Dr. Tuğba Evrim Maden etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Dr. Tuğba Evrim Maden etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

15 Ocak 2017 Pazar

Ortadoğu’da Su Sorunu



Ortadoğu’da Su Sorunu 



Dr. Tuğba Evrim Maden 


“ Su, insan yaşamının en önemli ihtiyaçlarından biridir. '' 

Su, insan vücudunun ihtiyacını karşılarken, uzun yıllardır tarım, endüstri ve teknoloji gibi alanlar da yoğun bir şekilde kullanılmaktadır. Su, istenilen yer ve zamanda ekonomik olarak elde edilememektedir. Su dağılımının dengesizliği yanında nüfusun artması, ülkelerin gelişmişlikleri ile doğru orantılı olarak suyun diğer alanlarda da kullanılmaya başlanılması, gelişen teknoloji ve sanayinin su kaynaklarını kirletmesi ve değişen iklim koşullarının su kaynakları varlığını olumsuz bir şekilde etkilemesi ile dünya üzerinde çeşitli bölgelerde su kaynaklarının yetersizliği, su sorunu yaşanmasına neden olmuştur. Su sorunu yalnız bir ülkenin sosyal yapısını veya ekonomisini etkileyen bir sorun olmaktan çıkmış artık aynı havza içinde yer alan ülkelerin de dış politikalarını etkileyen önemli bir unsur haline gelmiştir. Su kaynaklarının azalması ile günümüzde ve gelecek dönemlerde ülkeler su yetersizliği nedeniyle kendi coğrafyalarında yaşayan canlı türlerinin yaşamının tehlike altında olması ile yüz yüze gelecektir. 

Yukarı kıyıdaş (memba) ülkelerde, sınıraşan suyun kullanımı veya yanlış kullanımı, aşağı kıyıdaş (mansap) ülkeyi doğrudan etkilemektedir. 

Yapılan çalışmalar ile 2025 yılında 3 milyar insanın su sıkıntısı ile karşı karşıya kalacak ülkelerde yaşayacağı tespit edilmiştir. Şimdiden birçok ülke su sıkıntısı ile karşı karşıyadır. Suya artan talebi karşılayabilmek için yüzey suları yetersiz kalmakta, bu sebeple yer altı suları kontrolsüzce kullanılmakta ve su tablalarının seviyeleri aşağıya düşmektedir. 

Suyun yaşam için temel bir kaynak olması ve yaşanan sıkıntılar sosyal gerilime, rekabete ve çatışmaya sebep olmaktadır. Artan su sıkıntısı, coğrafi koşullar ile de bir araya gelince, kıyıdaş ülkeler arasında uluslararası nehrin kullanımına ilişkin anlaşmazlıklar ortaya çıkmaktadır. 

Birçok ülkenin su kaynakları, sınıraşan su özelliği taşımaktadır. Yerküre üzerinde yaklaşık 264 adet uluslararası nehir havzası bulunmaktadır ve bu havzalar yerkürenin yarısını kaplarken, toplam su kaynaklarının %60’ını oluşturmaktadır ve dünya nüfusunun %40’ından fazlasını etkilemektedir. Coğrafi olarak Avrupa’da 69, Afrika’da 59, Asya’da 57, Kuzey Amerika’da 40, Güney Amerika ’da 38 adet uluslararası havza vardır. Bu ülkelerinin su arzı diğer ülkeye de bağımlıdır. Bu durum su kaynaklarını, ulusal güvenlik konularından bir haline getirmektedir. Son yıllarda su kaynaklarının çatışmaların içinde yer alması olasılığı nedeniyle, küresel su sorunları “öncelikli politika” statüsünde yer almaktadır. Su ve çatışma konusu uzun yıllardır literatürde tartışılmaktadır. 
Su kaynakları, barış için de, savaş için de itici güç olabilmektedir. 
Devletlerin izleyeceği politikalar ile sonuç işbirliği de olabilir çatışma da olabilmektedir. 

İsrailli hidrolojist Uri Shamir’in, “ Siyasi niyet barış ise, su engel oluşturmayacak tır, fakat çatışma için bir sebep aranacak ise su yeterli bir sebep  olacaktır”, 
ifadesi de bunu ortaya koymaktadır. 

Birleşmiş Milletler Eski Genel Sekreteri Kofi Annan, 2000 yılında, temiz suya ulaşabilmek için yapılan büyük rekabetin gelecekte, meydana gelecek çatışma 
ve savaşların kaynağı olabileceğini belirtmiştir. Ek olarak, 2004 Nobel Barışödülü kazanan Wangari Maathai bir demecinde “ormanların yok olması, çölleşme, biyolojik çeşitliliğin azalması ve su kıtlığı ile ekolojik kriz ile karşı karşıya olunduğunu, orman, su, toprak, mineral ve petrol gibi kaynakları uygun bir şekilde yönetilmedikçe, yoksulluğa karşı savaşta başarılı olunamayacağını ve barışın var olamayacağını” belirtmiştir. Ayrıca, mevcut politikaların değişmediği surece eski çatışmaların canlanacağı ve yeni kaynak savaşlarının ortaya çıkacağının ifade etmiştir. 

Çevre ve politika arasında oluşan tehditsel ilişki uzun yıllardır ele alınan bir konudur. Sprout ve Sprout, çevrenin uluslararası politikanın ayrılmaz 
bir faktörü olduğunu anlatırken, günümüzdeki çevresel güvenlik literatürünün öncülerinden olmuştur. Çevresel güvenlik konusunun tanınmış isimlerinden T. H. Dixon ise, mansap ve memba ulkeler arasında oluşabilecek su savaşlarının sadece sınırlı şartlar bütününde gerçekleşebileceğini ve bu tur örneklerin dünyada az miktarda olduğunu belirtmektedir. Suyun sadece tarihsel olarak askeri bir çatışma sebebi olmadığını ve önümüzdeki yıllarda da savaşlara yol açabileceğini irdeleyen çalışmalar yapılmıştır. Cooley, Starr, Remans, Amery ve daha da popüler olan Bulloch and Darwish yayınlarında su savaşlarının kurak bölgelerde özellikle de Ortadoğu’da çıkabileceğini işaret etmektedir. Westing, sınırlı su kaynağı için yapılan rekabetin politik gerilimi arttıracağı, hatta savaşa kadar gidebileceğini söylemiştir. Gleick, su kaynaklarını askeri ve politik birer amaç olduğunu, Ürdün, Fırat, İndus, Ganj, Rio Grande ve Nil nehirlerini örnek vererek tartışmıştır. Özellikle sınıraşan sularda tipik uyuşmazlık sebebi, 
aşağı kıyıdaşın, yukarı kıyıdaşın yarattığı kirliliğe, aşırı sulama veya baraj yapmasına karşı çıkmasıdır. Bu faaliyetler aşağı kıyıdaşa ulaşan suyun 
kalitesini ve miktarını etkilemektedir. Askeri müdahalelere de sebep olmuş bu faaliyetlere birkaç örnek vardır. 1950-1960 yılları arasında İsrail, Suriye ve Ürdün arasında Ürdün ve Yarmuk Nehirlerinin sularını yönünü değiştirmesi sebebiyle çatışmalar çıkmıştır. Bir diğer örnek olan Fırat ve Dicle nehirleri kıyıdaşları Türkiye, Suriye ve Irak arasında Fırat nehri üzerine yapılacak barajlar yüzünden anlaşmazlıklar yaşanmıştır. 

Anlaşmazlıkların bir kısmı, Meksika ve ABD örneğinde olduğu gibi Rio Grande Nehri’nde yaşanan kirlilik ve Kolorado Nehri üzerine yapılacak baraj nedeniyle çıkan anlaşmazlıklar barışçıl bir biçimde yönetilmiştir. Güncel çalışmalar, uluslararası ilişkilerde paylaşılan su kaynaklarının önemini ortaya koymuş, sınıraşan sular ve askeri çatışmalar arasında güçlü bir ilişki olduğunu ortaya çıkartılmıştır. 

Uluslararası ilişkiler çalışmalarının konusu da olan bu durum, uluslararası ilişkilerin ana ekollerince incelenmiştir. Realistlere göre, devletler, 
geleceklerini ve güvenliklerini etkileyen kaynak, ülke sınırları dışında yer alıyorsa, bu kaynağa sahip olmak zorundadır. Ayrıca, göreceli kazanç 
ve güvenlik ikilemi üzerinde duran realistler, kaynağın diğer devlet tarafından sahiplenilmesinin bir diğeri için tehdit oluşturabileceğini ve bu durumun kaynak için devletlerin rekabet etmesine neden olabileceğini iddia etmektedirler. Bir diğer ekol liberaller ise daha iyimser bir bakış acısı ile piyasanın kaynaklar için etkin ticareti yaratacağını ve önemli kaynaklardan yoksun olan devletlerin eksiklerini uluslararası piyasadan sağlayabileceğini belirtmiştir. Marksistler ise ekonomik sistem içerisindeki eşitsizliğin önemine odaklanmış ve kaynak kıtlığının hem küresel hem de içte eşitsizliğe sebep olacağını, bu durumunda devletlerarası ve devlet içinde çatışmaları arttıracağını belirtmiştir. 

