri karşısına almak istemeyeceği özellikle belirtmiştir. Şüphesiz, Irak’ın işgalinde Türkiye’nin neden ABD’nin tarafında doğrudan yer alamayacağının AK Parti hükümeti tarafından dikkate alınmadan ve ABD’ye anlatılmadan gündeme getirilen tezkerenin doğurduğu bunalım PKK’yı rahatlattığı gibi, örgütün yeniden ve rahat bir şekilde eyleme geçmesi açısından da belirleyici olmuştur. Öte yandan, “stratejik ortaklık/müttefiklik” kavramıyla ilişkilendirilen Türkiye-ABD ilişkilerine “terörizmle mücadele” boyutundan bakıldığında, ilişkilerin üzerine oturduğu gerçekliğin bundan çok farklı olduğu ve bu gerçeklik çerçevesinde 2003’ten bu yana Türkiye’nin bölgedeki siyasi ve askeri rolünün sınırlandığı da söylenebilir.


“ Teröristle Mücadele ”yi Başarısız Gösterme Yanlışı

İkinci olarak, PKK terörüyle mücadelede örgütün alan hakimiyetinin kırılması bakımından silahlı kuvvetlerce yürütülen mücadelenin öneminin, zaman zaman olduğu gibi bugün de “Demokratik açılım” sürecinde yetkili ağızlar ve konu üzerinde tartışan bazı kesimler tarafından küçültülmeye hatta başarısız gösterilmeye çalışılması, verilen kayıpların bir yılgınlık vesilesi olarak lanse edilmesi terörün amacına hizmet etmekten başka bir işe yaramamaktadır. Zira, dünyadaki hiçbir terör örgütünün etkisi silah kullanılmadan ve kayıp verilmeden azaltılmış ya da sonlandırılmış değildir. PKK tarzındaki terörist örgütler de şunu iyi bilirler ki; sahip oldukları mevcut güç kapasiteleriyle devletin güvenlik güçlerini yenip yok etmeleri ya da ortadan kaldırmaları mümkün değildir. Bu mümkün olmadığına göre bu tür terör örgütleri, kamuoyunu ve devleti etkilemek için başka araçları da devreye sokarak toplum ve devlet üzerinde psikolojik baskı kurmanın yollarını ararlar. Sokak gösterileri, kitleleri karşı karşıya getirmek, uluslararası alana çıkma çabaları ve doğal olarak terör saldırıları hep bu amaç için devreye sokularak siyasal pazarlık için zemin yaratılmaya çalışılmaktadır çoğu zaman. Dolayısıyla devletin terör karşısında silah bırakması gerektiği söylemi bir yanılsama, bir tuzaktır. Devlet, meşru güç kullanma tekelini elinde tutan siyasal bir varlık olduğuna göre, kendisine karşı yönelmiş silahlı bir tehdidi güvenlik refleksleri gereği elbette ki askeri araçlar vasıtasıyla ve hukuk çerçevesinde bertaraf etmeye çalışacaktır her zaman. Şüphesiz burada tartışılması gereken konu bu mücadelenin hangi değerler sistemi üzerinden (otokrasi, sıkıyönetim, olağanüstü hal, insan hakları vs.) yürütüleceğidir, ancak bu durum silahlı mücadeleyi bırakmakla eş anlamlı değildir hiçbir zaman.

