Yrd. Doç. Dr. Bayram Sinkaya etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Yrd. Doç. Dr. Bayram Sinkaya etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

13 Ocak 2017 Cuma

İran’ın Türkiye ve Ortadoğu Programı BÖLÜM 2




İran’ın Türkiye ve Ortadoğu Programı 
BÖLÜM 2



80’lerin en önemli özelliği terördür. Terörün de iki boyutu var. Birincisi, dışarıdan, rejim karşıtı terör, ikincisi ise, rejimin uyguladığı terör. Rejim 
karşıtı terör, soldan geldi. Halkın Mücahitleri isimli, Sosyalist-İslamcı bir örgüt vardı. Bunlar Beni Sadr’ı destekliyorlardı İslamcılara karşı son çare olarak. İslamcılar adım adım her alanda kontrollerini arttırdıkları için, bütün muhalifler Beni Sadr’a destek vermeye başladılar. En son Beni Sadr da sistemden tasfiye edilince, Halkın Mücahitleri örgütünün 10-15 bin kadar silahlı milis gücü vardı. Bunlar tasfiye edilememişlerdi ve üniversitelerde etkinlerdi, orta sınıf içerisinde etkindi. Rejime karşı sokak savaşı vermeye başladılar. Silahlı mücadele vermeye başladılar, bombalı eylemler yapmaya başladılar. İki tane büyük bombalı eylem var. Birisi 28 Haziranda, birisi Ağustos’ta. Bu eylemlerde, İslam Cumhuriyeti 
Partisi’nin merkezine konulmuş bir bomba ile partinin önde gelen 72 üyesi hayatını kaybetti. İkinci büyük bombalı eylemde, Beni Sadr’dan sonra Cumhurbaşkanı olan Recai ve dönemin başbakanı birlikte öldü. Yani çok etkili bombalı eylemler ve sokak savaşları olduğunu görüyoruz. 

Halkın Mücahitlerinin uyguladığı teröre karşı da, devletin uyguladığı terör oldu. Bu çerçevede örgüt üyesi olduğundan şüphelenilen herkesi direk sokakta vurmaya başladılar. Mahkeme, yargılama filan olmadan. O süreç içerisinde çok kan döküldü. 1-2 yıl sürdü aşağı yukarı bu çatışmalar. 

Ama iki yıl sonunda, Halkın Mücahitleri örgütünün bütün hücreleri çökertildi. Kalanlar da, İran’dan gitmek zorunda kaldılar. Merkez yönetim, Paris e gitti. Milisler Irak’a çekildi, daha sonra Irak’ta tekrar toparlandılar. Hala Irak’ta Halkın Mücahitleri Örgütü’nün milisleri var ama silahları alınmış, bir kampta yaşıyorlar. 

80’ler boyunca İran dış politikasını belirleyen en önemli unsur Iran-Irak savaşı oldu. İran-Irak savaşının sebeplerinin başında Devrimin Irak üzerindeki 
olumsuz etkileri gelmektedir. Çünkü Irakta önemli miktarda Şii vardı ve bu Şii gruplar da İranlılar gibi rejime karşı ayaklanmaya başladılar. 

Hatta 1980 Nisan ayında önemli bir ayaklanma var. Bu ayaklanmanın sonucunda, Ayetullah Sadr, Iraklı Şiilerin en saygın liderlerinden birisi, 
Irakta idam edildi. Irak yönetimi bu ayaklanmalardan, İran’ı sorumlu tutuyordu. Ayrıca Şatt’ül Arab üzerinde anlaşmazlıkları vardı, sınırda küçük çatışmalar olmaya başlamıştı. İran tarafında da dış politikanın radikalleşmesi çerçevesinde iki unsur öne çıktı. Birisi rejim ihracı, diğeri de Anti-Emperyalizm. Anti-Emperyalizm meselesi daha çok Amerikan karşıtlığına dönüştü. İçeride ve dışarıda bunun yansımaları oldu ama İran dış politikasını yönlendiren unsur rejim ihracı oldu. Bu rejim ihracı meselesi öyle kolay olmadı; rejim ve devrim ihraç edilecekti ama kime, nereye ve nasıl edilecekti? Çok ciddi tartışmalar oldu İran içerisinde. Hala Dış politikada tek bir gruptan bahsedemiyoruz. Farklı gurupların, farklı ajandaları var, farklı stratejileri var. Bazıları Muhafazakarlar rejim ihracı meselesine karşı çıktılar. Dediler ki, biz önce içeride kendi 
sistemimizi kuralım, oturtalım, örnek bir model oluşturalım ve diğerleri bizi taklit etsin. Ama şimdiki reformcuların ataları olan radikaller vardı o zaman. Onlar, Devrim ihraç etmenin İran’ın görevi olduğunu - çünkü İran büyük bir iş başardı, ilk defa bölgede devrim yaptı – savunuyorlardı. 

Bu görüşe göre tıpkı İran’da olduğu gibi, bölge halkları aslında devrim yapmak istiyorlardı, böyle bir potansiyel vardı. Çünkü, onlarda devrim öncesi İran’ın yaşadığı sorunların benzerini yaşıyorlardı. Oralarda da otoriter yapılar vardı, bu otoriter yapılar Amerikan sistemi ile ya da Ruslar ile sıkı ilişki içindeydi ve meşruiyetleri sorgulamaya açıktı. Dolayısıyla, bu ilkelerdeki, Müslüman Arap dünyasındaki insanlar aslında Devrime muhtaçtılar. Zaten devrimci bazı hareketler, özgürlük hareketleri faaldi. Biz bu hareketleri ne pahasına olursa olsun, hem madden hem manen desteklemeliyiz dediler. Bu çerçevede, Humeyni bir ara bu politikada aktif destek politikasını benimsedi. Sık sık radyodan yaptığı konuşmalarda İslam dünyasına çağrılarda bulunuyordu Müslümanlar ayaklansın ve gayri-meşru iktidarları devirsin diye. Bu Irakta, gayri-meşru iktidar, o 
zaman Baas yönetimi vardı, Saddam Hüseyin vardı, Körfez ülkelerinde Monarşiler vardı ve komşu ülkelerdeki iktidarlar için çok tedirgin edici bir şeydi. Zaten hem ciddi bir Şii nüfus ve İslamcı muhalefet vardı ve bunlar Humeyni’nin sözüne kulak veriyorlar, ondan etkileniyorlardı. Diğer taraftan buralardaki otoriter yapılar ve Amerika ile ilişkileri itibariyle devrim öncesi İran’a gerçekten benziyordu. 

Soru: Diğer ülkelerdeki Sünni İslam siyaseti Humeyni ile ortaklaşabiliyor mu, yani çağrısına cevap verebilecek bir altyapı var mı ? 

Cevap: Yer yer var. Çünkü İranlı liderler İslam dünyasına dönük mesajlarında özellikle Şii referansları kullanmaktan kaçındılar. İçeride Şii referansları daha çok görüyoruz. Dış politikada daha genel İslamcı referanslar kullanıyorlar. O yüzden Filistin’den de, Türkiye’den de, Mısırdan da İran devrimine sempati ile bakan hareketler oldu. Hatta organik ilişki geliştiren hareketler oldu. Sadece Şiiler değil. O zaman İran bölgede radikal, siyasal İslam’ın hamisi olarak görülüyordu. Şiileri biz yeni yeni artık duyup telaffuz etmeye başladık yani İran’ın Şii siyasetini. O zaman ‘İslamcı’ siyaseti takip ediyordu, şimdi Şiilik ihraç ediyor gibi bir algı var. O mesele biraz daha karışık ama sonuç itibariyle Humeyni’nin yaptığı şey var. Özellikle Körfez ülkelerine yönelik olarak, Irak’a yönelik olarak Arap dünyasına diyordu ki “sizin yöneticileriniz gayri-meşru, gayri İslami”. Çünkü, İslam’da zaten babadan oğla geçen, miras gibi devralınan yönetim tarzı yok. “Bu İslami bir rejim değil, üstelik bunlar Amerika ile iş birliği yapıyorlar, bunlar Amerika’nın kuklası, dolayısıyla sizin çıkarınız aleyhine çalışıyorlar”. O zaman sizin yapacağınız şey İran halkını takdir etmek. İran halkı ayaklandı, başarılı bir devrimle kendi diktatörünü kovdu. ‘Siz de ayaklanın, siz de kovun!’ demeye başladı. Bu hem Körfez ülkeleri, Suudi Arabistan başta olmak üzere, hem Irak için çok ciddi bir tehditti. Çünkü onun hem meşruiyetini sorguluyor sun, meşruiyetinin sorgulanmasına sebep oluyorsun, hem de insanları bu rejime karşı ayaklanmaya çağırıyorsun. Onlar da karşı olarak, Irak’ı İran’a karşı desteklediler. İran-Irak savaşı 8 yıl sürdü. 8 yıl boyunca, Arap ülkeleri arasında İran’ı destekleyen tek bir Arap ülkesi vardı o da Suriye. Onun dışındaki bütün Arap ülkeleri, hemen hemen hepsi, Irak’a aktif, doğrudan veya dolaylı, değişik şekillerde destek verdi. Körfez ülkelerinin desteği çok daha netti. 