Yukarıda belirtilen üç ekol tartışmalarının odağında, gözden kaçırdıkları bir durum söz konusudur. Dünyanın farklı coğrafi bölgelerinde, su kaynaklarının yönetimi kıyıdaşların maruz kaldığı kıtlığa göre değişiklik göstermektedir. Daha önce de belirttiğimiz gibi tatlı su kaynakları dünya üzerinde eşit dağılmamıştır. Özellikle Avrupa ve Amerika bol su kaynaklarına sahipken, Ortadoğu gibi bölgeler ise günden güne su kıtlığı ile karşı karşıya gelmektedir. Bu sebeple, sınıraşan suların yönetimine ilişkin kurumların oluşturulması ve başarılı olamamasında farklılıklar gözlenmektedir. Avrupa’da, Tuna ve Ren Nehri sularının yönetimi için oluşturulmuş kurumlar uzun süredir görevlerini yerine getirmektedir. Kuzey Amerika’da ise ABD-Kanada arasında karşılıklı olarak 50 yıldır, sınıraşan suların yönetimi için kurumlar varlıklarını sürdürmektedir. Fakat 
söz konusu Ortadoğu olduğunda nehirlerin ortak yönetiminde çok az başarılı olunmuştur, çünkü suyun kıtlaşan bir kaynak olduğu bu bölgede su, devletlerin bekası için önemli bir kaynaktır. Kıt bir kaynak üzerinde devletlerin ortak bir karara varması ve ortak bir yönetim sağlayabilmesi zorlaşmaktadır. Su sıkıntısın yaşandığı Ortadoğu’da kurumsallaşmanın zayıf, Avrupa’da ise tatlı su kaynakları ile ilgili kurumsallaşmanın yaygın olduğu görülmektedir. En az u sıkıntısının yaşandığı Amerika’da ikili ilişkiler ile oluşmuş kurumsallaşmalar yaygındır. 

Ortadoğu’nun Su Sorunu 

Ortadoğu dünya nüfusunun yüzde 5’ine sahipken suların ise yüzde 1’ine sahiptir. Yaklaşık olarak 25 nehrin yer aldığı coğrafyada su miktarı sıkıntısının 
yanında günümüzde su kalitesi problemi de yaşanmaktadır. Tuzluluk, sanayi, evsel ve tarımdan dönen sular kirliliğe sebep olmaktadır. Ortadoğu’da sulara ilişkin bir diğer sorun ise hakkaniyet sorunudur. Su sorunun yerel, ulusal ve uluslar arası boyutta etkili olmaktadır. Su kaynakları devletlerin devletlerin ilişkilerini etkileyen ve kullanımı da bu ilişkilerden etkilenmektedir. Ortadoğu’da suyun ana kaynağı nehirler ve akiferlerdir. En önemli nehir havzaları Nil, Fırat-Dicle, Ürdün ve Asi havzalarıdır. Yüzeysularının yetersiz olduğu bölgelerde su ihtiyacı su kaynaklarından temin edilmektedir. Yeraltı sularının yoğun kullanımı, söz konusu su kaynağının varlığını tehlikeye atmaktadır. Ürdün ve Suudi 
Arabistan’ın sınırları içerisinde yer alan Dişi akiferi, İsrail ve Filistin’in sınırları içerisinde Mountain (dağ) akiferi önemli örneklerdir. Ortadoğu’da su kullanımı ekonomiyi doğrudan etkilemektedir. Ortadoğu’da su kullanımı %60-90 oranında tarım amacıyla, %1-10 arası sanayi, %3- 10 içme, %3-20 hijyen amacıyla kullanılmaktadır. 

Ortadoğu’da Su Sorununun Sebepleri: 

• Hızlı Nüfus Artışı 
• Çatışmaların Yoğun Olması 
• Gıda Güvenliği Endişesi 
• Yarı-Kurak İklimin hakim olması 
• Su Kaynakların Yetersiz Olması 
• Su Kaynaklarının Eşit Dağılmaması 
• Su Kalitesinin Bozulması 
• Su kaynakların çoğunluğunun sınıraşan özellikte olması 


Orta Doğu’nun Başlıca Nehirleri 


• Fırat Ve Dicle Havzası (Fırat nehri 32 milyar/ m³/yıl, Dicle nehri 52         milyar/m³/yıl) 
• Şeria (Ürdün) Nehri Havzası -1.6 milyar/ m³/yıl 
• Nil Nehri Havzası -84 milyar/m³/yıl 
• Asi Nehri Havzası - 2,470 milyar/ m³/yıl Nil Nehri Havzası 

Havzada yer alan kıyıdaş ülkeler sırasıyla; Kongo Demokratik Cumhuriyeti, Uganda, Tanzanya, Brundi, Ruanda, Kenya, Eritre, Etiyopya, Sudan, Güney Sudan, Mısır Nil nehri 2,9 milyon km²’lik alanı ile Afrika kıtasının yüzde 10’una denk gelmektedir. Dünyanın en uzun nehri olan 


Nil Nehri, 6825 km uzunluğundadır. Beyaz Nil olarak Victoria gölünden doğan Nil nehrine Etiyopya’dan doğan Mavi Nil kolu Sudan’da katılır. 

Nil nehri sularının büyük bir yüzdesi Mavi Nil’den kaynaklanmaktadır. Aswan Barajında Nil nehrinin toplam akımı 84 milyar m³/ yıldır. Bu miktarın yüzde 85’i yani 72 milyar m³’u Etiyopya’dan, 12 milyar m³’u diğer kıyıdaşlardan sağlanmakta dır. 

Havzada imzalanan en önemli anlaşma 1959 yılında Sudan ve Mısır arasında imzalanan ikili anlaşmadır. Bu anlaşma havzada yer alan diğer 
kıyıdaşların kullanımını kısıtlamıştır. 1961 yılında Tanzanya bağımsızlığını kazanması ile Nyerere doktrinini açıklanmış ve bu doktrine göre koloniyel dönemde imzalanan anlaşmalara bağımsızlığını kazanan ülkeler uymayacaktır. 

Şeria (Ürdün) Nehri Havzası 

Havzada yer alan kıyıdaş ülkeler sırasıyla; Lübnan, İsrail, Filistin, Ürdün, Suriye’dir. Şeria Havzası iki ana bölümden meydana gelir. İsrail’den 
doğan Dan kolu, Lübnan’dan doğan Hasbani kolu ve Golan tepelerinden gelen Banias kolları birleşerek İsrail tarafından kurutulan ve tarıma açılan Hulek gölüne daha sonrada Galile (Kineret-Tiberias) gölüne boşalır. Bu bölüm Yukarı Ürdün’dür. Galile gölünden Ölüdeniz’e (Lut Gölüne) kadar uzanan bolumu Aşağı Ürdün’dür. Aşağı Ürdün’e Galile Gölü çıkışı Yarmuk Nehri katılır. Yarmuk nehri Suriye ve Ürdün’den kaynaklanır ve Ürdün-İsrail arası sınır oluşturur. Toplam Drenaj alanı 18,140 km²’dir. Bu alanın 7216 km² Ürdün’de, 6445 km² Suriye’de, 712 km² Lübnan’da, 1842 km²’si Batı Şeria’da ve 1925 km²’si 1967 yılı öncesi İsrail sınırlarında yer alır. Deniz seviyesinin 395 m altında olup 
dünyanın en tuzlu gollerinden biridir. Ürdün nehrinden Ölüdeniz’e 1950 öncesi 1,3 milyar m³ su girmekteydi. Ama günümüzde Ürdün nehrinin yoğun kullanımı nedeniyle bu rakam azalmış ve göl seviyesi düşmüştür. Ürdün, İsrail ve Filistin’in tek yüzey suyu kaynağı bu nehirdir. Söz konusu nehrin sularının kullanımı ve tahsisi için Osmanlı İmparatorluğu’ndan günümüze çeşitli projeler hazırlanmıştır. Bu projelerin hiçbirisi başarıya ulaşmamıştır. Her havza ülke kendine göre hazırladığı projelerde durum kötü bir hal almıştır. Bu gelişmelerle 1955 yılında Johnston planı hazırlanmıştır. 1953’ten itibaren hazırlan iki yıllık süreç içerisinde beş konu ele alınmıştır. 

-Kıyıdaş ülkelerin su kotası, 
-Galile gölünün bir depolama tesisi olarak kullanılma 
-Ürdün nehri sularının havza dışına iletilmesi 
-Lübnan’ın ulusal suyu Litani’nin Ürdün’le birleştirilip kıyıdaşlara tahsis 
-Uluslararası denetim ve garanti hususları 

Bu plana hem İsrail, hem de Arap ülkeleri itiraz etmiştir. 

Fırat-Dicle Havzası 

Havzada yer alan Kıyıdaş Ülkeler; Türkiye,Suriye ve Irak’tır. 

Türkiye’nin mevcut su potansiyeli (DSİ, 2010) 

• Ortalama yıllık yağış: 643 mm 
• Toplam yıllık yağış miktarı: 501,0 km³ 
• Yüzey suyu akışı: 186,05 km³ 
• Buharlaşma: 274,0 km³ 
• Yeraltısuyu : 41,0 km³ 

Ülkemizin topografik ve iklim koşulları nedeniyle yağış çok düzensiz dağılmıştır. Ortalama yıllık yağış 642 mm olmakla beraber Karadeniz bölgesinde 2000 mm’nin üstünde Orta Anadolu’da ise özellikle Tuz gölü havzasında bu rakam 250 mm’ye kadar düşebilmektedir. Falkenmark İndeksi ülkelerin kullanılabilir su miktarının ülke nüfusuna bölünmesiyle elde edilen ve ülkenin su ilişkin durumunu gösteren bir indekstir. 

Bu indekse Göre; 

Su (m3/kişi/yıl) Sınıflandırma 

1700 ve ustu - Su baskısı yok 

1700-1000 - Su sıkıntısı 

1000-500 - Su kıtlığı 

500 ve altı - Mutlak su kıtlığı 

Bu indekse göre Türkiye su zengini bir ülke midir? 

Devlet Su İşleri (DSİ)’nin Türkiye’nin su potansiyeli hesaplarına Gore Türkiye kişi başına yıllık 1652 m³ su potansiyeline sahiptir. Türkiye İstatistik Kurumu (TUİK) tahminlerine göre Türkiye nüfusu 2030 yılında 100 milyona ulaşacak ve su potansiyeli kişi başına yıllık 1120 m³’e düşecektir. Türkiye su sıkıntısı yaşayan ülkeler arasında yer alacak ve kaynakların çok daha etkin kullanmayı amaçlayan politikalar izlemek durumda olacaktır. 

