Demokratik Açılım etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Demokratik Açılım etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

24 Şubat 2017 Cuma

KARDEŞ ÜLKE SURİYE..


KARDEŞ ÜLKE SURİYE..











YAZAN;
Yasin ATLIOĞLU 
18 Eylül 2009

Suriye Devlet Başkanı Beşşar Esad’ın 16 Eylül’de Türkiye’ye yaptığı “iftar ziyareti” Suriye Türkiye ilişkilerinin geleceği açısından önemli sonuçlar doğurdu. Dostluk ve işbirliğinin ön plana çıkarıldığı ziyarette iki ülkenin dışişleri bakanları, Yüksek Düzeyli Stratejik İşbirliği Konseyi Anlaşması’nın altına imza attı. Böylece gelişen ilişkilerinin bir yansıması olarak iki ülke karşılıklı olarak sınır geçişlerinde vizenin kaldırıldığını açıkladı. 

Türkiye Başbakanı Recep Tayip Erdoğan, Beşşar Esad onuruna verilen iftar yemeğinde tarih, coğrafya ve kader ortaklığından bahsetmekle birlikte iki ülke halkının paylaşımcı ruhuna ve ortak düşmana karşı fedakârlıklarına da vurgu yaptı. Erdoğan Suriye halkına “onlar bizim kardeşimiz” derken iki ayrı ülkeden çok ortak bir coğrafyayı tasavvur ediyordu.  Erdoğan’ın “ortak düşmanı”  ise –açıkça söylemese de- bu coğrafyada hegemonya kurmaya çalışan Batılı devletlerdi. Erdoğan’ın sözleri, Türk dış politikasındaki çevre ülkelerle “sıfır sorun ilişkisi” çerçevesinde işbirliği ve dayanışmayı arttırma ve bir barış ve refah alanı yaratma stratejisinin bir parçası olarak görülebilir. Türkiye’nin bu politika stratejisinin dinamik uluslararası konjonktürde aktif diplomasi ile önemli sonuçlar ortaya çıkardığı aşikâr. Bu bağlamda Suriye’nin Türk dış politikasında özel bir yeri söz konusudur. Suriye ile kurulan özel siyasi ve diplomatik bağlar Türkiye’nin Orta Doğu’ya yönelik hareket kabiliyetini ve etkililiği arttırmaktadır. Ayrıca iki ülke arasındaki ilişkilerden bahsederken “gelişme” kelimesi yerine “canlanma” kelimesini kullanmak daha anlamlı. İlişkiler, 1950’lerden itibaren Soğuk Savaş psikolojisine ve güvenlik algılamaları ile tarihsel olaylardan yola çıkarak insanların kafalarında oluşturulan ön yargılara kurban edilmişti. 2000’li yıllarda ise ilişkilerdeki potansiyel karşılıklı diplomatik çabalar ve uluslararası sistemin elverişli yapısı sayesinde tekrar canlandırılmıştır. Özellikle iki ülkenin bölgesel güvenlik ve çıkar algılamalarının çakışması birbirlerine yaklaşma sürecini hızlandırmıştır.

Esad’ın Türkiye ziyareti ve iki ülke ilişkilerinin ulaştığı boyut Türk medyasında farklı tepkileri ortaya çıkardı. Esad’ın ziyareti öncesi Türk gazetecilerle Şam’da yaptığı mülakat, Türk medyasının gelişmeleri öncelikle “ Demokratik Açılım ” çerçevesinde yorumlamasına yol açtı. Türk gazetecilerin Türkiye’deki “Demokratik Açılım”la ilgili sorduğu soruya Esad’ın verdiği cevap, Suriye’nin Türk hükümetine verdiği bir destek ve Suriye’nin bu açılımın bir parçası olarak değerlendirilmesini getirdi. Mülakata katılan Türk gazetecilerin çoğu Suriye’yi Türkiye iç politikasına müdahil etme çabası içinde göründü. Esad, PKK terör örgütü içerisindeki teröristlerin illegaliteye bulaşmadıkları sürece Suriye’ye dönebileceklerini söylemişti. Esad’ın sözlerini yorumlarken Suriye iç politikasındaki dengeleri ve Esad yönetiminin ülkesinde ve bölgede güvenlik eksenli bir Kürt yaklaşımı sergilediğini iyi bilmek gerekiyor. Esad yönetimi, Suriye içerisindeki bazı Kürt grupların –özellikle PKK terör örgütünün uzantısı olan PYD- varlığından rahatsızdır. PYD’nin 2004 yılında Kamışlı’da çıkan Kürt ayaklanmasındaki rolü ve şu an pek çok üyesinin Suriye cezaevlerinde olması Esad yönetiminin ülkedeki ayrılıkçı Kürt gruplara karşı sert bir tutum takındığını göstermektedir. Bu tavrın temel sebebi, Irak’taki ABD işgali ve Kuzey Irak’ta güçlenen Pan-Kürtçü söylemler ve bu söylemlerin Suriye’ye etkileridir. Diğer yandan Suriye, Türkiye ve İran’ın üniter devletlerinin bekası ve güvenliği için terör ve şiddete başvuran Kürt örgütlere ortak güvenlik algılamalarıyla yaklaşmasını doğal bir durum olarak değerlendirmek gerekiyor.

Suriye ve Türkiye gibi ciddi güvenlik sorunlarına sahip olan iki ülkenin, ilişkilerini karşılıklı vizeleri kaldırma boyutuna getirmesi pek çok kişi tarafından olağanüstü bir gelişme olarak nitelendirdi. Özellikle hükümete yakın Türk medyası ve köşe yazarları, -belki de Başbakan Erdoğan’ın “son 7 yılda ilişkilerde çok mesafe aldık” sözünden cesaret alarak- Suriye ile ilişkilerde gelinen noktayı sadece AKP hükümetinin 2002 sonrası uyguladığı aktif dış politika stratejilerinin bir sonucu olarak görmeyi tercih etti. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ve Başbakan Recep Tayip Erdoğan’ın Suriye’ye yaptıkları çok sayıdaki diplomatik ziyaret muhakkak ki önemli etki uyandırmıştır. Fakat ilişkilerin düzelmesi 1998’lere kadar götürülecek daha uzun bir sürecin sonucudur.  Son 7 yıl içerisinde AKP hükümetinin Suriye ile ilişkilerde uyguladığı aktif diplomasiye odaklanırken aslında iki ülke ilişkilerindeki düzelme sürecinin başlangıcının 1998’deki Adana Protokolü olduğunu ve Türkiye eski Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’in Suriye’ye yaptığı iki stratejik ziyaretin önemini unutmamak gerekiyor. Suriye ile ilişkilerdeki gerginlik ve güvenlik sorunları, 1998’den sonra alt düzey diplomatik temaslarla (Cumhurbaşkanı Sezer’in Haziran 2000’deki Şam ziyareti ile birlikte) yumuşatılmış ve 2003’den itibaren üst düzey ziyaretlerle yükselişe geçmiş ve çok taraflı hale gelmiştir. Suriye’nin zor günler yaşadığı bir dönemde (Hariri Suikastı sonrası) küresel güç ABD’nin baskılarına rağmen Cumhurbaşkanı Sezer’in Şam’ı ziyaret etmesi Suriye yönetimi ve halkı tarafından Türkiye’nin desteği olarak algılanmış ve büyük bir minnettarlık uyandırmıştı. Bundan dolayı Suriye Türkiye ilişkilerinin yeniden inşasında dört siyasi lidere özel vurgu yapmak gerekiyor: Beşşar Esad, Ahmet Necdet Sezer, Abdullah Gül ve Recep Tayyip Erdoğan.

Gelelim vizenin kaldırılması olayına. Sınır geçişlerinde vizenin kaldırılmasının iki halkın kültürel ve ticari etkileşimini yakın gelecekte daha fazla arttıracağı aşikâr. Her şeyden önce iki ülke arasında Osmanlı Devleti’nin dağılmasından sonra çizilen sınır, bölgenin coğrafi, kültürel ve ticari gerçekleriyle bağdaşmıyordu. Vizenin kaldırılmasıyla normal duruma geri dönüldü. Fakat bu gelişme özellikle Türkiye’deki radikal İslamcı çevrelerce dine dayalı bir Suriye-Türkiye birliğinin bir aşaması olarak algılanmaktadır. Bu duygusal yaklaşım bölgenin realitesinin çok uzağındadır. İlişkilerde kullanılan coğrafi, kültürel ve dini ortaklıklar bir amaç olarak değil bölgenin barış ve refahına katkı yapacak araçlar olarak görülmelidir. Ayrıca Suriye ile iyi ilişkiler belli kişi veya partiye indirgenmeden bir devlet politikası olarak sürdürülmelidir. Vizenin kaldırılması sonrası artarak devam edecek karşılıklı turistik, kültürel, eğitimsel ve ticari gidiş gelişler, kafalardaki tarihsel önyargıların ve ötekileştirmelerin ortadan tamamen kaldırılmasına hizmet edecektir. Bu da iktidarda kim olursa olsun iki ülkenin birbirlerini daha kolay anlayabilmelerini ve ilişkilerde ulaşılan ileri seviyenin geliştirilmesini sağlayacaktır.

Son olarak Aralık 2004’te Başbakan Erdoğan’ın ilk Suriye ziyaretinden beri iki ülkenin, birbirlerini tanıma konusunda oldukça fazla yol kat ettikleri bir gerçektir. Tabi ki iki ülkenin karar alıcılar ve halk düzeyinde yapması gereken daha çok şey var. Erdoğan’ın ilk ziyaretini hatırlıyorum da daha karşılama töreninde birçok diplomatik becerisizliğe şahit olmuştuk. Türk heyeti Şam havaalanına geldiğinde Suriye bandosu Türk Milli Marşı’nı kötü çalmış, törende kullanılan Türk bayrağı resmi ölçülerde değildi ve basın toplantısındaki Türk tercüman Erdoğan’ı Türkiye Cumhurbaşkanı olarak sunmuştu. Zamanla böyle becerisizliklerin ortadan kalktığını düşünüyordum ki Türkiye’nin en köklü haber ajansı Anadolu Ajansı Esad’ın son ziyaretiyle ilgili geçtiği haber dikkatimi çekti. “Başbakan Erdoğan, Lapseki ile Gazimagosa arasında feribot seferleri başladığında KKTC ile Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının duyduğu heyecanın tarif edilemez…” diyordu Anadolu Ajansı. Haberi hazırlayanlar Suriye’nin önemli liman kenti Lazkiye’yi Çanakkale’nin Lapseki kazasıyla karıştırıyordu. İşin kötüsü ajanstan haber alan birkaç Türk gazetesi de haberi bu şekilde okuyucuya verdi. Bunun basit bir dikkatsizlik olduğu söylenebilir. Diğer yandan Türk basın mensuplarının Esad’ın ziyareti ile ilgili (bilgi eksikliğinden kaynaklanan) yetersiz yorumlarıyla birlikte düşünüldüğünde Türk medyasının en uzun sınır komşusu Suriye’yi iyi tanımadığının bir işareti olarak da değerlendirebiliriz. Sanırım vize de kaldırılmışken Türk medya mensuplarının Suriye’yi daha sık ziyaret etmesi gerekiyor.