Soru: İran’da İslam devrimi olduğu zaman diğer Orta Doğu ülkeleri bunu nasıl yorumladı? 

Cevap: Bunu devrimin değerlerinden bahsetmiştik ya, Amerikan karşıtlığı, daha İslami olması, otorite karşıtlığı vesaire. Bu onlar Orta Doğu ülkelerinin çoğu için bir tehditti. Onlar için Şah da tehdit oluşturuyordu yer yer ama Şah statükocu bir güçtü ve bölgede statükoyla sorunu yoktu. 

Bütün güçlerle iyi ilişkiler kurabiliyordu. Irakla da, Monarşilerle de iyi ilişkileri vardı. Onların akrabalık ilişkileri var gibiydi, adete ‘Krallar kulubü’nün üyesiydi. Yani ilişki tarzı çok daha farklıydı. Devrim, Körfez ülkeleri için ve diğer Orta Doğu ülkeleri için büyük bir tehditti. İran’dan gelen ayaklanma öağrılarıyla birlikte tehdit ciddileşti. Tehdit’in boyutu daha da arttı. 

İran-Irak savaşı bazen İran’ın lehine gelişti bazen Irak’ın. Nihayet 1988’de sona erdi. Ateşkes ilan edildi ama bir barış anlaşması yapılamadı. 

Bu devrim ihracı meselesi, İran-Irak savaşının en büyük nedenlerinden biridir. Çünkü Irak’a da devrim ihraç etmek hedeflenmişti. Ama bunu başarılı olmadığını görüyoruz. Devrim ihracını başarılı olduğu tek bir örnek var, o da Lübnan. Lübnan’da Hizbullah’ın kurulması, İran’ın devrim ihracı siyasetinin bir ürünüdür. O da şöyle gelişti. Lübnan’dadaha önceden Filistinli milis gruplar vardı İsrail’e karşı savaşan. 1982’de bu milis gruplara müdahale etmek için, İsrail Lübnan’ın güneyini işgal etti. Lübnan’ın güneyinde çoğunlukla Şiiler yaşıyordu, ayrıca Filistinli mülteciler vardı. Lübnan’ın güneyi işgal altına girince İran bunu yeni bir emperyalist yayılma olarak yorumladı, İslam’a saldırı olarak gördü. 

Lübnan’dan da İran’dan destek arayışı çağrıları oluyordu. Lübnanlılara destek vermek için, Lübnanlı Şiilere destek vermek için bir grup devrim muhafızını gönderdiler Suriye üzerinden. İsrail Lübnan’ı işgal edince kuzeyden de Suriye işgal etti. Böylece, Lübnan, Suriye ve İsrail’in işgal alanı oldu. Suriye’nin işgal ettiği bölgelerde Suriye’nin gözetimi ve desteği ile İranlılar rahatça hareket etmeye başladılar ve İranlıların faaliyetleri sonrasında Hizbullah ortaya çıkmış oldu. Daha önce Şiilerin ”EMEL -AMAL” isimli bir örgütleri vardı. Bu daha çok Arap milliyetçiliğini destekleyen bir örgüttü, Hizbullah’ın ise İslamcı niteliği öne çıkıyordu. Üstelik velayeti fakih teorisini kabul ediyorlardı. Humeyni’yi ‘rehber’ 
olarak tanıyorlardı. Bu yüzden İran’la Hizbullah arasında ki ilişki daha organik, daha güçlü bir hal almıştır. Bu durum İran’ın dış politikasının başarılı bir örneğidir. 

Antiemperyalizm boyutuyla ilgili oalrak Amerikan karşıtlığı 80’ler boyunca sürdü ama yer yer Amerika ile de işbirliği yapıldı. Özellikle İran-gates diye bir olay var. 1986 da İran-Contra Skandalı çerçevesinde CIA İran a gizli yollardan silah sağladı. Bu sayede CIA Nicaragua’daki Contra gerillalarına fon sağladı ve böylece İran ile dolaylı bir işbirliği içine girmiş oldular. 

İran dış politikasının 1990’larda biraz daha değişmeye başladığını görüyoruz. 90’lar Termidor dönemi olarak adlandırılıyor. Çünkü artık radikalizm bitti. Dışarıda rejim ihracı politikası başarılı olamadı. Iran – Irak savaşı başarılı olamadı. İçeride ki ekonomik politikalar başarılı olamadı. 

Ekonomi iflas etmenin eşiğine geldi. İranlılar dışa ihraç yaparken içteki rejimin zarar gördüğünü fark ettiler. İçeride rejime karşı muhalefet gelişmeye başladı. Bu yüzden dikkatlerini biraz daha içeriye vermeye başladılar. Böylelikle İranlıların ‘Yeniden İnşa’dedikleri döneme geçmiş oldular. Hem ekonomiyi hem de siyaseti yeniden inşa edecekler. Nitekm ekonomi çökme noktasına geliyordu. İran’ın teknolojiye özellikle de sanayi teknolojisine ve sermayeye ihtiyacı vardı. Bu teknolojiyi ve sermayeyi bulabilecekleri yer de Batılı ülkelerdi. Böylece İran ve Batı ilişkilerinin biraz yumuşadığını görüyoruz. Devrim ihracı söylemini değiştirdiler ve komşuları ile ilişkilerde bu sebepten kaynaklanan gerilimi. 
biraz daha düşürdüler. Antiemperyalizm söylemi ise daha çok Amerika ve İsrail karşıtlığına dönüştü ama Avrupa ile ilişkiler gelişmeye başladı. Bununla birlikte İran’ın körfez ülkeleri ile de iyi ilişkiler kurduğunu görüyoruz. Bu zamana kadar İran’ın saldırgan politikası bölge ülkelerinin İran’a karşı bir nevi birleşmelerine neden oldu. İran bölgeden izole ediliyordu. Bu izolasyon da İran’ın çıkarlarına büyük oranda zarar veriyordu. 

Ekonomik ve siyasal anlamda bu izolasyonu kırma arayışlarının arttığını görüyoruz İran’da. Bu izolasyonu kırmak için hem Türkiye ile hem Suudi Arabistan ve diğer Arap ülkeleri ile ilişkilerini geliştirmeye başladı. 80’lerin başında ilişkiler koptu, inişler-çıkışlar oldu ara sıra ama 90’ların başında artık ikili ilişkiler normalleşmeye başladı. Bununla beraber İran dış politikası normalleşir ken bölgenin koşulları İran aleyhine geçmeye başladı. Çünkü 1990-91 Körfez Savaşı’ndan sonra Amerika’nın bölgedeki varlığı iyice arttı. İran – Amerika ilişkileri bir türlü düzelmedi. İranlılar olumlu sinyal gönderdiler ama Amerikalılar almadı, Amerikalılar sinyal olumlu gönderdiler İranlılar almadı vs. Birbilerine 
yaklaşımlarında uyumu ve eşzamanlılığı, senkronizasyonu bir türlü yakalayamadılar. İran – Amerika ilişkisi gergin bir şekilde sürdü. 

90’larda Amerika’nın Ortadoğu politikasının iki temeli vardı. Birincisi Filistin – 
İsrail barış sürecinin desteklenmesi, ikincisi Irak ve İran’ı kuşatılması. 
İran’ı izole etmeyi amaçlıyorlardı. Ama bu izolasyon politikası her ne kadar etkili olmuşsa da İran izolasyonu kırmak için hem Orta Asya ülkeleri ile hem de Kafkas ülkeleri ile ilişkilerini geliştirdi. Amerika’nın izolasyon politikasını kırmaya başladı. 


90’larda İran dış politikasında en önemli faktörlerden biri İran’da reformcu hareketin yükselmesi idi. Muhammed Hatemi’nin cumhurbaşkanı olduğunu ve enerjinin çoğunu dış politikaya harcadığını görüyoruz. 
Bu ajanda da ‘Medeniyetler arası Diyalog’ ön plana çıkıyordu. Böylece İran’ın Batı ile çatışmak zorunda olmadığı, diyaloga girebileceği ve sorunların siyasal ve diplomatik yollardan çözülebileceğini savunuyordu. Hatemi’nin dış politikasının ikinci ayağı komşularla ilişkilerin normalleştirilmesi ve geliştirilmesiydi. Hatemi’nin politikaları 11 Eylül sürecine kadar başarılı bir şekilde devam etti. 

11 Eylül İran dış politikasını oldukça olumsuz etkiledi. Çünkü George Bush’un İran’ı ‘Şer Ekseni’nin bir parçası olarak ilan etmesi artık İran’ın tehdit altında olduğunu gösteriyordu. Zaten 2003 Mart’ta Irak işgal edildikten sonra birçok çevrede sırayı İran’ın alacağı tartışılmaya başlandı. 