Suriye’nin mevcut su potansiyeli (FAO, 2009) 

• Ortalama yıllık yağış: 252 mm 
• Toplam yıllık yağış miktarı: 46,67 km³ 
• Yüzey suyu akışı: 12,63 km³ 
• Yeraltı suyu : 6,174 km³ 


Irak’ın mevcut su potansiyeli (FAO, 2009) 


• Ortalama yıllık yağış: 216 mm 
• Toplam yıllık yağış miktarı: 94,68km³ 
• Yüzey suyu akışı: 74,33km³ 
• Yeraltısuyu:3,28 km³ 


Fırat-Dicle Havzası Kıyıdaş ülkelerinin havzaya katkıları 

Nehir 

Yıllık Akım 

Kıyıdaşların 

Katkısı (milyar/ metreküp/ yıl) 

Kıyıdaşların Katkısı (milyar/metreküp/yıl) Türkiye Suriye Irak 

Fırat 35 31,6 (%90) 3,4 (%10) 0 
Dicle 52,7 21,3 (%40) 0 31,4 (%60) 
Toplam 87,7 52,9 (%60) 3,4 (%4) 31,4 (%36) 

Fırat nehri 2700 km uzunluğu ile güneybatı Asya’nın en uzun nehridir. Havza alanı toplam 82,330 km2’dir. Tabloda da gördüğünüz gibi nehre en büyük katkı Türki-ye’den sağlanmaktadır. Suriye’nin katkısı yüzde 10 iken, Irak’ın katkısı 
yoktur. Dicle nehri güneybatı Asya’nın ikinci büyük nehridir. Türkiye’nin ana ve ara kollarla katkısı yaklaşık yüzde 21’dir. Nehrin ana kaynağı Irak’tır. İran, Karun ve Küçük zap ve ara kollar ile yüzde 10’luk bir katkı sağlamaktadır. 

Türkiye-Suriye-Irak Su İlişkileri Tarihçesi 

• 1950: Suriye, drenaj ve sulama projesi olan Ghap vadisi projesi için Dünya          Bankası’na kredi başvurusu. 
• 1953: DSİ Kuruldu. 
• 1956: Suriye, Orantes Barajı yapılmaya başladı. 
• 1962: Suriye ve Irak aralarında Fırat nehri debisi ve sevilerine ait veri             alışverişli kararına vardılar. Irak, Fırat nehri üzerinde tarihi hakları konusunu gündeme getirdi. 
• 1965-1973: Türkiye Keban Barajı’nı yapma kararını verdi ve Irak ve Suriye’ye Türkiye Suriye sınırında 350 m³/sn suyu bırakacağını taahhüt etti. 
• 1966: Suriye, Irak’ın tarihsel haklar iddiasını reddetti. Ve Irak’a Fırat nehrinde %59 su vermeyi kabul etti. 
• 1968-1973: Suriye, Tabka barajını yaptı. 
• 1975: Keban ve Tabka barajlarının dolum süreci nedeniyle, Irak ve Suriye savaş noktasına geldi. Suriye, Tabka barajından yılda 200 milyon metreküp su bırakmaya karar vermiştir. 
• 1976-1987: Türkiye Karakaya Barajı’nı yapmaya karar verdi. 
• 1979: Türkiye Dünya Bankası’na, Karakaya Barajı için kredi başvurusu aşamasında tek taraflı olarak saniyede minimun 500 metreküp su bırakacağını belirtmiştir. 
• 1980: Türkiye ve Irak Karma Ekonomik komisyonu bir araya geldi ve Ortak teknik komite kurma kararı aldı. 
• 1982: Komitenin ilk toplantısı Türkiye ve Irak arasında gerçekleştirildi. 
• 1983: Komiteye Suriye’de katılır ve üçlü görüşmeler başlar. Türkiye, bu toplantıda PKK ve ASALA’yı gündeme getirir. 
• 1983-1992: Türkiye, Atatürk Barajı’nı yaptı. 
• 1984: Türkiye ve Irak güvenlik protokolü imzaladı. (15 Ekim 1984’te Türkiye ile Irak bir Güvenlik Protokolü yaptılar. Birbirlerinin topraklarında 5 km’ye kadar “Sıcak Takip” yapma olanağı yarattılar. Bu protokol Ekim 1988’e kadar yürürlükte kalacaktır.) 
• 1984: Hidroelektrik üretim projesi olarak hazırlanan GAP, entegre sosyo-ekonomik geliştirme programına dönüştürüldü. 
•1984: Üç Aşamalı Plan 
-Su Kaynakları ile ilgili envanter çalışmaları 
-Toprak Kaynakları ile ilgili envanter çalışmaları 
- Mevcut Toprak ve Su kaynaklarının birlikte değerlendirilmesi 1984 yılında Ortak Teknik Komite (OTK) toplantısında Türkiye tarafından dile getirilmişti 
• 1986: Barış Suyu Projesi Seyhan ve Ceyhan nehri sularının Arap ülkelerine iletilmesi (6 milyon m³ su) (Urdun nehrinin 3,5 katı) İki boru hattı ile su iletilecek projenin; Batı Hattı: 3,5 milyon m³/gün-2700 km (Hama, Humus, Halep, Şam, Amman, Yanbu, Medine ve Mekke) Doğu Hattı: 2,5 milyon m3/gün – 3900 km (Suriye ve Urdun üzerinden Körfez ülkelerine Kuveyt, Bahreyn, Katar ve Birleşik Arap Emirlikleri) 
• 1987: Türkiye Şam’da iki protokol imzalar. Türkiye, nihai bir anlaşmaya kadar Fırat nehrinden Suriye sınırından saniyede 500 metreküp 
su bırakacağını taahhüt eder. İkinci protokol ise güvenlik protokolünde Suriye PKK’ya verdiği desteğe son vereceği sözünü verir. 
•1989: Nisan ayında, 13. Ortak Teknik Komite toplantısında Suriye Irak’a 500 metreküp/ saniye suyun yüzde 58’in bırakacağını yapılan ikili bir anlaşma ile taahhüt eder. 
• 1989: Ekim ayında, Türkiye Suriye’nin 1987 güvenlik protokolüne sadık kalmadığını ilan eder. 
• 1989: Kasım ayında, Türkiye Atatürk barajını doldurmaya başlayacağını ve 13 Ocak- 12 Şubat 1990 tarihleri arasında Fırat nehri sularını 
derive edeceğini ilan eder. Bu arada TR-SY sınırından saniyede 1000 metreküp su bırakır. 
• 1990: Mayıs ayında Irak, Türkiye’ye Suriye sınırında saniyede 700 metre küp su bırakması için ısrar eder. Türkiye reddedince, Irak’ta 1984 
   güvenlik protokolünü yenilemeyeceğini belirtir. 
• 1990: 2 Ağustos tarihinde Irak, Kuveyt’ e saldırır. Türkiye koalisyonu destekler ve Irak’a karşı İncirlik üssünün kullanılmasına izin verir. 
• 1991: Suriye, Türkiye’de yapılacak Su Zirvesine katılmayı reddetti. 
• 1992: Türkiye, Irak’ın 700 metreküp/saniye talebini reddetti. 
• 1995: Aralık ayında Şam’da toplanan yedi Arap ülkesi, yayımladıkları Şam Deklarasyonu ile Türkiye’nin Suriye’ye kirli su bıraktığı konusunda suçlamışlardır. 
• 1996: Suriye ve Irak, Birecik barajının inşasını protesto etmişlerdir. Bu durumu Arap ligine bildirmişler ve inşa konsorsiyumunda yer alacak 
   ülkelere de uyarı iletmişlerdir. 
• 1996: Mart ayında Türkiye ve İsrail güvenlik anlaşması imzalamışlardır. Bu gelişme Irak ve Suriye tarafından protesto edilmiştir. 
•1997: BM, Uluslararası Su Yollarının Ulaşım Dışı Amaçlarla Kulla-nımlarına İlişkin Sözleşmesi imzaya açıldı. Türkiye, Çin ve Burundi karşı oy kullandı. 
103 ülke olumlu oy verirken, 27 ülke tarafsız kaldı. (27 Mayıs 1997 tarihinde Genel Kurulda oylamaya açılmıştır) sözleşmenin yürürlüğe 
girmesi için 35 ülkenin onaylaması yeterlidir. Su an itibariyle 25 ülke onay vermiştir. 1998: Suriye ve Irak, Fırat-Dicle nehirlerine ilişkin ikili 
görüşmeler yaptı ve Türkiye katılmadı. 
• 1998: Adana Mutabakat 
• 1999: Türkiye-Suriye ilişkilerinde yumuşama (dini bayramlarda sınırların açılması geçişlere izin verilmesi 
• 2000: Hafız Esad’ın vefatı ve Başer Esad’ın göreve başlaması. 
• 2001: GAP BKİ –GOLD (Suriye Sulama Bakanlığı Arazi Islah Müessesesi) Protokolü 
• 2002: Uygulama Dokümanının yayımlanması. 
• 2007: İlgili Bakanlıkların dönem dönem toplantı yapması. 
• 2009: 3 Eylül tarihinde su sorununu çözmek için Türkiye, Irak, Suriye Üçlü Bakanlar Toplantısı Ankara’da yapıldı. Toplantıya, Çevre ve Orman 
Bakanı Veysel Eroğlu, Irak Su ve Doğal Kaynaklar Bakanı Abdüllatif Camal Raşit ile Suriye Sulama Bakanı Nader Al Bounni katıldı. 
• 2009: Çevre Bakanı Prof. Dr. Veysel Eroğlu ve Suriye Sulama Bakanı Nadir El Bounni mutabakat zaptı imzalamışlardır. İmzalanan 51 mutabakat zaptı içerisinde 
Asi nehri üzerinde “Asi Dostluk Barajını” yapılması da yer almaktadır. 
• 6 Şubat 2011: Asi Dostluk Barajı’nın temeli atıldı. 1998 yılında imzalanan Adana Mutabakatı sonrası, 2000 yılına kadar iki ülke ilişkilerinde güven inşa etme çalışmaları devam etmiştir. 10. Cumhurbaşkanımız Ahmet Necdet Sezer’in 13 Haziran 2000 tarihinde Hafız Esad’ın cenazesine katılması, iki ülkenin değişmeye başlayan ilişkilerinin gözler önüne sermiştir. 2000 yılında Suriye Başbakan Yardımcısı Abdul-halim Haddam’ın Ankara’ya yaptığı resmi ziyaret ile ilişkiler olumlu bir gelişme sureci içine girmiştir. 2002 yılı sonrası Türk dış politikasının değişmesi ve Ortadoğu’ya yönelmesi, 2003 yılında Irak işgali ile ABD’nin Suriye üzerinde hissedilen etkisi, Suriye’nin güvenlik kaygıları, izole edilmiş hissi ve Irak’ın parçalanma ihtimalinin iki ülke üzerinde yarattığı 
ortak güvenlik endişesi Türkiye ve Suriye’yi yakınlaştırmıştır. İki ülke arasında gelişen güven, ekonomik ilişkileri geliştirme adımlarının da atılmasını sağlamıştır. 22 Aralık 2004 tarihinde Türkiye ve Suriye ilk Serbest Ticaret Anlaşmasını imzalamıştır. Bu anlaşma ile iki ülkenin sınırları tanımlanmış ve Suriye Hatay’ın Türkiye sınırları içerisinde yer aldığını kabul etmiştir. Türkiye-Suriye ilişkileri 2003 yılında yapılan karşılıklı üst düzey ziyaretlerle önemli ivme kazanımlarına sahne oldu. Sözgelimi, Suriye Devlet Başkanı Beşar Esad’ın 2004 yılında Türkiye’ye yaptığı resmi ziyaret bu konuda önemli bir adım olmuştur. 1946 yılından bu yana bağımsız Suriye tarihinde ilk defa Suriyeli bir devlet başkanı Türkiye’ye geliyordu. Bu ziyaret, iki ülke ilişkileri açısından olduğu kadar, bölgesel dengeler açısından da yepyeni bir dönemin başlangıcı olarak yorumlanmıştır. 22 Aralık 2004 tarihinde Başbakan Recep Erdoğan’ın Suriye ziyareti sırasında Suriye Başbakanı Otri ile görüşmüş ve Asi nehri uzerinde yapılacak ortak bir baraj için işbirliği ve teknik destek verebileceğini belirtmiştir. Türkiye’de 20.000 hektar Suriye’de 

10.000 hektar alanı sulamayı hedefleyen bu projede elektrik üretimi de yapılacaktır. Türkiye ve Suriye, 16 Eylül 2009 tarihinden itibaren Yüksek 
Düzeyli Stratejik İşbirliği Konseyi (YDSK) çerçevesinde toplantılar yapılmasına karar verilmiştir. 22-23 Aralık 2009 tarihlerinde Şam’da düzenlenen Türkiye-Suriye YDSK Birinci Başbakanlar Toplantısı’nda yaklaşık 51 adet Mutabakat Zabıtları ve Anlaşma imzalanmıştır. Bu belgelerden su ve cevre ile ilgili olanlar sırasıyla; 

1. Asi Nehri üzerinde “Dostluk Barajı” adı altında Ortak Baraj İnşa Edilmesine İlişkin Mutabakat Zaptı, 
2. Suriye’nin Dicle Nehrinden Sulama Amaçlı Su Çekimine İlişkin Mutabakat Zaptı, 
3. Kuraklıkla Mücadele ve Su Kaynaklarının Etkin Kullanımına İlişkin Mutabakat Zaptı, 
4. Su Kalitesinin İyileştirilmesine İlişkin Mutabakat Zaptı, 
5. Meteoroloji Alanında Mutabakat Zaptı, 
6. Çevre Koruma Alanında İşbirliği Anlaşması’dır. 

Yüksek Düzeyli Stratejik İşbirliği Konseyi Bakanlar ikinci toplantısı 2-3 Ekim 2010 tarihleri arasında Suriye’nin Lazkiye şehrinde toplanmıştır. 

İkinci toplantıda imzalanan anlaşmaların durumları incelenmiştir. 2009 yılında yapılan toplantıda Asi nehri uzerinde Türkiye-Suriye sınırında, iki ülkenin %50-%50 iştiraki ile “Asi Dostluk Barajı”nın yapılması için bir mutabakat imzalanmıştır. 6 Şubat 2011 tarihinde Asi Dostluk Barajı temeli iki ülkenin Başbakanları ve Bakanlarının katılımıyla atılmıştır. 

Ortadoğu’da 2011 yılının başında ortaya çıkan Arap Baharı, Mart ayından itibaren Türkiye’nin komşusu Suriye’yi de etkisi altına almıştır. Suriye’de meydana gelen olaylar, ikiülkenin olumlu bir gidişat içinde olan son on yıllık ilişkilerini de olumsuz yönde etkilemiştir. İki hafta önce, Türkiye’nin Fırat ve Dicle sularını, barajların kapaklarını kapatarak Suriye’yi içme suyundan yoksun bırakılması ve Beşar Esad üzerinde baskı yaratmasıyla ilgili yazılar dış basında analizlerde yer almıştır. Daha önce de belirttiği gibi insan hayatı için suyun önemli bir kaynak olduğu her zaman Türkiye’nin önceliğinde yer almıştır. Kasım 2011’de Türkiye, Suriye’ye ekonomik yaptırımlar uygulayabileceğini belirtirken, Türkiye Cumhuriyeti Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, hem Suriye hem de Irak için önemli olan, Türkiye’den doğan ve Suriye’ye ve daha sonrasında Irak’a akan sınıraşan sularda herhangi bir su kısıtlaması yapılmayacağını belirtmiştir. Türkiye’nin bugüne kadar izlediği su politikaların su kaynakları bir tehdit unsuru ve ya silah olarak kullanılmamıştır. Sınıraşan sularda özellikle de Fırat-Dicle havzası kıyıdaşları Irak ve Suriye ile her zaman işbirliği içerisinde suların hakça, makul ve optimum olarak tahsisini isteyen Türkiye’nin, Suriye ile son günlerde gerilimin daha da çok arttığı bu durumda, uzun yıllardır oluşturduğu su politikasına tezat bir davranışta davranmayacaktır. 

Sonuç 


• Su kaynakları açısından kıt bir bölge olan yerel, ulusal ve uluslar arası    ölçekte etkilerini yaşamıştır. 
• Ortadoğu’nun politik durumu, su kaynakları yönetimi doğrudan                etkilemektedir. 
• Teknik bir durum siyasi bir durum olarak algılanmaktadır. 
• Kıt olan su kaynakları en iyi şekilde yönetilerek verimli bir şekilde          kullanılabilir. 
• Doğru su yönetim doğru veriler ve işbirliği ile sağlanabilir. 
• Veri problemi. 
• İşbirliği zayıf, özellikle kurumsallaşma da zayıf. 
• Yıllık yağış ortalamasında bir düşüş söz konusu, bölgenin iklimi                 nedeniyle buharlaşma da çok fazla. 

Irak’ta henüz iç dengeler oturabilmiş değil, kendi içinde ve vilayetler arasında da su kaynaklarına ilişkin bir sorun söz konusu, İran Karun ve Dez suları üzerinde proje yapma niyetinde çünkü İran’da su sorunu söz konusu özellikle Merkez bölgesinde. Suriye, Mart ayı itibariyle bir iç karmaşın içerisinde, Asi Dostlu barajı projesi sekteye uğrayabilir. Öncelikle her kıyıdaş üç aşamalı plan örneğinde olduğu gibi su kaynakları ve toprak kaynakları envanteri çıkarmalıdır. 
Su kaynaklarının tahsisi nüfus, sosyal yapı, ekonomi, iklim ve diğer şartlar göz önünde bulundurarak yapılmalıdır. İşbirliği üç kıyıdaşın katılımıyla  gerçekleşmeli dir. 

Tarımda su kaybını en aza indirebilecek modern sulama teknikleri kullanılmalıdır. Su kaybının yıpranma ve eskime sebebiyle çok olduğu su şebekelerinin tadilatı ve yenilenmesi yapılmalıdır. 


***

13 Ocak 2017 Cuma

İran’ın Türkiye ve Ortadoğu Programı BÖLÜM 2




İran’ın Türkiye ve Ortadoğu Programı 
BÖLÜM 2



80’lerin en önemli özelliği terördür. Terörün de iki boyutu var. Birincisi, dışarıdan, rejim karşıtı terör, ikincisi ise, rejimin uyguladığı terör. Rejim 
karşıtı terör, soldan geldi. Halkın Mücahitleri isimli, Sosyalist-İslamcı bir örgüt vardı. Bunlar Beni Sadr’ı destekliyorlardı İslamcılara karşı son çare olarak. İslamcılar adım adım her alanda kontrollerini arttırdıkları için, bütün muhalifler Beni Sadr’a destek vermeye başladılar. En son Beni Sadr da sistemden tasfiye edilince, Halkın Mücahitleri örgütünün 10-15 bin kadar silahlı milis gücü vardı. Bunlar tasfiye edilememişlerdi ve üniversitelerde etkinlerdi, orta sınıf içerisinde etkindi. Rejime karşı sokak savaşı vermeye başladılar. Silahlı mücadele vermeye başladılar, bombalı eylemler yapmaya başladılar. İki tane büyük bombalı eylem var. Birisi 28 Haziranda, birisi Ağustos’ta. Bu eylemlerde, İslam Cumhuriyeti 
Partisi’nin merkezine konulmuş bir bomba ile partinin önde gelen 72 üyesi hayatını kaybetti. İkinci büyük bombalı eylemde, Beni Sadr’dan sonra Cumhurbaşkanı olan Recai ve dönemin başbakanı birlikte öldü. Yani çok etkili bombalı eylemler ve sokak savaşları olduğunu görüyoruz. 

Halkın Mücahitlerinin uyguladığı teröre karşı da, devletin uyguladığı terör oldu. Bu çerçevede örgüt üyesi olduğundan şüphelenilen herkesi direk sokakta vurmaya başladılar. Mahkeme, yargılama filan olmadan. O süreç içerisinde çok kan döküldü. 1-2 yıl sürdü aşağı yukarı bu çatışmalar. 

Ama iki yıl sonunda, Halkın Mücahitleri örgütünün bütün hücreleri çökertildi. Kalanlar da, İran’dan gitmek zorunda kaldılar. Merkez yönetim, Paris e gitti. Milisler Irak’a çekildi, daha sonra Irak’ta tekrar toparlandılar. Hala Irak’ta Halkın Mücahitleri Örgütü’nün milisleri var ama silahları alınmış, bir kampta yaşıyorlar. 

80’ler boyunca İran dış politikasını belirleyen en önemli unsur Iran-Irak savaşı oldu. İran-Irak savaşının sebeplerinin başında Devrimin Irak üzerindeki 
olumsuz etkileri gelmektedir. Çünkü Irakta önemli miktarda Şii vardı ve bu Şii gruplar da İranlılar gibi rejime karşı ayaklanmaya başladılar. 

Hatta 1980 Nisan ayında önemli bir ayaklanma var. Bu ayaklanmanın sonucunda, Ayetullah Sadr, Iraklı Şiilerin en saygın liderlerinden birisi, 
Irakta idam edildi. Irak yönetimi bu ayaklanmalardan, İran’ı sorumlu tutuyordu. Ayrıca Şatt’ül Arab üzerinde anlaşmazlıkları vardı, sınırda küçük çatışmalar olmaya başlamıştı. İran tarafında da dış politikanın radikalleşmesi çerçevesinde iki unsur öne çıktı. Birisi rejim ihracı, diğeri de Anti-Emperyalizm. Anti-Emperyalizm meselesi daha çok Amerikan karşıtlığına dönüştü. İçeride ve dışarıda bunun yansımaları oldu ama İran dış politikasını yönlendiren unsur rejim ihracı oldu. Bu rejim ihracı meselesi öyle kolay olmadı; rejim ve devrim ihraç edilecekti ama kime, nereye ve nasıl edilecekti? Çok ciddi tartışmalar oldu İran içerisinde. Hala Dış politikada tek bir gruptan bahsedemiyoruz. Farklı gurupların, farklı ajandaları var, farklı stratejileri var. Bazıları Muhafazakarlar rejim ihracı meselesine karşı çıktılar. Dediler ki, biz önce içeride kendi 
sistemimizi kuralım, oturtalım, örnek bir model oluşturalım ve diğerleri bizi taklit etsin. Ama şimdiki reformcuların ataları olan radikaller vardı o zaman. Onlar, Devrim ihraç etmenin İran’ın görevi olduğunu - çünkü İran büyük bir iş başardı, ilk defa bölgede devrim yaptı – savunuyorlardı. 

Bu görüşe göre tıpkı İran’da olduğu gibi, bölge halkları aslında devrim yapmak istiyorlardı, böyle bir potansiyel vardı. Çünkü, onlarda devrim öncesi İran’ın yaşadığı sorunların benzerini yaşıyorlardı. Oralarda da otoriter yapılar vardı, bu otoriter yapılar Amerikan sistemi ile ya da Ruslar ile sıkı ilişki içindeydi ve meşruiyetleri sorgulamaya açıktı. Dolayısıyla, bu ilkelerdeki, Müslüman Arap dünyasındaki insanlar aslında Devrime muhtaçtılar. Zaten devrimci bazı hareketler, özgürlük hareketleri faaldi. Biz bu hareketleri ne pahasına olursa olsun, hem madden hem manen desteklemeliyiz dediler. Bu çerçevede, Humeyni bir ara bu politikada aktif destek politikasını benimsedi. Sık sık radyodan yaptığı konuşmalarda İslam dünyasına çağrılarda bulunuyordu Müslümanlar ayaklansın ve gayri-meşru iktidarları devirsin diye. Bu Irakta, gayri-meşru iktidar, o 
zaman Baas yönetimi vardı, Saddam Hüseyin vardı, Körfez ülkelerinde Monarşiler vardı ve komşu ülkelerdeki iktidarlar için çok tedirgin edici bir şeydi. Zaten hem ciddi bir Şii nüfus ve İslamcı muhalefet vardı ve bunlar Humeyni’nin sözüne kulak veriyorlar, ondan etkileniyorlardı. Diğer taraftan buralardaki otoriter yapılar ve Amerika ile ilişkileri itibariyle devrim öncesi İran’a gerçekten benziyordu. 

Soru: Diğer ülkelerdeki Sünni İslam siyaseti Humeyni ile ortaklaşabiliyor mu, yani çağrısına cevap verebilecek bir altyapı var mı ? 

Cevap: Yer yer var. Çünkü İranlı liderler İslam dünyasına dönük mesajlarında özellikle Şii referansları kullanmaktan kaçındılar. İçeride Şii referansları daha çok görüyoruz. Dış politikada daha genel İslamcı referanslar kullanıyorlar. O yüzden Filistin’den de, Türkiye’den de, Mısırdan da İran devrimine sempati ile bakan hareketler oldu. Hatta organik ilişki geliştiren hareketler oldu. Sadece Şiiler değil. O zaman İran bölgede radikal, siyasal İslam’ın hamisi olarak görülüyordu. Şiileri biz yeni yeni artık duyup telaffuz etmeye başladık yani İran’ın Şii siyasetini. O zaman ‘İslamcı’ siyaseti takip ediyordu, şimdi Şiilik ihraç ediyor gibi bir algı var. O mesele biraz daha karışık ama sonuç itibariyle Humeyni’nin yaptığı şey var. Özellikle Körfez ülkelerine yönelik olarak, Irak’a yönelik olarak Arap dünyasına diyordu ki “sizin yöneticileriniz gayri-meşru, gayri İslami”. Çünkü, İslam’da zaten babadan oğla geçen, miras gibi devralınan yönetim tarzı yok. “Bu İslami bir rejim değil, üstelik bunlar Amerika ile iş birliği yapıyorlar, bunlar Amerika’nın kuklası, dolayısıyla sizin çıkarınız aleyhine çalışıyorlar”. O zaman sizin yapacağınız şey İran halkını takdir etmek. İran halkı ayaklandı, başarılı bir devrimle kendi diktatörünü kovdu. ‘Siz de ayaklanın, siz de kovun!’ demeye başladı. Bu hem Körfez ülkeleri, Suudi Arabistan başta olmak üzere, hem Irak için çok ciddi bir tehditti. Çünkü onun hem meşruiyetini sorguluyor sun, meşruiyetinin sorgulanmasına sebep oluyorsun, hem de insanları bu rejime karşı ayaklanmaya çağırıyorsun. Onlar da karşı olarak, Irak’ı İran’a karşı desteklediler. İran-Irak savaşı 8 yıl sürdü. 8 yıl boyunca, Arap ülkeleri arasında İran’ı destekleyen tek bir Arap ülkesi vardı o da Suriye. Onun dışındaki bütün Arap ülkeleri, hemen hemen hepsi, Irak’a aktif, doğrudan veya dolaylı, değişik şekillerde destek verdi. Körfez ülkelerinin desteği çok daha netti. 

Soru: İran’da İslam devrimi olduğu zaman diğer Orta Doğu ülkeleri bunu nasıl yorumladı? 

Cevap: Bunu devrimin değerlerinden bahsetmiştik ya, Amerikan karşıtlığı, daha İslami olması, otorite karşıtlığı vesaire. Bu onlar Orta Doğu ülkelerinin çoğu için bir tehditti. Onlar için Şah da tehdit oluşturuyordu yer yer ama Şah statükocu bir güçtü ve bölgede statükoyla sorunu yoktu. 

Bütün güçlerle iyi ilişkiler kurabiliyordu. Irakla da, Monarşilerle de iyi ilişkileri vardı. Onların akrabalık ilişkileri var gibiydi, adete ‘Krallar kulubü’nün üyesiydi. Yani ilişki tarzı çok daha farklıydı. Devrim, Körfez ülkeleri için ve diğer Orta Doğu ülkeleri için büyük bir tehditti. İran’dan gelen ayaklanma öağrılarıyla birlikte tehdit ciddileşti. Tehdit’in boyutu daha da arttı. 

İran-Irak savaşı bazen İran’ın lehine gelişti bazen Irak’ın. Nihayet 1988’de sona erdi. Ateşkes ilan edildi ama bir barış anlaşması yapılamadı. 

Bu devrim ihracı meselesi, İran-Irak savaşının en büyük nedenlerinden biridir. Çünkü Irak’a da devrim ihraç etmek hedeflenmişti. Ama bunu başarılı olmadığını görüyoruz. Devrim ihracını başarılı olduğu tek bir örnek var, o da Lübnan. Lübnan’da Hizbullah’ın kurulması, İran’ın devrim ihracı siyasetinin bir ürünüdür. O da şöyle gelişti. Lübnan’dadaha önceden Filistinli milis gruplar vardı İsrail’e karşı savaşan. 1982’de bu milis gruplara müdahale etmek için, İsrail Lübnan’ın güneyini işgal etti. Lübnan’ın güneyinde çoğunlukla Şiiler yaşıyordu, ayrıca Filistinli mülteciler vardı. Lübnan’ın güneyi işgal altına girince İran bunu yeni bir emperyalist yayılma olarak yorumladı, İslam’a saldırı olarak gördü. 

Lübnan’dan da İran’dan destek arayışı çağrıları oluyordu. Lübnanlılara destek vermek için, Lübnanlı Şiilere destek vermek için bir grup devrim muhafızını gönderdiler Suriye üzerinden. İsrail Lübnan’ı işgal edince kuzeyden de Suriye işgal etti. Böylece, Lübnan, Suriye ve İsrail’in işgal alanı oldu. Suriye’nin işgal ettiği bölgelerde Suriye’nin gözetimi ve desteği ile İranlılar rahatça hareket etmeye başladılar ve İranlıların faaliyetleri sonrasında Hizbullah ortaya çıkmış oldu. Daha önce Şiilerin ”EMEL -AMAL” isimli bir örgütleri vardı. Bu daha çok Arap milliyetçiliğini destekleyen bir örgüttü, Hizbullah’ın ise İslamcı niteliği öne çıkıyordu. Üstelik velayeti fakih teorisini kabul ediyorlardı. Humeyni’yi ‘rehber’ 
olarak tanıyorlardı. Bu yüzden İran’la Hizbullah arasında ki ilişki daha organik, daha güçlü bir hal almıştır. Bu durum İran’ın dış politikasının başarılı bir örneğidir. 

Antiemperyalizm boyutuyla ilgili oalrak Amerikan karşıtlığı 80’ler boyunca sürdü ama yer yer Amerika ile de işbirliği yapıldı. Özellikle İran-gates diye bir olay var. 1986 da İran-Contra Skandalı çerçevesinde CIA İran a gizli yollardan silah sağladı. Bu sayede CIA Nicaragua’daki Contra gerillalarına fon sağladı ve böylece İran ile dolaylı bir işbirliği içine girmiş oldular. 

İran dış politikasının 1990’larda biraz daha değişmeye başladığını görüyoruz. 90’lar Termidor dönemi olarak adlandırılıyor. Çünkü artık radikalizm bitti. Dışarıda rejim ihracı politikası başarılı olamadı. Iran – Irak savaşı başarılı olamadı. İçeride ki ekonomik politikalar başarılı olamadı. 

Ekonomi iflas etmenin eşiğine geldi. İranlılar dışa ihraç yaparken içteki rejimin zarar gördüğünü fark ettiler. İçeride rejime karşı muhalefet gelişmeye başladı. Bu yüzden dikkatlerini biraz daha içeriye vermeye başladılar. Böylelikle İranlıların ‘Yeniden İnşa’dedikleri döneme geçmiş oldular. Hem ekonomiyi hem de siyaseti yeniden inşa edecekler. Nitekm ekonomi çökme noktasına geliyordu. İran’ın teknolojiye özellikle de sanayi teknolojisine ve sermayeye ihtiyacı vardı. Bu teknolojiyi ve sermayeyi bulabilecekleri yer de Batılı ülkelerdi. Böylece İran ve Batı ilişkilerinin biraz yumuşadığını görüyoruz. Devrim ihracı söylemini değiştirdiler ve komşuları ile ilişkilerde bu sebepten kaynaklanan gerilimi. 
biraz daha düşürdüler. Antiemperyalizm söylemi ise daha çok Amerika ve İsrail karşıtlığına dönüştü ama Avrupa ile ilişkiler gelişmeye başladı. Bununla birlikte İran’ın körfez ülkeleri ile de iyi ilişkiler kurduğunu görüyoruz. Bu zamana kadar İran’ın saldırgan politikası bölge ülkelerinin İran’a karşı bir nevi birleşmelerine neden oldu. İran bölgeden izole ediliyordu. Bu izolasyon da İran’ın çıkarlarına büyük oranda zarar veriyordu. 

Ekonomik ve siyasal anlamda bu izolasyonu kırma arayışlarının arttığını görüyoruz İran’da. Bu izolasyonu kırmak için hem Türkiye ile hem Suudi Arabistan ve diğer Arap ülkeleri ile ilişkilerini geliştirmeye başladı. 80’lerin başında ilişkiler koptu, inişler-çıkışlar oldu ara sıra ama 90’ların başında artık ikili ilişkiler normalleşmeye başladı. Bununla beraber İran dış politikası normalleşir ken bölgenin koşulları İran aleyhine geçmeye başladı. Çünkü 1990-91 Körfez Savaşı’ndan sonra Amerika’nın bölgedeki varlığı iyice arttı. İran – Amerika ilişkileri bir türlü düzelmedi. İranlılar olumlu sinyal gönderdiler ama Amerikalılar almadı, Amerikalılar sinyal olumlu gönderdiler İranlılar almadı vs. Birbilerine 
yaklaşımlarında uyumu ve eşzamanlılığı, senkronizasyonu bir türlü yakalayamadılar. İran – Amerika ilişkisi gergin bir şekilde sürdü. 

90’larda Amerika’nın Ortadoğu politikasının iki temeli vardı. Birincisi Filistin – 
İsrail barış sürecinin desteklenmesi, ikincisi Irak ve İran’ı kuşatılması. 
İran’ı izole etmeyi amaçlıyorlardı. Ama bu izolasyon politikası her ne kadar etkili olmuşsa da İran izolasyonu kırmak için hem Orta Asya ülkeleri ile hem de Kafkas ülkeleri ile ilişkilerini geliştirdi. Amerika’nın izolasyon politikasını kırmaya başladı. 


90’larda İran dış politikasında en önemli faktörlerden biri İran’da reformcu hareketin yükselmesi idi. Muhammed Hatemi’nin cumhurbaşkanı olduğunu ve enerjinin çoğunu dış politikaya harcadığını görüyoruz. 
Bu ajanda da ‘Medeniyetler arası Diyalog’ ön plana çıkıyordu. Böylece İran’ın Batı ile çatışmak zorunda olmadığı, diyaloga girebileceği ve sorunların siyasal ve diplomatik yollardan çözülebileceğini savunuyordu. Hatemi’nin dış politikasının ikinci ayağı komşularla ilişkilerin normalleştirilmesi ve geliştirilmesiydi. Hatemi’nin politikaları 11 Eylül sürecine kadar başarılı bir şekilde devam etti. 

11 Eylül İran dış politikasını oldukça olumsuz etkiledi. Çünkü George Bush’un İran’ı ‘Şer Ekseni’nin bir parçası olarak ilan etmesi artık İran’ın tehdit altında olduğunu gösteriyordu. Zaten 2003 Mart’ta Irak işgal edildikten sonra birçok çevrede sırayı İran’ın alacağı tartışılmaya başlandı. 

Amerikan politikaları çerçevesinde İran da rejim değişikliği politikası konuşuluyordu. Hatemi, Medeniyetlerarası Diyalog, siyasi çözüm ve 
diplomatik ilişki derken Amerika’nın tavrı çok daha farklı ve çok daha saldırgandı. Öyle olunca İranlılar özellikle İran’daki güvenlik elitleti 
ve muhafazakârlar, rejimi tehdit altında hissetiler. İran’ın tehdit algısı arttıkça, hem iç hem dış güvenlik kaygılarını arttırdığını, dolayısıyla güvenlik bürokrasisinin öne çıktığını görüyoruz. Bu dönemde yavaş yavaş Devrim Muhafızları İran siyasetinde etkili olmaya başladılar. İran siyasetinin askerileşmesi konuşulmaya başlandı. Bunun sonucu olarak 2005 yılında Ahmedinejad cumhurbaşkanı seçildi. 

Ahmedinejad’ın dış politika ajandası Hatemi’ninkinden büyük ölçüde farklıydı. Çünkü Ahmedinejad bir kere devrimci dış politikaya dönüşü savunuyordu. Devrimci politikaya dönüş demek dış ilişkilerde 80’lere dönmek demekti. Dolayısıyla bu gelişme hem körfez ülkeleri için hem de bölgedeki diğer ülkeler için büyük bir tehditti. Üstelik 1980’lerden farklı olarak İran’ın başarıyla sürdürdüğü bir nükleer program vardı. 

Eğer İran nükleer silaha ulaşırsa bölgede karşı konulamaz bir tehdit olacaktı. İran tehdidi algısını arttıran bir diğer faktör de Irak’ta yaşanan gelişmelerdi. Amerikan müdahalesi sonrasında bu ülkede demokratik yapı kurulunca Şiilerin çoğunlukta olduğu bir hükümet işbaşına geldi. Şiilerin siyasi partilerinin çoğu 80’lerde İran’da sürgün yaşamışlardı. 

Dolayısıyla Irak’ta iktidara gelen Şiilerin İran’la dolaylı ya da dolay-sız bir şekilde temasları olmuştu ve İran’ın ilişkili olduğu Şii partiler Irak’ta etkili olmaya başladılar. Bu İran’ın bölgede gücünü arttırmaya başladığını göstermektedir. Ahmedinejad ile daha saldırgan bir politika izlemesi ile dengeler değişince İran’ın Irak’ta ki nüfuzu artmaya başladı. Üstelik Ahmedinejad’ın 2009’a kadar hem Hamas’a hem de Hizbullah’a verdiği destek nedeniyle Arap ülkelerinde popülaritesinin arttığını görüyoruz. Bu dahi Ortadoğu’daki muhafazakâr devletler için büyük bir tehditti. Bu nedenle Amerikalılar, İran’a sıkı yaptırımlar uygulamaya başladılar. Diğer yandan ise İran’ın itibarsızlaştırılması gerekiyordu. 

Böylece İran’ın yeni siyasi hikâyesi geliştirildi. Bu hikâyeye göre İran bölgede kendi hegemonyasını teşkil etmek istiyor. Bu süreçte de daha çok Şiileri kullanmak istiyor. Dolayısıyla İran bölgede Şiilere dayalı bir imparatorluğu kurmak istiyor. Böylece Bir ucu Basra körfezinde bir ucu Akdeniz de olacak şekilde İran’ın bölgede mutlak hâkim olacağı bir senaryo ortaya atıldı. Bu politika büyük ölçüde başarılı oldu. İran’ın Şii politikasına ilaveten Irak’ta 2007 yılında Şiilerle-Sünniler arasında çatışma çıkınca bölgede mezhep eksenli gerilimler de artmaya başladı. Öyle olunca İran’ın Arap halkları üzerindeki itibarı azalmaya başladı ve İran tekrardan bölgede izole edilmeye başlandı. 2009’da İran’da Yeşil Hareket’ın kanlı bir şekilde bastırılması da Ortadoğu halklarının İran’a bakışını olumsuz etkiledi. 

Böyle bir ortamda bölgede ‘Arap Baharı’ ortaya çıktı. İranlılar Arap Baharı’nı çok sevdiler çünkü bu onların 80’lerde yaşamak istedikleri şeydi. 

Amerika ile iyi ilişkileri olan rejimler yıkılsın, yerlerine daha İslami rejimler getirilsin beklentisi vardı. Arap Baharı’nı İran memnuniyetle karşıladı ama Arap Baharını etkileyecek bir strateji geliştiremedi. Bu durum İran’ın dış politikalarısındaki önceliklerle alakalı olarak değerlendirilebilir. 

İran’ın bölge politikası, Ortadoğu haritasını göz önüne alırsak Basra Körfezi, Levant (Şam, Lübnan, Filistin-İsrail bölgesi) ile Kuzey Afrika’yı kapsamaktadır. İran için Mısır Arap dünyasının lider ülkelerinden birisi olması sebebiyle önemlidir. Levant bölgesi İran için önemli çünkü Hizbullah ile ve Suriye ile ilişkileri bu çerçevede syretmektedir. İran – Irak savaşından sonra İran savunmasını dışarıda kurmayı öğrendi. 

Bir daha asla İran topraklarının istila edilmemesi için savunma sınırlarını kendi sınırlarının çok ötesine koydu. Bu nedenle Levant İran için stratejik bir öneme sahip. Basra Körfezi ise İran’ın can damarı gibidir. İran’ın petrol ve gaz kaynaklarının büyük bir kısmı Basra Körfezinde bulunmaktadır ve bunları Basra Körfezi üzerinden ihraç etmektedir. Ayrıca, Basra Körfezinde beş tane muhafazakâr monarşi var. Bu monarşilerin hepsi Amerika ile yakından ilişki içerisindeler. Bu nedenle İran Körfez politikasına son derece dikkat ediyor. 

Buraya şuradan geldik. İran’ın Arap Baharı ülkelerinde Arap Baharı sürecinde sürükleyici, yönlendirici rol oynayamadığı tespitinden geldik. 

Bunu oynayamadı. Çünkü; Kuzey Afrika biraz uzak kalıyordu. İran’ın oradaki imkanları da sınırlıydı. Ama Suriye’ye geldiği zaman mesele; İran’ın Suriye’deki imkanları daha fazla, Irak’taki imkanları daha fazla burada daha etkili olmaya başladı. Fakat Arap Baharı sürecinin karşısında durarak etkili olmaya çalıştı. Esad yönetimini destekledi. Çünkü; Esad yönetimine karşı bir tehdit İran’a karşı bir tehdit olarak görülüyordu. 

Yani 1990’larda İran’ın dış politikasında pragmatizm yükseldi. Ahmedinejad ile radikalizm yükseldi. Bu radikalizm İran’ın izole olmasına neden oldu. İran bölgede izole olduğu için, İran’ın üzerinde uluslararası baskılar arttığı için İran’ın maddi imkanları kısıtlıydı. Yani Körfez ülkeleri; mesela Suudi Arabistan, Mısır hükümetine milyarlarca dolar kredi açtı. Ama İran’ın böyle bir kabiliyeti yoktu. Bunu açacak parası yok elinde. Diğer taraftan mesela Mısır’da çok etkili bir Şii nüfus ya da İran ile bağlantılı İslami hareket de yok. O yüzden Mısır’da etkili olamıyor, Tunus’ta etkili olamıyor. Diğer taraftan; Mısır’da, Tunus’ta, Libya’da hükümetler kuruldu ama bu hükümetler İran ve Batı arasında bir tercih yapmak zorunda kaldılar. Ya İran’ı tercih edecekler ya da Türkiye Modelini, Batıyı tercih edecekler…v.s. Böyle bir tercih karşısında kalınca yeni kurulan hükümetler doğal olarak İran’dan uzak durdular ve Türkiye’yi ya da Batı ile ilişkileri tercih etmeye başladılar. 

Bu da İran’ın Arap Baharından olumsuz etkilenmesine neden oldu. 

Geçtiğimiz yıl, 2013 Haziran’da İran’da yeniden Cumhurbaşkanlığı Seçimleri yapıldı. Bu Cumhurbaşkanlığı Seçimi İran dış politikasında dönüşüme işaret ediyor. Yeni bir dönem başladı Ruhani ile birlikte İran dış politikasında. Ruhani, Ahmedinejad’ın dış politikasının başarısızlığının Bölgede Arap Baharı gibi bir fırsat ortaya çıkmış ama İran bunu iyi değerlendirememiş sorumlularından birisinin Ahmedinejad’ın radikal söylemleri olduğunu düşünüyordu.. Eğer İran Ahmedinecad döneminde uluslararası sistemle bu kadar kavgalı olmamış olsaydı, İran muhtemelen Arap Baharı’nın en çok kazanan ülkelerinden birisi olacaktı. Diğer taraftan üstelik İran’ın çıkarları tehdit altındaydı; Irak’ta istikrarsızlık 
var; Suriye’de İran’ın müttefiki tehdit altında; İran’ın Suriye politikası yüzünden İran-Hamas ilişkileri bile bozuldu. İran’ın Suriye politikası yüzünden İran-Türkiye ilişkileri de bozulmaya başladı. O yüzden İran dış politikasını ‘resetleme’ihtiyacı hissediyordu. İşte bu nedenle Ruhani Ahmedinejad’ın radikalizmini tamamen reddederek itidalli bir dış politika çağrısında bulundu. Bu itidalli dış politika; ekonomik çıkarlara öncelik verecek ideolojik değerler, İslam devrimi çıkarlarını savunacak ama öyle extrem söylemlerden kaçınacak. Nitekim İran-İsrail ilişkilerinde ya da İran’ınİsrail’e yönelik söylemlerinde bu değişikiliği net bir şekilde görüyoruz. Ahmedinejad’ın ‘Holokost’u inkar etmesi ve İsrail’e dönük sert söylemlerine karşın şimdiki yönetim İsrail’e karşı daha yumuşak bir ton kullanmaya başladı. ‘Holokost’u insanlık suçu olarak kabul ettiler…v.s. 
Ruhani hükümeti dış politikadaki gerginliğin tonunu düşürmeye ve izolasyonu kırmaya -- hem bölgesel, hem uluslar arası izolasyon çalışıyor. 
Bu çerçevede Körfez ülkeleriyle ilişkilerini onarma arayışı da var, ama henüz bu konuda net bir mesafe alınmış değil. 

Körfez Ülkeleri arasında her ülkenin İran ile farklı düzeylerde ilişkisi var. Mesele Umman, Körfez’de İran ile ilişkileri en iyi olan ülkelerden birisi. Çünkü; Umman kendi dış siyaset stratejisi çerçevesinde Suudi Arabistan ile İran’ı dengelemeye çalışıyor. Körfez Ülkeleri içerisinde en büyüğü; Suudi Arabistan, diğer küçük şeyhlikler, küçük ülkeler Suudi Arabistan’ın dominasyonundan korkuyorlar. Suudi Arabistan kendilerini yutmasın diye de bazen Suudileri dengeleyecek bir dış güce meyil ediyorlar. Katar ve Kuveyt de bunun en iyi örnekleri oalrak görülebilir. Bu iki ülkenin de İran ile daha göreceli olarak daha iyi ilişkiler içerisinde olduğunu görüyoruz. Ama özellikle Suudi Arabistan, BAE ve Bahreyn’in İran ile ilişkileri son derece sorunlu. Suudi Arabistan ile ilişkilerinin sorunlu olması nedeniyle bölgedeki hemen hemen bütün çatışma noktalarında; 
Yemen’den Lübnan’a, Irak’a kadar bütün çatışmalarda aslında İran ile 

Suudi Arabistan arasında bir nevi vekalet savaşı görülmektedir. Bu iki ülkenin çatışan taraflarla ilişkileri o kadar etkili ve o kadar farklı kutupları tutuyorlar ki; her birisi Lübnan’daki gerginliklerde de, Filistin meselesinde de Yemen’de de farklı tarafları tutarak çatışmaların sürmesinde etkili bir rol oynuyorlar. Dolayısıyla eğer İran ve Suudi Arabistan arasında bir yakınlaşma sağlanırsa, bu sorunlar çözülebilirse belki bölgenin diğer sorunları daha kolay çözülebilir. Ama İran-Suudi Arabistan gerginliği arttıkça bu sorunların çözülmesi bir yana yeni anlaşmazlık noktaları, yeni çatışma noktalarının ortaya çıktığını görüyoruz. 

Kısaca Türkiye-İran ilişkilerini özetleyelim bu bağlamda. İran dış politikasının devrimden sonra farklı aşamalardan geçtiğini gördük. 80’lerde farklı, 90’larda farklı, Ahmedinejad döneminde farklı, şimdi daha farklı. İran Dış Politikası’ndaki bu genel farklılaşmalar Türkiye- İran ilişkilerini de etkiledi tabii ister istemez. Yalnız 1980’lerde İran dış politikasının son derece radikal olduğu, devrim ihracını savunduğu bir dönemde Türkiye-İran ilişkilerinin tuhaf bir şekilde iyi olduğunu görüyoruz. Özellikle ekonomik ilişkilerinin iyi olduğunu görüyoruz. Burada İran-Irak savaşının etkili bir rol oynadığı anlaşılmaktadır. Çünkü; İran- Irak savaşına rağmen İran’ın dış dünya ile bağlantısı devam ediyordu. Yani dışarıda Avrupa ile mal alım ve satımı yapıyor. Dışarıdan mal almak zorunda, bazı sanayi ürünlerini almak zorunda. Mal satmak zorunda ve bu ticareti büyük ölçüde Türkiye üzerinden yaptılar. O yüzden 1985’te Türkiye-İran arasında toplam ticaret hacmi 2 milyar dolara yaklaşmıştı. Dolayısıyla savaş Türkiye- İran ilişkilerini olumlu etkiledi. İran-Irak ile savaş içerisinde diğer Körfez Ülkeleri ile kavgalı bir de Türkiye ile kavga etmemek için Türkiye’ye karşı eleştirilerini biraz daha düşük düzeyde tutuyorlardı, daha kontrollü oluyorlardı. Ama İran- Irak savaşı 
bittikten sonra Türkiye-İran ilişkilerinin giderek gerildiğini görüyoruz. Çünkü orada biraz daha rahatladıktan sonra, Türkiye’yi eleştirmek daha kolay oldu. İranlılar için özellikle başka ticaret kanalları açılınca da Türkiye’nin önemi azaldı. Türkiye’de de 1990’ların spesifik ortamı ikili ilişkileri olumsuz etkiledi. Bu dönemde Türkiye için iki tane büyük tehdit vardı. Biri İslamcılık tehdidi, İslamcılığın hem siyasal boyutu var, hem de radikalizm radikal İslamcılık boyutu var. Türk Hizbullah’ı örneğinde olduğu gibi, ayrıca PKK meselesi var. Türkiye’de iktidar 90’lar boyunca 2000’lerin başlarında da İran’ı hem PKK’yı, hem İslamcıları desteklemekle suçladı. ‘Siz’ dediler, ‘rejim ihracı politikası güdüyor sunuz. 

Türkiye’deki laik ve demokratik sistemden hoşlanmıyorsunuz.’ İranlılar ne kadar gerçekten böyle bir politika izliyorlardı, o ayrı bir tartışma konusu ama onlar tabii ki Türkiye’de de daha İslami bir rejim olmasından mutluluk duyacaklardı. Dolayısıyla Türkiye’de güvenlikçi bakış açısının öne çıkması ve laiklik konusundaki hassasiyeti ve İran’a karşı mesafeli duruşu nedeniyle, İran’da da Hatemi yönetimine rağmen İran dış politikasında pragmatizmin yükselmesine rağmen Türkiye’deki bu negatif bakış nedeniyle Türkiye-İran ilişkilerinin 90’lar boyunca kötü olduğunu görüyoruz. Hatta 1997’de, 28 Şubat sürecinde İran büyükelçisi Türkiye’den ayrılmak zorunda kaldı. Türkiye büyükelçisi de Tahran’dan ayrılmak zorunda kaldı. Bu dönem Türkiye-İran ilişkilerin en kötü olduğu dönemlerden biriydi. Sonra ilişkilerinin yavaş yavaş onarılmaya başlandığını görüyoruz. İlişkilerin rasyonelleşmeye başladığını görüyoruz. 

Özellikle Cumhurbaşkanı Ahmet Nejdet Sezer’in Haziran 2001’de İran’ a yaptığı ziyaret var. Bu ziyaretle birlikte Türkiye ve İran arasında adeta zımni bir anlaşmaya varıldı. Bu anlaşmaya göre; ideolojik meseleleri bir kenara bırakacak lar, güvenlik meselelerini birlikte çözmeye çalışacaklar, güvenlik alanında iş birliği yapacaklar. Bu anlayış AK Parti döneminde de devam ettirildi. İran’da da Ahmedinejad’a rağmen bu anlayışın devam ettiğini görüyoruz. 

Yani Ahmedinejad’ın radikalizmi İran’ın Ortadoğu ülkelerinin geneliyle ilişkilerini olumsuz etkilerken Türkiye- İran ilişkilerini pek olumsuz etkilemedi. Hatta bizim için bir fırsat oldu. Çünkü; diğer ülkelerle ilişkileri bozulunca, bizimle daha iyi geçinmek zorunda kaldılar. 

Böylece geçen onyılda Türkiye-İran ilişkileri yükseldi. Ama Arap Baharı sürecinde özellikle Suriye’de Türkiye ile İran’ın karşı kutuplarda yer alması nedeniyle ikili ilişkilerin bozulmaya başladığını görüyoruz. Bunun siyasi yansımaları da oldu. Ekonomik olarak pek yansımadı. Çünkü bu rasyonelleşme politikası etkili olamaya başladı. Sonuçlarını, meyvelerini vermeye başladı. Ruhani ile birlikte de Türkiye-İran ilişkilerinin rasyonelleşme istikametinde devam ettiğini görüyoruz. Yeni bir dönem açıldı. Yüksek Düzeyde Stratejik İşbirliği toplantısı yapıldı. Bu mekanizma Türkiye-İran ilişkilerinde ilk defa gündeme geldi. Başarılı bir şekilde toplantı yaptılar. Buna rağmen bölgesel meselelerdeki görüş ayrılıkları devam ediyor. Yani görüş ayrılıklarımız bir tarafa, dış politika farklılığımız bir tarafa, ortak çıkarlarımızın olduğu noktalarda iş birliği yapalım şeklinde bir anlayış gelişti. Her iki hükümette de hem Tahran’da, hem de Ankara’da ve bu sayede Türkiye-İran ilişkileri Suriye’de ‘kavga’ etmemize rağmen, Irak’ta kavga etmemize rağmen oldukça iyi bir şekilde seyrediyor hali hazırda… 

Şimdi soruları alıyoruz; 

Türkiye’nin başından beri İran’ın nükleer programını desteklediğini biliyoruz. Sizde dediniz; Körfez Ülkeleri İran’ı dengelemeye çalışıyor daha çok ve bu nükleer programa tamamen karşılar ama Türkiye’nin İran’a karşı her zaman daha ılımlı bir yaklaşımı oldu. Bunun nedeni acaba Türkiye’de yükselen İslamcılık mıdır? 

İslamcılık ile ilgisi yok. Ama şu var İran nükleer programıyla ilgili Türkiye’nin politikasının iki boyutu var; 

Türkiye’nin kendisi de nükleer enerji peşinde koşan bir ülke. Eğer İran’ın barışçı nükleer enerji faaliyetleri öyle ya da böyle kısıtlanırsaki İran’ın hali hazırda; NPT çerçevesinde, uluslararası hukuk çerçevesinde kazanılmış hakları var. 

Bu hakların kullanımı çeşitli nedenlerle engellenirse benzer engellemeler ileride Türkiye’nin karşısına da gelebilir. Bu yüzden gayet rasyonel bir strateji ile İran’ın barışçı nükleer politikasına destek veriyoruz. Barışçı, henüz silaha dönük olduğu ispatlanamadı, sadece şüpheler var. Türkiye’de orada rezervini koruyor. Nükleer silahlara her durumda karşıyız ama barışçı nükleer programını destekliyoruz. 

Diğer boyutu da nükleer mesele İran ile Batı arasındaki ilişkilerin ve İran ile diğer Ortadoğu ülkeleri arasındaki ilişkilerin gerilmesine neden oluyor. 
Bu gerilim Türkiye’yi de olumsuz etkiliyor. Çünkü siz Amerika’nın eninde sonunda en yakın müttefiklerinden birisisiniz. Hem İran ile hem Amerika ile aynı anda yakın olamazsınız. İkisinden birini tercih etmek zorunda kalıyorsunuz. Ya da Körfez ülkeleri İran’dan çok ciddi tehdit algıladıkları için Türkiye hem İran ile hem Körfez ülkeleri ile aynı anda iyi ilişki kuramıyor. Diğer taraftan bölge de gerilim artınca çatışma riski yükseliyor, Obama iş başına gelene kadar sınırlı müdahale gibi değişik askeri müdahale seçenekleri konuşuluyordu. Bu müdahale ihtimalleri bölgeyi daha fazla istikrarsızlaştıracak, İran’ı daha fazla istikrarsız laştıracak ve soruna çözüm bulmayacak. Türkiye bölgesinde istikrarsızlık  istemediği için ya İran’a sınırlı ve koşullu destek verdi ya da bu sorunun diplomatik yoldan çözümlenmesini destekledi. Yani Türkiye’nin İran nükleer programına desteği zaten kayıtsız şartsız bir destek değil. Eğer Amerikalılar ya da uluslararası değişik kurumlar İran’ın programının silaha dönük olduğunu kesin bir şekilde ispatlarlarsa Türkiye’nin pozisyonu nettir. Desteğini çekecektir. 

İran’da Veli-yi Fakih var. Irak’ta da Sistani var. Ben burada ikisi arasındaki keskin farkı sormak istiyorum. Fark olduğunu biliyorum. Ama en keskin fark nedir? 

Arasındaki keskin fark; ikisinin arasındaki anayasal sistemler farklı: Irak’taki sistem farklı, İran’daki sistem farklı. İran’daki anayasal sistem 
gereği rehber siyasetin tam merkezinde ve en üstünde. Irak’ta ise Sistani böyle bir sistem kurulmasını istemedi, din adamlarına ayrıcalık vermek istemediler. 


***

ORSAM 
ORSAM CENTER FOR MIDDLE EASTERN 
STRATEGIC STUDIES 
Süleyman Nazif Sokak No: 12-B Çankaya / Ankara 
Tel: 0 (312) 430 26 09 Fax: 0 (312) 430 39 48 
www.orsam.org.tr, orsam@orsam.org.tr 

ORSAM TUTANAKLARI 
No: 38, Mayıs 2015 
ORSAM ORTADOĞU YAZ OKULU SEMİNER PROGRAMI 
ORTADOĞU STRATEJİK ARAŞTIRMALAR MERKEZİ 
CENTER FOR MIDDLE EASTERN STRATEGIC STUDIES 
“ORSAM Ortadoğu Yaz Okulu Seminer Programı” 
ORSAM © 2015 
Yayına Hazırlayan 
Dr. Tuğba Evrim Maden 
Kapak ve Sayfa Tasarımı 
Ezgi Zorlu 
Orient Basım Yayın 
Kazım Özalp Mahallesi Rabat Sokak No: 27/2 
GOP Çankaya/ANKARA 
Tel: 0 312 431 21 55 
ISBN: 978-605-4615-89-6 
ANKARA - Mayıs 2015 
ORSAM 
Ortadoğu Stratejik Araştırmalar Merkezi 
Center for Middle Eastern Strategic Studies 
Süleyman Nazif Sokak No: 12-B Çankaya / Ankara 
Tel: +90 (312) 430 26 09 & Faks: +90 (312) 430 39 48 
www.orsam.org.tr, orsam@orsam.org.tr