Terörü Bitirmek ya da Etkisini Azaltmak İçin Temel Seçenekler

Üçüncü olarak, terörü bitirmek noktasında hükümetlerin ellerinde iki temel seçenek vardır: Birinci seçenek, “düşük yoğunluklu çatışma” konsepti çerçevesinde teröre karşı, ordu ve kolluk güçlerinin kullanımı ile terör örgütünü yok etmek ya da etkisini kabul edilebilir bir düzeye indirgemektir. Ancak bu yöntem uzun ve sancılı bir süreçtir. Örneğin, Peru, 1970’lerde Maocu bir düzen kurmak için eyleme geçen Aydınlık Yol terör örgütüne karşı bu yöntemle mücadele etmiştir. 1980’lerde Peru kırsalında “kurtarılmış bölgeler” ilan eden ve buralarda hakimiyet kuran örgüt, şehirlerde de terör estirerek ciddi manada Peru rejimini tehdit etmiştir. Öyle ki, bir ara Aydınlık Yol’un ülkeyi ele geçirebileceği bile dünyada konuşulmaya başlanmıştır. Ancak, 1990’da Peru’nun lideri seçilen Alberto Fujimori ordunun da desteğiyle anayasayı, meclisi ve anayasa mahkemesini askıya alarak; Aydınlık Yol’a karşı taviz vermeden, insan haklarını önemsemeyen ve tamamen askeri yöntemlere dayalı bir mücadeleyi başlatmıştır. Aynı yıl içerisinde örgütün lideri Abiamel Guzman ve komuta kademesinin tamamına yakını ele geçirilerek, örgüt üç yıl içerisinde çökertilmiş ve 6 bine yakın Aydınlık Yol militanının teslim olması sağlanmıştır. 1994’te örgüte karşı nihai zaferini ilan eden Peru’da, yeniden canlanmaya çalışan örgütün son kalıntıları da 1999 ve 2004 yıllarında temizlenmiştir. Bütün bu tablodan geriye kalan ise 70 bin ölü ve demokrasisi ağır yaralar almış bir ülke olmuştur. Benzer şekilde geçtiğimiz aylarda Tamil Kaplanları’nı dize getiren Sri Lanka da aynı yöntemi uygulayarak örgütü tasfiye noktasına getirmiştir. Ancak bu ülkelerde terör örgütlerinin tasfiyesi, terörün beslendiği sosyo-ekonomik ve siyasal sorunların da çözüldüğü anlamına gelmemektedir. Zira, devletin silahlı güçlerinin bu mücadelesi, aslında devlet tarafından teröre karşı geliştirilen/geliştirilmesi gereken siyasal konseptin hayata geçirilmesi için bir araçtır. Türkiye’de de PKK’nın bu yöntemle tasfiye edilmesi ya da etkisinin kabul edilebilir bir düzeye indirgenmesi ancak sorunun bir ayağının çözülmesi anlamına gelmektedir. Bunun ardından ortaya konacak bir siyasal konseptin mutlaka olması gerekir.  Nitekim, Türkiye bu fırsatı 1999’da yakalamış, ancak daha önce de belirttiğim gibi terörle mücadeledeki strateji ve öngörü yoksunluğu bu siyasal konseptin oluşmasını ve olgunlaşmasını engellemiştir.
Terörle mücadeledeki ikinci seçenek ise, terör örgütünün yok edilememesi ya da kabul edilebilir bir şiddet düzeyine indirgenememesi durumunda, terör örgütü ile dolaylı ya da doğrudan görüşme yoluna gidilmesidir ki, bu durumda devlet hem silahlı mücadeleden hem de savunduğu siyasal konseptten vazgeçmiş olmaktadır.İngiltere’nin, IRA terör örgütüyle (Irish Republican Army/İrlanda Cumhuriyetçi Ordusu) yürüttüğü müzakereler bu konuda en çok bilinen ve en güncel örnektir. Örgütün arkasındaki halk desteğini fark eden İngiltere, yürütmekte olduğu “düşük yoğunluklu çatışma” konseptini terk edip bütün siyasal risklerine rağmen bu yolu tercih etmiştir. İngiltere Başbakanı Tony Blair, “silahını bırakması şartıyla şeytanla bile görüşürüm” diyerek IRA’nın siyasi temsilcisi Sinn Fein ile önce gayri resmi, sonra da resmi diyalog başlatmıştır. Dış dinamiklerin de etkisiyle (özellikle 11 Eylül sonrasında ABD, IRA’ya verdiği desteği keserek baskı yapmaya başlamıştır) örgüt siyasi çözüme zorlanmıştır. Neticede Sinn Fein serbest seçimlere katılarak yerel yönetimlerde söz sahibi olmuştur. Şimdiye kadar birinci seçeneği çözüm yolu olarak kullanan Türkiye de, AK Parti hükümetinin gündeme aldığı “Demokratik açılım” süreciyle ilk defa ikinci seçeneği denemeye başlamıştır. Nitekim AK Parti, PKK’nın lider kadrosuyla ya da temsilcileriyle dolaylı ya da doğrudan görüşmenin gerekli olduğunu bildiği için, daha önce görüşmeyi reddettiği DTP ile görüşmeye başlamıştır. Bu şekilde örgütle dolaylı yoldan da olsa müzakere masasına oturmak için ilk adım atılmıştır. 

