Bülent Şener etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Bülent Şener etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

4 Aralık 2018 Salı

Türkiye’nin “ Köprüden Önce Son Çıkış”ı 2014 Cumhurbaşkanlığı Seçimi

  Türkiye’nin “ Köprüden Önce Son Çıkış”ı, 2014 Cumhurbaşkanlığı Seçimi,


Bülent Şener 
21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü                          
Politik-Sosyal-Kültürel Araştırmalar Merkezi
24 Haziran 2014 Salı
Türkiye’nin “Köprüden Önce Son Çıkış”ı: 2014 Cumhurbaşkanlığı Seçimi


 Giriş

        Birinci tur oylaması 10 Ağustos 2014’te gerçekleştirilecek olan ve ilk tur oylamada geçerli oyların herhangi bir aday için salt çoğunluğu (%50.001’i) 
sağlayamadığı durumda ikinci tur oylaması 24 Ağustos 2014’te yapılacak cumhurbaşkanlığı seçimine ilişkin günlerdir merak konusu olan “Çatı Aday” belli 
olduktan sonra tartışmalar daha da arttı. 16 Haziran 2014’de CHP ve MHP’nin Prof. Dr. Ekmeleddin İhsanoğlu’nun adaylığı konusunda anlaştıklarını 
açıklamalarıyla birlikte Türkiye −daha doğrusu Recep Tayyip Erdoğan’ın karşısındaki %50-55’lik muhalefet− yeni bir tartışmanın daha içine savruldu. 
“Çatı Aday”ın kimliği, ideolojisi, mesleki kariyeri, tanınırlığı üzerinden yürütülen bu yeni tartışmayla birlikte, siyasal muhalefetin ve Erdoğan’ın 
karşısındaki kamuoyunun önemli bir bölümü cumhurbaşkanlığı seçimine ilişkin esas noktayı bilerek ya da bilmeyerek gözden kaçırmaya başladı.  

          Bu cumhurbaşkanlığı seçimi siyasal [Neo]İslamcı Erdoğan ile yine siyasal İslamcı olduğu en azından önemli bir kesim tarafından düşünülen 
İhsanoğlu arasında değil, otoriter “Başkanlık Sistemi” ile liberal parlamenter demokratik sistem arasında yapılacaktır. Bu nedenle de Erdoğan’ın olası bir 
cumhurbaşkanlığının, otoriter “Başkanlık Sistemi”nin siyasal ve hukuksal temellerinin oluşturulması için büyük bir adım olacağı muhakkaktır. Hal 
böyleyken, siyasal muhalefetin ve Erdoğan’ın karşısındaki kamuoyunun önemli bir bölümünün “Çatı Aday” konusunda derinleşmeye müsait bir tartışma içerisine girmesi ve bu bağlamda bölünmesi Erdoğan’ın işini kolaylaştırmaktan başka hiçbir işe yaramayacaktır. Oysa ölçü çok basit: Ekmeleddin İhsanoğlu’nun 
cumhurbaşkanlığının Recep Tayyip Erdoğan’ın cumhurbaşkanlığından daha fazla Türk demokrasisine zarar vereceğini ortaya koyan hiçbir emare olmadığı sürece “Çatı Aday” konusunda görüş ayrılıklarına girip sandığa gitmeme, başka bir adayı ya da Erdoğan’ı destekleme kararı almanın gelecek açısından hiçbir pozitif anlamı yoktur. Bu seçim belki de Türkiye Cumhuriyeti’nin “köprüden önce son çıkış”ı olacaktır.

          Erdoğan’ın, iki aydan bile kısa sürede cumhurbaşkanı olacağı bir seçim ve ardından Mart 2014 yerel seçim verileri ışığında tespit ve tayin edeceği “dar 
bölge modeli”yle  tek başına anayasa yapabilecek sayıda milletvekili çıkaracağı bir genel seçim. Sonra da, kafasına göre kurgulayacağı otoriter (belki de 
post-modern bir tarzda totaliter) bir “başkanlık sistemi”ni  içeren demir kaplı bir anayasa... Demokrasi açısından tam bir siyasal felaket! Ve ne yazık ki bugün 
geldiğimiz noktada o siyasal felaketin kapısını yalnız AKP değil, onun karşısındaki siyasal muhalefet ve kamuoyu da açmış olacak cumhurbaşkanlığı seçim 
sürecinde yaşanan/yaşanacak tartışmalarla ve seçimde Ekmeleddin İhsanoğlu’na karşı alacağı tavırla…

           Siyasal Felaketin Başlangıcı: Erdoğan’ın Cumhurbaşkanlığı

           Birinci Dünya Savaşı sonrası ünlü İngiliz ekonomist J. M. Keynes 1919’da insanlığın içinde bulunduğu ruh halini şöyle ifade etmekteydi: 
“Kaderlerimizin ölü mevsimindeyiz. Kendi maddi refahımızın acil sorunlarının dışında hissetme ve aldırma gücümüz geçici olarak köreldi… Daha şimdiden dayanma gücümüzün ötesine geçtik ve dinlenmeye ihtiyacımız var. İnsan ruhundaki evrensel unsurun ışığı, şu anda yaşayan insanların ömürleri boyunca hiçbir zaman böylesine donuklaşmamıştı.”[1]

             Öyle zannediyorum ki, eğer Recep Tayyip Erdoğan cumhurbaşkanı seçilirse, Türkiye olarak önümüzdeki 10 yılda yaşayacaklarımız ve içinde 
bulunacağımız durumlar Keynes’in yukarıdaki sözleriyle örtüşüyor olacak. Aslında bunu doğrulamak için önümüzdeki 10 yılı bile beklemeye gerek yok, zira, Erdoğan’ın yaratacağı siyasal felaketin gelecekten bugüne düşen gölgesine ilk defa, AKP İstanbul İl Başkanı Aziz Babuşçu’nun onur konuğu olarak katıldığı ve bir konuşma yaptığı 31 Mart 2013 günü İstanbul Suriçi Derneği tarafından Eresin Otel’de (Topkapı) düzenlenen “İstanbul Toplantıları” programında yaptığı 
konuşmada şahit olmuştuk. Şöyle diyordu Babuşçu: “…Bu ülkede biz çok şey yaptık ama yaptıklarımızı bu devletin kurumsal hafızasına yazmadığımız sürece bertaraf edilmesi çok kolaydır. 10 yıllık süreç on yılların taşıdığı bir anlayışı bertaraf edebilme anlamında çok kısa bir süreçtir. Devletin kurumsal hafızasına 
düşülecek notlar açısından AK Parti daha çok daha uzun süre iktidarda olmak durumundadır. Bir parti olarak değil, bu milletin aydınlık yarınlarını inşa 
edebilmek adına böyle olmak durumundadır. …10 yıllık iktidar dönemimizde bizimle şu ya da bu şekilde bizimle paydaş olanlar, gelecek 10 yılda bizimle paydaş olmayacaklar. Çünkü bu geçtiğimiz 10 yıl içinde, bir tasfiye süreci ve bir tanımlama özgürlük, hukuk, adalet söylemi etrafında yaptıklarımıza paydaşlar 
vardı. Onlar da şu ya da bu şekilde her ne kadar bizi hazmedemeseler de; diyelim ki liberal kesimler, şu ya da bu şekilde bu süreçte bir şekilde paydaş oldular ancak gelecek inşa dönemidir. İnşa dönemi onların arzu ettiği gibi olmayacak. Dolayısıyla o paydaşlar bizimle beraber olmayacaklar. Dün bizimle beraber şu ya da bu şekilde yürüyenler, yarın bizim karşımızda olan güçlerle bu sefer paydaş olacaklar. Çünkü inşa edilecek Türkiye ve ihya edilecek gelecek onların kabulleneceği bir gelecek ve bir dönem olmayacak. Onun için işimiz çok daha zor.”[2]

           “Neo-İslamcı” ve “Neo-Osmanlıcı” görünümde olma iddiasını taşısa da özünde İslam’dan ve Osmanlı’dan çok uzak, otoriter bir devlet ve toplum 
yapılanmasına gidiş yolunda artık “son viraj”a girmiş durumda bulunan ve Erdoğan’ın şahsında bütünleşen AKP siyasal hareketi ve iktidarı, önümüzdeki 
cumhurbaşkanlığı ve 2015 yılında yapılacak olan milletvekili genel seçimleriyle birlikte elde edeceği sonuçlarla birlikte parti-devlet bütünleşmesini 
tamamlayarak kurumsallaşacak ve mutlaklaşacaktır. Aziz Babuşçu’nun da açıkça itiraf ettiği gibi, bu inşa edilecek Türkiye ve ihya edilecek gelecek 
kendilerine paydaş olmuş liberaller tarafından bile kabul edilmeyecektir. Nitekim, “Taksim Gezi Parkı Olayları”ndan bu yana yaşanan sürece baktığımızda, 
AKP’nin 10 yıllık zorunlu bir beraberlikten sonra aslında siyasal genetiğiyle hiç de uyuşmayan liberal ve seküler safralarından kurtularak, kendi özü olan 
anti-demokratik, gerici muhafazakâr, anti-seküler ve ideolojik olarak marjinal bir siyasal hareket olmaya doğru ilerlediği bir vakıadır.

          Kendinden Menkul Bir İktidar: Erdoğan ve AKP

           Demokratik bir toplumda siyasal iktidarın işlevi sanıldığı gibi halkı yönetmek değildir, aksine, halka hizmet edecek devlet organlarını yönetmektir. 
Bu nedenledir ki demokratik bir devlet yapısında ister “seçilmiş” olsun ister “atanmış” olsun bunların hiçbirisinin amir gibi değil, hizmetli gibi 
davranmaları gerekir. Bu açıdan bakıldığında, siyasal iktidar ve onu bütünleyen ideoloji de birbirini besleyen bir “meşruiyet arayışı”dır aslında. Meşruiyet, 
siyasal iktidarın “niçin”liğini belirleyen en önemli üst anlamlandırmadır. Diğer bir deyişle meşruiyet, siyasal iktidarın varlık sebebi ve devam etmesinin tek 
güvencesidir. Siyasal iktidarın yasa, emir ve eylemlerinin birey ve toplum nezdinde kabul görüp uyulmasının tek dayanağıdır. Bu yüzden siyaset, devlet, 
iktidar ve egemenliğin konuşulduğu her alan aynı zamanda meşruiyet alanıdır.[3] Bu sayede güç, iktidarın kullandığı bir araç olarak onun normatif değerleri, 
ilkeleri ile donanır ve meşruluk kazanır.

            Siyasal ve sosyal dengelerin oturmamış olduğu toplumlarda, siyasal iktidarın meşruiyet arayışı Erdoğan’ın şahsında temsil edilen AKP iktidarında da 
görüldüğü gibi siyasal iktidarın en küçük alanı olan “bireysel tercih” ve “özgürlükler dünyası”nı belirlemeye kadar indirgenebilmektedir. Bu çerçevede 
meşruiyet, bireyin ve toplumun kendini siyasal sistemin ideolojik yapısına adapte etme sürecine dönüşür ki, bunun doğal sonucu bireyin ve toplumun siyasal iktidarın “öznel”liği karşısında “nesne”leşmesidir. Diğer bir deyişle, doğası gereği bireysel hak ve özgürlüklere dayalı toplumsal rızanın “siyasal iktidarı 
belirleme meşruiyeti” tersine dönerek, meşruiyeti kendinden menkul bir iktidar yapısı ve söylemi ortaya çıkmaktadır. İşte bu “mutlak iktidar”dır ve bütün 
“mutlak iktidar”larda bireysel tercihleri, hak ve özgürlükleri ve toplumsal rızanın ölçütlerini “mutlak iktidar”ın kendisinin belirlemesi gerektiği 
meşruiyeti bu şekilde kabul görmüş olur.

             Türkiye’de de hem 30 Mart 2014 Yerel Seçimleri öncesinde ortaya çıkan “17 ve 25 Aralık Süreci” ve bugün geldiği nokta, hem 30 Mart 2014 Yerel 
Seçimleri sonuçları, hem de Ağustos 2014’te gerçekleşecek olan cumhurbaşkanlığı seçimlerine ilişkin gerek Erdoğan’ın gerekse AKP kurmaylarının ortaya koyduğu söylem ve eylemler, toplumun en azından %50’sine yakın bir bölümünün siyasal iktidarın “öznel”liği karşısında “nesne”leştiğini açıkça ortaya koymaktadır. Peter Hamilton’un “bireyin nesneleştirilmesi” olarak tanımladığı bu süreçte meşruiyet tek biçimli, mutlak doğru ve tek gerçek olarak bireysel gerçekliğin ve toplumsal varlığın tek siyasal gerekçesi olur ve meşruiyetleri sadece iktidara bağlılığa endekslenir.[4] Bundan dolayıdır ki, Erdoğan’ın ağzından hiç düşürmediği “milli irade”nin Erdoğan ve AKP için hedefe ulaşmakta kullanılan bir araç olmaktan ileri gitmediği gerçeğiyle artık karşı karşıyayız.

            21. yüzyıl Türkiye’sinde aklınıza gelebilecek her konuda ve her meselede önemli olan başbakanın yani Erdoğan’ın ne dediği ve ne düşündüğüdür. 
Erdoğan’ın şahsında toplanan siyasal iktidar, her geçen gün meşruiyetini kendinden kaynaklı hale dönüştürerek toplumsal rızayı teslim almaktadır. 
“Doğru”nun da, “yanlış”ın da, “vatansever” olmanın da, “vatan haini” olmanın da yegâne ve mutlak ölçüsü artık Erdoğan’ın iki dudağı arasından çıkacak söze göre tescil edildiği bir ülke haline dönüşen Türkiye’de artık her şeyin Erdoğan’ın siyasi ve cismani varlığına ve onun kaygılarına bağlı hale gelmesi sizce yeni 
bir tehdit ve sorun alanı oluşturmuyor mu Türk demokrasisinin geleceği konusunda? Özellikle “demokrasi”, “hukuk devleti”, “kuvvetler/erkler ayrılığı” 
ve “milli irade” konularında kendi irrasyonalitesini sanki rasyonelmiş gibi topluma empoze etmeye çalışan bu siyasal zihniyet, Çankaya’nın aşağısında kalan AKP de dahil her şeyi ama her şeyi önümüzdeki dönemde bürokrasiye dönüştürüp toplum üzerinde mutlak bir tahakküm kurmanın peşinde olduğunu anlamamak için herhalde aklen ve vicdanen kör olmak gerekiyor. Zira, “17 Aralık ve 25 Aralık Süreci”yle gördük ki Erdoğan rüşvet ve yolsuzluk iddialarını seçim sandığına taşımaya çalışarak seçim sandığını yargı erkinin yerine geçirmeye çalıştı ve bunda da başarılı oldu. Çağdaş demokrasilerde olmayacak bir şeydir bu ve nitekim “17 Aralık Rüşvet ve Yolsuzluk Soruşturması” kapsamında aralarında eski Çevre ve Şehircilik Bakanı Erdoğan Bayraktar’ın oğlu Abdullah Oğuz Bayraktar ve işa damı Ali Ağaoğlu’nun da bulunduğu TOKİ dosyasında toplam 60 kişi hakkında takipsizlik kararı verildi. TBMM’de de “17 Aralık Rüşvet ve Yolsuzluk Soruşturması” dosyası ve AKP’li 4 eski bakanla ilgili kurulması kararlaştırılan ve 50 gün geçmesine rağmen AKP’nin engellemesiyle üyelerinin hala belirlenmediği soruşturma komisyonunda da bir şey çıkmayacağını şimdiden söylemek mümkün AKP’li üyeler çoğunlukta olacağı için. Aksi halde Erdoğan’ı yalanlamış olurlar. O halde soru: Bir siyasal iktidar eğer sırf yasama dokunulmazlığı nedeniyle yargıdan ve hukuktan münezzehse onun hukuka aykırı eylemlerini nasıl ortaya çıkarılabilir iktidardayken? Böyle bir anlayış hangi demokraside ve hukuk devletinde var? Türk siyasal sistemi ve “kuvvetler/erkler ayrılığı” ilkesi bu manada çok ciddi bir ontolojik kriz yaşıyor her şeye hükmetmek isteyen Erdoğan’ın zihniyeti yüzünden.

       Türkiye’nin “Köprüden Önce Son Çıkış”ı…

        Prof. Dr. Nurşen Mazıcı’nın da dikkat çektiği gibi, başta AKP seçmeni 
olmak üzere siyasal ve toplumsal muhalefetin önemli bir kesimi de önümüzdeki 
cumhurbaşkanlığı seçiminin, 1876’dan beri kurumsallaşmış parlamenter sistemin ya devamı ya da dünyada örnekleri görülen diktatörlüğe yatkın “Başkanlık 
Sistemi”nin seçimi olduğunun farkında değiller.[5] Bugün artık malum olduğu 
üzere, cumhurbaşkanlığına çıkmaya hazırlanan Recep Tayyip Erdoğan seçim 
sisteminin değiştirilerek yasalaşması için de kurmaylarına gerekli talimatları 
vermiş bulunmaktadır. Erdoğan’ın cumhurbaşkanı olmasıyla birlikte, fiili bir 
“Başkanlık Sistemi”ne geçilirken (hatta “17 ve 25 Aralık Süreci”nden bu yana 
Erdoğan’ın anayasanın 138. maddesini askıya almış olmasından dolayı fiili 
“Başkanlık Sistemi”ne geçilmiş durumdadır), önümüzdeki beş yılda bu fiili 
durumun hukuksal altyapısı mevcut anayasa kökünden değiştirilerek, bütün 
yetkilerin doğrudan ya da dolaylı olarak Başkan’da toplandığı, yasama ve 
yargının Başkan’a bağlılığının organik bağlarla güçlendirildiği otoriter 
mahiyette bir “Başkanlık Sistemi”ne (Türk tipi Başkanlık Sistemi) geçilecektir.

           Bu süreçte AKP anayasayı tek başına değiştirebilecek çoğunluk elde 
edemediği taktirde (ki seçim kanunu değiştirilerek “dar bölge” seçim sistemine 
geçildiği taktirde AKP bu çoğunluğu elde edecektir) anayasanın referanduma 
götürülmeden değiştirilebilmesi için AKP’nin BDP’nin/HDP’nin desteğine ihtiyaç 
duyacağı açıktır. Esasen “Çözüm Süreci”nin BDP’nin/HDP’nin ve Abdullah 
Öcalan’ın/PKK’nın istediği gibi sonuçlanabilmesi de buna bağlıdır. Bu bağlamda 
AKP ve BDP’nin/HDP’nin yakın bir gelecekte AKP’nin hazırladığı yeni anayasanın 
“rejim” boyutunda ittifak kurmaları sürpriz bir gelişme sayılmamalıdır. Zira, 
tarihsel materyalizmin doğal sonucu olarak AKP ve BDP/HDP, cumhuriyet rejiminin ve onun üzerine oturduğu temel felsefe ve yaklaşımların (ulus-devlet, laiklik, Kemalist devrimler) tasfiyesi konusunda mutabıktırlar. Diğer bir deyişle, Mustafa Kemal Atatürk’ün önderliğinde kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nin tasfiyesi konusunda AKP ve BDP/HDP son kertede mutabıktırlar. Bu bağlamda önümüzdeki beş yıl ya da en iyi ihtimalle 2023 yılına kadar olan zaman dilimi Türkiye Cumhuriyeti devletinin ömrünün son yılları olacaktır.

            Bu zaman diliminden sonra hatta bu zaman dilimi içinde, Türkiye 
Cumhuriyeti devleti ulus-devlet, üniter devlet, laik devlet ve seküler toplum 
olma çizgisinden uzaklaşarak post-modern bir çoğunluk diktatörlüğüne (demokratik faşizm) dönüşürken, Güneydoğu Anadolu’nun ise Abdullah Öcalan’ın/PKK’nın otoriterliğine terk edildiği bir federasyona gidilecektir.



             Hal böyleyken, cumhurbaşkanlığı makamı için Ekmeleddin 
İhsanoğlu’nun adaylığını beğenmeyip oy vermeyecek olan ya da başka bir aday daha çıkarmayı düşünen siyasal muhalefetin bir kısmının ve sırf bu nedenle başka bir adayı destekleyecek olanların/Erdoğan’a oy verecek olanların ya da sandığa gitmeyecek olanların, bu seçimin otoriter “Başkanlık Sistemi” ile liberal 
parlamenter demokratik sistem arasında yapılacağını bir kez daha 
hatırlamalarında fayda vardır. Bu bağlamda, siyaseten aklını yitirmiş, adalet 
duygusunu kaybetmiş, genetiğine kadar anti-demokratik, nobran, ötekileştirici, 
Catonist[6], devlet adamı olma vasıfları zayıf, entelektüel kapasitesi sıfır ve 
Türkiye’yi siyasal bir felakete sokacak Recep Tayyip Erdoğan’ın cumhurbaşkanı 
olmaması için onun karşısındaki %50-55 oy oranına sahip siyasal ve toplumsal 
muhalefetin kesinlikle tek bir adayda birleşmesi tarihsel, siyasal ve sosyolojik 
bir mecburiyettir. Dolayısıyla Ağustos 2014’te gerçekleşecek cumhurbaşkanlığı 
seçimi Türkiye’nin ve Türk siyasal sisteminin “köprüden önce son çıkış”ı 
olacaktır. Bu çıkış kaçırıldığı taktirde, “kaderlerimizin ölü mevsimi”ni uzunca 
bir süre yaşamak zorunda kalacağız belki de…

DİPNOTLAR;
[1] J. M. Keynes, The Economic Consequences of the Peace, Macmillan and Co. 
Limited, London, 1919, p. 278-279’dan aktaran J. M. Roberts,  J. M., Yirminci 
Yüzyıl Tarihi, Sinem Gül (Çev.), Dost Kitabevi, Ankara, 2003, s. 246.

[2] “Babuşcu: Gelecek 10 Yıl, Liberaller Gibi Eski Paydaşlarımızın Arzuladığı 
Gibi Olmayacak”, 1 Nisan 2013, 
http://t24.com.tr/haber/babuscu-onumuzdeki-10-yil-liberaller-gibi-eski-paydaslarimizin-kabullenecegi-gibi-olmayacak/226892 
Ayrıca bkz. Bülent Şener, “Aziz Babuşçu’nun Sözleri Üzerinden Türkiye’nin 
Gelecek On Yılı: AKP Catonizmi ve Post-Modern Diktatörlüğe Geçiş Süreci”, 3 
Nisan 2013, 
http://www.21yyte.org/tr/arastirma/milli-guvenlik-ve-dis-politika-arastirmalari-merkezi/2013/04/03/6931/aziz-babuscunun-sozleri-uzerinden-turkiyenin-gelecek-on-yili

[3] Halis Çetin, “Siyasetin Evrensel Sorunu: İktidarın Meşruiyeti-Meşruiyet 
İktidarı”, Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Dergisi, C. 58, Sayı: 
3 (2003), s. 62.

[4] Peter Hamilton, Knowledge and Social Structure: An Introduction to the 
Classical Argument in the Sociology of Knowledge, Routledge and Kegan Paul, 
London and Boston, 1974, p. 141’den aktaran Çetin, “Siyasetin Evrensel Sorunu: İktidarın Meşruiyeti-Meşruiyet İktidarı”, s. 71.

[5] Nurşen Mazıcı, “Siyaset Bilimci Nurşen Mazıcı’dan İhsanoğlu’na Karşı Çıkan 
CHP’li Elitistlere Tepki”, 19 Haziran 2014, 
http://www.haberfedai.com/haber/17146/siyaset-bilimci-nursen-mazicidan-ihsanogluna-karsi-cikan-chpli-elitistlere-tepki

[6] Adını Roma İmparatorluğu döneminde “sansür yüksek memurluğu” yapan Romalı devlet adamı ve karizmatik bir hatip olan Marcus Porcius Caton’dan (M.Ö. 234–149) alan “Catonizm” olgusu, gelenekçi, ahlakçı ve dinsel sofuluğa dayanan muhafazakâr bir dünya görüşünün anti-elitisizm ve anti-entellektüelizmle harmanlanıp, bunun “ilerici reformist bir iktidar projesi” diye –amiyane tabirle– kitlelere yutturulmasına dayanan siyaset anlayışını ifade etmektedir. Bu siyaset anlayışında ve tarzında ne kadar kibirli, ben bilirimci, küstah ve agresif bir üslup kullanılırsa, yığınlar üzerinde o ölçüde etkili olduğu kabul edilmektedir. Bkz. Bülent Şener, “Taksim Gezi Parkı Olayları ve Yeni Rejim Kodları”, 4 Haziran 2013, 

http://www.21yyte.org/tr/arastirma/milli-guvenlik-ve-dis-politika-arastirmalari-merkezi/2013/06/04/7035/ntaksim-gezi-parki-olaylari-ve-yeni-rejim-kodlari 


Uzman Hakkında
Bülent Şener
Milli Güvenlik ve Dış Politika Araştırmaları Merkezi

Uzmanın Diğer Yazıları

  “Çözü(l)m(e) Süreci”: Türkiye’nin Araf’taki Son Tangosu ve Kürt Hegemonyasının 
  Yayılışı 
  Askeri Güç Kullanımı Bağlamında Dış Politikada TBMM’nin Görev ve Yetkileri 
  Üzerine Bir Değerlendirme 
  “Medeniyetler Çatışması” ve Erdoğan’ın Sahte İsrail Karşıtlığı 
  Türkiye’nin “Köprüden Önce Son Çıkış”ı: 2014 Cumhurbaşkanlığı Seçimi 
  Süleymaniye Baskını’ndan IŞİD Tutsaklığına: Türk Dış Politikasında 
  Caydırıcılık Yitimi Üzerine 
  Diyarbakır’da Sona Eren Bağımsızlık ve Egemenlik 
  Soma, Takdir-i İlahi, Erdoğan ve AKP: Sekülerleş(e)meyen Bir Politik Toplumun 
  İzdüşümleri… 
  Loizidu Davası’ndan AİHM’nin 12 Mayıs 2014 Kararına: AKP’nin Dış Politika 
  Romantizmi ve Kıbrıs 
  Fiili Başkanlık Sistemi Artık Kapıda: Çanlar Türkiye İçin Çalarken... 
  AKP (Erdoğan) Peronist Hegemonya Kuruyor: Türkiye’nin Yeni “Tarihsel Blok”u 
  Yeni Berlin Duvarı Ukrayna’dan Geçecek… 
  Türk Dış Politikasında Kriz Yönetiminde Sivil ve Askeri Bürokrasinin Rolü 
  “Bölünmüş ve Kararsız Ülke”: Huntington’un Türkiye Paradigması ve Erdoğan 
  Catonizmi Üzerine Düşünceler 
  AKP’nin “Can Simidi” Annan Planı: Kıbrıs’ın 20 Yıl İçinde Rumlara Teslimi 
  Üzerine Düşünceler 
  Dış Politikada Yumuşak Güç Olgusu 
  Türkiye’nin Ortadoğu’daki Diplomatik Kapasitesinin Sınırları Üzerine Bir 
  Değerlendirme 
  Unutulan Bir Krizin Anatomisi ve Perde Arkası: Kardak Kayalıkları Krizi 
  Ege Denizi’nde Egemenliği Tartışmalı Ada, Adacık, Kayalıklar Sorunu ve Son 
  Durum: Kardak Kayalıkları Kimin? 
  Türk Dış Politikası “Quo Vadis”? : Dış Politikada Bir “Reset” Mümkün Mü? 
  Dış Politikada “Reset” mi Yoksa Yeni Tavizler mi?: AKP Hükümeti’nin Son Dönem 
  Kıbrıs ve Ermenistan Açılımları 
  Türkiye Ortadoğu’da “Dengeleyici Güç” Olabilir mi? 
  Türk Dış Politikasını Etkileyen Bir Unsur: Askeri Kapasite 
  TSK’nın 1983–2010 Yılları Arasında Kuzey Irak’ta PKK Unsurlarına Karşı 
  Yürüttüğü Sınır Ötesi Operasyonlardaki Başarısı Üzerine Bir Değerlendirme 
  “Demokratikleşme Paketi”nin Seçim Sistemi Üzerinden Bir Değerlendirmesi: 
  “Türkiye Cumhuriyeti’nin Zaman Ayarları”yla Oynamak 
  Dış Politikada “Değerli yalnızlık” ya da “Yanlış Hesabın Şam’dan Dönmesi”  
  İnsanlığın Olağan Durumu “Savaş” ve Bir Medeniyet Hâli “Barış” Üzerine  
  Kürt Sorunu’nda “Federalizm” Tartışmaları Üzerine 
  “Arap Baharı” Sürecinde Türk Dış Politikasında Proaktiflik Yitimi 
  Asker Neden Darbe Yapar? 
  Taksim Gezi Parkı Olayları ve Yeni Rejim Kodları  
  Araftaki Suriye Politikası 
  Reyhanlı’daki Patlamalar: Dış Politikada Deli Dumrulluğun Artan Faturası 
  Aziz Babuşçu’nun Sözleri Üzerinden Türkiye’nin Gelecek On Yılı 
  Demokratik Açılım ve Terörle Mücadele Süreci:Yanlış Bilinenler ve Temel 
  Açmazlar 
  Türk Dış Politikasının Akdeniz’de Batışının Hikayesi: AKP’nin Dış Politikadaki 
  Pirus Zaferleri 
  Demokrasi Ve Siyasal İktidarın Sınırlandırılması: Doğu Toplumlarında ve Türk 
  Siyaset Geleneğinde Bir “Doku Uyuşmazlığı” mı? 
  Türk Dış Politikasında AKP Romantizmi ya da “Stratejik Derinlik”te 
  Yuvarlanmalar: Türk Dış Politikası “İslam”ileşiyor mu? 

https://www.21yyte.org/tr/arastirma/politik-sosyal-kulturel-arastirmalar-merkezi/2014/06/24/7666/turkiyenin-kopruden-once-son-cikisi-2014-cumhurbaskanligi-secimi


***

3 Aralık 2018 Pazartesi

AKP’nin “Can Simidi” Annan Planı: Kıbrıs’ın 20 Yıl İçinde Rumlara Teslimi Üzerine Düşünceler


AKP’nin “Can Simidi” Annan Planı: Kıbrıs’ın 20 Yıl İçinde Rumlara Teslimi Üzerine Düşünceler




Bülent Şener 
21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü 
Milli Güvenlik ve Dış Politika Araştırmaları Merkezi
17 Şubat 2014 Pazartesi
AKP’nin “Can Simidi” Annan Planı: Kıbrıs’ın 20 Yıl İçinde Rumlara Teslimi Üzerine Düşünceler


İç ve dış politikada yaşadığı “güç zehirlenmesi” sonucu yanlış adımlar atarak 
gittikçe açmazlara sürüklenen AKP Hükümeti, Türkiye’yi içerisine soktuğu 
sorunları kamufle edebilmek ve parti olarak içinde bulunduğu sıkıntılı durumu 
aşabilmek için on yıl sonra tekrardan Annan Planı’na sarılarak Kıbrıs’ta yeni 
tavizlere hazırlanıyor. Bir yandan ABD ve AB ile çatışarak, bir yandan da içerde 
cemaat ve büyük sermaye gruplarıyla çatışarak iktidarını sürdürmesinin mümkün olmadığını düşünen AKP Hükümeti, ABD ve AB’yi memnun edecek adımlar atarak kendi iktidarının sürmesine yönelik aradığı dış desteği bu yolla sağlamayı hedefliyor.

Ancak buna yönelik kamuoyu baskısını aşabilmek için AKP Hükümeti, Doğu Akdeniz bölgesindeki enerji kaynaklarının Türkiye üzerinden dünyaya eklemlenmesi gerekçesini bir yanıltma/yönlendirme aracı olarak devreye sokmaya hazırlanmaktadır. Nitekim, AKP Hükümeti’ne yakın Star ve Akşam gazetelerinde çıkan 12 Şubat 2014 tarihli bir haber bu durumu açık bir şekilde yansıtırken, söz konusu durumu adeta bir başarı gibi lanse etmektedir. Habere göre, ekonomik krizle boğuşan Rum tarafının bir buçuk yıllık “direnişin” ardından KKTC ile yeniden masaya oturarak, görüşmelerin hedefini iki kesimli, iki toplumlu ve siyasal eşitliğe dayalı bir “federal Kıbrıs” oluşturan kritik “ortak metin”i açıklaması bir başarıdır. Yine aynı habere göre, 2004’ten bu yana “en iyi çözüm çözümsüzlüktür” politikasını yürüten Rum kesimini müzakere masasına oturtan ise Türkiye’nin İsrail ve Rumlara çektiği doğalgaz resti olmuştur. Dahası, Mavi Marmara saldırısından bu yana Türkiye’nin Akdeniz'de güç politikası yürüttüğünü iddia eden habere göre Türkiye bu politikayla hem İsrail’e hem Rum Kesimi’ne diz çöktürmüştür. Rum Kesimi’nin 2011’de Güney Kıbrıs Rum Kesimi (GKRY) açıklarında “Afrodit” adı verilen doğalgaz yatağını bulmasıyla başlayan Türkiye-İsrail-Rum “soğuk savaşı”, ABD’nin bu yatakların İsrail ve Rum Kesimi için kritik öneme sahip olduğunu açıklayan bir rapor yayınlaması ve aynı yerde petrol da bulunabileceği anlaşılınca Avrupa şirketlerinin de sürece dahil olmasıyla paylaşım yarışı Türkiye engeline takılmıştır. Diğer alternatiflerin maliyeti hem İsrail hem Rumlar için tek karlı ve kestirme yol olan Türkiye seçeneğini gündeme taşıdığı belirten habere göre bu durum hem İsrail’in Mavi Marmara için Türkiye’den özür dilemesini hem Kıbrıs’ta çözümün sağlanmasını gerekli kılmıştır. Habere göre, neticede Rumlar Batı’nın da baskısıyla krizin 
derinleştiği süreçte Türk tarafıyla masaya oturmuş, ABD, Almanya ve Fransa 
gelinen durumdan ve süreçten memnuniyet duyduğunu açıklamıştır.[1]

Bu şekilde haberler ve bilgilendirmelerle, yeniden devreye sokulacak olan Annan Planı’na karşı bugünlerde Türkiye ve KKTC egemen çevrelerindeki yaklaşımları yumuşatmayı hedefleyen AKP Hükümeti, adeta sessiz sedasız bir şekilde planda Rumların istediği değişiklikleri gerçekleştirerek, plana on yıl önce “hayır” diyen Rumlara çözüm yolunda yeni tavizlere hazırlanmaktadır.Nitekim, 13 Aralık 2013’teki Atina ziyaretinde Yunanistan Dışişleri Bakanı Venizelos’la biraraya gelen Davutoğlu’nun görüşme sonrasında gerçekleştirilen ortak basın 
toplantısında Kıbrıs’ın geleceğiyle ilgili olarak “Adada Annan Planı ile ortaya 
çıkan bir müktesebat var. Yeni şartlar öne çıkarmak yerine önceden mutabakata 
varılmış metinler üzerinden sonuca gidilmesi gerek”[2] şeklindeki sözleri, 
siyasal, hukuksal ve reelpolitik açıdan dengesiz bir plan olan Annan Planı’nın 
AKP hükümeti tarafından hala desteklendiğini ve 2004 Nisan’ında yapılan 
referandumda % 75.8 gibi yüksek bir oranla plana “hayır” diyen Rum tarafını[3] 
“evet”e ikna etmek için planda yapılacak değişiklikler çerçevesinde tavizler 
verileceğini göstermektedir. Keza, Hürriyet gazetesinde yayınlanan Kıbrıs 
kaynaklı bir habere göre, Güney Kıbrıs Rum Yönetimi 2004’te reddettikleri Annan Planı’ndaki haritadan farklı olarak, KKTC’nin iç kesimlerinden ve stratejik 
Karpaz yarımadasından da pay istemektedirler. Bu çerçevede Rumlar tarafından, KKTC’nin iç kesimleri ile Karpaz’da Türkiye kökenli KKTC vatandaşlarının çoğunlukta olduğu Yeni Erenköy ve Dipkarpaz köylerini kapsayan haritaların BM’ye sunulduğu iddiasını ileri süren habere göre, Rumların yeni haritası kabul edilirse, adanın en verimli topraklarının yanı sıra Türkiye’den gelecek suyun da kullanılacağı geniş araziler Kıbrıslı Türklerin elinden çıkacaktır.[4]

Bütün bu gelişmeleri daha iyi anlayabilmek için, öncelikle Annan Planı’nın 
dayandığı esaslara bakmakta fayda vardır:

2004’teki Annan Planı’na[5] göre:

a) 2011 yılına kadar 6000, 2018’e kadar 3000 Türk ve Yunan askeri adada kalacak, bu tarihten sonra da aynen 1960 antlaşmalarında olduğu gibi sembolik bir anlam taşıyacak olan 650 Türk ve 950 Yunan askeri adada bulunacak, her üç yılda bir bu askerlerin durumu sıfırlamak amacıyla gözden geçirilecekti.

b) Türk tarafının % 36 olan toprak oranı %29’a düşürülüyor, Güzelyurt ve çevresi Rum yönetimine bırakılırken Karpaz Türklerde kalıyordu.  Türklere kalan 
topraklara Rum göçmenler aşamalı olarak yerleşebilecek, bir süre için Rumların 
kuzeye geçişi konusunda bazı kısıtlamalar bulunacaktı. Kuzeydeki evlerine 
dönebilecek Rumların oranı 19 yıla kadar, Türk nüfusunun %18’ini aşmayacak, bu dönemden sonra ise kısıtlamalar kalkacaktı.

c) Rumlara bırakılacak topraklar, 42 aylık süreçte 6 aşamalı olarak Rum 
yönetimine devredilecek, mal-mülk edinme konusunda da geçici kısıtlamalar söz konusu olacaktı. Rumların, Türk kurucu devletinden mal-mülk alması konusundaki kısıtlamalar, Kıbrıslı Türklerin kişi başına düşen gelirinin Rumların gelirinin % 85’ine ulaşması ve aradan 15 yıl geçmesinden sonra tamamen kalkacaktı.

d) Senatodaki 24 Türk 24 Rum dengesinin bozulmaması için, senatörlük seçimi 
vatandaşlık değil etnik kökene göre düzenlenecekti. Buna karşın, Başkanlık 
Konseyi’nde etnik köken değil, vatandaşlık esas alınıyordu. Federal hükümet 3 
Türk 3 Rum bakandan oluşurken, Avrupa Parlamentosu’nda 4 Rum 2 Türk milletvekili olacaktı. Başkanlık Konseyi’nde başkan ve başkan yardımcılığı ilk dönemde 10 ayda bir değişimli olacak, daha sonra Rumlar 40 ay, Türkler 20 ay başkanlık yapacak ve bir konuda karar alınabilmesi için en az bir Türk üyenin de onayı gerekecekti.

Planla ilgili olarak söylenebilecek ilk şey planın siyasal, hukuksal ve 
reelpolitik açıdan dengesiz bir yapıda oluşudur. Planda, iki kutuplu sistemin 
şartlarını yansıtan “tek Kıbrıs devleti ve halkı” olduğu ve her ne pahasına 
olursa olsun böyle olmaya devam edeceği, adadaki mevcut durumun dikkate 
alınamayacağı varsayımı devam etmiştir. Öte yandan, planla ilgili süreçte gerek 
Türkiye gerekse KKTC’deki kamu odaklarının AB üyeliği konusunda aşırı istekli 
oluşu ve Kıbrıs’ı bu yönde bir engel olarak görmeleri ve bu çerçevede Denktaş’ı 
“uzlaşmaz bir lider” olarak göstermeleri, daha başlangıçta Annan Planı’nın Yunan tarafının tezlerine yakınlaşmasını kolaylaştırmıştır. Zira, Yunanistan Güney Kıbrıs’ta kamuoyu odakları süreç boyunca yekpare bir görünüm arz etmişlerdi.[6]

İkinci olarak, plan “egemenlik” ve “garantörlük” konularında Türk tarafının 
tezlerine yakın değilken; “toprak” ve “mülteciler” konularında Rum tarafının 
tezlerine yakın durarak dengesiz bir yapı oluşturmuştur. Özellikle, “egemenlik” 
konusunda bir “siyasi eşitlik” söz konusu olmakla birlikte, bu hiçbir şekilde 
bir hukuki mekanizma ile takviye edilmemiş olması ciddi bir handikaptır. Keza, 
planda, federe devletlerin egemenliklerinden ziyade, “bölünemez, ayrıştırılamaz” tek bir egemen devlete vurgu yapılması, Rum tarafının üniter devlet tezine özü itibariyle yaklaşmaktadır.[7]

Üçüncü olarak, planda var olan şekliyle, Rumların kuzeye göçmeleri ve toprak 
almaları belirli kısıtlamalara tabi tutulmuşsa da, gelecek açısından bu durum 
Türk tarafı açısından geri dönülemez sakıncaların doğmasına yol açacaktır. Zira, 
ekonomik olarak güçlü olan Rumların, AB hukukuna aykırılıkları ileri sürerek bu 
kısıtlamaları gerekli hukuk mercilerine yapacakları bireysel başvurularla 
etkisiz kılabilmelerinin önünde engel olduğu söylenemez.[8] Bu haliyle Annan 
Planı, 20 yıla yayılan bir zaman diliminde Rumların, Türklerin elindeki %29’luk 
toprak parçasının önemli bir kısmını ele geçirmeleri anlamına gelmektedir ki bu 
da Türk tarafı açısından ciddi bir handikaptır. Daha önce 1964’te Acheson 
Planı’yla Yunanistan’ın ve Kıbrıs Rumlarının ayağına gelen ve onları “enosis”e 
en çok yaklaştıran bu tarihi fırsat, ikinci kez Rumların ayağına gelmiş olmasına 
rağmen AB üyeliğinin garantisiyle 2004’te reddedilmiş olsa da, şimdi AKP eliyle 
tekrar canlandırılan Annan Planı’yla bir kez daha Rumların önüne tarihi bir 
fırsat olarak gelmektedir.

Son olarak “garantörlük” konusunda planda Türkiye’nin garantörlüğü ikincil 
bırakılarak –yani bir anlamda yok sayılarak–, ada kağıt üstünde esas olarak 
uluslararası garanti altına alınmaya çalışılmıştır. Oysa ki, biraz tarih bilgisi 
olanlar da bilirler ki 1963 yılından sonra Türk tarafı saldırılara uğradığında 
adada bir BM Barış Gücü vardı ve hiçbir şey yapmamıştır. Yine, Avrupa’nın 
merkezinde, 1990’lı yıllarda Bosna’da olup bitenlere karşı BM barış güçlerinin 
seyirci kaldığı insanlığın acı hatıraları arasındadır.

Hal böyleyken, sırf çözüm adına AKP Hükümeti tarafından Kıbrıs’ta özellikle 
“egemenlik” ve “garantörlük” konularında girilen bu anlamsız risklerin 
faturasının gelecek nesiller tarafından ödenmesi içten bile değildir. Bugün dahi 
BM Güvenlik Konseyi’nin ve BM barış güçlerinin uluslararası barış ve güvenliğin 
korunması yönünden etkinliği tartışılan konumu düşünüldüğünde, insan yaşamı 
açısından “aciliyet”in ve “zorunluluğun” söz konusu olduğu durumlarda bunun 
nelere mal olduğu tarihin sayfalarında yer almaktadır. Dolayısıyla, bir bütün 
olarak bakıldığında, adayı 20 yıl içinde fiilen Rumlara teslim eden ve 
Türkiye’nin hukukla kazanılmış “garantörlük” haklarını yok sayan bir plana 
“evet” demek millet ve tarih karşısında büyük vebal demektir. Bugün itibariyle 
adada 40 yıldır süren “barışçı çözümsüzlük” durumu şiddet sarmalına evrilmediği sürece, fiili garantilerin kağıt üstünde kaldığı ya da bu konuda tereddütlerin var olduğu Annan Planı gibi “garantisiz hukuki çözüm(ler)”den herhalde daha iyidir.

DİPNOTLAR;

[1]“Türkiye, İsrail ve Rumlara Diz Çöktürdü”, Star Gazetesi, 12 Şubat 2014, 
http://haber.stargazete.com/ekonomi/turkiye-israil-ve-rumlara-diz-cokturdu/haber-842098

[2]“Davutoğlu-Venizelos Ortak Basın Toplantısı: Kıbrıs Sorunuyla İlgili Önemli 
Gelişmeler”, 14 Aralık 2013,
http://www.abhaber.com/index.php?option=com_content&view=article&id=54168:davuto%C4%9Flu-ven
izelos-ortak-bas%C4%B1n-toplant%C4%B1s%C4%B1-k%C4%B1br%C4%B1s-sorunuyla-ilgili-%C3%B6ne
mli-geli%C5%9Fmeler&catid=214:manset-haber&Itemid=915
[3]Söz konusu referandumda AKP hükümetinin içerde ve dışarda oluşturduğu 
“statüko ve Denktaş karşıtlığı” propagandaları sonucu Türk tarafı %64.9 oranıyla plana “evet” demişti.
[4]“Annan’dan Daha Fazla Toprak İstiyorlar”, Hürriyet Gazetesi, 17 Aralık 2013, 
http://www.hurriyet.com.tr/dunya/25377492.asp
[5]Planın metni için bkz. http://www.hri.org/docs/annan/
[6]Faruk Sönmezoğlu, İkinci Dünya Savaşı’ndan Günümüze Türk Dış Politikası, Der Yayınları, İstanbul, 2006, s. 643.
[7]Sönmezoğlu, İkinci Dünya Savaşı’ndan Günümüze Türk Dış Politikası, s. 643.
[8]Sönmezoğlu, İkinci Dünya Savaşı’ndan Günümüze Türk Dış Politikası, s. 643.


Uzman Hakkında
Bülent Şener
Milli Güvenlik ve Dış Politika Araştırmaları Merkezi

Uzmanın Diğer Yazıları

  “Çözü(l)m(e) Süreci”: Türkiye’nin Araf’taki Son Tangosu ve Kürt Hegemonyasının 
  Yayılışı 
  Askeri Güç Kullanımı Bağlamında Dış Politikada TBMM’nin Görev ve Yetkileri 
  Üzerine Bir Değerlendirme 
  “Medeniyetler Çatışması” ve Erdoğan’ın Sahte İsrail Karşıtlığı 
  Türkiye’nin “Köprüden Önce Son Çıkış”ı: 2014 Cumhurbaşkanlığı Seçimi 
  Süleymaniye Baskını’ndan IŞİD Tutsaklığına: Türk Dış Politikasında 
  Caydırıcılık Yitimi Üzerine 
  Diyarbakır’da Sona Eren Bağımsızlık ve Egemenlik 
  Soma, Takdir-i İlahi, Erdoğan ve AKP: Sekülerleş(e)meyen Bir Politik Toplumun 
  İzdüşümleri… 
  Loizidu Davası’ndan AİHM’nin 12 Mayıs 2014 Kararına: AKP’nin Dış Politika 
  Romantizmi ve Kıbrıs 
  Fiili Başkanlık Sistemi Artık Kapıda: Çanlar Türkiye İçin Çalarken... 
  AKP (Erdoğan) Peronist Hegemonya Kuruyor: Türkiye’nin Yeni “Tarihsel Blok”u 
  Yeni Berlin Duvarı Ukrayna’dan Geçecek… 
  Türk Dış Politikasında Kriz Yönetiminde Sivil ve Askeri Bürokrasinin Rolü 
  “Bölünmüş ve Kararsız Ülke”: Huntington’un Türkiye Paradigması ve Erdoğan 
  Catonizmi Üzerine Düşünceler 
  AKP’nin “Can Simidi” Annan Planı: Kıbrıs’ın 20 Yıl İçinde Rumlara Teslimi 
  Üzerine Düşünceler 
  Dış Politikada Yumuşak Güç Olgusu 
  Türkiye’nin Ortadoğu’daki Diplomatik Kapasitesinin Sınırları Üzerine Bir 
  Değerlendirme 
  Unutulan Bir Krizin Anatomisi ve Perde Arkası: Kardak Kayalıkları Krizi 
  Ege Denizi’nde Egemenliği Tartışmalı Ada, Adacık, Kayalıklar Sorunu ve Son 
  Durum: Kardak Kayalıkları Kimin? 
  Türk Dış Politikası “Quo Vadis”? : Dış Politikada Bir “Reset” Mümkün Mü? 
  Dış Politikada “Reset” mi Yoksa Yeni Tavizler mi?: AKP Hükümeti’nin Son Dönem 
  Kıbrıs ve Ermenistan Açılımları 
  Türkiye Ortadoğu’da “Dengeleyici Güç” Olabilir mi? 
  Türk Dış Politikasını Etkileyen Bir Unsur: Askeri Kapasite 
  TSK’nın 1983–2010 Yılları Arasında Kuzey Irak’ta PKK Unsurlarına Karşı 
  Yürüttüğü Sınır Ötesi Operasyonlardaki Başarısı Üzerine Bir Değerlendirme 
  “Demokratikleşme Paketi”nin Seçim Sistemi Üzerinden Bir Değerlendirmesi: 
  “Türkiye Cumhuriyeti’nin Zaman Ayarları”yla Oynamak 
  Dış Politikada “Değerli yalnızlık” ya da “Yanlış Hesabın Şam’dan Dönmesi”  
  İnsanlığın Olağan Durumu “Savaş” ve Bir Medeniyet Hâli “Barış” Üzerine  
  Kürt Sorunu’nda “Federalizm” Tartışmaları Üzerine 
  “Arap Baharı” Sürecinde Türk Dış Politikasında Proaktiflik Yitimi 
  Asker Neden Darbe Yapar? 
  Taksim Gezi Parkı Olayları ve Yeni Rejim Kodları  
  Araftaki Suriye Politikası 
  Reyhanlı’daki Patlamalar: Dış Politikada Deli Dumrulluğun Artan Faturası 
  Aziz Babuşçu’nun Sözleri Üzerinden Türkiye’nin Gelecek On Yılı 
  Demokratik Açılım ve Terörle Mücadele Süreci:Yanlış Bilinenler ve Temel 
  Açmazlar 
  Türk Dış Politikasının Akdeniz’de Batışının Hikayesi: AKP’nin Dış Politikadaki 
  Pirus Zaferleri 
  Demokrasi Ve Siyasal İktidarın Sınırlandırılması: Doğu Toplumlarında ve Türk 
  Siyaset Geleneğinde Bir “Doku Uyuşmazlığı” mı? 
  Türk Dış Politikasında AKP Romantizmi ya da “Stratejik Derinlik”te 
  Yuvarlanmalar: Türk Dış Politikası “İslam”ileşiyor mu? 

***

20 Ocak 2017 Cuma

“Demokratik Açılım” ve Terörle Mücadele Süreci: Yanlış Bilinenler ve Temel “ Açmazlar



“Demokratik Açılım” ve Terörle Mücadele Süreci: Yanlış Bilinenler ve Temel “ Açmazlar


Bülent ŞENER
14.09.2009

Doğu ve Güneydoğu Anadolu Bölgelerinde bağımsız-birleşik bir Kürt devleti kurmayı amaçlayan PKK terör örgütü (Partiya Karkeren Kurdistan / Kürdistan İşçi Partisi), eylemlerine başladığı 1984’ten günümüze değin yarattığı bölünme tehlikesiyle, Soğuk Savaş döneminde stratejik önceliğini Sovyet tehdidini karşılamaya yöneltmiş olan Türkiye’de derin bir güvenlik endişesi doğurmuş; özellikle 1990 sonrasında başta Batı’yla ilişkiler olmak üzere Türk dış ve iç politikalarını birçok alanda ipotek altına sokarak, Türkiye Cumhuriyeti’nin maddi ve manevi enerjisini önemli ölçüde harcamıştır.  Tabidir ki, sorunun bu boyuta gelmesi, meselenin Kürt milliyetçiliği mi, Doğu ve Güneydoğu Anadolu’ya özgü sosyo-ekonomik geri kalmışlığın bir neticesi mi, Şark Meselesi’nin yeniden canlandırılmasının bir boyutu mu, bölgesel ve küresel güçlerin stratejik bir çatışmasının ürünü mü ya da demokratikleşme ve insan hak ve hürriyetleri mücadelesi mi olduğu üzerindeki tartışmaları yoğunlaştırarak ortak bir zeminde buluşabilmeyi de neredeyse imkansız kılmıştır.


Sorunu Tanımlamak, Mücadeleyi Anlamak: Türkiye’nin Bir Terörle Mücadele Konsepti Var mıdır? 

Öncelikle şunu belirtmek gerekir ki, Türkiye’de birçok konuda olduğu gibi, terör konusunda da sorunu tanımlama noktasında büyük bir kargaşa ve bilgi eksikliği yaşanmaktadır. Hemen herkesin üzerinde fikir sahibi olduğu konular olmasına rağmen, Bugüne kadar ne “ Terör ” ne de “ Demokratikleşme ” konuları siviller tarafından stratejik bir konsept içinde ele alınmamış, tanımlanmamıştır. Sorunlar tanımlanmadığı için “çözüm” diye ortaya atılan şeyler de palyatif olmaktan öteye gidememiş, gerçekte bir değer ifade etmemiştir. Bu son derece doğaldır, zira tanımlayamadığınız bir olguya karşı tavır geliştirebilmeniz ve onu çözebilmeniz mümkün değildir.


Dün olduğu gibi bugün de Türk siyasi eliti PKK ile ilgili gerçek bir strateji ve öngörü oluşturmamıştır. Bu strateji ve öngörü yoksunluğunun temel nedenlerinden biri, 25 yıldır terörle mücadele eden Türkiye’de “teröristle mücadele” ile “terörizmle mücadele” arasındaki büyük farkın hala anlaşılamamış olmasıdır. Türkiye, “teröristle mücadele”yi silahlı kuvvetleri aracılığıyla sürdürmektedir. Ancak, kamuoyunda bilinenin aksine “teröristle mücadele”, terörle mücadelenin küçük bir kısmını oluşturmaktadır ve bu noktada bile karar verici esas mercii sivil bürokrasidir. “Terörizmle mücadele” ise terörle mücadelenin daha geniş kapsamlı boyutlarını içinde barındıran ana kısmını oluşturmaktadır. Bunlar siyasal, ekonomik, kültürel, diplomatik, psikolojik boyutlardır ki bu noktada da sorumluluk askerlerin değil sivillerindir. Oysa ki, 1984’ten bu yana geçen süre zarfında Türkiye’de terörle mücadele büyük ölçüde “teröristle mücadele” olarak ele alınmış, başarı ya da başarısızlığın bütün sorumluluğu da askeri bürokrasiye yüklenmiştir. 2002’de sıfır noktasına inen terörün 2009’a gelinceye kadar tekrar kazandığı ivme göz önünde bulundurulduğunda, “terörizmle mücadele” boyutunun siviller tarafından ihmal edilmişliğinin payı açık bir şekilde görülmektedir.
Bu bağlamda, özellikle 1999 yılından sonra askeri alanda gerileyen PKK terör örgütünün, uluslararası alanda siyasal, ekonomik ve lojistik kaynaklarının da geriletilmesi konusunda Türkiye Cumhuriyeti hükümetlerinin ne derece başarılı oldukları tartışma konusudur. PKK’nın uyuşturucu ve silah kaçakçılığı gibi yasa dışı yollardan sağladığı finansman, Avrupa’da çeşitli dernekler aracılığıyla elde ettiği gelirler, lider kadrosunun Avrupa bankalarındaki yüklü hesapları ve çok sayıda devletin örgüte verdiği destek vb. unsurlar geriletilmediği sürece terörle mücadelenin başarısından söz edilemez. Diğer yandan, PKK’nın coğrafi konumlanışı karşısında Türkiye’nin esas muhatapları Kuzey Irak bölgesel yönetimi ve ABD’dir. Bugün hala PKK’nın coğrafi olarak konumlandığı Kuzey Irak ve karargahı Kandil Dağı konusunda, Kuzey Irak bölgesel yönetimiyle yapılan görüşmelerde Türkiye’nin taleplerinin ne derece yerine getirildiği tartışmalıdır. Mesud Barzani, Türkiye’ye karşı ABD’nin baskıyla söylemini yumuşatmış olsa da, PKK’nın lojistik desteğinin kesilmesiyle ilgili ciddi bir adım atmış değildir. Türkiye bu konuyu gündeme her getirdiğinde, “o bölgede benim kontrol imkanım yok” diyen Barzani, PKK’yı gelecekteki siyasi hedefleri açısından Türkiye’ye karşı bir koz olarak tutarken; Türkiye’nin bölgedeki PKK hedeflerine karşı sınırötesi operasyonlarına ise şiddetle karşı çıkmakta ve uluslararası kamuoyunu Türkiye’ye karşı arkasına almaktadır. Netice itibariyle, Türkiye, Kuzey Irak ve çevresinden kaynaklanan bu tehdidi izole etmek istiyorsa mutlaka bununla ilgili somut adımlar (siyasi, ekonomik ve askeri) geliştirmek zorundadır. Bunun yolu ise, “sert güç” ve “yumuşak güç” unsurlarının nesnel şartlar dahilinde biraraya getirilerek oluşturulacak bir zorlayıcı diplomasi stratejisinden geçmektedir. Ancak, 1998’de Suriye’ye yapıldığı şekilde, Türkiye’nin bu noktada beklemeye artık tahammülünün olmadığını net bir şekilde ortaya koyan bir zorlayıcı diplomasi stratejisini hala geliştiremediği görülmektedir.
Diğer taraftan, Başbakan R. Tayyip Erdoğan tarafından, ABD yönetimi üzerinde kabul edileceği izlenimi uyandırılan 1 Mart tezkeresinin TBMM’de kabul edilmemesi sonucunda Türkiye-ABD ilişkilerinde oluşan gerilim, PKK açısından yeni bir canlanmanın da başlangıcını oluşturmuştur. Bu gelişme sonucunda PKK terör örgütü, Irak’ın işgalinin konuşulduğu süreçte kendisine yönelik risklerin kaygısını taşırken; işgalde Türkiye’nin ABD’nin yanında doğrudan yer almaması sonucunda önemli ölçüde rahatlamıştır. Bu gelişmeye bağlı olarak, Kürtleri müttefik ilan eden ABD’nin Kuzey Irak’ta giriştiği operasyonlarda PKK’yı hedef almaması, Türkiye ve ABD’nin teröre bakışları konusundaki farklılıkları da keskinleşmiştir. Türkiye, ABD’nin ilan ettiği terörle mücadele projesine verdiği desteğe karşılık, ABD kendi menfaatleri çerçevesinde PKK’yı bu projenin dışında tutmuştur. Bu durum, PKK’nın liderlerinden Murat Karayılan tarafından da dile getirilerek, ABD’nin Kürtleri karşısına almak istemeyeceği özellikle belirtmiştir. Şüphesiz, Irak’ın işgalinde Türkiye’nin neden ABD’nin tarafında doğrudan yer alamayacağının AK Parti hükümeti tarafından dikkate alınmadan ve ABD’ye anlatılmadan gündeme getirilen tezkerenin doğurduğu bunalım PKK’yı rahatlattığı gibi, örgütün yeniden ve rahat bir şekilde eyleme geçmesi açısından da belirleyici olmuştur. Öte yandan, “stratejik ortaklık/müttefiklik” kavramıyla ilişkilendirilen Türkiye-ABD ilişkilerine “terörizmle mücadele” boyutundan bakıldığında, ilişkilerin üzerine oturduğu gerçekliğin bundan çok farklı olduğu ve bu gerçeklik çerçevesinde 2003’ten bu yana Türkiye’nin bölgedeki siyasi ve askeri rolünün sınırlandığı da söylenebilir.


“ Teröristle Mücadele ”yi Başarısız Gösterme Yanlışı

İkinci olarak, PKK terörüyle mücadelede örgütün alan hakimiyetinin kırılması bakımından silahlı kuvvetlerce yürütülen mücadelenin öneminin, zaman zaman olduğu gibi bugün de “Demokratik açılım” sürecinde yetkili ağızlar ve konu üzerinde tartışan bazı kesimler tarafından küçültülmeye hatta başarısız gösterilmeye çalışılması, verilen kayıpların bir yılgınlık vesilesi olarak lanse edilmesi terörün amacına hizmet etmekten başka bir işe yaramamaktadır. Zira, dünyadaki hiçbir terör örgütünün etkisi silah kullanılmadan ve kayıp verilmeden azaltılmış ya da sonlandırılmış değildir. PKK tarzındaki terörist örgütler de şunu iyi bilirler ki; sahip oldukları mevcut güç kapasiteleriyle devletin güvenlik güçlerini yenip yok etmeleri ya da ortadan kaldırmaları mümkün değildir. Bu mümkün olmadığına göre bu tür terör örgütleri, kamuoyunu ve devleti etkilemek için başka araçları da devreye sokarak toplum ve devlet üzerinde psikolojik baskı kurmanın yollarını ararlar. Sokak gösterileri, kitleleri karşı karşıya getirmek, uluslararası alana çıkma çabaları ve doğal olarak terör saldırıları hep bu amaç için devreye sokularak siyasal pazarlık için zemin yaratılmaya çalışılmaktadır çoğu zaman. Dolayısıyla devletin terör karşısında silah bırakması gerektiği söylemi bir yanılsama, bir tuzaktır. Devlet, meşru güç kullanma tekelini elinde tutan siyasal bir varlık olduğuna göre, kendisine karşı yönelmiş silahlı bir tehdidi güvenlik refleksleri gereği elbette ki askeri araçlar vasıtasıyla ve hukuk çerçevesinde bertaraf etmeye çalışacaktır her zaman. Şüphesiz burada tartışılması gereken konu bu mücadelenin hangi değerler sistemi üzerinden (otokrasi, sıkıyönetim, olağanüstü hal, insan hakları vs.) yürütüleceğidir, ancak bu durum silahlı mücadeleyi bırakmakla eş anlamlı değildir hiçbir zaman.

Terörü Bitirmek ya da Etkisini Azaltmak İçin Temel Seçenekler

Üçüncü olarak, terörü bitirmek noktasında hükümetlerin ellerinde iki temel seçenek vardır: Birinci seçenek, “düşük yoğunluklu çatışma” konsepti çerçevesinde teröre karşı, ordu ve kolluk güçlerinin kullanımı ile terör örgütünü yok etmek ya da etkisini kabul edilebilir bir düzeye indirgemektir. Ancak bu yöntem uzun ve sancılı bir süreçtir. Örneğin, Peru, 1970’lerde Maocu bir düzen kurmak için eyleme geçen Aydınlık Yol terör örgütüne karşı bu yöntemle mücadele etmiştir. 1980’lerde Peru kırsalında “kurtarılmış bölgeler” ilan eden ve buralarda hakimiyet kuran örgüt, şehirlerde de terör estirerek ciddi manada Peru rejimini tehdit etmiştir. Öyle ki, bir ara Aydınlık Yol’un ülkeyi ele geçirebileceği bile dünyada konuşulmaya başlanmıştır. Ancak, 1990’da Peru’nun lideri seçilen Alberto Fujimori ordunun da desteğiyle anayasayı, meclisi ve anayasa mahkemesini askıya alarak; Aydınlık Yol’a karşı taviz vermeden, insan haklarını önemsemeyen ve tamamen askeri yöntemlere dayalı bir mücadeleyi başlatmıştır. Aynı yıl içerisinde örgütün lideri Abiamel Guzman ve komuta kademesinin tamamına yakını ele geçirilerek, örgüt üç yıl içerisinde çökertilmiş ve 6 bine yakın Aydınlık Yol militanının teslim olması sağlanmıştır. 1994’te örgüte karşı nihai zaferini ilan eden Peru’da, yeniden canlanmaya çalışan örgütün son kalıntıları da 1999 ve 2004 yıllarında temizlenmiştir. Bütün bu tablodan geriye kalan ise 70 bin ölü ve demokrasisi ağır yaralar almış bir ülke olmuştur. Benzer şekilde geçtiğimiz aylarda Tamil Kaplanları’nı dize getiren Sri Lanka da aynı yöntemi uygulayarak örgütü tasfiye noktasına getirmiştir. Ancak bu ülkelerde terör örgütlerinin tasfiyesi, terörün beslendiği sosyo-ekonomik ve siyasal sorunların da çözüldüğü anlamına gelmemektedir. Zira, devletin silahlı güçlerinin bu mücadelesi, aslında devlet tarafından teröre karşı geliştirilen/geliştirilmesi gereken siyasal konseptin hayata geçirilmesi için bir araçtır. Türkiye’de de PKK’nın bu yöntemle tasfiye edilmesi ya da etkisinin kabul edilebilir bir düzeye indirgenmesi ancak sorunun bir ayağının çözülmesi anlamına gelmektedir. Bunun ardından ortaya konacak bir siyasal konseptin mutlaka olması gerekir.  Nitekim, Türkiye bu fırsatı 1999’da yakalamış, ancak daha önce de belirttiğim gibi terörle mücadeledeki strateji ve öngörü yoksunluğu bu siyasal konseptin oluşmasını ve olgunlaşmasını engellemiştir.
Terörle mücadeledeki ikinci seçenek ise, terör örgütünün yok edilememesi ya da kabul edilebilir bir şiddet düzeyine indirgenememesi durumunda, terör örgütü ile dolaylı ya da doğrudan görüşme yoluna gidilmesidir ki, bu durumda devlet hem silahlı mücadeleden hem de savunduğu siyasal konseptten vazgeçmiş olmaktadır.İngiltere’nin, IRA terör örgütüyle (Irish Republican Army/İrlanda Cumhuriyetçi Ordusu) yürüttüğü müzakereler bu konuda en çok bilinen ve en güncel örnektir. Örgütün arkasındaki halk desteğini fark eden İngiltere, yürütmekte olduğu “düşük yoğunluklu çatışma” konseptini terk edip bütün siyasal risklerine rağmen bu yolu tercih etmiştir. İngiltere Başbakanı Tony Blair, “silahını bırakması şartıyla şeytanla bile görüşürüm” diyerek IRA’nın siyasi temsilcisi Sinn Fein ile önce gayri resmi, sonra da resmi diyalog başlatmıştır. Dış dinamiklerin de etkisiyle (özellikle 11 Eylül sonrasında ABD, IRA’ya verdiği desteği keserek baskı yapmaya başlamıştır) örgüt siyasi çözüme zorlanmıştır. Neticede Sinn Fein serbest seçimlere katılarak yerel yönetimlerde söz sahibi olmuştur. Şimdiye kadar birinci seçeneği çözüm yolu olarak kullanan Türkiye de, AK Parti hükümetinin gündeme aldığı “Demokratik açılım” süreciyle ilk defa ikinci seçeneği denemeye başlamıştır. Nitekim AK Parti, PKK’nın lider kadrosuyla ya da temsilcileriyle dolaylı ya da doğrudan görüşmenin gerekli olduğunu bildiği için, daha önce görüşmeyi reddettiği DTP ile görüşmeye başlamıştır. Bu şekilde örgütle dolaylı yoldan da olsa müzakere masasına oturmak için ilk adım atılmıştır. 

Ancak, DTP’nin yaptığı açıklamalara bakıldığında, örgütün lideri Abdullah Öcalan’ın görüşmeler için kendisini adres göstererek doğrudan görüşmeyi şart koştuğu anlaşılmaktadır. AK Parti hükümeti ise, bu tür bir müzakerenin siyasal risklerini ve doğuracağı toplumsal tepkileri düşünerek; doğrudan görüşmeyi şimdilik reddetmektedir. AK Parti her ne kadar doğrudan görüşmeyi reddetse de, devletin başka kurumlarının (örneğin MİT’in) AK Parti’nin direktifleriyle Abdullah Öcalan’la görüşmekte olduğu gerçeği akla yakın gelmektedir.


Kürt Sorunu’nun Boyutları ve “Açmaz”ları

Öte yandan AK Parti, gerçekleştirmeyi planladığı açılımla “Kürt Sorunu”nu her ne pahasına olursa olsun çözeceğini bizzat Başbakan’ın ağzından ifade etmiştir. Ancak sorunun kendi içinde başka boyutları ve “açmaz”ları vardır. Öncellikle, Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerinin sosyo-ekonomik geri kalmışlığının ve bölgedeki sosyal yapıdaki anti-demokratik uygulamaların (aşiret sistemi, kan davası, töre cinayetleri, kız çocuklarının eğitilmemesi, işsizlik, nüfus artışı, gecekondulaşma vb.) önüne geçilmesi gerekmektedir. Sorunun birinci boyutunu bu durum oluşturmaktadır. Bu bağlamda GAP projesinin yanında başka sosyo-ekonomik projelerin de bu açılımla birlikte hayata geçirilmesi bir zorunluluktur.
Bir diğer önemli boyut –ki terörün en çok beslendiği zemin budur– “siyasal Kürtçülük” boyutudur. Nihai amacı bağımsız ve birleşik bir Kürdistan kurmak olan “siyasal Kürtçülük” hareketi, PKK’dan daha önce de var olan, fakat hem PKK’yı besleyen hem de ondan beslenen bir harekettir. Bölgenin sosyo-ekonomik ve sosyo-kültürel açıdan kalkındırılmasıyla (TRT 6, Kürtçe eğitim-öğretim, yer adlarının Kürtçe olması, bölgenin ekonomik kaynaklarının yerel yönetimlere terk edilmesi vb. uygulamalarla) bu hareketin önüne geçilebileceği ve arkasındaki desteğin azaltılacağı düşünülse de, dünya üzerindeki başka deneyimler bunu doğrulamaktan uzaktır. Örneğin, AB üyesi olan Belçika’nın sosyo-ekonomik gelişmişliği Valonlar ile Flamanların ayrılık isteklerini bugün dahi ortadan kaldırmış değildir. Benzer şekilde, Kanada’nın Quebec eyaleti, siyasi özerklik, ekonomik gelişmişlik ve kültürel haklar açısından oldukça ileri düzeyde olmasına rağmen; 1995’te yapılan “bağımsızlık referandumu”nda Quebec’lilerin Kanada’dan ayrılma isteği ABD’nin de baskısına rağmen sadece %1 oy farkıyla reddedilebilmiştir. Keza, İspanya’da Bask bölgesine verilen siyasi ve kültürel özerklik, ETA terör örgütünün (Euskadi Ta Askatasuna/Bask Vatanı ve Özgürlüğü) terör eylemlerini ve bölgedeki siyasal huzursuzluğu durdurmaya yetmemiştir. Bu deneyimlerin Türk siyasi eliti tarafından mutlak surette dikkate alınarak, “Demokratik açılım” sürecinde Türkiye’nin nesnel koşulları dahilinde “siyasal Kürtçülük”e karşı adımlar atılmalıdır. Burada önemli olan “siyasal Kürtçülük”ün teröre başvurmasının engellenmesi ya da bunun yarattığı terörün etkisinin kabul edilebilir bir düzeye indirgenmesidir.


Sorunun üçüncü ve en ağır boyutunu ise, PKK terör örgütü ve eylemleri oluşturmaktadır. Yazımın başında da belirttiğim gibi, bağımsız-birleşik bir Kürdistan devleti kurmak için eylemlerine başlayan PKK,  zaman içerisinde konjonktürel gelişmelere bağlı olarak bu hedefinden uzaklaşmış gibi görünse de, gerçekte kendisini bu stratejik hedefe taşıyacak olan bazı taktik adımlarla bu hedefi bugün için ertelemiş ama asla vazgeçmemiştir. “Demokratik açılım” sürecinde öncelikli olarak bu boyutun ele alınması ve çözülmesi gerekmektedir. Sorunun kaynağı PKK olduğuna göre, bu süreçte PKK’nın dolaylı ya da doğrudan muhatap alınması gerekmektedir. Ümit Özdağ’ın da dikkat çektiği gibi, hükümetin “devletin muhatabı PKK ya da Öcalan değildir, millettir” demesi kulaklara hoş gelse de esasında doğru bir yaklaşım değildir. Zira terörü gerçekleştiren millet değil, PKK’dır. Dolayısıyla işin bu boyutu çözülmeden “Demokratik açılım” sürecinin kalıcı bir çözüm ortaya koyması mümkün gözükmemektedir.
Ne var ki, AK Parti hükümeti orta ve uzun vadede bu yolda adım atacak olsa bile, bu noktada “Demokratik açılım” sürecinin kaderini belirleyecek olan iki temel “açmaz” bulunmaktadır. PKK, teröre son vermek için hem liderlerinin ağzından hem de DTP’nin ağzından “olmazsa olmaz” iki temel koşulu uzun zamandır deklare etmektedir: Bunlardan birincisi Kürt kimliğinin siyasal bir kimlik olarak anayasada yer alması; ikincisi Abdullah Öcalan’ın öngörülebilir bir zaman dilimi içinde serbest bırakılmasının ve siyaset yapabilmesinin koşullarının yaratılmasıdır. İlk talep, gelecekte self-determinasyon ilkesi (kendi kaderini tayin hakkı) çerçevesinde talepler doğurabilecek iki halklı bir devlet yapısının hukuksal ve siyasal olarak tescili anlamına gelirken; ikinci talep, buna giden yolda gerekli çalışmaları yürütecek olan siyasal önderin ve kadronun meşruiyet zemine çıkması anlamına gelmektedir.

“Demokratik Açılım” Sürecinin Kaderi: “ Şeytanla Pazarlık ” Yapabilmek
Türkiye’nin toplumsal ve siyasal dengelerini ciddi manada etkileyebilecek olan bu taleplerin yerine getirilmesinin doğuracağı siyasal risklerin altına bugünkü konjonktürde hiçbir hükümet giremez. Ancak, terörle mücadelede bu ikinci yola girildikten sonra, bu iki koşul yerine getirilmedikçe AK Parti’nin “Demokratik açılım” sürecinde uygulayacağı bütün politikalar PKK terörünün bitmesine katkı sağlamayacağı gibi, beklentilerin bizzat hükümet tarafından yükseltildiği bu ortamda yapılacak olanlara rağmen terörün bitmemesi Türkiye’yi çok ciddi siyasal bunalımların da eşiğine taşıyacaktır. AK Parti hükümetinin bu yola girerken Türkiye’nin kaderini elinde tutan siyasal iktidar olarak bunları elbette düşünmüş olması gerekir/gerekirdi. PKK’yı dolaylı ya da doğrudan muhatap almadan, “Demokratik açılım” sürecinde atılacak her adımın, örgüt için bir kazanım ve bir propaganda malzemesi olarak kullanılma tehlikesini de unutmamak gerekir. Terörle mücadelede bu ikinci yola girildikten sonra, PKK’yı dolaylı ya da doğrudan muhatap almadan kesin sonuç alınamayacağı terörizm literatürünün ana kuralıdır. Öyle görünüyor ki, AK Parti hükümeti bugünkü konjonktürde kısa ve orta vadede toplumu bu gerçeğe alıştırmak için planlı bir “bilinç yapılandırması”na girişmiş bulunmaktadır. Bu aşamadan sonra AK Parti hükümetinin ilk genel seçimlerden sonra, tekrar iktidara geldiği taktirde –ABD’nin de desteğiyle– orta ve uzun vadede “Demokratik açılım” çerçevesinde PKK’nın bu taleplerini bir biçimde kabul etmeyi göze almış olduğu gerçeği akla yakın durmaktadır. 

Peki bu gidişten geriye dönmek mümkün müdür? Evet mümkündür, ancak geriye dönüşün de çok ciddi sosyal ve siyasal bedellerinin olabileceği bilinerek. Aksi taktirde girilen bu yolun sonunda görüşme masasında karşınızda PKK’dan ve onun ulus-devlet sistemi içinde karşılanamaz taleplerinden başka birşey olmayacaktır… 




***

26 Temmuz 2016 Salı

15 Temmuz 2016 “ Ters Darbe ”si: AKP-Cemaat Kavgası, “ Parti Devleti ” ve Demokrasi




15 Temmuz 2016 “ Ters Darbe ”si: AKP-Cemaat Kavgası, “ Parti Devleti ” ve Demokrasi


Yazar: Bülent Şener

15 Temmuz’u 16 Temmuz’a bağlayan gece Türkiye Cumhuriyeti’nin en uzun gecesi oldu belki de. Atatürk devrimlerini ve bu devrimlerin üzerinde yükselen Türkiye Cumhuriyeti’ni yıkmak üzere 1950’lerde harekete geçen siyasal İslamcı karşı devrimin 1970’lerden itibaren devletin tüm kademelerine (özellikle yargı, emniyet, istihbarat ve ordu) sızma ve etkinlik kazanma girişiminin 2016 yılı Temmuz’unda ulaştığı radde bir “ters darbe” olarak ortaya çıktı ve çok şükür ki başarısızlığa uğradı.

Aynı anda hem TSK yönetimini ve merkezlerini (Genelkurmay Başkanlığı, 1. Ordu Komutanlığı, Özel Kuvvetler Komutanlığı, Jandarma Genel Komutanlığı, Akıncılar Üssü) hem de Türkiye Cumhuriyeti’nin başını ele geçirmek amacıyla Türk Silahlı Kuvvetleri’nin içindeki siyasal İslamcıların Fethullahçı Terör Örgütü kanadının emir-komuta zincirinin dışında gerçekleştirdiği bu “ters darbe”ye karşı, gerek darbenin erken deşifre edilmesi gerekse Türk milletinin ve devletin ilgili tüm kurumlarının gösterdiği mukavemetle açıkçası Türkiye Cumhuriyeti bir uçurumun eşiğinden döndü. Bu gözü dönmüş cuntanın giriştiği bu darbenin en trajik yönü hiç kuşkusuz verilen şehit ve yaralılarla birlikte Gazi TBMM’nin tarihinde ilk defa bombalanması oldu. Bu, liyakatle ve vatan sevgisiyle bulunduğu göreve gelmiş hiçbir TSK mensubu ve unsurunun bir an bile aklından geçiremeyeceği bir şeydi.

Şimdi soru şu: Türkiye Cumhuriyeti devleti bu durumlara nasıl düştü? Bir devlet kendi içerisinde bu derece ağır bir güvenlik zafiyeti içerisine bir anda düşebilir mi? Bu sorunun cevabı aklını, vicdanını ve iradesini köreltenler için basittir: Evet… “Evet” cevabı verenlerin büyük bir kısmı şüphesiz 2010 anayasa değişikliği referandumunda da “evetçi”ydiler, Çözü(l)m(e) Süreci’nde de “evet”çiydiler, Ergenekon, Balyoz vs. davalarda da “evet”çiydiler. Bir bilim insanı olarak ben hiçbir zaman bu süreçlerde “evetçi” olmadım, olma kolaycılığına düşmedim. “ Evetçi ” tavra salt AKP iktidarının politikalarını beğenmediğim ve eleştirdiğim için değil, siyasal İslamcıların bu ülkeyle ilgili emellerini az ya da çok kestirebildiğim için onay vermedim. Askeri darbelere ve vesayetçi kurumlara karşı olmak ayrı bir şeydi, bunları bahane ederek devlet içinde yeni vesayetçi klikler ve yapılar oluşturmak ayrı bir şeydi.

Zamanın hükmünü icra etmesi sonucu, AKP-Cemaat ittifakının şaşaalı günlerinde hakikati savunduğunu sananlar nasıl bir yanılgı içinde olduklarını bir kez daha gördüler. 2011’lere kadar devam eden AKP-Cemaat ortaklığının devletin başına açtığı işlerin en kötüsü belki de bu darbe girişimi ve bu süreçlerde TSK’nın yıpranan imajı ve bozulan motivasyonu oldu. Daha önceki yazılarımda da defaatle söylediğim gibi, AKP iktidarının devletin temel kurumlarında, işleyişinde ve teamüllerinde yarattığı deformasyonlar, kırılmalar özellikle “17-25 Aralık Süreci”, Arap Baharı ve Çözü(l)m(e) Süreci’nde tam anlamıyla bir güvenlik zafiyetine dönüştü ve ne yazık ki bunun ağır bedelleri ödenmeye devam ediliyor. AKP-Cemaat ortaklığı sırasında kimse Cemaatin yargıda, emniyette, istihbaratta ve orduda palazlanmadığını söyleyebilir mi? Şu an 6 bine yakın askeri ve sivil (özellikle hakim ve savcı) personel gözaltına alınmış durumda ve belki bunun iki üç katı kadar daha gözaltı ve tutuklamalar olacak, futbol stadyumları bile belki gözaltılar için kullanılacak. Peki bu insanlar bu noktalara liyakatle mi geldiler? “Ne istediler de vermedik”diyen kimdi? Ergenekon Davası için “Ben bu davanın savcısıyım” diyen kimdi? Bu davalarda “bizi ne için feda ettiğinizin farkında mısınız? Bizim yerlerimize kimler yerleştiriliyor farkında mısınız?” diyenlere kulak vermeyenler kimlerdi? TSK’nın elindeki bütün istihbarat yeteneğini alıp TSK’yı elektronik harp ve istihbarat açısından kör bir ordu haline getiren kimdi? TSK’nın YAŞ’taki kararlarına muhalefet şerhi koyanlar kimlerdi? Bu sorulara makul ve “ama”sız bir cevabınız olmalı.

Gülen cemaatinin son kırk yılda, siyasal iktidarlarla kurduğu ortaklıklardan istifade ederek hem sivil toplumda örgütlenmesi hem de devlet bürokrasisinin çok önemli kademelerine nitelik ve nicelik olarak yerleşmesi, AKP iktidarıyla birlikte artık olağan kabul edilen bir durum oluşturdu Şubat 2012’deki MİT krizine kadar. Çevreden gelen AKP Türkiye’de tek başına iktidar olsa da bürokraside zayıftı ve üstelik taşıdığı siyasal kodlar ve geldiği gelenek şu ya da bu ölçüde Cumhuriyet’in değerleri ve kurumlarıyla problemliydi. İşte böylesi bir ortamda, Gülen cemaatinin iyi eğitim görmüş, modern hayat tarzını benimsemiş gözüken ve daha da önemlisi (darbecilerin kendilerini “Yurtta Sulh Konseyi” olarak adlandırmasında ve darbe bildirisinde de görüldüğü gibi) adeta bir bukalemun gibi her türlü siyasal/ideolojik ortama uyum sağlama yeteneğine sahip beşeri sermayesi, Cumhuriyet’i yeni bir siyasi ve ideolojik temelde dönüştürmek noktasında AKP’ye aradığı fırsatı verdi. Hiç şüphesiz bu fırsatın oluşmasına ordunun ve laik kesimlerin AKP’ye karşı aldığı tutumlar da bir katalizör olarak işlev gördü. İşte bütün bu gelişmeler Gülen cemaatinin devleti tamamen ele geçirmek noktasında uzun zamandır beklediği fırsat kapısını aralamış oluyordu. AKP’nin ordunun siyasal hayattaki etkisini kırabilmek ve bürokratik yapıyı dönüştürebilmek için Gülen cemaatiyle yaptığı tarihsel ittifakla birlikte Cemaat on yıl içerisinde önceki dönemlerle kıyaslanamayacak bir ivmeyle devletin her kademesinde palazlandı. Bu palazlanmanın yapısal anlamda Gülen cemaatine sağladığı en büyük kazanımlardan biri, 2010 Eylül’ündeki anayasa değişikliği referandumuyla yargıyı büyük ölçüde eline geçirmesi, diğeri ise Ergenekon, Balyoz vs. kumpas dava süreçleriyle TSK’nın yapısının, geleneklerinin, motivasyonunun ve toplum nazarındaki itibarının deformasyona uğratılması oldu. İşte bu noktadan itibaren takvimler Haziran 2011 genel seçimlerini gösterdiğinde, Gülen cemaati iktidarda gerçek anlamıyla görünür ve tek yöneten olmak için AKP’yle seçim öncesinde ve sonrasında önce pazarlığa, sonra mücadeleye ve nihayet savaşa girişti. Böylece, 7 Şubat 2012’deki MİT kriziyle birlikte AKP-Cemaat tarihsel ortaklığı son buldu. Bu kriz aslında Türk devlet hayatındaki yaşanacak büyük depremin öncü sarsıntısıydı. Bunun ardından yaşanan “17-25 Aralık Süreci” AKP açısından çok daha uyarıcı oldu ve nihayet 15 Temmuz 2016 gecesinde Gülen cemaatinin TSK içindeki terör kanadı AKP’ye ve daha da önemlisi Türkiye Cumhuriyeti devletine karşı açık bir savaşa girişti ve bu savaşta Erdoğan ya da AKP karşıtlığının/otoriterliğinin ordudaki diğer kesimler açısından kendine avantaj sağlayacağı şeklinde büyük bir yanılgı içerisine düştüler.

Şimdi karşımızda devlet ve toplum güvenliği açısından gerçekten korkutucu bir manzara var. Bu başarısız darbe girişimin siyasal, sosyal, ekonomik açıdan hasar raporu ilerleyen zaman dilimlerinde çok daha net bir biçimde ortaya çıkacaktır. Fakat görünen o ki, “Çözü(l)m(e) Süreci” ve “Arap Baharı” sırasında izlenen hatalı politikaların yaratmış olduğu güvenlik zafiyetleri, bu darbe girişimiyle birlikte çok daha büyük bir risk düzeyine taşınmış durumda. Robert Fisk’in de dikkat çektiği gibi, 15 Temmuz gecesi yaşananlar istisnai bir Türkiye gerçeği değil, tam aksine Ortadoğu’daki sınırların ve devletlerin çökmesi ile yakından bağlantılı bir duruma işaret ediyor.[1] Türkiye’nin Ortadoğu’da yaşananlardan kendisini soyutlayamayacağı gerçeği bir yana, gerçekten de son 6 yıl içinde AKP iktidarının da katkısıyla (ki bu katkı hala devam ediyor, örneğin, Suriyelilere vatandaşlık verilmesine yönelik adımlar) Türkiye gerçek anlamıyla bir Ortadoğu ülkesi haline döndü. Bunun Türkiye için en net ifadesi “istikrarsızlık”, “iç çatışma”, “ulus-devletinde zayıflama” ve “çözülme”dir. Bu yalın gerçeklik karşısında meydanlarda bu darbenin atlatılmış olmasından dolayı sürdürülen kutlamalar duygusallıktan öte hiçbir anlam taşımıyor aslında. Çünkü Türkiye’de darbe tehlikesi ortadan kalkmadı. Robert Fisk’e göre darbe bir sonraki darbeye kadar engellendi ve önümüzdeki birkaç yıl içinde yeni bir darbeye hazır olunması gerekiyor. Dolayısıyla, salt “paralel devlet yapılanması” noktasından meseleye bakılıp, devletin ve kurumlarının temel ilke ve esaslarının, işleyiş mekanizmasının, yerleşik değerlerinin, teamüllerinin “parti devleti” anlayışıyla deformasyona uğratılmasının yarattığı zafiyetler AKP iktidarı tarafından bir kapsamlı özeleştiriye tabi tutulmadığı sürece, “istikrarsızlık”[ğ]ın, “iç çatışma”nın, “ulus-devletin zayıflama”sının, “çözülme”sinin ve en nihayetinde “darbe”nin bütün sosyolojik ve siyasal nedenleri var olmaya devam edecektir Türkiye’de.


Sonuç: Türkiye Kırılgan Bir Devlet Olma Yolunda (mı?)

Belli bir toprak parçası üzerinde bağımsızlığa ve münhasır bir egemenliğe sahip olmak, devlet olmanın temel koşullarından biridir. Diğer taraftan, devlet olmak, sınırları içerisinde yaşayan bireylerin temel ihtiyaçlarını (eğitim, sağlık, barınma, adalet vb.) karşılayabilmeyi, huzur ve asayişi sağlayabilmeyi ve gerek sınırlar içinden gerekse sınırlar dışından yönelebilecek her türlü tehdit ve saldırıyı ve muhtemel zararlarını minimum düzeye çekebilmeyi gerektirmektedir. Bunları tam olarak sağlayamayan devletler genellikle “kırılgan devlet” (fragile state) olarak adlandırılmaktadır. OECD’nin genel kabul gören tanımına göre “kırılganlık” devletin güvenlik, eğitim, sağlık, adalet gibi temel kamu hizmetleri sunmakta acziyet içinde olması durumudur.[2] Bunun bir adım ötesi ise “başarısız devlet”tir ki (failed state), bu noktada kontrol, idare ve eylem yeteneklerini çekirdek alanlarda kaybetmiş ve toplumsal sözleşmesi bozulmuş çökmekte olan bir devlet vardır artık (Bkz. Tablo 1).




1990’lı yıllarla birlikte birçok akademik kuruluşun ve uluslararası örgütün, devletlerin kırılganlığına ilişkin endeksler oluşturmaya başladığı görülmektedir. Bunlardan biri de ABD merkezli “Fund For Peace” (FFP) adlı düşünce kuruluşu ile “Foreign Policy Dergisi”nin işbirliğiyle 2005 yılından bu yana yayınlanan “Başarısız Devletler Endeksi”dir ki (Failed States Index), Haziran 2014’te onuncusu yayınlanan ve adı “Kırılgan Devletler Endeksi” (Fragile States Index)[3] olarak güncellenen bugün için son endeks Türkiye’nin kırılganlığı açısından oldukça olumsuz bir veri setini ortaya koymaktadır. Türkiye, söz konusu endekste 178 ülke arasında 74,1 puanla (puan ne kadar yüksekse kırılganlık o kadar fazladır)[4] 94. sırada yer alarak yüksek riskli (high warning) ülkeler arasında yer almaktadır ki (bkz. Tablo 2), bu durum tüm AB ve OECD üyesi ülkeler içinde Türkiye’yi kırılganlık açısından 1. sıraya taşımaktadır.





Endekste, Türkiye’nin en yüksek puan aldığı, yani en büyük kırılganlık sergilediği alanlar “etnik/dini gruplar arası çatışma” göstergesi ve “güvenlik aygıtı” göstergesidir. Söz konusu göstergelerin birincisinde Türkiye’nin 2014 puanı 9,0 iken, ikincisinde ise 7,4’tür (Bu iki göstergenin 2007-2014 arasında izlemiş olduğu trendlerin ortalaması ise sırasıyla 8,2 puan ve 7,3 puandır). Gerek “etnik/dini gruplar arası çatışma” göstergesi gerekse “güvenlik aygıtı” göstergesi her iki alanda da Türkiye’nin taşımakta olduğu aşırı risk potansiyelini ortaya koymaktadır. Bu riskler dışında “mülteciler” göstergesindeki yükseliş de (Suriyeli sığınmacıların ‘vatandaşlığa’ geçirilmesi başta olmak üzere) Türkiye için daha olumsuz bir tablo yaratmaktadır (Bkz. Tablo 3).






Bütün bu gerçeklikler karşısında, darbe girişiminin başarısızlığa uğratılmış olması Türkiye’de demokrasinin daha iyi işleyeceği anlamına gelen doğrudan bir siyasal sonuca işaret etmiyor maalesef ortada böylesine çok ciddi bir güvenlik ve beka sorunu varken. Bu güvenlik ve beka sorunu, Türkiye’nin otoriter ve son kertede totaliter bir “parti devleti” modeline sürüklenme riskiyle birlikte ele alındığında, bu başarısız darbe girişiminin yarattığı/yaratacağı etkiler, bu modele gidişteki bütün toplumsal ve siyasal itirazların çoğunluk nezdinde “gayri meşru” ilan edilmesi için elverişli bir durum da ortaya çıkarabilir. Diğer bir deyişle, “paralel devlet yapılanması”na karşı sürdürülen mücadelenin zamanı geldiğinde muhalefete kadar uzanması ve bunun da çoğunluk tarafından (gerektiğinde sokaklara çıkarak) desteklenmesi söz konusu olabileceği gibi, devlet güvenliği açısından zorunlu olarak tasfiye edilmesi gereken kadroların yerine partiye yakın isimlerin yerleştirilmesi de söz konusu olabilir. Darbenin olası artçı etkileri de (siyasal suikastler ve iç çatışma) düşünüldüğünde, bu senaryoların başka hangi endişe verici senaryolara yol açabileceğini tahmin etmek zor değildir.
Sonuç olarak, darbe girişimi sonrasında Türkiye’nin “ulus-devlet”ini muhafaza ederek evrensel standartları yakalamış demokratik bir hukuk devletine ulaşma hedefine yaklaştığını söyleyebilmek düne göre artık daha da zor görünmektedir. 7 Haziran 2015 genel seçimlerinden bu yana defaatle işaret ettiğim gibi, Türkiye içerisine düşürüldüğü güvenlik zafiyetleri ve siyasal/ideolojik bölünmüşlük/kutuplaşma nedeniyle bir “Katastrof Çağı”nın içinden geçiyor ve belki de bunun henüz daha başlangıcındayız. Umarım tarih ve olaylar beni yanıltır…

21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü internet sitesinde yer alan yazılar, sadece yazarlarının görüş ve değerlendirmelerini yansıtmakta olup, bunların sitemizde yayınlanması, 21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü tarafından tümüyle veya kısmen benimsendikleri veya ‘Enstitünün’ kurumsal görüşünü yansıttıkları şeklinde alınamaz.

KAYNAKÇA;

[1]Bkz. Robert Fisk, “Turkey’s Coup May Have Failed – But History Shows It Won’t Be Long Before Another One Succeeds”, Independent, 16 July, 2016, http://www.independent.co.uk/voices/turkey-coup-erdogan-ankara-istanbul-military-army-turkey-s-coup-may-have-failed-but-history-shows-a7140521.html
[2]Bkz. OECD, “Principles for Good International Engagement in Fragile States & Situations: Principles”, April 2007, http://www.oecd.org/development/incaf/38368714.pdf.
[3]“Kırılgan Devletler Endeksi”nde devletler, 12 ayrı sosyal, ekonomik, siyasi ve askeri göstergeye dayanılarak, her bir gösterge için (0 ile 10 arasında bir rakamla (toplam 120 puan üzerinden) değerlendirilmekte, en yüksek puanı olan devletin en kırılgan olduğu tespiti yapılmaktadır. 178 ülkenin sıralandığı 2014 endeksinde en kırılgan devletlerin Afrika ve Ortadoğu’da, en az kırılgan devletlerin ise Kuzey Avrupa’da yer aldığı görülmektedir. Bkz. Fund for Peace, Fragile States Index 2014, Washington D. C., 2014,
http://library.fundforpeace.org/library/cfsir1423-fragilestatesindex2014-06d.pdf  
[4]Endeksin kriterleri konusunda daha geniş bilgi için bkz. Konur Alp Koçak, “Türkiye Ne Kadar Kırılgan”, 2023 Dergisi, Sayı: 160 (Ağustos 2014), ss. 58-64, http://tasav.org/usr_img/2023_dergisi_160._sayi_konur_alp_koCak.pdf


http://www.21yyte.org/tr/arastirma/milli-guvenlik-ve-dis-politika-arastirmalari-merkezi/2016/07/20/8476/15-temmuz-2016-ters-darbesi-akp-cemaat-kavgasi-parti-devleti-ve-demokrasi



..