Amerikan politikaları çerçevesinde İran da rejim değişikliği politikası konuşuluyordu. Hatemi, Medeniyetlerarası Diyalog, siyasi çözüm ve 
diplomatik ilişki derken Amerika’nın tavrı çok daha farklı ve çok daha saldırgandı. Öyle olunca İranlılar özellikle İran’daki güvenlik elitleti 
ve muhafazakârlar, rejimi tehdit altında hissetiler. İran’ın tehdit algısı arttıkça, hem iç hem dış güvenlik kaygılarını arttırdığını, dolayısıyla güvenlik bürokrasisinin öne çıktığını görüyoruz. Bu dönemde yavaş yavaş Devrim Muhafızları İran siyasetinde etkili olmaya başladılar. İran siyasetinin askerileşmesi konuşulmaya başlandı. Bunun sonucu olarak 2005 yılında Ahmedinejad cumhurbaşkanı seçildi. 

Ahmedinejad’ın dış politika ajandası Hatemi’ninkinden büyük ölçüde farklıydı. Çünkü Ahmedinejad bir kere devrimci dış politikaya dönüşü savunuyordu. Devrimci politikaya dönüş demek dış ilişkilerde 80’lere dönmek demekti. Dolayısıyla bu gelişme hem körfez ülkeleri için hem de bölgedeki diğer ülkeler için büyük bir tehditti. Üstelik 1980’lerden farklı olarak İran’ın başarıyla sürdürdüğü bir nükleer program vardı. 

Eğer İran nükleer silaha ulaşırsa bölgede karşı konulamaz bir tehdit olacaktı. İran tehdidi algısını arttıran bir diğer faktör de Irak’ta yaşanan gelişmelerdi. Amerikan müdahalesi sonrasında bu ülkede demokratik yapı kurulunca Şiilerin çoğunlukta olduğu bir hükümet işbaşına geldi. Şiilerin siyasi partilerinin çoğu 80’lerde İran’da sürgün yaşamışlardı. 

Dolayısıyla Irak’ta iktidara gelen Şiilerin İran’la dolaylı ya da dolay-sız bir şekilde temasları olmuştu ve İran’ın ilişkili olduğu Şii partiler Irak’ta etkili olmaya başladılar. Bu İran’ın bölgede gücünü arttırmaya başladığını göstermektedir. Ahmedinejad ile daha saldırgan bir politika izlemesi ile dengeler değişince İran’ın Irak’ta ki nüfuzu artmaya başladı. Üstelik Ahmedinejad’ın 2009’a kadar hem Hamas’a hem de Hizbullah’a verdiği destek nedeniyle Arap ülkelerinde popülaritesinin arttığını görüyoruz. Bu dahi Ortadoğu’daki muhafazakâr devletler için büyük bir tehditti. Bu nedenle Amerikalılar, İran’a sıkı yaptırımlar uygulamaya başladılar. Diğer yandan ise İran’ın itibarsızlaştırılması gerekiyordu. 

Böylece İran’ın yeni siyasi hikâyesi geliştirildi. Bu hikâyeye göre İran bölgede kendi hegemonyasını teşkil etmek istiyor. Bu süreçte de daha çok Şiileri kullanmak istiyor. Dolayısıyla İran bölgede Şiilere dayalı bir imparatorluğu kurmak istiyor. Böylece Bir ucu Basra körfezinde bir ucu Akdeniz de olacak şekilde İran’ın bölgede mutlak hâkim olacağı bir senaryo ortaya atıldı. Bu politika büyük ölçüde başarılı oldu. İran’ın Şii politikasına ilaveten Irak’ta 2007 yılında Şiilerle-Sünniler arasında çatışma çıkınca bölgede mezhep eksenli gerilimler de artmaya başladı. Öyle olunca İran’ın Arap halkları üzerindeki itibarı azalmaya başladı ve İran tekrardan bölgede izole edilmeye başlandı. 2009’da İran’da Yeşil Hareket’ın kanlı bir şekilde bastırılması da Ortadoğu halklarının İran’a bakışını olumsuz etkiledi. 

Böyle bir ortamda bölgede ‘Arap Baharı’ ortaya çıktı. İranlılar Arap Baharı’nı çok sevdiler çünkü bu onların 80’lerde yaşamak istedikleri şeydi. 

Amerika ile iyi ilişkileri olan rejimler yıkılsın, yerlerine daha İslami rejimler getirilsin beklentisi vardı. Arap Baharı’nı İran memnuniyetle karşıladı ama Arap Baharını etkileyecek bir strateji geliştiremedi. Bu durum İran’ın dış politikalarısındaki önceliklerle alakalı olarak değerlendirilebilir. 

İran’ın bölge politikası, Ortadoğu haritasını göz önüne alırsak Basra Körfezi, Levant (Şam, Lübnan, Filistin-İsrail bölgesi) ile Kuzey Afrika’yı kapsamaktadır. İran için Mısır Arap dünyasının lider ülkelerinden birisi olması sebebiyle önemlidir. Levant bölgesi İran için önemli çünkü Hizbullah ile ve Suriye ile ilişkileri bu çerçevede syretmektedir. İran – Irak savaşından sonra İran savunmasını dışarıda kurmayı öğrendi. 

Bir daha asla İran topraklarının istila edilmemesi için savunma sınırlarını kendi sınırlarının çok ötesine koydu. Bu nedenle Levant İran için stratejik bir öneme sahip. Basra Körfezi ise İran’ın can damarı gibidir. İran’ın petrol ve gaz kaynaklarının büyük bir kısmı Basra Körfezinde bulunmaktadır ve bunları Basra Körfezi üzerinden ihraç etmektedir. Ayrıca, Basra Körfezinde beş tane muhafazakâr monarşi var. Bu monarşilerin hepsi Amerika ile yakından ilişki içerisindeler. Bu nedenle İran Körfez politikasına son derece dikkat ediyor. 

Buraya şuradan geldik. İran’ın Arap Baharı ülkelerinde Arap Baharı sürecinde sürükleyici, yönlendirici rol oynayamadığı tespitinden geldik. 

Bunu oynayamadı. Çünkü; Kuzey Afrika biraz uzak kalıyordu. İran’ın oradaki imkanları da sınırlıydı. Ama Suriye’ye geldiği zaman mesele; İran’ın Suriye’deki imkanları daha fazla, Irak’taki imkanları daha fazla burada daha etkili olmaya başladı. Fakat Arap Baharı sürecinin karşısında durarak etkili olmaya çalıştı. Esad yönetimini destekledi. Çünkü; Esad yönetimine karşı bir tehdit İran’a karşı bir tehdit olarak görülüyordu. 

Yani 1990’larda İran’ın dış politikasında pragmatizm yükseldi. Ahmedinejad ile radikalizm yükseldi. Bu radikalizm İran’ın izole olmasına neden oldu. İran bölgede izole olduğu için, İran’ın üzerinde uluslararası baskılar arttığı için İran’ın maddi imkanları kısıtlıydı. Yani Körfez ülkeleri; mesela Suudi Arabistan, Mısır hükümetine milyarlarca dolar kredi açtı. Ama İran’ın böyle bir kabiliyeti yoktu. Bunu açacak parası yok elinde. Diğer taraftan mesela Mısır’da çok etkili bir Şii nüfus ya da İran ile bağlantılı İslami hareket de yok. O yüzden Mısır’da etkili olamıyor, Tunus’ta etkili olamıyor. Diğer taraftan; Mısır’da, Tunus’ta, Libya’da hükümetler kuruldu ama bu hükümetler İran ve Batı arasında bir tercih yapmak zorunda kaldılar. Ya İran’ı tercih edecekler ya da Türkiye Modelini, Batıyı tercih edecekler…v.s. Böyle bir tercih karşısında kalınca yeni kurulan hükümetler doğal olarak İran’dan uzak durdular ve Türkiye’yi ya da Batı ile ilişkileri tercih etmeye başladılar. 

Bu da İran’ın Arap Baharından olumsuz etkilenmesine neden oldu. 

Geçtiğimiz yıl, 2013 Haziran’da İran’da yeniden Cumhurbaşkanlığı Seçimleri yapıldı. Bu Cumhurbaşkanlığı Seçimi İran dış politikasında dönüşüme işaret ediyor. Yeni bir dönem başladı Ruhani ile birlikte İran dış politikasında. Ruhani, Ahmedinejad’ın dış politikasının başarısızlığının Bölgede Arap Baharı gibi bir fırsat ortaya çıkmış ama İran bunu iyi değerlendirememiş sorumlularından birisinin Ahmedinejad’ın radikal söylemleri olduğunu düşünüyordu.. Eğer İran Ahmedinecad döneminde uluslararası sistemle bu kadar kavgalı olmamış olsaydı, İran muhtemelen Arap Baharı’nın en çok kazanan ülkelerinden birisi olacaktı. Diğer taraftan üstelik İran’ın çıkarları tehdit altındaydı; Irak’ta istikrarsızlık 
var; Suriye’de İran’ın müttefiki tehdit altında; İran’ın Suriye politikası yüzünden İran-Hamas ilişkileri bile bozuldu. İran’ın Suriye politikası yüzünden İran-Türkiye ilişkileri de bozulmaya başladı. O yüzden İran dış politikasını ‘resetleme’ihtiyacı hissediyordu. İşte bu nedenle Ruhani Ahmedinejad’ın radikalizmini tamamen reddederek itidalli bir dış politika çağrısında bulundu. Bu itidalli dış politika; ekonomik çıkarlara öncelik verecek ideolojik değerler, İslam devrimi çıkarlarını savunacak ama öyle extrem söylemlerden kaçınacak. Nitekim İran-İsrail ilişkilerinde ya da İran’ınİsrail’e yönelik söylemlerinde bu değişikiliği net bir şekilde görüyoruz. Ahmedinejad’ın ‘Holokost’u inkar etmesi ve İsrail’e dönük sert söylemlerine karşın şimdiki yönetim İsrail’e karşı daha yumuşak bir ton kullanmaya başladı. ‘Holokost’u insanlık suçu olarak kabul ettiler…v.s. 
Ruhani hükümeti dış politikadaki gerginliğin tonunu düşürmeye ve izolasyonu kırmaya -- hem bölgesel, hem uluslar arası izolasyon çalışıyor. 
Bu çerçevede Körfez ülkeleriyle ilişkilerini onarma arayışı da var, ama henüz bu konuda net bir mesafe alınmış değil. 

Körfez Ülkeleri arasında her ülkenin İran ile farklı düzeylerde ilişkisi var. Mesele Umman, Körfez’de İran ile ilişkileri en iyi olan ülkelerden birisi. Çünkü; Umman kendi dış siyaset stratejisi çerçevesinde Suudi Arabistan ile İran’ı dengelemeye çalışıyor. Körfez Ülkeleri içerisinde en büyüğü; Suudi Arabistan, diğer küçük şeyhlikler, küçük ülkeler Suudi Arabistan’ın dominasyonundan korkuyorlar. Suudi Arabistan kendilerini yutmasın diye de bazen Suudileri dengeleyecek bir dış güce meyil ediyorlar. Katar ve Kuveyt de bunun en iyi örnekleri oalrak görülebilir. Bu iki ülkenin de İran ile daha göreceli olarak daha iyi ilişkiler içerisinde olduğunu görüyoruz. Ama özellikle Suudi Arabistan, BAE ve Bahreyn’in İran ile ilişkileri son derece sorunlu. Suudi Arabistan ile ilişkilerinin sorunlu olması nedeniyle bölgedeki hemen hemen bütün çatışma noktalarında; 
Yemen’den Lübnan’a, Irak’a kadar bütün çatışmalarda aslında İran ile 

Suudi Arabistan arasında bir nevi vekalet savaşı görülmektedir. Bu iki ülkenin çatışan taraflarla ilişkileri o kadar etkili ve o kadar farklı kutupları tutuyorlar ki; her birisi Lübnan’daki gerginliklerde de, Filistin meselesinde de Yemen’de de farklı tarafları tutarak çatışmaların sürmesinde etkili bir rol oynuyorlar. Dolayısıyla eğer İran ve Suudi Arabistan arasında bir yakınlaşma sağlanırsa, bu sorunlar çözülebilirse belki bölgenin diğer sorunları daha kolay çözülebilir. Ama İran-Suudi Arabistan gerginliği arttıkça bu sorunların çözülmesi bir yana yeni anlaşmazlık noktaları, yeni çatışma noktalarının ortaya çıktığını görüyoruz. 

Kısaca Türkiye-İran ilişkilerini özetleyelim bu bağlamda. İran dış politikasının devrimden sonra farklı aşamalardan geçtiğini gördük. 80’lerde farklı, 90’larda farklı, Ahmedinejad döneminde farklı, şimdi daha farklı. İran Dış Politikası’ndaki bu genel farklılaşmalar Türkiye- İran ilişkilerini de etkiledi tabii ister istemez. Yalnız 1980’lerde İran dış politikasının son derece radikal olduğu, devrim ihracını savunduğu bir dönemde Türkiye-İran ilişkilerinin tuhaf bir şekilde iyi olduğunu görüyoruz. Özellikle ekonomik ilişkilerinin iyi olduğunu görüyoruz. Burada İran-Irak savaşının etkili bir rol oynadığı anlaşılmaktadır. Çünkü; İran- Irak savaşına rağmen İran’ın dış dünya ile bağlantısı devam ediyordu. Yani dışarıda Avrupa ile mal alım ve satımı yapıyor. Dışarıdan mal almak zorunda, bazı sanayi ürünlerini almak zorunda. Mal satmak zorunda ve bu ticareti büyük ölçüde Türkiye üzerinden yaptılar. O yüzden 1985’te Türkiye-İran arasında toplam ticaret hacmi 2 milyar dolara yaklaşmıştı. Dolayısıyla savaş Türkiye- İran ilişkilerini olumlu etkiledi. İran-Irak ile savaş içerisinde diğer Körfez Ülkeleri ile kavgalı bir de Türkiye ile kavga etmemek için Türkiye’ye karşı eleştirilerini biraz daha düşük düzeyde tutuyorlardı, daha kontrollü oluyorlardı. Ama İran- Irak savaşı 
bittikten sonra Türkiye-İran ilişkilerinin giderek gerildiğini görüyoruz. Çünkü orada biraz daha rahatladıktan sonra, Türkiye’yi eleştirmek daha kolay oldu. İranlılar için özellikle başka ticaret kanalları açılınca da Türkiye’nin önemi azaldı. Türkiye’de de 1990’ların spesifik ortamı ikili ilişkileri olumsuz etkiledi. Bu dönemde Türkiye için iki tane büyük tehdit vardı. Biri İslamcılık tehdidi, İslamcılığın hem siyasal boyutu var, hem de radikalizm radikal İslamcılık boyutu var. Türk Hizbullah’ı örneğinde olduğu gibi, ayrıca PKK meselesi var. Türkiye’de iktidar 90’lar boyunca 2000’lerin başlarında da İran’ı hem PKK’yı, hem İslamcıları desteklemekle suçladı. ‘Siz’ dediler, ‘rejim ihracı politikası güdüyor sunuz. 

Türkiye’deki laik ve demokratik sistemden hoşlanmıyorsunuz.’ İranlılar ne kadar gerçekten böyle bir politika izliyorlardı, o ayrı bir tartışma konusu ama onlar tabii ki Türkiye’de de daha İslami bir rejim olmasından mutluluk duyacaklardı. Dolayısıyla Türkiye’de güvenlikçi bakış açısının öne çıkması ve laiklik konusundaki hassasiyeti ve İran’a karşı mesafeli duruşu nedeniyle, İran’da da Hatemi yönetimine rağmen İran dış politikasında pragmatizmin yükselmesine rağmen Türkiye’deki bu negatif bakış nedeniyle Türkiye-İran ilişkilerinin 90’lar boyunca kötü olduğunu görüyoruz. Hatta 1997’de, 28 Şubat sürecinde İran büyükelçisi Türkiye’den ayrılmak zorunda kaldı. Türkiye büyükelçisi de Tahran’dan ayrılmak zorunda kaldı. Bu dönem Türkiye-İran ilişkilerin en kötü olduğu dönemlerden biriydi. Sonra ilişkilerinin yavaş yavaş onarılmaya başlandığını görüyoruz. İlişkilerin rasyonelleşmeye başladığını görüyoruz. 

Özellikle Cumhurbaşkanı Ahmet Nejdet Sezer’in Haziran 2001’de İran’ a yaptığı ziyaret var. Bu ziyaretle birlikte Türkiye ve İran arasında adeta zımni bir anlaşmaya varıldı. Bu anlaşmaya göre; ideolojik meseleleri bir kenara bırakacak lar, güvenlik meselelerini birlikte çözmeye çalışacaklar, güvenlik alanında iş birliği yapacaklar. Bu anlayış AK Parti döneminde de devam ettirildi. İran’da da Ahmedinejad’a rağmen bu anlayışın devam ettiğini görüyoruz. 

Yani Ahmedinejad’ın radikalizmi İran’ın Ortadoğu ülkelerinin geneliyle ilişkilerini olumsuz etkilerken Türkiye- İran ilişkilerini pek olumsuz etkilemedi. Hatta bizim için bir fırsat oldu. Çünkü; diğer ülkelerle ilişkileri bozulunca, bizimle daha iyi geçinmek zorunda kaldılar. 

Böylece geçen onyılda Türkiye-İran ilişkileri yükseldi. Ama Arap Baharı sürecinde özellikle Suriye’de Türkiye ile İran’ın karşı kutuplarda yer alması nedeniyle ikili ilişkilerin bozulmaya başladığını görüyoruz. Bunun siyasi yansımaları da oldu. Ekonomik olarak pek yansımadı. Çünkü bu rasyonelleşme politikası etkili olamaya başladı. Sonuçlarını, meyvelerini vermeye başladı. Ruhani ile birlikte de Türkiye-İran ilişkilerinin rasyonelleşme istikametinde devam ettiğini görüyoruz. Yeni bir dönem açıldı. Yüksek Düzeyde Stratejik İşbirliği toplantısı yapıldı. Bu mekanizma Türkiye-İran ilişkilerinde ilk defa gündeme geldi. Başarılı bir şekilde toplantı yaptılar. Buna rağmen bölgesel meselelerdeki görüş ayrılıkları devam ediyor. Yani görüş ayrılıklarımız bir tarafa, dış politika farklılığımız bir tarafa, ortak çıkarlarımızın olduğu noktalarda iş birliği yapalım şeklinde bir anlayış gelişti. Her iki hükümette de hem Tahran’da, hem de Ankara’da ve bu sayede Türkiye-İran ilişkileri Suriye’de ‘kavga’ etmemize rağmen, Irak’ta kavga etmemize rağmen oldukça iyi bir şekilde seyrediyor hali hazırda… 

Şimdi soruları alıyoruz; 

Türkiye’nin başından beri İran’ın nükleer programını desteklediğini biliyoruz. Sizde dediniz; Körfez Ülkeleri İran’ı dengelemeye çalışıyor daha çok ve bu nükleer programa tamamen karşılar ama Türkiye’nin İran’a karşı her zaman daha ılımlı bir yaklaşımı oldu. Bunun nedeni acaba Türkiye’de yükselen İslamcılık mıdır? 

İslamcılık ile ilgisi yok. Ama şu var İran nükleer programıyla ilgili Türkiye’nin politikasının iki boyutu var; 

Türkiye’nin kendisi de nükleer enerji peşinde koşan bir ülke. Eğer İran’ın barışçı nükleer enerji faaliyetleri öyle ya da böyle kısıtlanırsaki İran’ın hali hazırda; NPT çerçevesinde, uluslararası hukuk çerçevesinde kazanılmış hakları var. 

Bu hakların kullanımı çeşitli nedenlerle engellenirse benzer engellemeler ileride Türkiye’nin karşısına da gelebilir. Bu yüzden gayet rasyonel bir strateji ile İran’ın barışçı nükleer politikasına destek veriyoruz. Barışçı, henüz silaha dönük olduğu ispatlanamadı, sadece şüpheler var. Türkiye’de orada rezervini koruyor. Nükleer silahlara her durumda karşıyız ama barışçı nükleer programını destekliyoruz. 

Diğer boyutu da nükleer mesele İran ile Batı arasındaki ilişkilerin ve İran ile diğer Ortadoğu ülkeleri arasındaki ilişkilerin gerilmesine neden oluyor. 
Bu gerilim Türkiye’yi de olumsuz etkiliyor. Çünkü siz Amerika’nın eninde sonunda en yakın müttefiklerinden birisisiniz. Hem İran ile hem Amerika ile aynı anda yakın olamazsınız. İkisinden birini tercih etmek zorunda kalıyorsunuz. Ya da Körfez ülkeleri İran’dan çok ciddi tehdit algıladıkları için Türkiye hem İran ile hem Körfez ülkeleri ile aynı anda iyi ilişki kuramıyor. Diğer taraftan bölge de gerilim artınca çatışma riski yükseliyor, Obama iş başına gelene kadar sınırlı müdahale gibi değişik askeri müdahale seçenekleri konuşuluyordu. Bu müdahale ihtimalleri bölgeyi daha fazla istikrarsızlaştıracak, İran’ı daha fazla istikrarsız laştıracak ve soruna çözüm bulmayacak. Türkiye bölgesinde istikrarsızlık  istemediği için ya İran’a sınırlı ve koşullu destek verdi ya da bu sorunun diplomatik yoldan çözümlenmesini destekledi. Yani Türkiye’nin İran nükleer programına desteği zaten kayıtsız şartsız bir destek değil. Eğer Amerikalılar ya da uluslararası değişik kurumlar İran’ın programının silaha dönük olduğunu kesin bir şekilde ispatlarlarsa Türkiye’nin pozisyonu nettir. Desteğini çekecektir. 

İran’da Veli-yi Fakih var. Irak’ta da Sistani var. Ben burada ikisi arasındaki keskin farkı sormak istiyorum. Fark olduğunu biliyorum. Ama en keskin fark nedir? 

Arasındaki keskin fark; ikisinin arasındaki anayasal sistemler farklı: Irak’taki sistem farklı, İran’daki sistem farklı. İran’daki anayasal sistem 
gereği rehber siyasetin tam merkezinde ve en üstünde. Irak’ta ise Sistani böyle bir sistem kurulmasını istemedi, din adamlarına ayrıcalık vermek istemediler. 


***

ORSAM 
ORSAM CENTER FOR MIDDLE EASTERN 
STRATEGIC STUDIES 
Süleyman Nazif Sokak No: 12-B Çankaya / Ankara 
Tel: 0 (312) 430 26 09 Fax: 0 (312) 430 39 48 
www.orsam.org.tr, orsam@orsam.org.tr 

ORSAM TUTANAKLARI 
No: 38, Mayıs 2015 
ORSAM ORTADOĞU YAZ OKULU SEMİNER PROGRAMI 
ORTADOĞU STRATEJİK ARAŞTIRMALAR MERKEZİ 
CENTER FOR MIDDLE EASTERN STRATEGIC STUDIES 
“ORSAM Ortadoğu Yaz Okulu Seminer Programı” 
ORSAM © 2015 
Yayına Hazırlayan 
Dr. Tuğba Evrim Maden 
Kapak ve Sayfa Tasarımı 
Ezgi Zorlu 
Orient Basım Yayın 
Kazım Özalp Mahallesi Rabat Sokak No: 27/2 
GOP Çankaya/ANKARA 
Tel: 0 312 431 21 55 
ISBN: 978-605-4615-89-6 
ANKARA - Mayıs 2015 
ORSAM 
Ortadoğu Stratejik Araştırmalar Merkezi 
Center for Middle Eastern Strategic Studies 
Süleyman Nazif Sokak No: 12-B Çankaya / Ankara 
Tel: +90 (312) 430 26 09 & Faks: +90 (312) 430 39 48 
www.orsam.org.tr, orsam@orsam.org.tr 


İran’ın Türkiye ve Ortadoğu Programı BÖLÜM 1



İran’ın Türkiye ve Ortadoğu Programı 
BÖLÜM 1 


Yrd. Doç. Dr. Bayram Sinkaya


   İran’ın Ortadoğu politikası hakkında konuşmak için öncelikle İran ve İran’ın dış politikası hakkında bilgi vermek gerekiyor. İran’ın Ortadoğu politikası, dış politikasının yansımalarından bir tanesidir. İran’la ilgili düşünürken, okurken ve yazarken İran’ın normal bir ülke olmadığını, “devrimci” bir ülke olduğunu göz önünde bulundurmalıyız. İran’da bir devrimin ardından kurulmuş bir siyasal rejim var. Ayrıca devrim değerleri denilen bazı değerler söz konusudur ve bu değerler İran’ın iç siyasetinde ve dış siyasetinde belirleyici bir rol oynamaktadır. 

Bu devrimci değerlerin başında İran’ın Anayasal sistemi geliyor. Peki, devrim sonrası İran Anayasası’nda nasıl bir yapı kuruldu? Bunu tartışarak İran’ın Ortadoğu politikasına girmekte fayda var. İran’da devrim 1979 yılında gerçekleşti. Malumunuz devrim olunca eski liderlerin heykelleri yıkılıyor, bunu yakın tarihte Irak’ta gördük. Fakat devrim, bir ülkede sadece yönetici elitin değil, siyasal sistemin tamamen değişmesidir. Ayrıca, siyasete egemen olan değerler değişiyor. Siyasete egemen olan değerler nedir? Diğer bir ifadeyle siyasette meşruiyeti belirleyen değerler nedir? 

Devrim öncesi İran’da anayasal monarşi vardı. Anayasal monarşide, babadan oğlu geçen siyasal yapı anayasa çerçevesinde hareket ettiği sürece meşru bir yapıdır. İran’da da meşru iktidar vardı. Ama bu iktidar meşruiyeti belli bir noktadan sonra sorgulanmaya başlıyor yada muhalefet iktidarın meşruiyetine meydan okuyor. Devrim sonrasında meşruiyet değerleri tamamen değişiyor. 


İran’da devrimden sonra devrimin adını İslam devrimi koydular çünkü devrimden sonra İslam Cumhuriyeti kurulmuştur. Burada İslamcılar önemli bir rol oynadılar ya da devrimden sonra İslami değerleri öne aldığı düşünülen bir sistem kuruldu. Ama bu İslam biraz daha spesifik, özel bir İslam çünkü İran’ın kendi nüfus yapısı gereği daha çok Şiilerin ağırlıkta olduğu İslam anlayışı var. Dolayısıyla İslam’ın siyasete yansımalarında aslında Şiiliğin yansımalarını görüyoruz. Ayetullah Humeyni’nin Şiilik yorumumu ve Şii siyaset teorisine getirdiği yeni yorumlar devrim sonrasında belirleyici rol oynadı. Bu yorum, velayeti fakih teorisidir. Ayetullah Humeyni, 1970’lerde Irak’ta sürgünde ders verirken ‘velayet-i fakih ve hükümet-i İslami’ diye bir teori geliştirdi. Bu o zamana kadar Şiilikteki din -devlet anlayışının ters yüz edilmesine denk gelmektedir. 

Çünkü o zamana kadar Şiilere göre yöneticiler şeriata uygun hareket ettikleri ve inananların çıkarlarını ve haklarını koruduğu sürece meşru ve tolere edilebilir görülmüştür. O nedenle Şiiler siyasetin marjinalinde, kenarında kalmış ve siyasette pek bir hak iddia etmemiştir. Humeyni ile birlikte velayeti fakih doktrini gündeme geldi, bu doktrin din adamlarının yönetimi anlamına geliyor. Geleneksel olarak İran’da devrimden önce monarşide hanedan ailesinin bir meşruiyeti vardı. Sistem de öyle kurulmuştu. Peki Humeyni’nin teorisinde din adamlarının yönetiminin meşruiyet kaynağı neydi? Humeyni bunun için üç tane önemli argüman sunmuştu. Birincisi, İslam’ın pratiğe dönük hükümlerinin uygulanması gerekmektedir. Bu uygulama devlet eliyle yapılacak ve dolayısıyla İslam’ı en iyi bilenler yani din adamları devlete bu süreçte yardımcı olacaktır. İkincisi, din adamları aynı zamanda İslam’ın önderleri, İslam toplumunun liderleri ve dinin koruyucularıdır. Ayrıca, bir de ünlü İslam dünyasının çöküşü teorisi vardır. 1789’dan beri, Napolyon’un Mısır’a çıkmasından beri İslam dünyası Batı karşısında gerilemeye başlamıştır. 

Bu sadece İslam dünyasının Batı karşısında gerilemesi değil ayrıca İslam’ın tehdit altında olması olarak yorumlanmaktadır. Yani, İslam 200 yıldır tehdit altındadır. O zaman birilerinin çıkıp İslam’ı savunması gerekmektedir. Kim savunacak İslam’ı? Bu görev öncelikle din adamlarının görevidir. Diğer taraftan din adamları, hadislerle sabit olduğu üzere peygamberlerin ve imamların varisleridir; dolayısıyla peygamberler ve imamlar hangi haklara sahipse alimler de aynı haklara sahiptir. Peygamber sadece peygamber değildi, tebliğ yapıyordu ama aynı zamanda bir siyasal organizasyonun başındaydı, ümmetin liderliğini yapıyordu. Bu durum peygamberlerin mirasçısı olan din adamlarının hakkı değildir, aslında omuzlarına yüklenmiş bir yüktür. O zamana kadar din adamları bunu uygulamaktan kaçındılar, meşruti monarşileri kabul ettiler. Siyasete 
neredeyse hiç bulaşmadılar, siyasi söylemde bulunmadılar. Humeyni’ye göre bu onların hatasıydı ya da ihanetiydi. Farkında olmadan İslamiyet’e karşı yaptıkları büyük hataydı. Bu durumda Humeyni’nin “velayeti fakih” teorisi sadece İslam siyaseti anlayışını değil, Şii siyaset anlayışında da bir devrim yaptı. “Velayeti fakih” teorisi önemlidir çünkü İran’da ki mevcut siyasi sistem tamamen bu teori üzerine inşa edilmiştir. Siyasi sistemin en önemli ayağı velayeti fakihtir. İkinci olarak velayeti fakih İran’da devrim sonrası kurulan bir rejimdir. Devrim sonrası kurulduğu için devrimde ortaya çıkan değerler, devrim sonrası kurulan rejimde de etkili olmaktadır. İranlılar o dönem Şah gitsin istiyorlardı. İran ideolojik 
bir devrim yaptı. Şah karşıtı grupların asgari müşterekte buluştuğu bazı değerler söz konusuydu. Bu değerler hala devrimin yıldönümünde 
kutlanmaktadır. 

Bu değerlerden birincisi ‘istiklal’dir. İstiklal meselesi İran’ın son 200 yıllık tarihinde önemlidir. İran hiçbir zaman sömürgeleştirilmemiştir. 

Buna rağmen yabancıların İran’daki nüfuzunun önemli oranda arttığını görüyoruz. 19. Yüzyılda önce Ruslar, İran’ın önemli bir bölümünü kontrol altına aldılar. Kafkasları, İran’dan kopardılar. Bunun yanında Tahran’da sarayda, Şah çevresinde etkili olmaya başladılar. İngilizler, Fransızlar geldiler. 20.yüzyılda özellikle II.Dünya savaşından sonra Amerikan nüfuzu çok etkili olmaya başladı. İran’da yönetim üzerinde bir yabancı nüfuzu hep vardı. İstiklal, yabancı nüfuzun kovulması, İran’ın tam anlamıyla bağımsız olması anlamına geliyordu. Dolayısıyla yabancı, o zaman ABD’yi simgelemekteydi, çünkü Şah’ın en büyük destekçisi ABD yönetimiydi. Devrim, dolayısıyla anti-Amerikanizmi de yanında 
getirdi ve ABD karşıtı bir devrim olarak da görüldü. Bir de bunun yine İslam’ın tehlikede olmasıyla ilgili de bir boyutu var. 

ABD ve SSCB emperyalizmi temsil ediyordu, İslami tehdit altında bırakan da zaten bu emperyalizmin ilerleyişiydi. ABD hem İslam dünyasına tasallut etmesi itibariyle hem de İran’da ki nüfuzu itibariyle bir tehdit olarak görülüyordu ve bu etkinliğinin bitirilmesi gerekiyordu. Dolayısıyla sistemin temellerinde, hem devrimin temellerinde hem de bu devrim sonrasında kurulan rejimin temellerinde güçlü bir Amerikan karşıtlığı oluştu. 

İkinci husus Azadi meselesidir. Azadi meselesi biraz daha karışık çünkü bu mesele herkesçe farklı yorumlanıyordu. Ama öncelikle anlaşılan o dönemde, devrimden önceki 20-30 yıl boyunca Şah Muhammed Rıza Pehlevi’nin diktatörlüğüne karşı özgürlük arayışıydı. Pehlevi döneminde toplumun geniş kesimleri siyasal haklardan mahrum kaldı, siyasal haklar hiçbir zaman tam anlamıyla tanınmadı. Sosyal haklar kısıtlıydıö basın ve yayın kurumları kontrol altındaydı. Bildiğimiz otoriter, diktatör bir rejim vardı. İran’da orta sınıfın gelişmesine rağmen, ekonominin gelişmesine rağmen, otoriter sistemin varlığının sürdüğünü görüyoruz. İran, Türkiye’ye benzer ekonomik ve sosyal bir dönüşüm gerçekleştirdi. Türkiye’den farklı olarak petrolü vardı. 1970’lerde petrol gerileri arttıkça, orta sınıfın gelişmesi de olumlu bir şekilde etkilendi. İşçi sınıfı gelişti, bürokrasi genişledi, okur-yazar kimseler çoğaldı. Orta sınıf geliştikçe, siyasal katılım talebi de oluştu ama rejim buna hiçbir şekilde izin vermedi. 
Bu durum devrimin en önemli sebeplerinden biridir. Azadi ile içerideki özgürlüklerden bahsediliyor. İçerden insanların siyasete katılması ve 
diktatör rejimin son erdirilmesi kastediliyordu. Bu beklenti karşılanmaya çalışılıyordu ama bir süre sonra İran’da bütün devrimlerden sonra olduğu 
gibi devrimci koalisyon dağıldı. 

Devrim aslında bir koalisyonun ürünüdür. İran’da milliyetçiler, sosyalistler, liberaller ve İslamcılar Şah’a karşı birleşip, onu böyle devirebildiler. 


Bu koalisyon olmasaydı hiçbir grup tek başına Şah’ı deviremeyebilirdi. Ancak muhalefet, Şah karşıtlığında, rejim karşıtlığında bir çatı altında birleştiği zaman devrim başarılı oldu. Ama Şah gittikten sonra bu defa devrimi yönetmek için devrim sonrası kurulan sistemde iktidarı ele almak gerekiyordu. Bu süreçte devrim ortaklarının birbirine girdiğini görüyoruz. İster istemez bir iktidar kavgası başlıyor. Bu iktidar kavgasında İslamcıların özgürlük anlayışı biraz daha farklı oluyor, aynı şekilde liberaller ve sosyalistlerin de farklı oluyor. Bunun uygulamada farklı şekillerde sonuçlandığını görüyoruz. 

Diğer mesele ise ‘Cumhuri İslami’ meselesi; insanlar cumhuri İslami isteyerek sokaklara döküldüler. halihazırda meşruti monarşi vardı. Bir anayasal sistem vardı. Bu sistem görünürde insanların sisteme katılmasına izin veren bir sistemdi. Bununla beraber devrime katılanlar rejimi tamamen değiştirip cumhuriyet rejimi kurmak istediler. Hanedandan tamamen kurtulacaklardı. Fakat bu cumhuriyetin bir vasfı olacaktı, bu cumhuriyet İslami olacaktı. İslam cumhuriyetinden her fraksiyon ve her grubun anladığı şey farklıydı. Milliyetçilerin İslam Cumhuriyeti algısı farklı, sosyalistlerin farklı, liberallerinki farklıydı. Ama Ayetullah Humeyni başlangıçta İslam Cumhuriyeti kelimesini ifade etti. Koalisyonun dağılmaması, yapının parçalanmaması için bütün siyasi gruplar Humeyni’nin liderliğini isteyerek veya istemeyerek, dolaylı veya doğrudan 
kabul ettiler ve İslam Cumhuriyetini zikretmeye başladılar. Bu süreçte İslam Cumhuriyeti’nin ne olduğu konusunda hiç kimsenin net bir fikri yoktu, Ayetullah Humeyni’nin de aslında bir fikri yoktu çünkü daha önceden İslam Cumhuriyeti pratiği diye bir şey yoktu. Bunun İslam tarihinde de bir örneği yoktur veya yazılmış bir teorisi de yoktur. İslam Cumhuriyeti ilan edildi ama İslam Cumhuriyeti’ne uygun bir anayasa yapılması çalışmalarına başlandı. Bu anayasa için kurucu meclis oluşturuldu. Kurucu meclis seçimleri Ağustos ayında yapıldı ve siyasi kavganın ilk yansımaları kurucu mecliste görüldü. Kurucu meclis seçimlerinde Ayetullah Humeyni’nin sadık öğrencilerinin takipçilerinin etkili olduğu mecliste 70-72 temsilcinin 50-55 tanesi doğrudan Humeynici İslamcı gruptan geliyordu. Bunlar İslam Cumhuriyeti anayasasına velayet-i fakih’i 
enjekte ettiler. Daha önceden hazırlanan bir taslak vardı. Ama bu taslak da velayet-i fakih doktrini yoktu. 

Humeyni’nin öğrencileri anayasa yapımı sürecinde etkili bir rol oynayınca velayet- -i fakih doktrini anayasa girmiştir. Bu doktrininin anayasaya 
girmesinin pratikteki sonucu bir nevi ruhani seçkincilik oluşmasıdır. Bazı siyasi görevler sadece din adamlarına ayrıldı. Bir cumhuriyet kuruyorsunuz 
ve bu yönetim içinde bazı pozisyonlar sadece bir sınıf için ayrılıyor. 

Anayasaya gelince; Anayasa İslamcı bir anayasa: bazı maddeler dayanaklarını ayetlerden alıyor. Diğer taraftan da Cumhuriyetçi bir anayasa, dolayısıyla demokratik hükümler yer almaktadır. Bildiğiniz klasik batı 


Avrupa’da gördüğümüz cumhuriyetçi demokratik hükümler de var. Bu kağıt üzerinde işliyor gibi görünüyor ama pratikte önemli sorunlarla karşılaşıyoruz. Anayasanın bir başka özelliği ise etkili fren-denge sistemidir. İranlılar devrim öncesi diktatörlükten çok çektiği için yeni bir diktatör çıkmasını engelleyecek bir siyasal rejim kurmaya çalıştılar, bunun içinde anayasada çok etkili bir fren ve denge sistemi kurdular. Kurulan meclisin denetleme mekanizmaları çok güçlü, bu çerçevede sistem içerisinde yeni bir diktatör doğmasının engellenmesi amacı vardır. Yalnız bunun pratikteki sonucunda İran’da karar alma mekanizması çok yavaş çalışıyor, çünkü fren denge sistemi çok güçlü tabiri caizse araba 
gitmekte zorlanıyor. 

İran’da devrim sonucu kurulan bir koalisyon vardı; bütün kararlar bu fren denge sistemi içerisinde konsensüs olarak alınıyordu. Hiçbir siyasal hareket sistemi tek başına domine edemiyor. Her ne kadar İslamcılar anayasayı kontrol altına alsa da İslamcılar arasında hizipleşmeler oldu. Bazıları daha muhafazakar kaldılar bazıları daha radikal kaldılar. İran’da siyaset şimdi İslamcılar arasında cereyan ediyor. Reformcular daha çok Cumhuriyeti savunuyor, muhafazakarlar ise daha çok İslami değerleri savunuyorlar. Bu da İran siyasal kültürünü doğrudan etkiliyor. Belki sisteme şematik olarak bakarsak anayasal sistemin ve rejimin nasıl işlediğini daha net anlayabiliriz. 

Öncelikle bir Cumhuriyet rejimi olduğu için anayasada ifade edildiği üzere rejim yasama, yargı ve yürütme olmak üzere kuvvetler ayrılığı prensibine dayalı olarak kurulmuştur. Yasama gücünü İslami Danışma Meclisi temsil ediyor. Bu meclis bildiğimiz parlamento, bildiğimiz seçimle iş başına gelen milletvekilleri var. Parlamentonun yürütmeyi gensoru, meclis araştırması gibi süreçler ile denetleme hakkı var. Hatta cumhurbaşkanını görevden alabiliyor. Fakat Meclis’te alınan kararlar doğudan yasalaşmıyor. Tüm kararların, Anayasayı ve Şeriatı
Koruyucular Şurası’nın onayından geçmesi gerekiyor. Dolayısıyla bu Şura da yasama gücünün bir parçasıdır. 

Yürütme, cumhurbaşkanı tarafından temsil ediliyor. Cumhurbaşkanı, hükümetin başı, dört yılda bir seçiliyor. Cumhurbaşkanını halk seçiyor. 

Cumhurbaşkanı hükümeti kuruyor. Cumhurbaşkanı hükümet üyelerini meclis içinden veya dışından seçiyor. Meclis içinden seçilenlerin milletvekilliği 
düşüyor. Bakanlar aynı zamanda milletvekili olamıyor. Yürütme, meclise karşı sorumlu ve meclisin yürütme üzerinde denetim yetkileri var. Ülkenin gündelik işleyişini idare ediyor. Yalnız, cumhurbaşkanı yetkisini rehberle paylaşmak zorundadır. Rehber velayet-i Fakih sistemindeki veliyi fakihin oturduğu yer. Türkçe’de ‘dini lider’ tabiri yaygın olarak kullanılıyor, fakat ‘Rehber’ demek daha doğrudur. Rehber, dini lider değildir, aslında,o İslam devriminin yüce rehberidir. Devrim halen devam etmektedir ve rehber de devrime rehberlik etmeye devam ediyor. Anayasada kuvvetler ayrılığı prensibini uygulansa da rehber üç kuvvetin de üstünde ve bunların koordinasyonunu sağlamakla yükümlüdür. Rehber 
kim? Rehber, sadece din adamlarına ayrılmış pozisyonlardan birisi ve en önemli pozisyondur. Protokolde karşılığı yoktur. Örneğin, Cumhurbaşkanının 
protokol karşılığı İran Cumhurbaşkanıdır. Başbakan’ın muadili ise İran Cumhurbaşkanı’nın 1. Yardımcısıdır. İran’da daha önce 80’lerde 
Başbakanlık makamı vardı. Sonra bu makam kaldırıldı. 

Bu sistem, İslam Cumhuriyeti sistemi, anayasal sistem, ikili bir yapı kurdu; Cumhuriyetçi organlar ve İslami organlar. İslami organlar daha çok din adamlarının yönetiminde ve kontrolündedir. Cumhuriyetçi organlar ise seçimle işbaşına geliyor. Meclis tek başına iş yapamıyor. Koruyucular Şurası ile çalışmak zorundalar. Koruyucular Şurası sistemin en önemli mekanizmalarından birisi, bir nevi bizim anayasa mahkemesine benziyor. Koruyucular Şurası üyelerinin dağılımı önemlidir. 12 üyesi olan Şura’da üyelerin 6’sı müçtehit olmak zorundadır. Bu üyeler sıradan bir din adamı olamaz, dini ilimlerde belli bir yere gelmiş, yükselmiş bir din adamı olması gerekmektedir. Söz konusu 6 müçtehit Rehber tarafından atanıyor. Diğer 6 kişi ise meclis tarafından seçiliyor. Bu kişiler hukuk alanında uzman kişiler arasından seçiliyor. Fakat Meclis herhangi 6 kişiyi 
seçemiyor. Yargı erki başkanının gösterdiği adaylar arasından seçiliyor. Koruyucular Şurası meclisteki yasa yapımını denetlerken, 1990’larda yetki genişlemesi yaptı. Cumhurbaşkanlığı, Uzmanlar Konseyi, Meclis gibi seçime dayalı kurumlar için yapılacak bütün seçimler doğrudan Koruyucular Şurası denetimi altında yapılıyor. Bunun pratikteki sonucu cumhurbaşkanı, milletvekili adayı olmak istediğiniz zaman başvurunuz Şura tarafından değerlendiriliyor. Şura, hiçbir gerekçe göstermeden sizin başvurunuzu reddedebilir. Sistemde elitlerin dönüşümünü belirleyen, sınırlayan en önemli mekanizmalardan birisidir. Koruyucular Şurası denetimi sistemin ve devrimin değerlerini öne çıkarıyor. Adayların, Veyalet-i Fakih teorisine ne kadar sadık ve bağlı olduğuna, ailesinin durumuna ve kişinin toplum içindeki itibarına bakılıyor. En önemli şart Veyalet-i 
Fakih prensibine bağlı olmak. 