20 Ocak 2017 Cuma

“Demokratik Açılım” ve Terörle Mücadele Süreci: Yanlış Bilinenler ve Temel “ Açmazlar



“Demokratik Açılım” ve Terörle Mücadele Süreci: Yanlış Bilinenler ve Temel “ Açmazlar


Bülent ŞENER
14.09.2009

Doğu ve Güneydoğu Anadolu Bölgelerinde bağımsız-birleşik bir Kürt devleti kurmayı amaçlayan PKK terör örgütü (Partiya Karkeren Kurdistan / Kürdistan İşçi Partisi), eylemlerine başladığı 1984’ten günümüze değin yarattığı bölünme tehlikesiyle, Soğuk Savaş döneminde stratejik önceliğini Sovyet tehdidini karşılamaya yöneltmiş olan Türkiye’de derin bir güvenlik endişesi doğurmuş; özellikle 1990 sonrasında başta Batı’yla ilişkiler olmak üzere Türk dış ve iç politikalarını birçok alanda ipotek altına sokarak, Türkiye Cumhuriyeti’nin maddi ve manevi enerjisini önemli ölçüde harcamıştır.  Tabidir ki, sorunun bu boyuta gelmesi, meselenin Kürt milliyetçiliği mi, Doğu ve Güneydoğu Anadolu’ya özgü sosyo-ekonomik geri kalmışlığın bir neticesi mi, Şark Meselesi’nin yeniden canlandırılmasının bir boyutu mu, bölgesel ve küresel güçlerin stratejik bir çatışmasının ürünü mü ya da demokratikleşme ve insan hak ve hürriyetleri mücadelesi mi olduğu üzerindeki tartışmaları yoğunlaştırarak ortak bir zeminde buluşabilmeyi de neredeyse imkansız kılmıştır.


Sorunu Tanımlamak, Mücadeleyi Anlamak: Türkiye’nin Bir Terörle Mücadele Konsepti Var mıdır? 

Öncelikle şunu belirtmek gerekir ki, Türkiye’de birçok konuda olduğu gibi, terör konusunda da sorunu tanımlama noktasında büyük bir kargaşa ve bilgi eksikliği yaşanmaktadır. Hemen herkesin üzerinde fikir sahibi olduğu konular olmasına rağmen, Bugüne kadar ne “ Terör ” ne de “ Demokratikleşme ” konuları siviller tarafından stratejik bir konsept içinde ele alınmamış, tanımlanmamıştır. Sorunlar tanımlanmadığı için “çözüm” diye ortaya atılan şeyler de palyatif olmaktan öteye gidememiş, gerçekte bir değer ifade etmemiştir. Bu son derece doğaldır, zira tanımlayamadığınız bir olguya karşı tavır geliştirebilmeniz ve onu çözebilmeniz mümkün değildir.


Dün olduğu gibi bugün de Türk siyasi eliti PKK ile ilgili gerçek bir strateji ve öngörü oluşturmamıştır. Bu strateji ve öngörü yoksunluğunun temel nedenlerinden biri, 25 yıldır terörle mücadele eden Türkiye’de “teröristle mücadele” ile “terörizmle mücadele” arasındaki büyük farkın hala anlaşılamamış olmasıdır. Türkiye, “teröristle mücadele”yi silahlı kuvvetleri aracılığıyla sürdürmektedir. Ancak, kamuoyunda bilinenin aksine “teröristle mücadele”, terörle mücadelenin küçük bir kısmını oluşturmaktadır ve bu noktada bile karar verici esas mercii sivil bürokrasidir. “Terörizmle mücadele” ise terörle mücadelenin daha geniş kapsamlı boyutlarını içinde barındıran ana kısmını oluşturmaktadır. Bunlar siyasal, ekonomik, kültürel, diplomatik, psikolojik boyutlardır ki bu noktada da sorumluluk askerlerin değil sivillerindir. Oysa ki, 1984’ten bu yana geçen süre zarfında Türkiye’de terörle mücadele büyük ölçüde “teröristle mücadele” olarak ele alınmış, başarı ya da başarısızlığın bütün sorumluluğu da askeri bürokrasiye yüklenmiştir. 2002’de sıfır noktasına inen terörün 2009’a gelinceye kadar tekrar kazandığı ivme göz önünde bulundurulduğunda, “terörizmle mücadele” boyutunun siviller tarafından ihmal edilmişliğinin payı açık bir şekilde görülmektedir.
Bu bağlamda, özellikle 1999 yılından sonra askeri alanda gerileyen PKK terör örgütünün, uluslararası alanda siyasal, ekonomik ve lojistik kaynaklarının da geriletilmesi konusunda Türkiye Cumhuriyeti hükümetlerinin ne derece başarılı oldukları tartışma konusudur. PKK’nın uyuşturucu ve silah kaçakçılığı gibi yasa dışı yollardan sağladığı finansman, Avrupa’da çeşitli dernekler aracılığıyla elde ettiği gelirler, lider kadrosunun Avrupa bankalarındaki yüklü hesapları ve çok sayıda devletin örgüte verdiği destek vb. unsurlar geriletilmediği sürece terörle mücadelenin başarısından söz edilemez. Diğer yandan, PKK’nın coğrafi konumlanışı karşısında Türkiye’nin esas muhatapları Kuzey Irak bölgesel yönetimi ve ABD’dir. Bugün hala PKK’nın coğrafi olarak konumlandığı Kuzey Irak ve karargahı Kandil Dağı konusunda, Kuzey Irak bölgesel yönetimiyle yapılan görüşmelerde Türkiye’nin taleplerinin ne derece yerine getirildiği tartışmalıdır. Mesud Barzani, Türkiye’ye karşı ABD’nin baskıyla söylemini yumuşatmış olsa da, PKK’nın lojistik desteğinin kesilmesiyle ilgili ciddi bir adım atmış değildir. Türkiye bu konuyu gündeme her getirdiğinde, “o bölgede benim kontrol imkanım yok” diyen Barzani, PKK’yı gelecekteki siyasi hedefleri açısından Türkiye’ye karşı bir koz olarak tutarken; Türkiye’nin bölgedeki PKK hedeflerine karşı sınırötesi operasyonlarına ise şiddetle karşı çıkmakta ve uluslararası kamuoyunu Türkiye’ye karşı arkasına almaktadır. Netice itibariyle, Türkiye, Kuzey Irak ve çevresinden kaynaklanan bu tehdidi izole etmek istiyorsa mutlaka bununla ilgili somut adımlar (siyasi, ekonomik ve askeri) geliştirmek zorundadır. Bunun yolu ise, “sert güç” ve “yumuşak güç” unsurlarının nesnel şartlar dahilinde biraraya getirilerek oluşturulacak bir zorlayıcı diplomasi stratejisinden geçmektedir. Ancak, 1998’de Suriye’ye yapıldığı şekilde, Türkiye’nin bu noktada beklemeye artık tahammülünün olmadığını net bir şekilde ortaya koyan bir zorlayıcı diplomasi stratejisini hala geliştiremediği görülmektedir.
Diğer taraftan, Başbakan R. Tayyip Erdoğan tarafından, ABD yönetimi üzerinde kabul edileceği izlenimi uyandırılan 1 Mart tezkeresinin TBMM’de kabul edilmemesi sonucunda Türkiye-ABD ilişkilerinde oluşan gerilim, PKK açısından yeni bir canlanmanın da başlangıcını oluşturmuştur. Bu gelişme sonucunda PKK terör örgütü, Irak’ın işgalinin konuşulduğu süreçte kendisine yönelik risklerin kaygısını taşırken; işgalde Türkiye’nin ABD’nin yanında doğrudan yer almaması sonucunda önemli ölçüde rahatlamıştır. Bu gelişmeye bağlı olarak, Kürtleri müttefik ilan eden ABD’nin Kuzey Irak’ta giriştiği operasyonlarda PKK’yı hedef almaması, Türkiye ve ABD’nin teröre bakışları konusundaki farklılıkları da keskinleşmiştir. Türkiye, ABD’nin ilan ettiği terörle mücadele projesine verdiği desteğe karşılık, ABD kendi menfaatleri çerçevesinde PKK’yı bu projenin dışında tutmuştur. Bu durum, PKK’nın liderlerinden Murat Karayılan tarafından da dile getirilerek, ABD’nin Kürtleri karşısına almak istemeyeceği özellikle belirtmiştir. Şüphesiz, Irak’ın işgalinde Türkiye’nin neden ABD’nin tarafında doğrudan yer alamayacağının AK Parti hükümeti tarafından dikkate alınmadan ve ABD’ye anlatılmadan gündeme getirilen tezkerenin doğurduğu bunalım PKK’yı rahatlattığı gibi, örgütün yeniden ve rahat bir şekilde eyleme geçmesi açısından da belirleyici olmuştur. Öte yandan, “stratejik ortaklık/müttefiklik” kavramıyla ilişkilendirilen Türkiye-ABD ilişkilerine “terörizmle mücadele” boyutundan bakıldığında, ilişkilerin üzerine oturduğu gerçekliğin bundan çok farklı olduğu ve bu gerçeklik çerçevesinde 2003’ten bu yana Türkiye’nin bölgedeki siyasi ve askeri rolünün sınırlandığı da söylenebilir.


“ Teröristle Mücadele ”yi Başarısız Gösterme Yanlışı

İkinci olarak, PKK terörüyle mücadelede örgütün alan hakimiyetinin kırılması bakımından silahlı kuvvetlerce yürütülen mücadelenin öneminin, zaman zaman olduğu gibi bugün de “Demokratik açılım” sürecinde yetkili ağızlar ve konu üzerinde tartışan bazı kesimler tarafından küçültülmeye hatta başarısız gösterilmeye çalışılması, verilen kayıpların bir yılgınlık vesilesi olarak lanse edilmesi terörün amacına hizmet etmekten başka bir işe yaramamaktadır. Zira, dünyadaki hiçbir terör örgütünün etkisi silah kullanılmadan ve kayıp verilmeden azaltılmış ya da sonlandırılmış değildir. PKK tarzındaki terörist örgütler de şunu iyi bilirler ki; sahip oldukları mevcut güç kapasiteleriyle devletin güvenlik güçlerini yenip yok etmeleri ya da ortadan kaldırmaları mümkün değildir. Bu mümkün olmadığına göre bu tür terör örgütleri, kamuoyunu ve devleti etkilemek için başka araçları da devreye sokarak toplum ve devlet üzerinde psikolojik baskı kurmanın yollarını ararlar. Sokak gösterileri, kitleleri karşı karşıya getirmek, uluslararası alana çıkma çabaları ve doğal olarak terör saldırıları hep bu amaç için devreye sokularak siyasal pazarlık için zemin yaratılmaya çalışılmaktadır çoğu zaman. Dolayısıyla devletin terör karşısında silah bırakması gerektiği söylemi bir yanılsama, bir tuzaktır. Devlet, meşru güç kullanma tekelini elinde tutan siyasal bir varlık olduğuna göre, kendisine karşı yönelmiş silahlı bir tehdidi güvenlik refleksleri gereği elbette ki askeri araçlar vasıtasıyla ve hukuk çerçevesinde bertaraf etmeye çalışacaktır her zaman. Şüphesiz burada tartışılması gereken konu bu mücadelenin hangi değerler sistemi üzerinden (otokrasi, sıkıyönetim, olağanüstü hal, insan hakları vs.) yürütüleceğidir, ancak bu durum silahlı mücadeleyi bırakmakla eş anlamlı değildir hiçbir zaman.

Terörü Bitirmek ya da Etkisini Azaltmak İçin Temel Seçenekler

Üçüncü olarak, terörü bitirmek noktasında hükümetlerin ellerinde iki temel seçenek vardır: Birinci seçenek, “düşük yoğunluklu çatışma” konsepti çerçevesinde teröre karşı, ordu ve kolluk güçlerinin kullanımı ile terör örgütünü yok etmek ya da etkisini kabul edilebilir bir düzeye indirgemektir. Ancak bu yöntem uzun ve sancılı bir süreçtir. Örneğin, Peru, 1970’lerde Maocu bir düzen kurmak için eyleme geçen Aydınlık Yol terör örgütüne karşı bu yöntemle mücadele etmiştir. 1980’lerde Peru kırsalında “kurtarılmış bölgeler” ilan eden ve buralarda hakimiyet kuran örgüt, şehirlerde de terör estirerek ciddi manada Peru rejimini tehdit etmiştir. Öyle ki, bir ara Aydınlık Yol’un ülkeyi ele geçirebileceği bile dünyada konuşulmaya başlanmıştır. Ancak, 1990’da Peru’nun lideri seçilen Alberto Fujimori ordunun da desteğiyle anayasayı, meclisi ve anayasa mahkemesini askıya alarak; Aydınlık Yol’a karşı taviz vermeden, insan haklarını önemsemeyen ve tamamen askeri yöntemlere dayalı bir mücadeleyi başlatmıştır. Aynı yıl içerisinde örgütün lideri Abiamel Guzman ve komuta kademesinin tamamına yakını ele geçirilerek, örgüt üç yıl içerisinde çökertilmiş ve 6 bine yakın Aydınlık Yol militanının teslim olması sağlanmıştır. 1994’te örgüte karşı nihai zaferini ilan eden Peru’da, yeniden canlanmaya çalışan örgütün son kalıntıları da 1999 ve 2004 yıllarında temizlenmiştir. Bütün bu tablodan geriye kalan ise 70 bin ölü ve demokrasisi ağır yaralar almış bir ülke olmuştur. Benzer şekilde geçtiğimiz aylarda Tamil Kaplanları’nı dize getiren Sri Lanka da aynı yöntemi uygulayarak örgütü tasfiye noktasına getirmiştir. Ancak bu ülkelerde terör örgütlerinin tasfiyesi, terörün beslendiği sosyo-ekonomik ve siyasal sorunların da çözüldüğü anlamına gelmemektedir. Zira, devletin silahlı güçlerinin bu mücadelesi, aslında devlet tarafından teröre karşı geliştirilen/geliştirilmesi gereken siyasal konseptin hayata geçirilmesi için bir araçtır. Türkiye’de de PKK’nın bu yöntemle tasfiye edilmesi ya da etkisinin kabul edilebilir bir düzeye indirgenmesi ancak sorunun bir ayağının çözülmesi anlamına gelmektedir. Bunun ardından ortaya konacak bir siyasal konseptin mutlaka olması gerekir.  Nitekim, Türkiye bu fırsatı 1999’da yakalamış, ancak daha önce de belirttiğim gibi terörle mücadeledeki strateji ve öngörü yoksunluğu bu siyasal konseptin oluşmasını ve olgunlaşmasını engellemiştir.
Terörle mücadeledeki ikinci seçenek ise, terör örgütünün yok edilememesi ya da kabul edilebilir bir şiddet düzeyine indirgenememesi durumunda, terör örgütü ile dolaylı ya da doğrudan görüşme yoluna gidilmesidir ki, bu durumda devlet hem silahlı mücadeleden hem de savunduğu siyasal konseptten vazgeçmiş olmaktadır.İngiltere’nin, IRA terör örgütüyle (Irish Republican Army/İrlanda Cumhuriyetçi Ordusu) yürüttüğü müzakereler bu konuda en çok bilinen ve en güncel örnektir. Örgütün arkasındaki halk desteğini fark eden İngiltere, yürütmekte olduğu “düşük yoğunluklu çatışma” konseptini terk edip bütün siyasal risklerine rağmen bu yolu tercih etmiştir. İngiltere Başbakanı Tony Blair, “silahını bırakması şartıyla şeytanla bile görüşürüm” diyerek IRA’nın siyasi temsilcisi Sinn Fein ile önce gayri resmi, sonra da resmi diyalog başlatmıştır. Dış dinamiklerin de etkisiyle (özellikle 11 Eylül sonrasında ABD, IRA’ya verdiği desteği keserek baskı yapmaya başlamıştır) örgüt siyasi çözüme zorlanmıştır. Neticede Sinn Fein serbest seçimlere katılarak yerel yönetimlerde söz sahibi olmuştur. Şimdiye kadar birinci seçeneği çözüm yolu olarak kullanan Türkiye de, AK Parti hükümetinin gündeme aldığı “Demokratik açılım” süreciyle ilk defa ikinci seçeneği denemeye başlamıştır. Nitekim AK Parti, PKK’nın lider kadrosuyla ya da temsilcileriyle dolaylı ya da doğrudan görüşmenin gerekli olduğunu bildiği için, daha önce görüşmeyi reddettiği DTP ile görüşmeye başlamıştır. Bu şekilde örgütle dolaylı yoldan da olsa müzakere masasına oturmak için ilk adım atılmıştır. 

Ancak, DTP’nin yaptığı açıklamalara bakıldığında, örgütün lideri Abdullah Öcalan’ın görüşmeler için kendisini adres göstererek doğrudan görüşmeyi şart koştuğu anlaşılmaktadır. AK Parti hükümeti ise, bu tür bir müzakerenin siyasal risklerini ve doğuracağı toplumsal tepkileri düşünerek; doğrudan görüşmeyi şimdilik reddetmektedir. AK Parti her ne kadar doğrudan görüşmeyi reddetse de, devletin başka kurumlarının (örneğin MİT’in) AK Parti’nin direktifleriyle Abdullah Öcalan’la görüşmekte olduğu gerçeği akla yakın gelmektedir.


Kürt Sorunu’nun Boyutları ve “Açmaz”ları

Öte yandan AK Parti, gerçekleştirmeyi planladığı açılımla “Kürt Sorunu”nu her ne pahasına olursa olsun çözeceğini bizzat Başbakan’ın ağzından ifade etmiştir. Ancak sorunun kendi içinde başka boyutları ve “açmaz”ları vardır. Öncellikle, Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerinin sosyo-ekonomik geri kalmışlığının ve bölgedeki sosyal yapıdaki anti-demokratik uygulamaların (aşiret sistemi, kan davası, töre cinayetleri, kız çocuklarının eğitilmemesi, işsizlik, nüfus artışı, gecekondulaşma vb.) önüne geçilmesi gerekmektedir. Sorunun birinci boyutunu bu durum oluşturmaktadır. Bu bağlamda GAP projesinin yanında başka sosyo-ekonomik projelerin de bu açılımla birlikte hayata geçirilmesi bir zorunluluktur.
Bir diğer önemli boyut –ki terörün en çok beslendiği zemin budur– “siyasal Kürtçülük” boyutudur. Nihai amacı bağımsız ve birleşik bir Kürdistan kurmak olan “siyasal Kürtçülük” hareketi, PKK’dan daha önce de var olan, fakat hem PKK’yı besleyen hem de ondan beslenen bir harekettir. Bölgenin sosyo-ekonomik ve sosyo-kültürel açıdan kalkındırılmasıyla (TRT 6, Kürtçe eğitim-öğretim, yer adlarının Kürtçe olması, bölgenin ekonomik kaynaklarının yerel yönetimlere terk edilmesi vb. uygulamalarla) bu hareketin önüne geçilebileceği ve arkasındaki desteğin azaltılacağı düşünülse de, dünya üzerindeki başka deneyimler bunu doğrulamaktan uzaktır. Örneğin, AB üyesi olan Belçika’nın sosyo-ekonomik gelişmişliği Valonlar ile Flamanların ayrılık isteklerini bugün dahi ortadan kaldırmış değildir. Benzer şekilde, Kanada’nın Quebec eyaleti, siyasi özerklik, ekonomik gelişmişlik ve kültürel haklar açısından oldukça ileri düzeyde olmasına rağmen; 1995’te yapılan “bağımsızlık referandumu”nda Quebec’lilerin Kanada’dan ayrılma isteği ABD’nin de baskısına rağmen sadece %1 oy farkıyla reddedilebilmiştir. Keza, İspanya’da Bask bölgesine verilen siyasi ve kültürel özerklik, ETA terör örgütünün (Euskadi Ta Askatasuna/Bask Vatanı ve Özgürlüğü) terör eylemlerini ve bölgedeki siyasal huzursuzluğu durdurmaya yetmemiştir. Bu deneyimlerin Türk siyasi eliti tarafından mutlak surette dikkate alınarak, “Demokratik açılım” sürecinde Türkiye’nin nesnel koşulları dahilinde “siyasal Kürtçülük”e karşı adımlar atılmalıdır. Burada önemli olan “siyasal Kürtçülük”ün teröre başvurmasının engellenmesi ya da bunun yarattığı terörün etkisinin kabul edilebilir bir düzeye indirgenmesidir.


Sorunun üçüncü ve en ağır boyutunu ise, PKK terör örgütü ve eylemleri oluşturmaktadır. Yazımın başında da belirttiğim gibi, bağımsız-birleşik bir Kürdistan devleti kurmak için eylemlerine başlayan PKK,  zaman içerisinde konjonktürel gelişmelere bağlı olarak bu hedefinden uzaklaşmış gibi görünse de, gerçekte kendisini bu stratejik hedefe taşıyacak olan bazı taktik adımlarla bu hedefi bugün için ertelemiş ama asla vazgeçmemiştir. “Demokratik açılım” sürecinde öncelikli olarak bu boyutun ele alınması ve çözülmesi gerekmektedir. Sorunun kaynağı PKK olduğuna göre, bu süreçte PKK’nın dolaylı ya da doğrudan muhatap alınması gerekmektedir. Ümit Özdağ’ın da dikkat çektiği gibi, hükümetin “devletin muhatabı PKK ya da Öcalan değildir, millettir” demesi kulaklara hoş gelse de esasında doğru bir yaklaşım değildir. Zira terörü gerçekleştiren millet değil, PKK’dır. Dolayısıyla işin bu boyutu çözülmeden “Demokratik açılım” sürecinin kalıcı bir çözüm ortaya koyması mümkün gözükmemektedir.
Ne var ki, AK Parti hükümeti orta ve uzun vadede bu yolda adım atacak olsa bile, bu noktada “Demokratik açılım” sürecinin kaderini belirleyecek olan iki temel “açmaz” bulunmaktadır. PKK, teröre son vermek için hem liderlerinin ağzından hem de DTP’nin ağzından “olmazsa olmaz” iki temel koşulu uzun zamandır deklare etmektedir: Bunlardan birincisi Kürt kimliğinin siyasal bir kimlik olarak anayasada yer alması; ikincisi Abdullah Öcalan’ın öngörülebilir bir zaman dilimi içinde serbest bırakılmasının ve siyaset yapabilmesinin koşullarının yaratılmasıdır. İlk talep, gelecekte self-determinasyon ilkesi (kendi kaderini tayin hakkı) çerçevesinde talepler doğurabilecek iki halklı bir devlet yapısının hukuksal ve siyasal olarak tescili anlamına gelirken; ikinci talep, buna giden yolda gerekli çalışmaları yürütecek olan siyasal önderin ve kadronun meşruiyet zemine çıkması anlamına gelmektedir.

“Demokratik Açılım” Sürecinin Kaderi: “ Şeytanla Pazarlık ” Yapabilmek
Türkiye’nin toplumsal ve siyasal dengelerini ciddi manada etkileyebilecek olan bu taleplerin yerine getirilmesinin doğuracağı siyasal risklerin altına bugünkü konjonktürde hiçbir hükümet giremez. Ancak, terörle mücadelede bu ikinci yola girildikten sonra, bu iki koşul yerine getirilmedikçe AK Parti’nin “Demokratik açılım” sürecinde uygulayacağı bütün politikalar PKK terörünün bitmesine katkı sağlamayacağı gibi, beklentilerin bizzat hükümet tarafından yükseltildiği bu ortamda yapılacak olanlara rağmen terörün bitmemesi Türkiye’yi çok ciddi siyasal bunalımların da eşiğine taşıyacaktır. AK Parti hükümetinin bu yola girerken Türkiye’nin kaderini elinde tutan siyasal iktidar olarak bunları elbette düşünmüş olması gerekir/gerekirdi. PKK’yı dolaylı ya da doğrudan muhatap almadan, “Demokratik açılım” sürecinde atılacak her adımın, örgüt için bir kazanım ve bir propaganda malzemesi olarak kullanılma tehlikesini de unutmamak gerekir. Terörle mücadelede bu ikinci yola girildikten sonra, PKK’yı dolaylı ya da doğrudan muhatap almadan kesin sonuç alınamayacağı terörizm literatürünün ana kuralıdır. Öyle görünüyor ki, AK Parti hükümeti bugünkü konjonktürde kısa ve orta vadede toplumu bu gerçeğe alıştırmak için planlı bir “bilinç yapılandırması”na girişmiş bulunmaktadır. Bu aşamadan sonra AK Parti hükümetinin ilk genel seçimlerden sonra, tekrar iktidara geldiği taktirde –ABD’nin de desteğiyle– orta ve uzun vadede “Demokratik açılım” çerçevesinde PKK’nın bu taleplerini bir biçimde kabul etmeyi göze almış olduğu gerçeği akla yakın durmaktadır. 

Peki bu gidişten geriye dönmek mümkün müdür? Evet mümkündür, ancak geriye dönüşün de çok ciddi sosyal ve siyasal bedellerinin olabileceği bilinerek. Aksi taktirde girilen bu yolun sonunda görüşme masasında karşınızda PKK’dan ve onun ulus-devlet sistemi içinde karşılanamaz taleplerinden başka birşey olmayacaktır… 




***

13 Ekim 2016 Perşembe

Son Haçlı Seferi PKK AÇILIMI BÖLÜM 8




Son Haçlı Seferi PKK AÇILIMI BÖLÜM 8


   İlk hedefleri Türkiye Cumhuriyeti’ne ortak olmak PKK yandaşları ve ele başlarının “ Ya ortak devlete razı olursunuz, ya da Türkiye bölünecektir " şeklinde savurdukları tehditler, 




Haçlı projesinin geldiği aşamayı gösteriyor 

ABD’nin kendi çıkarları çerçevesinde bölgeyi dizayn edip sınırları yeniden çizen Büyük Ortadoğu Projesi her geçen gün nihai hedefine adım adım ilerliyor. 
Bir başka tespit de şöyledir. Önemli olduğu için tekrarlayalım;"PKK açılımı"nın kısa döneme ait maddeleri ile orta ve uzun vadedeki, (Anayasa değişiklikleri 
dahil) düzenlemeleri bu kitapta ayrıntılarıyla yer almaktadır. AB’ye uyum (!) düzenlemeleri gibi, PKK açılımının kaynağı da, yine PKK’ya ait olan bu proje 
kitaptır. 

BOP’un Türkiye bölümü olarak gördüğümüz bu Proje kitap ile, kendisine BOP’un eşbaşkanı diyen sayın Erdoğan arasında bir bağ olabilir mi? Bu soruya 
cevap arayanlara yardımcı olmak düşüncesiyle, büyük bir parantez açalım ve sayın Erdoğan’ın, BOP eşbaşkanlığı görevinin ne olduğunu doğru olarak 
anlayabilmek için, kendi ifadesine, sadece iki örnekle müracaat edelim. 
BOP’un amacı belli...

Birincisi; "Büyük Ortadoğu Projesi’nin amaçları bellidir ve o amaçların içerisinde Türkiye’nin üstlendiği görev de bellidir. BOP Ortadoğu barışına yönelik 
olarak kurulmuş ve bunun yanında ekonomik kalkınmasına yönelik, oradaki özgürlüğe yönelik, kadın haklarına yönelik, eğitim özgürlüğünü daha ileri 
safhalara taşımak için kurulmuş ve atılmış bir adımdır ve burada Türkiye’ye de bir görev verildi ve biz bu görevi üstlendik." (13.01.2009 TBMM Grup 
konuşması) 

İkincisi; "Amerika’nın ’Büyük Ortadoğu Projesi’var ya, "Genişletilmiş Ortadoğu yani, bu proje içerisinde Diyarbakır bir yıldız olabilir, bir merkez olabilir. Bunu 
başarmamız lazım." (18.2.2004 Hürriyet) 

Bütün bu bilgilerin ışığında, sayın Başbakan Erdoğan’a verilen BOP eşbaşkanlığı göreviyle, bu yaşananların; Irak’ın mahvedilmesi ve PKK bölücü terör örgütünün nasıl bir bağlantısının olabileceğini düşünmeli ve açıklığa kavuşturmalıyız. Çünkü bu husus çok önemlidir. 

" PKK Açılımı " ve kafa karıştıran tartışmalar; 

İktidar sahipleri ve yandaşlarının iddia ettiği; "PKK açılıma karşıdır. Tasfiye olacağını anladığı için terör yoluyla provokasyon yapıyor" şeklindeki 
değerlendirmelerin yanlış ve tehlikeli olduğunu söylemeliyiz. 
PKK şartlarını kabul ettirdikçe, meşruiyet ve güç kazanmaktadır. Açılım paketinin gereği yapıldığında devletin hukuna dahil olacak ve etnik kimliğiyle temsil 
noktasına çıkacaktır. Bu kazanımlarla düşman saydığı Türkiye’yi gerilettiğine, vura vura mevzileri düşürdüğüne inanarak daha büyük boyutlu saldırıları 
düşünecektir. Kandil’den inen teröristlerin Habur’da zafer işareti yapmaları bunun bir delilidir. Terör örgütünün kazandığını düşündüğü bir sırada saldırıları 
durdurmasını beklemek, safça bir davranış olur. 
Onun için iddia edildiği gibi örgüt "provokasyon" yapmıyor, aksine saldırılarını artırıyor. Hatırlayalım, PKK’lılar TRT-6 yayına başladığında, özetle; "Vura 
vura dilimizi aldık. Yarın da toprağımızı alacağız" dememiş miydi? Örgütün mantığı böyledir. Siz bunu anlayamazsanız, çook, çok kan akar. 
Hiç şüphe yok ki, PKK hedeflerine ulaşıncaya kadar teröre devam edecektir. Bu gerçek iyi bilinmelidir. İlk hedefi Türkiye Cumhuriyeti’ne ortak olmaktır. Sonra 
1978 kuruluş bildirisi 1’inci maddesinde açıkladığı gibi; "Bağımsız, Birleşik, Demokratik Kürdistan Cumhuriyeti"nin kuruluşuna geçmektir. 
PKK örgütlenmesini de buna göre yapmaktadır. Teröristbaşının talimatıyla Türkiye, Irak, İran ve Suriye topraklarını esas alan konfederal bir sistemi 
gerçekleştirmek amacıyla kurulan KCK, (PKK’nın Türkiye Meclisi) şehirlerde kaos çıkarmaya ve bölgelerde özerk yasama, yürütme ve yargı sistemi 
oluşturmaya çalışmaktadır. Son zamanlarda sokakları ateşe veren KCK, "şehir terörü"nü tırmandırarak, kalkışma günü için ortam hazırlamaktadır. 
Alt yapı hazırlanıyor 

Bu konuda, ABD’nin desteğiyle Suriye vizesinin kaldırılması, Bağdat’ta iki ülke bakanlarının "ortak hükümet" toplantısı yapma maskaralığı gibi gelişmeler, 
sanki Barzani yönetimiyle ilişkilerin ve Güneydoğumuzla bütünleşmenin psikolojik alt yapısını hazırlıyor. 
Bu konuda daha da ileri giden AKP milletvekili Mir Dengir Fırat bakınız neler söylüyor; "Irak halkı federal bir yapıyı tercih etti, oranın adı Kuzey Irak değil 
Kürdistan’dır, saygılı olmalıyız. Kürdistan’a vize kaldırılmalı. Erbil’den sonra Süleymaniye’de de konsolosluk açmalıyız. Banka şubeleri açılmalı, ticareti 
artırmalıyız.. vs. 

Meğer Irak Anayasası’nı işgalci ABD değil de, Irak halkı yapmış ve federal bir yapıyı kabul etmiş. Biz de buna saygılı olmalıymışız. Demek ki kardeş Irak’ta, 
1.5 milyon Müslüman boşuna öldürülmüş, iğrenç işkence ve tecavüzler boşuna yapılmış, Irak boşuna mahvedilmiş, yüzbinlerce namuslu kadın boşuna 
pazarlara düşmüş, ülke boşuna kanlı bir arenaya döndürülmüş, Türkmenler boşuna toplu katliama maruz kalmış, liderleri boşuna suikastlara kurban gitmiş 
ve boşuna Barzani’nin azınlığı yapılmış. 

Demokrasiden Anladıkları!.. 

Şu hale bakınız, yaşanan bu facialar adamın umurunda değil. Bunların insan haklarından, demokrasiden, özgürlükten, kardeşlikten, barıştan anladıkları belki 
de bu.. 
Zannedersiniz ki adam, kurulacak "Birleşik devletin" başına oturacak. Ne de olsa Kommagene Krallığından geliyor. Diyarbakır Belediye Başkanı’nın devletimize ve hükumetimize alenen küfretmesi, herkese laf yetiştiren Başbakanın bunu sineye çeker gibi susması, ele başlarının televizyonlara çıkıp, "ya ortak devlete razı olursunuz, ya da Türkiye bölünecektir" şeklinde savurdukları tehditler, Haçlı projesinin geldiği aşamayı gösteriyor olmalıdır. Hatırlanacak olursa, teröristbaşı da Türkiye’ye 2009 sonuna kadar süre tanımıştı. Ülkemizi korumakla görevli yöneticilerimiz ne yapıyor? 
Vatanımızda böylesine vahim durumlar yaşanırken, siyasi iktidar ne yapıyor diye soralım ve manzarayı görmeye çalışalım. 

İki Dilli Devlet!.. 

1- Bölücü teröre karşı "demokratikleşme" ve "özgürleşme" çerçevesinde başlatılan "PKK açılımı" ile "iki kimlikli", "iki dilli" devlet düzenine doğru adımlar 
atılıyor. 

2- Terör örgütü şehirleri ateşe verirken, güvenlik güçleri ya ortalarda görünmüyor, vatandaşın mal-can güvenliği teröristlerin insafına terkediyor, yada yetersiz güçle müdahale edildiğinden polisimiz çok zor durumda kalıp panzerleri yakılıyor ve canını kaçarak kurtarmaya çalışıyor. 

3- Ankara’da; yerli ve yabancı güçler tarafından, devletin beyni diyebileceğimiz en tepedeki organ ve kurumların kuşatılması sürüyor ve güven bunalımı 
derinleşiyor, karar alma mekanizması zayıflıyor; Anayasa Mahkemesi, Danıştay, Yargıtay, bazı mahkemeler, hakim ve savcılar, Türk Silahlı Kuvvetleri ve 
bazı etkili kişilere karşı, müthiş bir baskı ve medya kampanyası desteğinde yıpratma programı uygulanıyor. 

4- Borç batağındaki, üretim gücü gerileyen ülke ekonomisi çöküntüye sürükleniyor. 

Bütün dünya; devletimizin içinde bulunduğu bu durumu, kendini devlet zanneden bazı iktidar sahiplerinin rolünü, bölgede kanun hakimiyetinin 
kurulamadığını, buna karşılık örgüt otoritesinin güçlendirildiğini seyrediyor. 

Çaremiz vardır ;

Bu ağır tablo karşısında seyirci kalınamaz, her halde yapılacak çok şeyler vardır. Kimse dur bakalım, bekleyip görelim diyemez. Çünkü yok olmanın 
denemesi de olmaz. Aynen ölümün denemesinin olmadığı gibi. O halde ayağa kalkarak kurtuluşun da, çarenin de kendimizde olduğunu görmeliyiz. Her şeyden önce, bu milletin de, bu devletin de çok güçlü olduğuna inanmalıyız. Çare bu gücün harekete geçirilmesindedir. Bunun ilk şartı da, milletimizin gerçekleri bilmesine bağlıdır. 

Bu görev de gerçeği bilenlere, felaketin farkında olanlara düşmektedir. 
Tabii felaketin farkında olduğu halde; iktidardan nemalananlar, dünyalığını tutanlar ve beklentileri olanlardan, tuzu kurulardan, sırça köşkten etrafa "aman 
iktidarı sıkıntıya sokacak işler yapmayın" fetvası yayanlardan, mevkii, dünya görüşü ne olursa olsun medet umulamaz. 

Namus Erbabına düşen görev 

Onun için bu mukaddes görev, felaketi farkındaki namus erbabının omuzlarındadır. Namus erbabı; durmadan, dinlenmeden vatandaşa, "PKK Açılımı"nın gerçek yüzünü, bu aziz vatanı bölmek isteyen Son Haçlı Seferi olduğunu anlatmak zorundadır. Demokrasilerde partilerin, en çok korktukları gücün vatandaşın oyu ve sandık olduğu bilinciyle, her vesileyle sorumlu AKP yöneticilerine, sesini yükselterek uyarmanın yolunu bulmalıdır. Bu yolda vebalin en büyüğü ise, AKP’li bakan, milletvekili ve parti yöneticilerindedir. Bu sorumlular ilk önce; Parti ve hükümet yetkililerine, kökeni ne olursa olsun hepimizin Türk Milleti’nin eşit ve şerefli evladı olduğumuzu, etnisite/ırk kümelerine göre ayrıştırmanın, yok olmak anlamına geldiğini izah etmelidirler. 
Açılım sona erdirilmelidir 

Tabii her şeyden evvel de, " PKK açılımı"nın acilen durdurulması için çalışılmalıdır. Bu yanlıştan dönülmezse, Ülkemizin kanlı bir kargaşanın içine 
sürükleneceği açık bir dille anlatılmalıdır. 

Özetlenen bu demokratik çalışmalar yapılabilirse, ülkemizin büyük bir felaketin eşiğinden dönmüş olacağına şüphe yoktur.. Hem de en kestirme yoldan. Eğer 
bu demokratik çalışmalardan beklenen sonuç alınamazsa, kesin çözümün tarihi önümüzdeki milletvekili seçimleri olacaktır.. Seçmen vatandaşlar tereddüdü 
bırakarak, ülkemizi ağır bir çıkmaza sürükleyenleri, yüzümüze karşı ve çekinmeden, hala " Bize BOP’un eş başkanlığı görevi verildi" diye övünenleri, sandıkta azletmeli dir. Verilen mukaddes emanet geri alınmalıdır. Vebalden kurtulmanın da, milletimizin selamete çıkmasının da yolu bu kadar açık ve kolaydır. 

halde buyurun bu milli göreve. 


***** 

Son Haçlı Seferi PKK AÇILIMI BÖLÜM 7






Son Haçlı Seferi PKK AÇILIMI  BÖLÜM 7 



Ayrışmayı körükleyecek çok tehlikeli adımlar... 

Eğer Anayasa’nın esas hükümlerini çiğneyerek devlet tarafından ana dilin öğretimi başlatılırsa, arkasından ana dilde eğitim gündeme gelecektir. 

21 KÜRTÇE YAYINA YENİ DÜZEN: 

RTÜK Yasası’nda yapılacak değişiklikle Kürtçe yayınlarla ilgili yeni düzenlemeler yapılacak. Özel televizyon ve radyoların Kürtçe yayın yapmasına izin 
verilecek.

Devlet televizyonunun 24 saat kurmanç lehçesinden yayınının yanında, bütün özel televizyon ve radyolar da 24 saat yayın yapacak. Bunun adına, asırlardır 
müstakil bir dil olamayıp, bölge ve etnik lehçe durumunda kalan Kurmançcayı, zorlayarak, tepeden inme mühendislik metodlarıyla dil haline getirme gayreti 
denir. 

Bu boşuna bir gayrettir, çünkü Farsça, Arapça ve Türkçe gibi büyük dil ve medeniyetlerin arasında kalmış olan bir lehçenin gelişmesi düşünülemez, 
muhafaza edilebilirse, ancak bugünkü kadar mümkün olabilir. Dillerin gelişmesi, her şeyden önce ihtiyacın şiddetine, sonra da sosyal ve kültürel gelişmişlik 
kapasitesine bağlıdır.

Öyleyse, AB ve PKK bunu niçin ısrarla istiyor? Gayet açık, örgütün, nazari planda da olsa farklı bir kimliğe ihtiyacı vardır. Bir de bu kimliği muhatabına kabul 
ettirebilirse, ayrı bir millet olduğu iddiasına, kendisi ve yandaşları inanacaklardır. Buna çok ihtiyaç vardır. Çünkü şu durumda, Türk kültür ve medeniyet 
dairesinin içindedirler, temelde farklı oldukları, dil dahil hiçbir unsura dayanmamakta dırlar. 

Etnik lehçe ile TV yayını;

Buna rağmen bu mesele çok önemlidir. Çünkü terör örgütüne bu kadarı yeter. Konunun bir de, silahtan daha yıkıcı olan psikolojik mücadele tarafı vardır ki, 
Türkiye bu alanda yok denecek durumdadır. Bu dengesizliğe bir de özel Tv. ve radyoların etnik lehçeyle 24 saat yayın yapmasını, PKK’yı kullanan 
emperyalistlerin gelişmiş tekniklerle bu imkanı değerlendireceğini düşünelim. Zihinler nasıl karıştırılacak, mikrop ilaç gibi nasıl sunulacak, varın siz hesap edin. 

Bu konuda bir de batı ülkelerine bakalım. Değerli bilim adamı İskender Öksüz beyin "En İyi Entegrasyon Asimilasyondur" başlıklı yazısının ilgili bölümü 
aynen şöyle; 

"Geçtiğimiz hafta, 14 Bulgar parlamenter, Bulgaristan’da Bulgar Millî Televizyonunda, günde on dakikayla sınırlı Türkçe haber yayınının kaldırılması için kanun teklifi verdi. Berlin’den yayın yapan Radio Berlin-Brandenburg (RBB), 34 yıldır Multi-Kulti Radyosu adı altında sürdürdüğü Tükçe yayınları 2008 yılında 
kaldırdı. 

Nordrhein-Westfalia eyaletine yayın yapan WDR’in Köln stüdyolarında hazırlandığı için Türklerin Köln Radyosu diye tanıdıkları Funkhaus Europa, şu anda Pazartesi-Cuma arası saat 6.05-7.00 ve 19.20-20.00, Pazar 19.30-20.00 arasında olmak üzere haftada toplam 10,5 saat Türkçe yayın yapar. 1 Ocak 2010 tarihinden itibaren, sabah yayınları tamamen kaldırılarak Türkçe yayınlar haftada 5 saate indiriliyor. 

Yine Almanya’da, Hessen eyaletine yayın yapan HR, WDR’de hazırlanan Türkçe yayınları sabahları orta dalga üzerinden aktarıyordu. HR, 1 Ocak 2010’dan 
itibaren Türkçe yayınları tamamen kaldırma kararı aldı. 

Alman Haber Ajansı (DPA) 1 Ocak 2009’da başladığı Türkçe yayın servisini, 1 Nisan 2009’da kaldırdı. 
Fransa devlet radyo televizyonu Radio France Internationale (RFI) haftada toplam 1 saat Türkçe yayın yapıyordu. 2007 yılında kaldırdı. RFI’nin internet 
sitesindeki Türkçe bilgi bölümü de 1 Ocak 2010’dan itibaren kalkacak. 
Belçika’da Flamanca yayın yapan BRT televizyonu, Cumartesi günleri 30 dakika süreyle Babel (Babil) başlığıyla yaptığı Türkçe TV yayınını 1997’de kaldırdı. 

Çifte Standartlı Batı;

Fransızca yayın yapan RTBF, aynı şekilde haftada yarım saat olan haber ağırlıklı Türkçe yayınlarını 1992’de kaldırdı. 

Sözde çok kültürlü! 

Hollanda resmi devlet yayın kurumu NOS/NPS, oradaki Türk toplumu için Radio 5 frekansından Cumartesi günleri saat 15.02-15.45 arası yayınlanan Türkçe 
haber programına 4 Eylül 2008 tarihinde son verdi. 
Danimarka’da 1 Ocak 1980 tarihinde Radio Denemark (DR) ’ta başlayan ve günde 15 dakikayla sınırlı Türkçe radyo yayını 2005 yılında sonlandırıldı. 
İsveç devlet radyosu haftalık 15 dakikalık Türkçe radyo yayınlarına 15 Ocak 2006 tarihinde son verdi." (Prof. Dr. İskender Öksüz, Star Gzt. Açık Görüş 
17.12.2009) 

"Özgürlükçü" ve "demokrat" batı, bizim ensemizde boza pişirirken, kendisi "çok kültürlülüğe" nasıl bakıyor, dakikalarla sınırlı yayına bile izin vermiyor, işte 
örnekleri. Üstelik, dilleri ve kültürleri unutturularak asimile edilecek olan bu insanlar bizim vatandaşılarımızdır ve bulundukları ülkenin kimliğiyle herhangibir 
kimlik ihtilafları da yoktur. .

Bu örnekleri görünce güzel ülkemizin, uğradığı ihanete, sahipsizliğe, nankörce, sorumsuzca ve hovardaca yönetilmesine nasıl yanmazsınız? 

22 ANADİLDE EĞİTİM YOK: 

Ancak anadilin öğrenilmesinin önündeki tüm engeller kaldırılacak. 
Önce bu eğitim ve öğretim işi devlet kurumlarında yapılacağına göre, Anayasa’nın "Başlangıç ilkelerine," 3’üncü maddesindeki "Devletin dili Türkçe", 42’nci maddedeki, "Türkçe’den başka hiçbir dil, eğitim ve öğretim kurumlarında, Türk vatandaşlarına ana dilleri olarak okutulamaz ve öğretilemez." hükümlerine 
aykırı olduğunu söyleyelim. 

Sonra bunu kimler istiyor diye soralım? Tabii ki, AB-APO-PKK-DTP, hatta ABD. 

Öte yandan ana dilin, adı üstünde anadan öğrenilen dil olduğunu, bunun önünde hiçbir engelin bulunmadığını ve bulunamayacağını belirtelim. Sıkca 
söylendiği gibi ana dillerin konuşulması yasak değildir. İsteyen istediği gibi konuşabilir, ihtiyaç duyduğu sürece de konuşacaktır. Eğer ileri sürüldüğü gibi 
yasak olsaydı, bin yıllık tarihimizde, Türkçe’den başka dil mi kalırdı? Buna rağmen neden "anadilin öğrenilmesinin önündeki tüm engeller kaldırılacak" 
deniliyor? Herhalde, burada kastedilen devletin öğretmesinin önündeki engellerdir. Evet engeller vardır. İlk engel Anayasamızın amir hükümleridir. İkinci engel evrensel çağdaş hukuktur. Burada da devletin ana dillerden, hem öğretim, hem de eğitim yapması kabul edilmiyor. Bunun için gelişmiş ülkelerde 
bunun örneği yoktur. 

Erdoğan da savundu 

Eğer anayasayı çiğneyerek devlet tarafından ana dilin öğretimi başlatılırsa, arkasından ana dilde eğitim gündeme gelecektir. Başbakan Erdoğan da böyle 
düşündüğünü 1991 yılında RP Genel Başkanı Erbakan’a verdiği "Kürt meselesi" adlı raporda şöyle açıklıyor: "Ana dilde eğitim haklarını verelim. Türkiye’de 
dileyen herkesin kendi anadilinde eğitim-öğretim yapabilmesini 
savunmalıyız." 

AB’de 2000 yılından itibaren, "Katılım Ortaklığı Belgesiyle" bunu istiyor. Yani iki dilli devlet gündeme getirilecektir. Zaten esas hedef de budur. 

23 KÜRTÇE KURSA DÜZEN:

Yasa değiştirilecek. Kürtçe kurs merkezleri birçok dilde eğitim verebilecek. 
Bu düzenleme Anayasamızın ilgili maddelerine aykırıdır. 
Geçmişte bu kursların özel olarak açılması serbest bırakılmıştı. Ancak katılım olmadığı için açılanlar zarar etmiş ve kapanmıştı. Bu deneme çok önemliydi. 
Çünkü halkın böyle bir ihtiyacının olmadığı açıkça ortaya çıkmıştı. Bunu, Türkiye’yi bölme projesinin gereği olarak PKK ve AB istiyordu. 
Kurslar böylece kendiliğinden kapanınca, bu defa AB parasını Türkiye’nin vermesini ve devlet tarafından açılmasını istedi. Şimdi yapılmak istenen de budur. 
Ayrıca başka "birçok dilde eğitim" vermek suretiyle, kurslar cazip hale getirilmek isteniyor. Görüldüğü gibi etnik dil ve kimliğin oluşturulması amacıyla, akıl 
almaz zorlamalar yapılıyor. Bunlar yapıldıkça da terör örgütü güçlenecek ve iki dilli devlet hedefine yaklaşacaktır. 

Yarın: ENSTİTÜ KURULACAK 
17/01/2010 - 02:23:36 

8 Cİ  BÖLÜM İLE  DEVAM EDECEKTİR

******

Son Haçlı Seferi PKK AÇILIMI BÖLÜM 6





Son Haçlı Seferi PKK AÇILIMI  BÖLÜM 6 


Ayrışmayı körükleyecek çok tehlikeli adımlar... 
Eğer Anayasa’nın esas hükümlerini çiğneyerek devlet tarafından ana dilin öğretimi başlatılırsa, arkasından ana dilde eğitim gündeme gelecektir. 

21 KÜRTÇE YAYINA YENİ DÜZEN: 

RTÜK Yasası’nda yapılacak değişiklikle Kürtçe yayınlarla ilgili yeni düzenlemeler yapılacak. Özel televizyon ve radyoların Kürtçe yayın yapmasına izin 
verilecek. 

Devlet televizyonunun 24 saat kurmanç lehçesinden yayınının yanında, bütün özel televizyon ve radyolar da 24 saat yayın yapacak. Bunun adına, asırlardır 
müstakil bir dil olamayıp, bölge ve etnik lehçe durumunda kalan Kurmançcayı, zorlayarak, tepeden inme mühendislik metodlarıyla dil haline getirme gayreti 
denir. 
Bu boşuna bir gayrettir, çünkü Farsça, Arapça ve Türkçe gibi büyük dil ve medeniyetlerin arasında kalmış olan bir lehçenin gelişmesi düşünülemez, 
muhafaza edilebilirse, ancak bugünkü kadar mümkün olabilir. Dillerin gelişmesi, her şeyden önce ihtiyacın şiddetine, sonra da sosyal ve kültürel gelişmişlik 
kapasitesine bağlıdır.

Öyleyse, AB ve PKK bunu niçin ısrarla istiyor? Gayet açık, örgütün, nazari planda da olsa farklı bir kimliğe ihtiyacı vardır. Bir de bu kimliği muhatabına kabul 
ettirebilirse, ayrı bir millet olduğu iddiasına, kendisi ve yandaşları inanacaklardır. Buna çok ihtiyaç vardır. Çünkü şu durumda, Türk kültür ve medeniyet 
dairesinin içindedirler, temelde farklı oldukları, dil dahil hiçbir unsura dayanmamaktadırlar. 

Etnik lehçe ile TV yayını 

Buna rağmen bu mesele çok önemlidir. Çünkü terör örgütüne bu kadarı yeter. Konunun bir de, silahtan daha yıkıcı olan psikolojik mücadele tarafı vardır ki, 
Türkiye bu alanda yok denecek durumdadır. Bu dengesizliğe bir de özel Tv. ve radyoların etnik lehçeyle 24 saat yayın yapmasını, PKK’yı kullanan 
emperyalistlerin gelişmiş tekniklerle bu imkanı değerlendireceğini düşünelim. Zihinler nasıl karıştırılacak, mikrop ilaç gibi nasıl sunulacak, varın siz hesap 
edin. 

Bu konuda bir de batı ülkelerine bakalım. Değerli bilim adamı İskender Öksüz beyin "En İyi Entegrasyon Asimilasyondur" başlıklı yazısının ilgili bölümü 
aynen şöyle; 

"Geçtiğimiz hafta, 14 Bulgar parlamenter, Bulgaristan’da Bulgar Millî Televizyonunda, günde on dakikayla sınırlı Türkçe haber yayınının kaldırılması için kanun teklifi verdi. Berlin’den yayın yapan Radio Berlin-Brandenburg (RBB), 34 yıldır Multi-Kulti Radyosu adı altında sürdürdüğü Tükçe yayınları 2008 yılında 
kaldırdı. 

Nordrhein-Westfalia eyaletine yayın yapan WDR’in Köln stüdyolarında hazırlandığı için Türklerin Köln Radyosu diye tanıdıkları Funkhaus Europa, şu anda Pazartesi-Cuma arası saat 6.05-7.00 ve 19.20-20.00, Pazar 19.30-20.00 arasında olmak üzere haftada toplam 10,5 saat Türkçe yayın yapar. 1 Ocak 2010 tarihinden itibaren, sabah yayınları tamamen kaldırılarak Türkçe yayınlar haftada 5 saate indiriliyor. 
Yine Almanya’da, Hessen eyaletine yayın yapan HR, WDR’de hazırlanan Türkçe yayınları sabahları orta dalga üzerinden aktarıyordu. HR, 1 Ocak 2010’dan 
itibaren Türkçe yayınları tamamen kaldırma kararı aldı. 

Alman Haber Ajansı (DPA) 1 Ocak 2009’da başladığı Türkçe yayın servisini, 1 Nisan 2009’da kaldırdı. 
Fransa devlet radyo televizyonu Radio France Internationale (RFI) haftada toplam 1 saat Türkçe yayın yapıyordu. 2007 yılında kaldırdı. RFI’nin internet 
sitesindeki Türkçe bilgi bölümü de 1 Ocak 2010’dan itibaren kalkacak. 
Belçika’da Flamanca yayın yapan BRT televizyonu, Cumartesi günleri 30 dakika süreyle Babel (Babil) başlığıyla yaptığı Türkçe TV yayınını 1997’de kaldırdı. 
Çifte standartlı Batı Fransızca yayın yapan RTBF, aynı şekilde haftada yarım saat olan haber ağırlıklı Türkçe yayınlarını 1992’de kaldırdı. 

Sözde çok kültürlü! 

Hollanda resmi devlet yayın kurumu NOS/NPS, oradaki Türk toplumu için Radio 5 frekansından Cumartesi günleri saat 15.02-15.45 arası yayınlanan Türkçe 
haber programına 4 Eylül 2008 tarihinde son verdi. 
Danimarka’da 1 Ocak 1980 tarihinde Radio Denemark (DR) ’ta başlayan ve günde 15 dakikayla sınırlı Türkçe radyo yayını 2005 yılında sonlandırıldı. 
İsveç devlet radyosu haftalık 15 dakikalık Türkçe radyo yayınlarına 15 Ocak 2006 tarihinde son verdi." (Prof. Dr. İskender Öksüz, Star Gzt. Açık Görüş 
17.12.2009) 

" Özgürlükçü " ve " Demokrat " batı, bizim ensemizde boza pişirirken, kendisi "çok kültürlülüğe" nasıl bakıyor, dakikalarla sınırlı yayına bile izin vermiyor, işte 
örnekleri. Üstelik, dilleri ve kültürleri unutturularak asimile edilecek olan bu insanlar bizim vatandaşılarımızdır ve bulundukları ülkenin kimliğiyle herhangibir 
kimlik ihtilafları da yoktur. . 
Bu örnekleri görünce güzel ülkemizin, uğradığı ihanete, sahipsizliğe, nankörce, sorumsuzca ve hovardaca yönetilmesine nasıl yanmazsınız? 

22 ANADİLDE EĞİTİM YOK:

Ancak anadilin öğrenilmesinin önündeki tüm engeller kaldırılacak. 
Önce bu eğitim ve öğretim işi devlet kurumlarında yapılacağına göre, Anayasa’nın "Başlangıç ilkelerine," 3’üncü maddesindeki "Devletin dili Türkçe", 42’nci maddedeki, "Türkçe’den başka hiçbir dil, eğitim ve öğretim kurumlarında, Türk vatandaşlarına ana dilleri olarak okutulamaz ve öğretilemez." hükümlerine 
aykırı olduğunu söyleyelim. 

Sonra bunu kimler istiyor diye soralım? Tabii ki, AB-APO-PKK-DTP, hatta ABD. 
Öte yandan ana dilin, adı üstünde anadan öğrenilen dil olduğunu, bunun önünde hiçbir engelin bulunmadığını ve bulunamayacağını belirtelim. Sıkca 
söylendiği gibi ana dillerin konuşulması yasak değildir. İsteyen istediği gibi konuşabilir, ihtiyaç duyduğu sürece de konuşacaktır. Eğer ileri sürüldüğü gibi 
yasak olsaydı, bin yıllık tarihimizde, Türkçe’den başka dil mi kalırdı? Buna rağmen neden "anadilin öğrenilmesinin önündeki tüm engeller kaldırılacak" 
deniliyor? Herhalde, burada kastedilen devletin öğretmesinin önündeki engellerdir. Evet engeller vardır. İlk engel Anayasamızın amir hükümleridir. İkinci engel evrensel çağdaş hukuktur. Burada da devletin ana dillerden, hem öğretim, hem de eğitim yapması kabul edilmiyor. Bunun için gelişmiş ülkelerde 
bunun örneği yoktur. 

Erdoğan da savundu 

Eğer anayasayı çiğneyerek devlet tarafından ana dilin öğretimi başlatılırsa, arkasından ana dilde eğitim gündeme gelecektir. Başbakan Erdoğan da böyle 
düşündüğünü 1991 yılında RP Genel Başkanı Erbakan’a verdiği "Kürt meselesi" adlı raporda şöyle açıklıyor: "Ana dilde eğitim haklarını verelim. Türkiye’de 
dileyen herkesin kendi anadilinde eğitim-öğretim yapabilmesini 
savunmalıyız." 

AB’de 2000 yılından itibaren, "Katılım Ortaklığı Belgesiyle" bunu istiyor. Yani iki dilli devlet gündeme getirilecektir. Zaten esas hedef de budur. 

23 KÜRTÇE KURSA DÜZEN: 

Yasa değiştirilecek. Kürtçe kurs merkezleri birçok dilde eğitim verebilecek. 
Bu düzenleme Anayasamızın ilgili maddelerine aykırıdır. 
Geçmişte bu kursların özel olarak açılması serbest bırakılmıştı. Ancak katılım olmadığı için açılanlar zarar etmiş ve kapanmıştı. Bu deneme çok önemliydi. 
Çünkü halkın böyle bir ihtiyacının olmadığı açıkça ortaya çıkmıştı. Bunu, Türkiye’yi bölme projesinin gereği olarak PKK ve AB istiyordu. 
Kurslar böylece kendiliğinden kapanınca, bu defa AB parasını Türkiye’nin vermesini ve devlet tarafından açılmasını istedi. Şimdi yapılmak istenen de budur. 
Ayrıca başka "birçok dilde eğitim" vermek suretiyle, kurslar cazip hale getirilmek isteniyor. Görüldüğü gibi etnik dil ve kimliğin oluşturulması amacıyla, akıl 
almaz zorlamalar yapılıyor. Bunlar yapıldıkça da terör örgütü güçlenecek ve iki dilli devlet hedefine yaklaşacaktır. 

AÇILIMIN ŞİFRELERİ 

Mezopotamya Projesi: 4’lü Kürt federasyonu! 

* Turgut Özal, Alman Frankfurter Allgemeine gazetesine verdiği demeçte, bölgede kurulacak bir Kürt federasyonunun Türkiye için zararlı olacağına 
inanmadığını söylüyordu. 

* Türkiye, İran, Irak ve Suriye’deki “4 parça Kürdistan” ı birleştirip, bölgede Asurlular gibi bir devlet kurmadıktan sonra, ne Ahmet Türk’ün ciğeri soğuyacak, 
ne Abdullah Öcalan’ın ne de Barzani ve Talabani’nin 

* Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, 2009 Ağustos ayında, Irak, Suriye gezisine çıkmadan önce “İki ülke arasında güçlü bir stratejik işbirliğinin ortaya 
çıkması, ortak bölge olan Mezopotamya Havzası ve Orta Doğu’yu refah ve istikrar alanı haline dönüştürecektir. Bu bizim vizyonumuzdur” diyordu 
Yörünge dergisinin 17-24 Mart 1991 sayısında “Gizli Belgelerde Kürt Örgütler” başlıklı incelemede, “Cumhurbaşkanı Turgut Özal, Alman Frankfurter 
Allgemeine gazetesine verdiği demeçte, bölgede kurulacak bir Kurt federasyonunun Türkiye için zararlı olacağına inanmadığını söylüyordu Özal, 
önümüzdeki günlerde ABD’de Kürt Federasyonu planını Başkan George Bush ile tartışacak” deniliyordu. 

Ahmet Türk’ün “4 parça Kürdistan” söylemi ve açılım! 

DTP Genel Başkanı Ahmet Türk ise partisi kapanmadan önce gittiği Erbil’deki konuşmasında “Kürtler arasında ortak bir fikir olması önemlidir. Dönem diyalog 
dönemidir. Silahlı mücadele dönemi değildir. Türkiye’de yaşanan Kürt sorununu biz diyalogla çözmek istiyoruz. Bizim amacımız halkların kardeşliği 
temelinde bir çözümdür. Kürtlerin üzerindeki baskılar ancak demokrasi ile çözülür. Avrupa Birliği bir birliktir. Neden Ortadoğu halkları arasında da bir birlik 
oluşmasın ve birbirlerini tanımasınlar. 4 parça Kürdistan’da Kürtler zorluk içinde ve baskı görüyor. Bu baskılar kalkmalıdır ve bu baskılar da demokrasi ile 
kalkar. Herkes kendini demokrasi ile ifade eder” dedi. 

Demek ki, mesele demokratik açılımla, TRT Şeş ile Kürtçe kurs açmakla hatta Kürtçe eğitimle bitmiyordu. Türkiye Cumhuriyeti Devleti, taviz verdikçe, PKK 
ve DTP daha fazlasını isteyecek. Türkiye, İran, Irak ve Suriye’deki “4 parça Kürdistan” ı birleştirip, bölgede Asurlular gibi bir devlet kurmadıktan sonra, ne 

Ahmet Türk’ün ciğeri soğuyacak, ne Abdullah Öcalan’ın ne de Barzani ve Talabani’nin. 
Barzani ve Talabani, doğrudan İsrail istihbaratı tarafından para ve silahla desteklenerek bugünlere getirilmiştir. Yani onların emelleri İsrail’in emelleriyle 
karışıktır. Son açıklamalardan anladığımız odur ki, Ahmet Türk ve Öcalan’ın emelleri de sınırlarını MOSSAD’ın çizdiği “Büyük Kürdistan” hedefi ile aynıdır! 
Bu haritayı eski Amerikan Büyükelçisi Pearson, “Erzurum’dan Bağdat’a uzanan bölge tek bir ekonomik bölge olacaktır” diye açıklıyordu. Barzani’nin İnternet 
sitesinde de haritaların altına, “Bu bölge sadece ekonomik bir bölge olarak kalmayacak, tek bir siyasi bölge haline gelecektir. İşgalci Türk Ordusu, Kuzey 
Kürdistan’dan çekilecektir” yorumu yapılıyordu. 

Bu durumda demokratik açılım neye yarar? Türkiye’nin kendi eliyle kendi coğrafyasını, kurulmakta olan İsrail güdümlü bir devlete şimdiden peşkeş 
çekmesine yarar! 

PKK açılımının ardında, İsrail’in “Mezopotamya Projesi” var! 

Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, Ağustos ayında, Irak, Suriye gezisine çıkmadan önce “İki ülke arasında güçlü bir stratejik işbirliğinin ortaya çıkması, ortak 
bölge olan Mezopotamya Havzası ve Orta Doğu’yu refah ve istikrar alanı haline dönüştürecektir. Bu bizim vizyonumuzdur” demişti. 
Cengiz Çandar da “Bağdat’ta ’Mezopotamya Birliği’nden Silopi’de ’Barış Grupları’na” başlıklı yazısında “Türkiye ile İsrail ilişkilerinde ara açılırken, Suriye ile 
vizeyi kaldırarak 40, Irak’la ’iki devlet-tek hükümet’sloganı ile adeta entegrasyona giderek 48 anlaşma imzalanmasının kendiliğinden bölge dengelerine 
getireceği ’devrimci değişikliği’görmek gerekiyor” ifadelerini kullanmıştı. 
Bu arada, avukatları aracılığı ile konuşan terör örgütünün başı Abdullah Öcalan, şu iddiada bulundu: 
“AKP benim yol haritamdan yararlanıyor. Davutoğlu dışarıda, Erdoğan içeride bundan yararlanıyor. Ben yol haritamda Ortadoğu’daki demokratik çözümleri 
belirtirken Dicle-Fırat Havzası Demokratik Konfederalizmini önermiştim. Davutoğlu şimdi bunun görüşmelerini yapıyor Irak ve Suriye’yle.” 
Öcalan’ın daha eski tarihli açıklamalarını araştırınca, gerçekten de “Dicle-Fırat havzasında tarım, su ve enerji konfederasyonu” ifadelerini kullandığını 
görüyoruz. 

The Economist dergisi ise PKK militanlarının Türkiye’ye gelişi ile ilgili haberinde “Bu adım, Türkiye, Amerika, savaşçıların üstlendiği dağlık bölgeyi kontrol 
eden Iraklı Kürtler ve belki de PKK arasında bir yıllık gizli görüşmelerden sonra gerçekleşiyor” dedi. 
Bilindiği gibi Avrupa Birliği Komisyonu’nun 6 Ekim 2004 günü açıklanan Türkiye İlerleme Raporu’nda, Dicle ve Fırat havzalarındaki barajların ve sulama 
tesislerinin İsrail’in de dahil olduğu uluslararası bir konsorsiyum tarafından yönetilmesinden söz ediliyordu. 
AKP hükümeti, o dönemde bir taraftan, AB’nin Türkiye’de yeni azınlıklar yaratma politikasına uyum sağlarken, diğer taraftan GAP ve Orta Anadolu 
bölgelerinde İsrail yatırımlarının önünü açıyordu. İsrail ile imzalanan mutabakat metni 5 Ekim 2004 günü Resmi Gazete’de yayınlanıyor, 6 Ekim günü de 
İlerleme Raporu açıklanıyordu.

Birincisinde, İsrail, GAP bölgesi ve Orta Anadolu’ya sulama tesisleri yatırımı için davet ediliyor, ikincisinde ise bu tesislerin uluslararası yönetime 
kavuşturulacağı belirtiliyordu! 

3 Şubat 2009 tarihli ve “Olmert, Tayyip Erdoğan’ı Palandöken için mi kolluyor?” başlıklı yazımızda eski Tarım Bakanı Hüsnü Yusuf Gökalp’ın “Fırat ve 
Dicle’nin toplandığı suların havzası sadece Şanlıurfa veya Mardin’le sınırlı değildir. Kuzeyde Erzurum Palandöken Dağı’na kadar uzanır bu sınır. ’Suların 
idaresi’ne demek? Bu, Palandöken’den itibaren, idareyi onların eline vermektir. Ayrıca bu konsorsiyumda İsrail’in işi ne? Bu ülke Avrupa Birliği’nde midir? 
Belli ki ABD’nin AB’ye baskısıyla bu şart Türkiye’ye dayatılmaktadır. Bu şart asla kabul edilemez” açıklamalarına yer vermiştik. Vizyonda olan proje 
“Mezopotamya Projesi”dir. 


Büyük Tuzak 

Değerli okurlar, Açılımın Şifreleri kitabım henüz yayınlanmıştı ki Yeniçağ gazetesi Genel Yayın Müdürü Hayri Köklü, konu ile ilgili bir dizi yazı hazırlamamı 
istedi. 

Böyle durumlarda gelenek, kitabın bir özetini vermektir. Fakat ben öyle yapmadım. Kitapla aynı paralelde fakat bir kısmı yeni bilgi ve belgelerle bir dizi yazı 
hazırladım. Yazıyı bitirip teslim ettikten sonraki günlerde edindiğim bilgileri de köşe yazılarıma taşıdım. 
Kitapta 2002-2009 yılları arasında, Türkiye’nin terör gündemi ile birlikte, Irak’ın parçalanma süreci, Irak’taki Türkmen varlığının eritilmesi, Büyük Orta Doğu 
Projesi’nin, ABD, İngiltere, İsrail ve Kuzey Irak bağlantıları ve bu süreçte AKP’nin Türkiye’yi dönüştürmek için giriştiği ekonomik, hukuki, siyasi ve hatta askeri 
faaliyetler gibi konuları iç içe geçmiş olarak işledim. 

Açılım politikaları Türk okurunun takdir edeceği gibi birkaç aydır gündemde olan bir proje değil, Turgut Özal ile başlayan, AKP iktidarı ile hızlanan bir süreçtir. 
Türkiye’de etnik ırkçılık faaliyetleri ve “Gerçek ideali İslâm imiş gibi davranan menfaatçi gruplar”ın sürdürdüğü örtülü Hıristiyan misyonerliği, 21’inci yüzyıl 
başında da Türkleri tarihten silmek için kullanılıyorsa meselenin bütün yönlerini tespit ederek Türk okuruna duyurmak gerekir. Biz bütün bu açılımların 
Türkiye’ye kurulmuş tuzak olduğunu ispat ettik. Bunu yaparken de açılımın bütün şifrelerini okurun bilgisine sunduk. 

A. B. 

ABD, Türkiye’den ne istiyor? 

ABD, “Kürtçe eğitim, ikinci resmi dil, yer adları, alfabe” gibi dayatmalarda bulunuyor. Hem de 1960 yılından beri! 
TBMM’de ’Devlet Adamları Yayın Serisi’ kapsamında basılan “Alparslan Türkeş’in TBMM’deki Konuşmaları” adlı kitap, ABD’nin 1960’ta Kürtçe alfabe 
hazırladığını ve Güneydoğu’da denemek istediğini gün yüzüne çıkardı. 

MHP’nin Meclis Grubu Müdürü Hüseyin Hüsnü Uğur’un derlediği kitaba göre Türkeş’in, 28 Ağustos 1992’de Şırnak ve Güneydoğu’da devam eden olaylarla 
ilgili olarak TBMM’de yapılan genel görüşmede, “ABD, hazırladığı Kürtçe alfabeyi Güneydoğu’da tecrübe etmek için 1960’ta Genelkurmay Başkanlığı’ndan 
izin istedi” dediği anlaşıldı. Türkeş’in sözleri şöyle: 

       “1960 yılında Genelkurmay Başkanlığı’nın Eğitim Dairesi’nde, o sıralarda bir okuma - yazma şubesi vardı. Bu okuma - yazma şubesine Amerikan yardım 
kuruluşundan 3 kişilik bir heyet geliyor. Diyorlar ki, ’Biz, ilmi araştırma yapıyoruz. Doğu Anadolu’da da ilmi araştırma yapmak istiyoruz. Bunun için bir Kürtçe 
alfabe düzenlendi Amerika’da. Bu alfabeyi doğuya gidip orada tecrübe etmek istiyoruz. Bunun için Genelkurmay’ın bize yardımcı olmasını, müsaade 
etmesini rica ediyoruz’ O sırada Genelkurmay ikinci başkanı, sonradan Cumhurbaşkanımız olan rahmetli Orgeneral Cevdet Sunay Paşa idi. Mesele ona 
intikal ediyor, tabii bu, Genelkurmayda duyuluyor, hepimizde bir infiale, öfkeye de sebep oluyor, ’Bu ne demekmiş, nasıl ilmi araştırmaymış bu, buna ne 
gerek varmış?’ gibilerden ve Genelkurmay Başkanı’nın da tasvibiyle reddediliyor.. 
Şimdi bir noktaya dikkatinizi çekmek istiyorum. 1960 yılında demek ki, ’Kürtçe alfabe’ söz konusu değilmiş, yokmuş..” 
Yani Amerikalı çocuklar her sabah “Allah’ın gözetiminde bölünmez tek millet” andı içecek ama büyüyünce, kendi hazırladıkları Kürtçe alfabelerle Türk 
Milleti’nin içinden ikinci bir millet çıkarmak için çalışacaklar! 

Yarın: ENSTİTÜ KURULACAK 

7 Cİ  BÖLÜMLE DEVAM EDECEKTİR

******