Ancak, DTP’nin yaptığı açıklamalara bakıldığında, örgütün lideri Abdullah Öcalan’ın görüşmeler için kendisini adres göstererek doğrudan görüşmeyi şart koştuğu anlaşılmaktadır. AK Parti hükümeti ise, bu tür bir müzakerenin siyasal risklerini ve doğuracağı toplumsal tepkileri düşünerek; doğrudan görüşmeyi şimdilik reddetmektedir. AK Parti her ne kadar doğrudan görüşmeyi reddetse de, devletin başka kurumlarının (örneğin MİT’in) AK Parti’nin direktifleriyle Abdullah Öcalan’la görüşmekte olduğu gerçeği akla yakın gelmektedir.


Kürt Sorunu’nun Boyutları ve “Açmaz”ları

Öte yandan AK Parti, gerçekleştirmeyi planladığı açılımla “Kürt Sorunu”nu her ne pahasına olursa olsun çözeceğini bizzat Başbakan’ın ağzından ifade etmiştir. Ancak sorunun kendi içinde başka boyutları ve “açmaz”ları vardır. Öncellikle, Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerinin sosyo-ekonomik geri kalmışlığının ve bölgedeki sosyal yapıdaki anti-demokratik uygulamaların (aşiret sistemi, kan davası, töre cinayetleri, kız çocuklarının eğitilmemesi, işsizlik, nüfus artışı, gecekondulaşma vb.) önüne geçilmesi gerekmektedir. Sorunun birinci boyutunu bu durum oluşturmaktadır. Bu bağlamda GAP projesinin yanında başka sosyo-ekonomik projelerin de bu açılımla birlikte hayata geçirilmesi bir zorunluluktur.
Bir diğer önemli boyut –ki terörün en çok beslendiği zemin budur– “siyasal Kürtçülük” boyutudur. Nihai amacı bağımsız ve birleşik bir Kürdistan kurmak olan “siyasal Kürtçülük” hareketi, PKK’dan daha önce de var olan, fakat hem PKK’yı besleyen hem de ondan beslenen bir harekettir. Bölgenin sosyo-ekonomik ve sosyo-kültürel açıdan kalkındırılmasıyla (TRT 6, Kürtçe eğitim-öğretim, yer adlarının Kürtçe olması, bölgenin ekonomik kaynaklarının yerel yönetimlere terk edilmesi vb. uygulamalarla) bu hareketin önüne geçilebileceği ve arkasındaki desteğin azaltılacağı düşünülse de, dünya üzerindeki başka deneyimler bunu doğrulamaktan uzaktır. Örneğin, AB üyesi olan Belçika’nın sosyo-ekonomik gelişmişliği Valonlar ile Flamanların ayrılık isteklerini bugün dahi ortadan kaldırmış değildir. Benzer şekilde, Kanada’nın Quebec eyaleti, siyasi özerklik, ekonomik gelişmişlik ve kültürel haklar açısından oldukça ileri düzeyde olmasına rağmen; 1995’te yapılan “bağımsızlık referandumu”nda Quebec’lilerin Kanada’dan ayrılma isteği ABD’nin de baskısına rağmen sadece %1 oy farkıyla reddedilebilmiştir. Keza, İspanya’da Bask bölgesine verilen siyasi ve kültürel özerklik, ETA terör örgütünün (Euskadi Ta Askatasuna/Bask Vatanı ve Özgürlüğü) terör eylemlerini ve bölgedeki siyasal huzursuzluğu durdurmaya yetmemiştir. Bu deneyimlerin Türk siyasi eliti tarafından mutlak surette dikkate alınarak, “Demokratik açılım” sürecinde Türkiye’nin nesnel koşulları dahilinde “siyasal Kürtçülük”e karşı adımlar atılmalıdır. Burada önemli olan “siyasal Kürtçülük”ün teröre başvurmasının engellenmesi ya da bunun yarattığı terörün etkisinin kabul edilebilir bir düzeye indirgenmesidir.