Rehber, rejimin en önemli kurumudur; rehber olmak için din adamı olmak yeterli değildir. Siyasal konulara vakıf olan din adamları seçiliyor. Daha önceden daha ağır bir şartı vardı. Merci-i taklit olması gerekiyordu. Artık Ayetullah olması yeterli, yalnız siyasal konulara vakıf olması gerekmektedir. 

Rehber, yasama, yürütme ve yargı erklerinin koordinasyonundan sorumludur. Aynı zamanda ülkenin genel siyaseti ve dış siyasetini de belirliyor. Rehber bunu tek başına belirlemiyor. Kararlar çeşitli komisyonlardan geçiyor ama son sözü rehber söylüyor. Rehber, temsilcileri vasıtasıyla ülkenin yönetiminde fiili olarak söz sahibidir. Rehber zaman içerisinde otoritesini genişletti. Rehberin yetkileri genişledikçe, Cumhurbaşkanı’nın yetkileri daraldı. Cumhurbaşkanı’nın yetkileri anayasaya göre rehberin yetkilerinin başladığı yerde biter. Rehberin yetkileri 
nasıl genişliyor? İran’ın resmi bir örgütlenme sistemi var. ( valilikler, bakanlıklar vs.) Rehber’in, bakanlıklardan, üniversite rektörlüğüne kadar her yerde temsilcisi var. Rehber kişisel olarak temsilcilerini atıyor. 

Bu temsilcilerin çoğu din adamı, işlerin anayasaya, şeriata ve rehber tarafındna belirlenen genel esaslara uygun ilerleyip ilerlemediğini rehbere bildirmekle yükümlüler. İdari görevleri yok. Fiiliyatta rehberin temsilcisi orada olunca, valinin, rektörün vb. yetkinliği sınırlanıyor. Bu durum dış politikada da aynı şekilde tezahür etmektedir. Bazı yurtdışı temsilciliklerde de rehberin atadığı görevliler var. Diğer taraftan rehber silahlı kuvvetlerin başkomutanıdır ve bütün silahlı kuvvetler ona bağlıdır. Rehber savaş veya barış ilan etme yetkisine sahiptir. Devlet televizyonu ve radyolar da rehbere bağlıdır. Bu kurumların başına geçecek olan yöneticileri rehber atamaktadır. Sistemin kilit mekanizma ları doğrudan rehbere bağlıdır. Rehber, yetkilerini genişletiyor ve dış siyaseti de rehber belirliyor. Yargı erki başkanı da Rehber tarafından atanıyor. 
Bu pozisyon din adamları için ayrılmıştır. Herhangi bir hukuk adamı medrese tedrisatından geçmezse bu pozisyona gelemiyor. 

Devrim ( Şubat -1979)’den sonra ilk geçiş dönemi (ılımlı/çift hükümet dönemi) 1981 Haziran ayına kadar sürmüştür. Bu dönemde İslamcılar tam olarak yönetime hakim olamamıştır. Devrim bir koalisyonun ürünü olduğu için bu koalisyon çatırdasa da etkili olmaya devam etmiştir. Devrim’den sonra ilk başbakan Mehdi Bazergan, İslamcı ama aynı zamanda da liberal milliyetçidir. Devrimden sonra kurulan ilk kabinede din adamı yer almamaktadır. İlk Cumhurbaşkanı din adamı değildi. Zamanla önce anayasa yapıldı, anayasa yapım süreci yaklaşık bir yıl sürdü. Anayasa uygulanmaya başlandıktan sonra sistemin İslamcıların kontrolü geçtiğini görülmektedir ve sistemdeki diğer gruplar aşamalı olarak tavsiye edildi. 

İran’daki ABD Büyükelçiliği baskını 4 Kasım 1979 ‘da gerçekleşti. İranlılar arasında, İran tarihinden öğrendikleri dersle ABD’nin İslam devrimini kolaylıkla kabul etmeyeceğini, İslam Devriminin Amerikan çıkarlarına darbe vurduğu, dolayısıyla da ABD’nin ne yapıp edip İslam devrimini tersine döndüreceği gibi endişeler vardı. 

Devrik Şah Muhammed Rıza Pehlevi tedavi olmak için ABD’ye gitmek istiyordu. Amerikalılar uzun süre izin vermediler ama Ekim ayının sonunda ülkeye girişine izin verdiler. Şahın Amerika’ya kabul edilmesi İran’dakilerin korkularını iyice artırdı. “Tamam bunlar artık işbirliği yapıyorlar, operasyon başladı” diye onlar da Amerikan Elçiliğini işgal ettiler. İşgalin iç siyasal yansımaları daha etkili oldu. Dışarıda Amerika-İran ilişkileri koptu. Yani devrimden hemen sonra kopmadı, elçilik işgal edildikten sonra koptu. Hala ABD ile İran arasında diplomatik bir ilişki yok. Hatta ABD ve İran ilişkileri düşmanlık seviyesine ulaştı. İran’da anti-Amerikanizm yükseldi. Ama İran iç siyasetindeki yansımaları da daha az etkili 
olmadı çünkü elçilikten elde ettikleri belgelerle, Amerika ile kimler yakın ilişkiliymiş İran içerisinde onu hemen belirlediler. “Filanca şahıs bir zamanlar Amerikan elçiliğinde şu veya şu kişiyle görüşmüş”. Bu, yani Amerikan karşıtlığının tavan yaptığı bir ortamda, Amerikalılarla bir araya gelmek ve görüşmüş olmak, sistemden diskalifiye edilmek için yeterli idi. Liberallerin ve milliyetçilerin çoğunu bu şekilde sistemden diskalifiye ettiler ve ilk hükümet de o zaman düşmek zorunda kaldı. Bu dönemin İran dış politikası Amerika ile ilişkilerde gördüğümüz gibi hemen radikalleşmiyor. 

Aşamalı olarak radikalleşiyor. Öncelikle dış politikada ilk hükümet bağlantısızlık prensibini benimsiyor. Bağlantısızlık prensibi, Humeyni’nin ne doğu ne batı söylemi var; ne doğu ne batı yalnızca İslam Cumhuriyeti. Buna göre İslam Cumhuriyeti, kendisi, dış politikada bir model olmalıdır(Hem dış hem iç politikada). Doğu ve batı bloklarına girmeyecek, bağımsız üçüncü bir yol öneriyor. Bununla bağlantılı olarak, dış politikada bağlantısızlık prensibini benimsediler. Hatta CENTO, Türkiye’nin İran ile yaptığı ittifak anlaşması vardı(Türk-İran-Pakistan ittifak anlaşması), İran CENTO’dan çekildi ve CENTO çöktü. Amerika’ya verdikleri silah siparişi askıya alındı ve bir “Bağlantısız ülkeler” konferansı var. İran da bu konferansa katılmaya başladı ve kendini bağlantısız ilan etti. Amerikan elçiliğinin işgal edilmesi örneğinde görüldüğü gibi, dış 
politika da yavaş yavaş radikalleşmeye başladı. Haziran 1981’de, İran’ın ilk Cumhurbaşkanı Ebu’l Hasan Beni Sadr görevden alındı. Beni Sadr, Fransa’da İktisat okumuş, İslamcı biriydi ama İran’daki iktidar kavgası içerisinde, Humeyni çizgisindeki radikal İslamcılarla ters düştü. Humeyni ile de bir süre sonra ters düşmeye başladı. Humeyni’nin taraftarlarının devrim sonrasında kurduğu İslam Cumhuriyeti Partisi vardı ve bu parti ile Beni Sadr’ın ilişkileri pek iyi olmadı. İkisi arasında, hem ülkenin yönetimi, belirli kurumların kontrolüyle alakalı çok ciddi bir kavga vardı. Bu kavga İran-Irak savaşında daha şiddetli bir hal aldı. Bu sefer, savaşın idaresini kim yapacak, anayasal olarak ilk rehber Humeyni, rehber 
Silahlı Kuvvetlerin Başkumandanı ama o zaman bir ‘hata’ yapmış komutayı 
Cumhurbaşkanına devretmişti. Beni Sadr da asker üniformasını giydi ve cepheye gitti. Savaşı idare etmeye başladı. Bundan İslamcılar çok rahatsız oldular çünkü İslamcıların da milis grupları vardı. İslamcı milisleri, İslam Devrimi Muhafızları Ordusu isimli yeni bir askeri yapı kurmuşlardı. Beni Sadr bu orduya savaşta rol vermiyor. Dolayısıyla İslamcılar kendi ordularının öne çıkmasını istiyorlardı. Kavga giderek şiddetlendi ve Beni Sadr sistemden diskalifiye edildi. Meclis kararı ile görevden alındı. Ama bu kolay bir süreç olmadı; bu defa İran teröre 
sürüklendi. ‘Terör dönemi’ başladı İran’da. 

2 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR,


****