Sorunun üçüncü ve en ağır boyutunu ise, PKK terör örgütü ve eylemleri oluşturmaktadır. Yazımın başında da belirttiğim gibi, bağımsız-birleşik bir Kürdistan devleti kurmak için eylemlerine başlayan PKK,  zaman içerisinde konjonktürel gelişmelere bağlı olarak bu hedefinden uzaklaşmış gibi görünse de, gerçekte kendisini bu stratejik hedefe taşıyacak olan bazı taktik adımlarla bu hedefi bugün için ertelemiş ama asla vazgeçmemiştir. “Demokratik açılım” sürecinde öncelikli olarak bu boyutun ele alınması ve çözülmesi gerekmektedir. Sorunun kaynağı PKK olduğuna göre, bu süreçte PKK’nın dolaylı ya da doğrudan muhatap alınması gerekmektedir. Ümit Özdağ’ın da dikkat çektiği gibi, hükümetin “devletin muhatabı PKK ya da Öcalan değildir, millettir” demesi kulaklara hoş gelse de esasında doğru bir yaklaşım değildir. Zira terörü gerçekleştiren millet değil, PKK’dır. Dolayısıyla işin bu boyutu çözülmeden “Demokratik açılım” sürecinin kalıcı bir çözüm ortaya koyması mümkün gözükmemektedir.
Ne var ki, AK Parti hükümeti orta ve uzun vadede bu yolda adım atacak olsa bile, bu noktada “Demokratik açılım” sürecinin kaderini belirleyecek olan iki temel “açmaz” bulunmaktadır. PKK, teröre son vermek için hem liderlerinin ağzından hem de DTP’nin ağzından “olmazsa olmaz” iki temel koşulu uzun zamandır deklare etmektedir: Bunlardan birincisi Kürt kimliğinin siyasal bir kimlik olarak anayasada yer alması; ikincisi Abdullah Öcalan’ın öngörülebilir bir zaman dilimi içinde serbest bırakılmasının ve siyaset yapabilmesinin koşullarının yaratılmasıdır. İlk talep, gelecekte self-determinasyon ilkesi (kendi kaderini tayin hakkı) çerçevesinde talepler doğurabilecek iki halklı bir devlet yapısının hukuksal ve siyasal olarak tescili anlamına gelirken; ikinci talep, buna giden yolda gerekli çalışmaları yürütecek olan siyasal önderin ve kadronun meşruiyet zemine çıkması anlamına gelmektedir.

“Demokratik Açılım” Sürecinin Kaderi: “ Şeytanla Pazarlık ” Yapabilmek
Türkiye’nin toplumsal ve siyasal dengelerini ciddi manada etkileyebilecek olan bu taleplerin yerine getirilmesinin doğuracağı siyasal risklerin altına bugünkü konjonktürde hiçbir hükümet giremez. Ancak, terörle mücadelede bu ikinci yola girildikten sonra, bu iki koşul yerine getirilmedikçe AK Parti’nin “Demokratik açılım” sürecinde uygulayacağı bütün politikalar PKK terörünün bitmesine katkı sağlamayacağı gibi, beklentilerin bizzat hükümet tarafından yükseltildiği bu ortamda yapılacak olanlara rağmen terörün bitmemesi Türkiye’yi çok ciddi siyasal bunalımların da eşiğine taşıyacaktır. AK Parti hükümetinin bu yola girerken Türkiye’nin kaderini elinde tutan siyasal iktidar olarak bunları elbette düşünmüş olması gerekir/gerekirdi. PKK’yı dolaylı ya da doğrudan muhatap almadan, “Demokratik açılım” sürecinde atılacak her adımın, örgüt için bir kazanım ve bir propaganda malzemesi olarak kullanılma tehlikesini de unutmamak gerekir. Terörle mücadelede bu ikinci yola girildikten sonra, PKK’yı dolaylı ya da doğrudan muhatap almadan kesin sonuç alınamayacağı terörizm literatürünün ana kuralıdır. Öyle görünüyor ki, AK Parti hükümeti bugünkü konjonktürde kısa ve orta vadede toplumu bu gerçeğe alıştırmak için planlı bir “bilinç yapılandırması”na girişmiş bulunmaktadır. Bu aşamadan sonra AK Parti hükümetinin ilk genel seçimlerden sonra, tekrar iktidara geldiği taktirde –ABD’nin de desteğiyle– orta ve uzun vadede “Demokratik açılım” çerçevesinde PKK’nın bu taleplerini bir biçimde kabul etmeyi göze almış olduğu gerçeği akla yakın durmaktadır. 

Peki bu gidişten geriye dönmek mümkün müdür? Evet mümkündür, ancak geriye dönüşün de çok ciddi sosyal ve siyasal bedellerinin olabileceği bilinerek. Aksi taktirde girilen bu yolun sonunda görüşme masasında karşınızda PKK’dan ve onun ulus-devlet sistemi içinde karşılanamaz taleplerinden başka birşey olmayacaktır… 




***

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder