TÜRKİYE-SURİYE etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
TÜRKİYE-SURİYE etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

4 Ocak 2017 Çarşamba

TÜRKİYE-SURİYE İLİŞKİLERİNDE YENİ BİR DÖNEM; YÜKSEK DÜZEYLİ STRATEJİK İŞBİRLİĞİ KONSEYİ



TÜRKİYE-SURİYE İLİŞKİLERİNDE YENİ BİR DÖNEM; YÜKSEK DÜZEYLİ STRATEJİK İŞBİRLİĞİ KONSEYİ




Yrd. Doç. Dr. Veysel AYHAN 
ORSAM Ortadoğu Danışmanı

Abant İzzet Baysal Üni., Uluslararası İlişkiler Bölümü 
www.veyselayhan.com 

TÜRKİYE-SURİYE İLİŞKİLERİNDE YENİ BİR DÖNEM: YÜKSEK DÜZEYLİ STRATEJİK İŞBİRLİĞİ KONSEYİ* 
* Bu çalışmanın saha araştırması kısmında verdiği maddi destekten dolayı TÜBİTAK’a teşekkür ederim Ortadoğu Analiz 





 <  Suriye’deki birçok kesim Türkiye’nin 2004 ve 2005 tarihlerinde Suriye’ye karşı bir askeri, ekonomik ve politik müdahalenin engellenmesi yönünde çaba sarf ettiğini ve bu çabanın Şam’ın Türkiye politikalarını değiştirmesinde oldukça önemli bir rol oynadığını belirtmektedir. >


Türkiye - Suriye işbirliği ekonomiden enerjiye, ortak eğitim faaliyetlerinden ve güvenlik alanına kadar geniş bir zeminde gerçekleşmektedir

1957-58 ve 1998 tarihlerinde savaşın eşiğine gelen Türkiye ve Suriye arasında 16 Eylül 2009’da imzalanan Yüksek Düzeyli Stratejik İşbirliği Konseyi Anlaşması ve her iki ülke vatandaşlarının 90 günle sınırlı olmak koşuluyla vizeden muaf seyahat serbestisine kavuşması hem yakın çevre ülkeleri hem de Ortadoğu’nun geneli açısından oldukça önemli ve tarihi bir olaydır. İşbirliği Konseyi’nin kurulmasına dönük anlaşmanın imzalanmasının ardından 13 Ekim 2009’da Türkiye-Suriye Yüksek Düzeyli Stratejik İşbirliği Konseyi 1. Bakanlar Kurulu toplantısının gerçekleştirilmiş olması ise sürecin somut adımlarla ileriye taşınmak istendiğinin en açık göstergesidir. Bu çerçevede hem ilişkilerinde çatışma dan işbirliğine geçişte Türkiye’nin oynadığı role, Stratejik İşbirliği Konseyi’nin yapısına ve son olarak da 13 Ekim 2009’da Halep ve Gaziantep’te gerçekleştirilen 1. Bakanlar Kurulu toplantısına dikkat çekmek yerinde olacaktır. 

Stratejik İşbirliği Konseyi’ne Zemin Hazırlayan İki Ziyaret: Cumhurbaşkanı Sezer ve Başbakan Erdoğan’ın Suriye Gezileri Stratejik İşbirliği Konseyi’ne giden sürecin anlaşılması açısından Türkiye’nin 2003 sonrası dönemde Ortadoğu’da oynamaya çalıştığı rolü iyi irdelemek gerekir. Suriye bağlamında düşünüldüğünde Türkiye’nin 1998 sonrası dönemde Suriye ile ilişkilerini çatışmacı bir zeminden çıkartmasına karşın stratejik diyebileceğimiz bir işbirliği düzeyine çıkartmadığı görülmüştü. Zira, Irak işgali karşısında hem Ankara’nın hem de Şam’ın aynı refleksi göstermelerine rağmen Türkiye’nin aksine Suriye yönetimi Amerikan askeri gücüne lojistik destek vermekten kaçınmış ve direnişçi olarak adlandırdığı Sünni kökenli Baasçı grupların ülkedeki siyasal faaliyetlerini sınırlandırmamıştı. Dolayısıyla her iki ülke de Irak işgaline karşı 
çıkmakla birlikte işgal sonrası dönemde farklı bir dış politika izlemişti. Bununla birlikte Irak’ın istikrarsızlaşmasından kaynaklanan ortak diyebileceğimiz 
tehdit algılamaları bulunmaktaydı. 

Bunların başında ise Irak’ın parçalanması ve ayrı bir Kürt devletinin kurulması gelmekteydi. 


Diğer yandan ABD ile ilişkilere bakıldığında ise farklılaşan dış politikalara sahiptiler. Bu çerçevede Türkiye-Suriye ilişkilerinde işbirliğini gerekli 
kılacak tehdit algılamaları bulunmasına karşın, bunu stratejik düzeylere taşıyacak unsurları yeterince barındırmadığı görülmektedir. Ancak, 2003 işgalinden kısa bir süre sonra Amerikan yönetiminin doğrudan Suriye rejimini hedef alan açıklamaları ve ardından 2005 Şubatında eski Lübnan başbakanlarından Refik Hariri’nin öldürülmesinden sonra Suriye üzerinde artan baskılar Şam rejiminin Türkiye’ye olan ihtiyacını artırdı. Ocak 2004 tarihinde, Suriye lideri Beşar Esad üst düzey bir heyetle Türkiye’ye resmi bir ziyaret gerçekleştirdi. 57 yıl aradan sonra Türkiye’ye gerçekleştirilen ziyaret sırasında Şam yönetimi Türkiye’nin sınırlarını resmi düzeyde tanıdı ve böylelikle Hatay sorunu da aşılmış oldu.1 Suriyelilere göre Suriye rejimini devirmeye yönelik diplomatik, ekonomik ve siyasal baskılara Fransa ve Rusya’nın da içinde yer aldığı Batılı devletler destek verirken, Türkiye beklenmedik bir şekilde Şam rejiminin uluslararası alandaki koruyucusu oldu.2 Bu bağlamda Suriye 
ile ilişkilerin stratejik düzeye çıkmasında Aralık 2004’te Başbakan Erdoğan, ardından da 2005’te Cumhurbaşkanı Sezer’in Batılı ülkelerin muhalefetine 
rağmen Suriye’ye düzenledikleri resmi ziyaretler etkili olmuştur. Her iki ziyaret birlikte düşünüldüğünde, Türkiye’nin Suriye’ye karşı düzenlenmesi düşünülen bir askeri müdahaleye karşı çıkacağının uluslararası kamuoyuna açıklanması olarak nitelendirilmiştir. 

Başbakan Erdoğan’ın 2004 Aralığında Şam’a düzenlediği iki günlük resmi ziyaret ile Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’in ünlü Suriye gezisi Ankara-Şam hattında var olan ve tarihi geri planı Fransız işgal dönemi sonrasına dayanan karşılıklı önyargıların, güvensizliklerin ve kuşkuların aşılmasında anahtar rolü oynamış ve ilişkilerin gelişmesine zemin hazırlamıştır. Sözkonusu iki ziyaret Suriye’nin Türkiye’ye olan güvenini en üst düzeye çıkarmıştır. İlişkilerde bugün gelinen nokta ortak tehdit algılamalarının yanı sıra karşılıklı güven ve diyalog temelleri üzerine kuruludur. Diğer bir deyişle bazılarınca öne sürüldüğü üzere Yüksek Düzeyli Stratejik İşbirliği Konseyi’nin tarihsel geri planı zayıf ve güvenden yoksun olduğu yaklaşımı gerçekçi olmadığı gibi aksine aşağıda belirtildiği üzere oldukça kritik süreçlerin getirmiş olduğu bir tarihsel ve politik 
zemin üzerine inşa edilmiştir. 

< Beşar Esad rejimi Suriye’nin bölgede güçlü bir aktör olması için pro-aktif bir dış politika izlenmesini önemsemektedir. >


1559 Sayılı BM Kararı Sonrası Başbakan Erdoğan’ın Şam Ziyareti Başbakan Erdoğan’ın Şam ziyareti BM Güvenlik Konseyi’nde, Suriye’nin Lübnan’daki askeri ve siyasi etkisini sonlandırmak için alınan 1559 Sayılı Karar’ın ardından 
gerçekleştirilmişti. Hatırlanacağı üzere 1991 Irak Savaşına destek veren Suriye rejiminin ödülü Lübnan üzerinde tam kontrol kurmak olmuştu. Beyaz Saray ve 
Avrupalı ortakları 1991 Irak Savaşı’na yaklaşık 6 bin askerle destek veren Şam’a, Lübnan’da o dönemin önde gelen Suriye karşıtı ismi Maruni lider Mişel Aoun’a karşı güç kullanmasına izin vermiştir.3 


<  Irak işgali, Amerikan baskıları ve Lübnan kriziyle gelişmeye başlayan işbirliği ve diyalog süreci her iki ülke arasında var olan olumsuz önyargıların 
yıkılmasına ve yerini birlikte ortak çıkarlara bırakmaya başlamıştır. >

George W. Bush iktidarıyla birlikte gündeme gelen Saddam’ın askeri yöntemlerle devrilmesi planı sonrası Washington bir kez daha Şam yönetimiyle işbirliğinin yollarını aradı. 

Bush yönetimi, 11 Eylül saldırılarının hemen ardından Washington’la terörizm konusunda istihbarat paylaşımına giden Suriye’nin 4, İsrail’in açık muhalefetine rağmen 2001 Ekiminde Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi Geçici Üyeliğine seçilmesine tepki göstermemişti. 

Ayrıca Bush yönetimi Nisan 2002’de Kongrenin her iki kanadı tarafından alınmış ve Suriye’ye yeni yaptırımlar öngören yasayı da onaylamayarak Suriye 
rejimiyle pazarlık yolunu açık tutmuştu. Dış İlişkiler Komitesi tarafından 3 ve 4 Eylül’de basına verilen demeçte Başkan Bush’un Ortadoğu’daki olaylar karşısında hareket alanını sınırlayan yasaları onaylamak konusunda çekinceleri olduğu ifade edilmişti.5 Ancak, 2003 başında Suriye’nin Irak işgaline destek vermeyeceği ve işbirliğine yanaşmayacağı anlaşılınca Washington Suriye’ye yönelik daha radikal politikaları hayata geçirme kararı almıştır. 2003 Irak işgaline destek vermeyen Suriye rejimini cezalandırmak isteyen Amerikan yönetimi bir kez daha Lübnan kartını oynamaya başlamıştı. Bu çerçevede 2004 yazında Suriye taraftarı Lübnan Cumhurbaşkanı Emin Lahud’un görev süresinin bitmesine birkaç ay kala Lübnan’daki politik tartışmalar ve Suriye’nin askeri varlığı tartışmaları şiddetlendirmişti. ABD’nin baskılarını arttırdığı bir dönemde Suriye’nin Cumhurbaşkanı Lahud’un görev süresini üç yıllığına uzatma girişimleri üzerine Amerikan yönetimi hemen harekete geçmiştir. 2004 Ağustosu’nda Suriye üzerindeki baskılarını artıran Amerikan yönetiminin Lübnan sorununu BM’ye taşıması Şam rejimi üzerindeki uluslararası baskının artmasına yol açtı. ABD’nin etkisiyle BM Güvenlik Konseyi’nin 2 Eylül 2004’te kabul ettiği ve “Lübnanlı olan ve olmayan tüm silahlı güçlerin dağıtılması ve silahsızlandırılması, Lübnan hükümetinin idaresinin tüm Lübnan topraklarını kapsayacak şekilde genişlemesi, tüm yabancı güçlerin Lübnan topraklarından çekilmesi, Lübnan’ın bağımsızlığına, toprak bütünlüğüne, birliğine ve siyasi serbestliğine tam 
saygı gösterilmesi, Lübnan Anayasası’na uygun, adil ve özgür seçimlerin, hiç bir dış müdahale ve etki olmaksızın sonuçlandırılması” yolunda çağrı yapan 1559 Sayılı Karar,6 açıkça Suriye’nin Lübnan’dan çıkartılmasını ve Hizbullah’ın silahsızlandırılmasını gündeme taşımıştı. 

Buna rağmen 1559 sayılı kararın açıklanmasını takip eden gün ise Suriye destekli Lübnan Meclisi, Cumhurbaşkanı Lahud’un görev süresini üç yıllığına uzatan yasayı kabul etmişti. Suriye’nin BM Kararına rağmen Lübnan siyasetine müdahale etme girişimlerini sürdürmesi üzere ABD’nin öncülüğün de Suriye’nin Lübnan’dan çıkartılmasına dönük etkili bir kampanya başlatılmıştır. İşte tam da Suriye rejimi üzerindeki baskıların arttırıldığı bir tarihte Başbakan Erdoğan iki günlük Suriye ziyaretini Aralık 2004 tarihinde gerçekleştirmiştir. Başbakan Erdoğan ziyaretle ilgili olarak “uzak olan ilişkilerin nasıl yakınlaştığının göstergesidir” demiş, Suriye Başbakanı Naci Otri ise “ilişkilerimiz gelecekte her alanda daha da gelişecektir” ifadesini kullanmıştı.7 

Resmi programda olmamasına rağmen Başbakan Erdoğan’la iki ayrı görüşme gerçekleştiren Suriye Devlet Başkanı Beşar Esad Erdoğan’dan İsrail-Suriye arasındaki sorunların giderilmesinde arabulucu rolü oynamasını istemiştir.8 Diplomatik yakınlaşma ticaret alanında etkilere yol açmış ve ziyaret sırasında Türkiye-Suriye serbest ticaret anlaşması imzalanmıştır. Türkiye böylelikle Suriye rejimi üzerinde kurulmak istenen uluslararası baskıları desteklemeyeceğini açıkça göstermiş olmaktaydı. 


ABD ve AB’ye Rağmen Gerçekleşen Ziyaret: Cumhurbaşkanı Sezer’in Suriye Gezisi

Türkiye-Suriye Yüksek Düzeyli Stratejik İşbirliği Konseyi’nin gelişim sürecini daha iyi anlayabilmek açısından Erdoğan’ın ziyaretinin ardından 13-14 Nisan 2005 tarihleri arasında gerçekleştirilen Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’in Suriye ziyaretine tekrar dikkat çekmek yerinde olacaktır. Sezer’in ziyareti, eski Lübnan Başbakanlarından Refik Hariri’nin Şubat 2005’te öldürülmesinden sonra hem Lübnan içinde hem de dışında Suriye karşıtı grupların Şam’a uluslararası bir yaptırım uygulama çalışması içinde oldukları bir tarihte gerçekleştirilmiştir. Refik 
Hariri cinayeti sonrası Beyaz Saray 1559 Sayılı Kararın derhal yerine getirilmesini istemiş ve Suriye’nin Lübnan’dan çıkartılması, uluslararası 
yaptırımların devreye girmesi için diplomatik baskılarını artırmıştı.9 Bu bağlamda ziyaret öncesi hem AB hem de ABD’den Suriye rejimine ve Cumhurbaşkanı Sezer’in ziyaretine ciddi bir tepki bulunmaktaydı. Dönemin ABD Ankara Büyü-kelçisi Edelman Bursa’daki temasları sırasında bir gazetecinin Cumhurbaşkanı Sezer’in ziyaretini gündeme getirmesi üzerine ABD, AB ülkelerinin ve Mısır’ın Suriye’ye bir yaptırım uygulanması konusunda fikir birliği içinde olduğunu ve Türkiye’nin de uluslararası camianın kararlarını desteklemesini beklediğini ifade etmiştir. Büyükelçi Edelman sözlerinin devamında ise üstü örtülü bir şekilde ziyaretin gerçekleşmesi durumunda Türkiye’nin uluslararası kamuoyu tarafından 
dışlanacağı mesajını vermiştir. Edelman’a göre “ Tabii ki bu uluslararası camiaya uyup uymamak konusu, Türkiye’nin kendi kararıdır.”10 

Amerikan yönetiminden Sezer’in ziyaretine yönelik dile getirilen tepkiler Sezer ve Esad görüşmesinin gerçekleştiği günde bile sürmüştü. ABD Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Richard Boucher, Cumhurbaşkanı Sezer`in Şam’da bulunduğu sırada düzenlediği basın toplantısında Suriye rejimini Irak’ı istikrarsızlaştırmak, barış sürecini ve Ortadoğu barışını engelleyen grupları desteklemekle suçlamıştı. Boucher, uluslararası toplumun Suriye yönetimine davranışlarını değiştirmesi için açık ve anlaşılır bir mesaj verdiğinin de altını çizmekteydi.11 Dolayısıyla Büyükelçi Edelman ve Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Richard Boucher’in açıklamaları birlikte düşünüldüğünde Cumhurbaşkanı Sezer’in ziyaretinin Şam rejimi üzerindeki uluslararası baskıların en üst seviyeye ulaştığı bir dönemde gerçekleştirildiği anlaşılmaktadır. 

Ziyaretin bir diğer önemli yanı ise Batı ülkelerinin Şam yönetimine karşı birlikte hareket ettiği bir dönemde gerçekleşmiş olmasıdır. Boucher’in 
de altını çizdiği gibi geleneksel olarak Suriye yönetimiyle ilişkileri bulunan Fransa ve Rusya dahil Batılı ülkelerin hemen hemen tümü Esad yönetimi karşısında ortak bir tutum ve politika benimsemişti. Aynı dönemde Suudi Arabistan’ın başını çektiği Arap ülkeleri de Suriye’yle ilişkilerini koparmıştı. AB ülkeleri Hariri suikastından sonra programı önceden belli olmasına rağmen Beşşar Esad’ın Viyana ziyaretini erteletmişti. Ayrıca, Lübnan’daki gelişmelerden dolayı Suriye ile AB arasında 2004 yılında imzalanan ticaret anlaşmasını da onaylamayacaklarını açıklamışlardı.

12 Dolayısıyla Türkiye, hem Arap dünyasından hem de geleneksel müttefiklerin den dışlanan Suriye’nin en zor gününde yanında yer alarak Şam’a ve Esad yönetimine ciddi bir meşruiyet ve güven vermiş, en azından Suriye’nin kuzey sınırından herhangi bir baskı ya da yaptırıma tabi tutulmayacağını göstermiştir. Irak’ın iç savaş içinde olduğu ve Lübnan’da da Suriye karşıtı gösterilerin gerçekleştiği günlerde kuzey sınırının mal ve insan dolaşımı açısından güvenli olduğuna yönelik verilen mesaj Esad yönetimi tarafından da doğru algılanmıştır. 

Bu bağlamda Suriyeli akademisyen Mervan Kablavi Rusya ve Fransa’nın içinde yer aldığı Batılı güçlerin Esad rejimini devirmek isteyen Amerikan yönetimine verdiği desteğin Suriye dış politikasında bir kırılma yarattığının altını çizmektedir. Kablavi’ye göre 2004 yılında “Lübnan sorununu bahane eden güçlerin asıl odaklandığı politika Suriye rejimini devirmekti. Suriye kendi içinde bir savunma politikasına yönelirken çevresinde ittifak yapabileceği ülkelerin bulunmadığı görmüştü. Türkiye’nin ziyareti işte tam da böyle bir ortamda gerçekleştiğinden önemli olduğu kadar tarihi olmuştur”. Suriye Dışişleri Bakan Yardımcısı Abdulfettah Ammura’dan Suriyeli akademisyen ve Suriye hükümetinin siyasal 
danışmanlarından Dr. Samir Al Taki’ye kadar birçok kesim Türkiye’nin 2004 ve 2005 tarihlerinde Suriye’ye karşı bir askeri, ekonomik ve politik müdahalenin engellenmesi yönünde çaba sarfettiğini ve bu çabanın Şam’ın Türkiye politikalarını değiştirmesinde oldukça önemli bir rol oynadığını belirtmektedir. 




 < Ankara-Şam hattındaki işbirliği sürecinin; ekonomiden güvenliğe, sağlıktan eğitime veya kültürel değişim programlarına kadar geniş bir alanda karşılıklı bağımlılığı artırmasına ve tarihi sorunların bu vesile ile aşılmasına imkan tanıması kuvvetle muhtemeldir. >

Türkiye’nin politikalarının Suriye halkı tarafından nasıl anlaşıldığına gelince Büyükelçi Abdulfettah Ammura bunu şu sözlerle ortaya koymaktadır “Amerika ve Avrupalı ülkeler Suriye’ye baskı kurduklarında Türkiye Suriye halkının yanında yer aldı. Aynı zamanda halkımız da bunları görmektedir. Halkımızın talepleri de Batılı güçlerle birlikte hareket etmeyen Türkiye ile ilişkilerin geliştirilmesi yönündedir”.13 

Türkiye-Suriye Arasında Yüksek Düzeyli Stratejik İşbirliği Konseyi Dönemi

Yukarıda da belirtildiği üzere Türkiye-Suriye ilişkileri 2003 sonrası dönemde bölgesel koşullarda ve güç dengelerinde meydana gelen değişikliklerin 
etkisiyle işbirliği düzeyinden kısa sürede yüksek düzeyli stratejik işbirliğine dönüşmüştür. Irak işgali, Amerikan baskıları ve Lübnan kriziyle gelişmeye başlayan işbirliği ve diyalog süreci her iki ülke arasında var olan olumsuz önyargıların yerini ortak çıkarlara bırakmasını sağlamıştır. Her iki ülke arasında işbirliği alanlarının başında ekonomi, enerji vesu kaynaklarının yönetimi gelmekle birlikte dış politikada da Irak sorunundan kaynaklanan ortak güvenlik sorunlarıyla birlikte mücadele etme, Lübnan sorununun barışçıl yöntemlerle sonlandırılmasında işbirliği yapma, Suriye’nin İran ekseninden Arap eksenine katılımını sağlama ile Suriye’nin AB ve ABD ile ilişkilerini restore etme gelmektedir. 

İki ülke arasındaki ilişkilerin önemine değinen Dışişleri Bakanı Davutoğlu’na göre “Türkiye Suriye’nin Avrupa’ya açılan kapısı iken Suriye de Türkiye’nin Arap dünyasına açılan kapısıdır”14. Nitekim, 2000 Haziranında Suriye Devlet Başkanı koltuğuna oturan Beşar Esad rejimi de Suriye’nin politik olarak bölgede güçlü bir aktör olması için ekonomik ve diplomatik alanda da pro-aktif bir dış politika izlenmesini önemsemektedir. Türkiye ile kurulan stratejik ilişkiler Suriye’nin bu hedeflerini gerçekleştirmesinde oldukça önemli bir rol oynamaktadır. 

Türkiye-Suriye Yüksek Düzeyli Stratejik İşbirliği Konseyi

16 Eylül 2009’da Beşar Esad’ın Türkiye ziyareti sırasında her iki tarafın aralarındaki diyalog sürecini ve işbirliğini stratejik bir aşamaya taşımak 
istedikleri ve buna yönelik olarak da gerekli mekanizmaları içeren bir Stratejik İşbirliği Konseyi kuracakları açıklanmıştı. Söz konusu açıklamanın hemen ardından her iki ülkenin Dışişleri Bakanları Türkiye-Suriye Yüksek Düzeyli Stratejik İşbirliği Konseyi Anlaşmasını imzalayarak süreci başlatmış oldu.15 Stratejik İşbirliği Konseyi öncelikli olarak Türkiye ve Suriye arasındaki ilişkilerin her alanda gelişmesine yardımcı olacak mekanizmalar ve somut adımlar içermesinden dolayı oldukça önemlidir. Her iki ülkenin Başbakanları düzeyinde Eş Başkanlık sistemini öngören İşbirliği Konseyi’nin Bakanlar Kurulu’nun içinde dışişleri, enerji, ticaret, bayındırlık, savunma, içişleri, ulaştırma ve tarım bakanlarının bulunduğu toplam on altı (Türkiye ve Suriyeli) bakandan oluşması öngörülmüştür. Bununla birlikte gerek görüldüğünde toplantılara kurul 
üyesi olmayan diğer bakanların da katılması sağlanarak Bakanlar Kurulu’nun yapısı daha da genişletilebilir. Bakanlar Kurulu’nun yılda en az iki kez toplanması öngörülmektedir. Bununla birlikte her iki ülkenin kararıyla toplantıların sayısı arttırılabilir. Toplantılarda işbirliği öngörülen alanlarda somut gündem maddeleri belirlenecek, söz konusu maddeler üzerinde tarafların pozisyonları ve süreçlerin ilerlemesi için gerekli değişiklikler gündeme gelecektir. 

Bakanlar Kurulu toplantısında taraflar arasındaki işbirliği alanları tartışılacak ve gerekirse işbirliği öngörülen alanlara dönük anlaşmalar, protokoller ve mutabakat zaptları imzalanacaktır. Sürecin resmi düzeyde kalmaması için ise toplantıda alınan kararlar doğrultusunda ilgili bakanlıkların kısa süre içinde bir eylem planı hazırlaması ve bu planı da karşı tarafa sunması öngörülmüştür. Dolayısıyla sürecin bürokratik aşamalara takılması engellenmiş olmaktadır. Diğer bir deyişle işbirliği süreci dinamik bir yapı ve işleyiş üzerine kurulmuştur. Bu durum doğal olarak tarafların işbirliği yapma arzusundan kaynaklanmaktadır. 

Diğer yandan dinamik süreç, sorunların kısa sürede aşılması ve süreçlerin kesintisiz işlemesini de beraberinde getirecektir. Bakanlar Kurulu toplantılarının ardından hazırlanan eylem planlarının hayata geçirilmesi ise, yılda en az bir kez iki ülke başbakanlarının eş başkanlığında toplanması öngörülen İşbirliği Konseyi toplantısında kararlaştırılacaktır. 16 

Türkiye-Suriye Arasında Yüksek Düzeyli Stratejik İşbirliği Konseyi 1. Bakanlar Kurulu Toplantısı


13 Ekim 2009’da her ülkeden ilgili Bakanların katılımıyla Halep ve Gaziantep’te gerçekleştirilen Yüksek Düzeyli Stratejik İşbirliği Konseyi 1. Bakanlar Kurulu toplantısı Türkiye-Suriye ilişkilerinde başlayan işbirliğinin somut adımı olmuştur. Dışişleri Bakanı Davutoğlu ve meslektaşı Suriye Dışişleri Bakanı Velid Muallim Halep’teki 1. Bakanlar Kurulu toplantısının ardından düzenledikleri ortak basın toplantısında görüşmelerde işbirliği anlayışıyla genel bir çerçeve çizildiğini ve sürecin somut anlaşma ve protokollere dönüştürülerek Aralık ayında Başbakan Erdoğan’ın Şam ziyaretinde düzenlenecek olan Stratejik İşbirliği Konseyi toplantısında uygulamaya aktarılacağı ifade edilmiştir. Basın toplantısında Dışişleri Bakanı Davutoğlu, “iki ülkenin ekonomik entegrasyonu ve halklarının kaynaşmasını sağlayacak bu anlayışın bölgeye yayılmasını umduğunu” ifade etmiştir. Davutoğlu Suriye’yle ilişkilere dönük olarak da Türkçe ve Arapça “ Ortak sloganımızı, ‘ Ortak kader, ortak tarih, ortak gelecek; el kader el müşterek, et tarih el müşterek, el müstakbel el müşterek’ olarak ilan ediyorum ” demiştir.17 

Ortak basın toplantısında Suriye Dışişleri Bakanı Muallim de Türkiye ile Suriye arasındaki stratejik ilişkilerin ve sürecin ekonomik ve toplumsal entegrasyon yönünde hızla ilerlediğini belirtmiştir. 

1. Bakanlar Kurulu toplantısında yerel yöneticilerin yanı sıra her iki ülkeden Dışişleri Bakanları, Devlet Bakanları Milli Savunma Bakanı, İçişleri Bakanı, Sağlık Bakanı, Ulaştırma Bakanı, Tarım ve Köyişleri Bakanı, Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı, Çevre ve Orman Bakanı katılmıştır. 

Suriye tarafından ise toplantıya katılan 15 bakandan oluşan heyete Suriye Devlet Başkan Yardımcısı Vekili Hasan Türkmeni başkanlık etmiştir.18 

Türkmeni basın toplantısında Konsey Anlaşması’nın imzalanmasından hemen sonra toplantının gerçekleştirilmiş olmasının memnuniyet verici olduğunu belirtmiş ve iki ülke arasında gerçekleşen görüşmelerin ekonomi, güvenlik, savunma, sağlık ve çevre gibi alanlarda gelişmesine katkıda bulunacağını ileri sürmüştür. 19 

Halep ve Gaziantep’te düzenlenen toplantıların ardından taraflar arasında yaklaşık 40 protokol, proje, mutabakat zaptı ve anlaşma üzerinde çalışma 
kararı alınmıştır. Toplantıda alınan kararların hayata geçirilmesi için ilgili bakanlıklar 10 gün içinde kendi eylem planlarını hazırlayacaktır. 
İlgili birimler hazırladıkları eylem planlarını aynı zamanda muhataplarıyla da paylaşacaktır. Örneğin, eğitim alanında karşılıklı öğretmen değişimini öngören bir eylem planı hazırlandığından, buna hazırlayan birim diğer ülkedeki muhatabına kendi eylem planını sunacaktır. 

Böylelikle her iki tarafta söz konusu eylem planının organizasyonu ve uygulanması konusunda detaylı bir ortak çalışma yapmak zorunda kalacaklardır. 

Ardından da Aralık 2009’da Başbakan Erdoğan’ın Şam ziyaretinde düzenlenecek 
olan Yüksek Düzeyli Stratejik İşbirliği Konseyi 

1. Konsey Toplantısında eylem planlarından uygulanabilir olanların hayata geçirilmesi sağlanacaktır. Görüldüğü gibi somut takvimler ve aşamalar 
üzerine kurulu Yüksek Düzeyli Stratejik İşbirliği Konseyi’nin kısa ve orta vadede iki ülke arasında ilişkileri güçlendirmesi kaçınılmazdır. 
Bu kapsamda Stratejik İşbirliği Konseyi’nin yapısı ve çalışma şekline bakmakta yarar vardır. 

Diğer yandan Bakanlar Kurulu toplantısının ardından Türkiye-Suriye ilişkilerinin ekonomik ve toplumsal alanlarda olduğu kadar güvenlik ve savunma alanlarında da ileriye götürüleceği açıktır. Bu kapsamda ilk olarak 27-29 Nisan 2009 tarihleri arasında düzenlenen “Türkiye-Suriye Sınır Birlikleri Değişim Tatbikatı”nın ardından her iki ülkenin kara kuvvetlerinin katılacağı ve geniş kapsamlı ortak savunma ve güvenlik tatbikatlarının yapılması öngörülmüştür. Bakanlar Kurulu toplantısında Dışişleri Bakanı Muallim İsrail’in Anadolu Kartalı Tatbikatı’ndan çıkarılmasının memnuniyet verici olduğunu açıklamıştır. 

Öte yandan Savunma Bakanı Ali Habib ise yaptığı konuşmada “geçen baharda Türkiye ile kara kuvvetlerinin içinde yer aldığı ilk tatbikatı gerçekleştiklerini” ifade etmiş ve ardından da Bakanlar Kurulu toplantısında daha büyük bir tatbikat düzenlenmesi konusunda anlaştıklarını belirtmiştir. 20 
Öte yandan Suriye Dışişleri Bakanı Muallim verdiği bir demeçte ise İsrail’in Türkiye’de düzenlenmesi öngörülen tatbikattan çıkartılmasını Türkiye-Suriye arasındaki Stratejik İşbirliği Anlaşması’nın bir sonucu olduğunu ileri sürmüştür.21 

1.Bakanlar Kurulu toplantısının kısa süre içinde birçok sonuçları olacağı açıktır. Dolayısıyla yalnızca politik aktörlerin değil bir o kadar da toplumun süreci yakın takip etmesi gerekecektir. Örneğin, tüm işbirliği süreçlerinin gerçekleş tirilmesinde dil sorununun aşılması için Türkçe ve Arapça bilen uzmanların sayısında ciddi bir artış yaşanacaktır. Her bakanlık AB uyum yasaları çerçevesinde İngilizce bilen uzman aldığı gibi, Arapça bilen uzmanlar da bünyesinde bulundurmak zorunda kalacaktır. İş dünyasından akademik camiaya kadar her alanda Arapçaya olan ilgi ve ihtiyaç artacaktır. Kısa süre içinde hayata geçirilmesi öngörülen eylem planlarının ilgili ülkelerde yürütüleceği göz önüne alındığında 

Türkçe ve Arapçanın gerekliliği daha iyi anlaşılacaktır. 2008 sonu itibariyle 2.5 milyar dolara yaklaşan ihracatın 2010 yılı sonunda 5 milyar doları aşacağı öngörülmektedir. 2004 yılında imzalan Serbest Ticaret Anlaşmasında yer alan bazı protokollerin de hayata geçirilmesiyle iki ülke arasındaki ticaretin kısa sürede 5 milyarı aşacağı ileri sürülebilir. Ekonomik ve toplumsal düzeyde sınırların önemsizleşmesi ülkeler arasında var olan bazı tarihsel sorunların da süreçle ortadan kalkmasına yol açacaktır. Diğer bir deyişle ortak su politikasının oluşturulması ya da 16 Eylül’de kabul edilen ve 13 Ekim’de imzalanan vize muafiyeti Antakya ve Halep arasındaki sınırın anlamsızlaşmasına yol açabilecek düzeyde bir adımdır. 

Sonuç 

Türkiye ve Suriye arasında her alanda genişleyen işbirliğinin ekonomiden enerjiye, toplumsal etkileşimden ortak eğitim faaliyetlerine ve güvenlik alanına kadar geniş bir zeminde yansımaları olacağı açıktır. Bu açıdan bakıldığında TPAO’nun Suriye’de ortak petrol ve doğal gaz aramaları, sınırın iki yakasında yaşayan insanların günü birlik veya hafta sonları birbirlerinin ülkelerini ziyaret etmesi veya güvenlik alanında da İsrail’in son anda da olsa tatbikattan çıkartılmasının hemen ardından Suriye’yle geniş kapsamlı bir tatbikat yapılmasının gündeme gelmesi dikkat çekicidir. Dolayısıyla Ankara-Şam hattındaki işbirliği sürecinin; ekonomiden güvenliğe, sağlıktan eğitime veya kültürel değişim programlarına kadar geniş bir alanda karşılıklı bağımlılığı artırmasına ve tarihi sorunların bu vesile ile aşılmasına imkan tanıması kuvvetle muhtemeldir. Dışişleri Bakanı Davutoğlu’nun ifade ettiği gibi süreç komşularla sıfır problemden tam işbirliği ve entegrasyona doğru gitmektedir. 



DİPNOTLAR 

1 Banu Eligür, “ Are Former Enemies Becoming Allies? Turkey’s Changing Relations with Syria, Iran, and Israel Since the 2003 Iraqi War”, Brandeis University Crown Center for Middle East 
Studies, No. 9 (August 2006), ss.2-3 
2 Suriye’de gerçekleşen görüşmeler sırasında elde edilen mülakatlar ve gözlemler, 18-24 Ağustos 2008, Şam. 
3 Bu konuda detaylı bilgi için bkz., Veysel Ayhan-Özlem Tür, Lübnan: Savaş, Barış, Direniş ve Türkiye ile İlişkiler, Bursa: Dora Yay., 2009, ss.158-162 
4 Alfred B. Prados, “Syria: U.S. Relations and Bilateral Issues”, Issue Brief for Congress (Updated January 23, 2003), ss. 9-10 
5 Ibid., s. 14 
6 UNSC Resolution 1559, (02 September 2004) S/RES/1559/2004 
7 Eligür, op. cit., s. 3 
8 Ergun Aksoy- Bülent Aydemir, “Suriye’de İsrail Sürprizi”, Sabah Gazetesi, 24.12.2005, http://arsiv.sabah.com.tr/2004/12/24/siy101.html 
Detaylı bilgi için bkz., Ayhan-Tür, Lübnan.. op. cit., ss.185-195 
10 “ABD: Suriye’ye Bastırın”, Radikal Gazetesi, 15.03.2005, 
http://www.radikal.com.tr/haber.php?haberno=146549 
11 U.S. Department of State Daily Press Briefing, “State Department spokesman Richard Boucher briefed the press April 13” 
http://www.america.gov/st/washfile-english/2005/April/20050413192129XLrenneF0.491543.html#ixzz0UJuGd0ha. 

12 Souria News, “Syria raises doubts about signing EU partnership”, 14.10.2009, 
http://www.souria.com/em/hl/article.asp?at=32451. 
13 20 -21.08.2009 arası Şam’da gerçekleştirilen mülakatlar. 
14 Souria News, “Turkey Boosts Syria Ties Amid Renewed Israel Row”,17.10.2009, 
http://www.souria.com/em/hl/article.asp?at=32515 
15 H. Sabbagh, “First Ministerial Meeting of the Syrian-Turkish Strategic Cooperation Council Concluded, Long-Term Strategic Partnership between the Two 
Countries Established”, Syrian Arab News Agency, Oct 14, 2009, 
http://www.sana.sy/eng/22/2009/10/14/249621.htm 
16 “Türkiye-Suriye Arasında Vize Kalktı”, TRT Haber, 16.09.2009, 
http://www.trtchinese.com/Haber/HaberDetay.aspx?HaberKodu=b209f299-666d-4438-b74d-14e86cf69621
Turkish New York News, “Türkiye ile Suriye Arasında Büyük Anlaşma”, 16.09. 2009, 
http://www.turkishny.com/en/headline-news/15525-turkiye-ile-suriye-arasinda-buyuk-anlasma.html 
17 Turkish Press Review (ARCHIVE), “Turkey, Syria sign Strategic Deal, Lift visa Requirments”, 14.10.2009, 
http://www.byegm.gov.tr/yayinicerikarsiv.aspx?Id=6&Tarih=20091014&Haftalik=0#1 
18 Ibon Villelabeitia; Syria says to hold Military Exercises with Turkey”, Reuters News, 
http://www.reuters.com/article/latestCrisis/idUSN13205852 http://www.reuters.com/article/latestCrisis/ 
idUSN13205852, 13.10.2009; Gaziantep Haber, “Türkiye-Suriye Yüksek Düzeyli Stratejik İşbirliği Konseyi 1. Bakanlar Toplantısı”, 13.10.2003, 
http://www.gaziantep.com/tr/gaziantephaberleri/2009/10/13/2982/turkiye-suriye-yuksek-duzeyli-stratejik-isbirligi-konseyi-1-bakan 
19 CNNTurk Haber, “Türkiye ile Suriye arasında tarihi gün”, 13.10.2009, 
http://www.cnnturk.com/2009/turkiye/10/13/turkiye.ile.suriye.arasinda.tarihi.gun/547524.0/index.html 
20 Villelabeitia, loc. cit. 
21 The Memri News, “Turkish-Syrian Strategic Cooperation Council Convenes”, 13.10.2009, 
http://www.thememriblog.org/blog_personal/en/20875.htm 


****

TÜRKİYE-SURİYE-IRAK-İRAN DÖRTGENİNDE GELİŞMELER




TÜRKİYE-SURİYE-IRAK-İRAN DÖRTGENİNDE GELİŞMELER 


Türkiye’nin Suriye ile olan ilişkilerine baktığımızda, en radikal değişikliğin bu ülke ile olduğu görülecektir. 
E. Tümg. Armağan KULOĞLU 
ORSAM Başdanışmanı 




Lübnan sorunu, İsrail sorunu, ABD baskısı ve Türkiye’nin gösterdiği kararlı tutumdan dolayı iyice yalnızlaşan Suriye, Türkiye’nin gösterdiği yakınlaşma 
politikasının da etkisi ile “ Tehdit Ülke” konumundan, “ Yüksek Düzeyli Stratejik İşbirliği Yapılan Ülke” konumuna dönüşmüştür. 


Giriş 

Ortadoğu, özellikle 100 yılı aşkın bir süreyi kapsayan yakın tarihteki her dönemde önemini gittikçe arttırmış ve dünya politikalarının belirleyicisi durumuna gelmiştir. Sovyetlerin dağılmasını müteakip Kafkasya ve Orta Asya’daki gelişmeler sonucunda bu bölgelerin de öneminin ortaya çıkması ile kritik ve belirleyici sahaların kapsamı genişlemiştir. Ancak Ortadoğu’nun daha eski belirleyici faktör olmasından dolayı zaman içinde bölge üzerinde yaşanan çıkar çatışmalarının yarattığı gerginlik, çatışma ve istikrarsızlıklar Türkiye’yi derinden etkilemiştir. 

Bu yazıda, fazla geçmişe uzanmadan özellikle son 20 yıldır Türkiye’nin doğu ve güneydoğusundaki komşu bölgelerde süregelen gelişim ve değişimin sebep ve sonuçları ile Türkiye’nin geleceğine olan etkileri ortaya konmaya çalışılacaktır. Bu noktadan hareketle, ulusal çıkarları gözeterek oluşturulması, planlanması ve uygulanması gereken politika ve stratejilerin tespiti üzerinde durulacaktır. Politika ve stratejileri tespit edebilmek için de, yazının konusu olan dört ülkenin durumları çok özet olarak belirtilecek, Türkiye ile olan ilişkileri analiz edilecek, başta ABD ve İsrail ile iç politikanın ve diğer aktörlerin bölge ve ilişkilerimize olan etkileri değerlendirilecektir. 

Türkiye-Suriye Ekseni 

Anılan ülkeler içinde Suriye ile olan ilişkilere baktığımızda, en radikal değişikliğin bu ülke ile olduğu görülecektir. Hatay ve sınır aşan sular konusunda sürekli gerginlik yaratan bir ülke konumundaki Suriye’nin, Türkiye’yi zayıf duruma düşürmek için PKK terörüne destek verdiği bilinmektedir. 
Hatta doksanlı yıllarda Ege sorunlarından kaynaklanan gerginlikte Yunanistan’ın da Türkiye’yi zayıf duruma düşürmek için kısmen PKK terörüne destek vermesinin yanında Türkiye’ye karşı Suriye ile birlikte işbirliği içinde hareket ettikleri, bu nedenle o tarihlerde TSK’nın savaş planlarını “iki buçuk savaş doktrini”ne göre yaptığı bilinmektedir. Bu doktrindeki iki tam tehditten biri Suriye, diğeri Yunanistan, yarım tehdit de PKK terörüdür. 

1998 yılının sonlarına doğru Suriye’ye karşı uygulanan güç gösterisi ve gösterilen kararlılık sonucunda Suriye, tutumunu yumuşatmaya başlamış, 
terörist başını topraklarından çıkartmış ve bunu takiben “Adana Mutabakatı” olarak anılan bir toplantı sonucunda da PKK terörüne verdiği desteği kestiğini resmen açıklamıştır. Bu tarihlerden itibaren Suriye ile gittikçe gelişen olumlu bir dönem başlamıştır. 2003 yılında ABD’nin Irak’ı işgali döneminde, ABD tarafından ilan edilen şer ekseninin bir parçası olmaktan ötürü kendisini büyük bir baskı altında hissetmiş, bu nedenle Türkiye’ye olan yakınlaşmasını daha da arttırmıştır. Lübnan sorunu, İsrail sorunu, ABD baskısı ve Türkiye’nin gösterdiği kararlı tutumdan dolayı iyice yalnızlaşan Suriye, Türkiye’nin gösterdiği yakınlaşma politikasının da etkisi ile “Tehdit Ülke” konumundan, “Yüksek Düzeyli Stratejik İşbirliği Yapılan Ülke” konumuna dönüşmüştür. 

Hatta ilişkilerde müşterek bakanlar kurulu toplantısı yapılan ve vizenin kaldırılmasına kadar varan ilerleme kaydedilmiştir. Mevcut durum itibariyle bu gelişmeler, Türkiye’nin çıkarları yönünde olup, olumludur. Ancak bu durumun, Türkiye’nin güçlü, Suriye’nin de sorunlarından dolayı zor durumda olmasına bağlı olduğu dikkate alınmalı, ihtiyat elden bırakılmamalı, ilişkilerin kalıcı olması için gerekli önlemlerin geliştirilmesi üzerinde durulmalıdır. 


Türkiye’nin, Hem İran hem de Batı ile iyi ilişkiler geliştirirken denge noktasını iyi ayarlaması gerekmektedir. 

Türkiye-Irak Ekseni

Irak ile olan ilişkiler ise son 20 yıldır, PKK, ABD ve Irak’ın kuzeyindeki yönetim ekseninde ağırlıklı kazanmıştır. 1991 yılında Irak’a yapılan müdahale sonucunda kuzeyde oluşturulan korumalı bölge, Türkiye açısından hem bağımsız bir Kürt yönetiminin kurulması, hem de PKK terörünün hayat bulması açısından tehdit algılaması kapsamında bir durum arz etmiştir. 1999 yılında PKK terörünün gündemden düşmesinden sonra, gerek Avrupa Birliği adaylığının başlaması ve müzakere sürecinin açılmasından, gerekse ABD’nin 2003 yılında Irak’ı işgalinden kaynaklanan gelişmeler, PKK terörünün yeniden canlanmasına sebep olmuştur. Irak’ın kuzeyindeki yönetim, 2003 yılında ABD askerlerinin Türkiye üzerinden Irak’a geçmesine izin verilmemesinden dolayı ABD açısından bir nevi müttefik olarak görülmüş ve özellikle Türkiye’ye karşı koruma altına alınmıştır. PKK bölgede bir noktada ABD’nin dolaylı himayesi altında kalmıştır. PKK terörü Türkiye’ye karşı eylemlerini arttırmış ve Türkiye’nin bu terör ile Irak’ın kuzeyinde mücadele etmesine ABD tarafından engel olunmuştur. 2007 yılı Kasım ayına kadar devam eden bu süreç, sınır ötesi harekât yapamamaktan dolayı Türkiye’ deki tepkilerin yükselmesi sonucunda ABD’nin şartlı geri adım atmasıyla son bulmuş ve PKK terörü ile mücadelenin ABD, Türkiye, Irak arasında oluşturulan bir mekanizma ile mutabakat içinde ortak yapılması kararlaştırılmıştır. 


  < Irak merkezi yönetimi ile geliştirilen ilişkilerin de, “Yüksek Düzeyli Stratejik İşbirliği” seviyesine gelmesi ve müşterek bakanlar kurulu toplantısı yapılmasına kadar uzanması olumlu olarak değerlendirilmekte dir. Ancak gelişmelerin, Irak’ın kuzeyindeki yönetimi de ayrı bir unsur olarak muhatap almaya mecbur etmesi olumsuzdur. >


ABD Türkiye’ye, Irak’ın kuzeyindeki yönetime zarar vermemek, onu tehdit olarak görmemek ve iyi iletişim içinde olmak kaydı ile özellikle istihbarat 
temini konusunda yardımcı olmuş, sınır ötesi harekât için hava sahasını ve çok kısıtlı olarak da kara sahasını açmıştır. 2009 yılından 
itibaren ABD’nin askeri gücünü kademeli olarak Irak’tan çekme kararı alması ve bu konuda Irak yönetimi ile anlaşma yapmasını müteakip, durum 
yeni bir veçhe kazanmıştır. 

ABD askerinin Irak’tan çekilmesini takiben, Türkiye’nin PKK ile mücadele adına Irak’ın kuzeyine yapacağı sınır ötesi harekâtların, Irak’ın 
kuzeyindeki yönetimi tedirgin ve tehdit edeceği düşüncesi ile ABD, yeni bir süreç başlatmıştır. 
Bu süreçte ABD, PKK’nın misyonunu artık tamamlamış olduğu ve Türkiye’nin bir müdahalesine sebep teşkil etmemesi düşüncesinden hareketle, terör örgütünün tasfiyesinin gerektiğini değerlendirmiştir. ABD’den gelen talep ve Türk iç politikasının da yönlendirmesi ile bu tasfiyenin gerçekleşebilmesi için Irak, Irak’ın kuzeyi ve PKK yönünden alınacak tedbirlere paralel olarak Türkiye’nin de bunu kolaylaştırıcı adımlar atması gerektiği sonucu ortaya çıkmıştır. PKK terörünün tasfiyesi çıkarlarımız açısından arzu edilen bir gelişmedir. Ancak “açılım” adı altında bilinmediği için tahmin edilen ve algılanan yöntemlerin ve uygulamaların, Türkiye içinde kutuplaşmalara ve gerginliklere sebep olduğu 
da bir gerçektir. ABD’nin PKK terör örgütünün tamamen ortadan kaldırılmasını da benimsediğini düşünmek yanıltıcı olabilir. PKK, Irak’ın kuzeyinde bir bağımsızlık durumu, Kerkük meselesi ve benzer sebeplerle yeniden kullanılmak istenebilir. Bu nedenle ABD’nin PKK’yı kontrol edebildiği gerçeğini daima göz önünde tutmakta yarar bulunmaktadır. Diğer taraftan Irak merkezi yönetimi ile geliştirilen ilişkilerin de, “Yüksek Düzeyli Stratejik İşbirliği” seviyesine gelmesi ve müşterek bakanlar kurulu toplantısı yapılmasına kadar uzanması olumlu olarak değerlendirilmektedir. Ancak gelişmelerin, Irak’ın kuzeyindeki yönetimi de ayrı bir unsur olarak muhatap almaya mecbur etmesi olumsuzdur. 

Türkiye-İran Ekseni




İran ise, yakın zaman dahil büyük düşmanlıklar içinde olmadığımız, ancak ayrı bir kültür ve köklü devlet geleneğinden kaynaklanan bir rekabet içinde olduğumuz bir ülkedir. İslam devriminden sonra, komşusu Türkiye’yi, laik, demokratik ve modern yapısından dolayı hem rakip, hem de rejimine tehdit olarak görmüştür. Bu nedenle rejim ihraç politikası izlemiş ve Türkiye’yi zayıf düşürebilmek için PKK terör örgütünü desteklemiştir. Ancak son 5-6 yıllık dönem içinde PKK terörünün İran versiyonu olan, İran’ı istikrarsızlaştırmaya kurgulanmış PJAK ile mücadele zorunda kalması, ayrıca ABD’nin baskısı altında bulunması, İran’ı Türkiye politikasında değişiklik yapmaya yönlendirmiştir. PKK terör örgütü ve onun kolu ile mücadele etmesine, hatta zaman zaman bu konuda Türkiye ile işbirliği yapmasına rağmen, yine de PKK’ya düşük seviyede de olsa İran üzerinden lojistik destek verilmesine müsamaha etmektedir. 

İran’da önemli olan konu rejimin muhafaza edilmesidir. Bu nedenle uluslararası gerginlik yaratmak ve bu gerginlikten dolayı iç politikada gücü muhafaza ederek rejimi korumak, genel bir politik yaklaşım olarak benimsenmiştir. İran’ın nükleer teknolojiyi geliştirme ve uranyum zenginleştirme faaliyetleri devam etmektedir. Anlaşmalardan dolayı Uluslararası Atom Enerjisi Komisyonunun denetimine tabidir. İran her ne kadar nükleer teknolojiyi barışçıl amaçlarla geliştirdiğini ifade etse de, denetimden bazı tesisleri ve faaliyetleri gizlemesi, onun nükleer silah geliştirmek istediğine ilişkin tereddütler uyandırmasına sebep olmaktadır. Güven telkin etmeyen davranışlarından ötürü, kısmen zenginleştirdiği uranyumun bir başka ülkede depolanması, barışçıl amaçla kullanacağı çubuklar haline dönüştürülmesinden sonra tekrar kendisine verilmesi hususuna önceleri tereddütlü yaklaşmış, sonra da kabul etmemiştir. Depolanacak ülke olarak Türkiye’nin adının ön plana çıkmasına da aynı şekilde yaklaşmıştır. Türkiye hem batı ile yakın ilişki içinde, hem de İran ile iyi ilişki içinde olmasından ve İran nezdinde güven telkin etmesinden istifade ile bu konuda bir noktada arabulucu olarak rol almak istemiştir. Hatta Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin (BMGK) geçici üyesi olmasından dolayı, İran’a uygulanması düşünülmeye başlayan yaptırımlarda, BM tarafında yer alması baskısından dolayı karar verme konusunda zor duruma düşmemek için bu kolaylaştırıcı öneri üzerinde önemle durmuştur. Ancak İran, açık olarak ifade etmese de nükleer silaha sahip 
olarak tehditlere karşı koyma, rejimini koruma ve bölgesel olarak etki alanını genişletme ve etkinliğini arttırmayı politika olarak benimsediğinden 
bu tekliflere sıcak bakmamıştır. İran’ın bu konudaki stratejisi, çeşitli şekillerde uluslararası kuruluşları ve Batı’yı oyalayarak nükleer teknoloji ve uranyum zenginleştirme çalışmalarına devam ederek nükleer silaha ulaşmak olduğu değerlendirilmektedir. Uranyum’un Türkiye’de depolanması, en güvendiği ülke olarak kendisine avantaj sağlayacakmış gibi gözükse de, bu durumun Türkiye’nin Batı nezdinde prestijini arttıracağı, bölgesel rekabette Türkiye’den geride kalacağı ve özellikle nükleer silaha sahip olmanın avantajlarını kaybedeceği için bu konudan uzak durmayı tercih etmiştir. Türkiye’nin hem Batı ile hem de İran ile iyi ilişkiler içinde olması olumlu bir gelişmedir. Ancak bunun da denge noktasının iyi tayin edilmesi gerekmektedir. BMGK’nin nükleer teknoloji geliştirmesinden dolayı İran için önümüzdeki dönemde uygulanmasını planladığı yaptırımların karar aşaması ve uygulamasında Türkiye’nin, BM, Batı ve İran arasında ikilemde kalacağı, bu nedenle oluşturması ve takip etmesi gereken politika ve stratejilerden dolayı zorluklarla karşılaşacağı değerlendirilmektedir. 

Sonuç ve Değerlendirme 

Türkiye, komşu ülkelerle sıfır sorun politikası çerçevesinde diplomasi uygulama ya devam etmektedir. Bu konuda başarılı olduğu ölçüde, başarılı olamadığı sahalarda gücünü toplayarak sıklet merkezi uygulaması ile çıkarlarını sağlayabilme imkânına sahip olabilecektir. Ancak sorunlar çözülmeye çalışılırken tavizler vererek, geri dönülemeyecek yollara girilmemesine özen gösterilmesi gerekmektedir. Her sorunun bir geçmişi, sebep veya sebepleri vardır. Genelde de bunlar Türkiye’den kaynaklanan değil, Türkiye’nin hak ve hukukunu korumak için aldığı tavırlardır. Konulara yaklaşımlarda bunların dikkate alınmasında zaruret bulunmaktadır. Bu konuda Türk Milletinin devlete olan güveninin 
zedelenmemesi son derece önemlidir. 

Özellikle güneydoğu komşularımızla geliştirilen olumlu ilişkiler, Türkiye’nin menfaatinedir. Suriye halkının, ilişkilerimizin iyi olmadığı dönemde dahi Türk halkına karşı bir sempatisi olmuştur. Irak halkından önemli bir kesiminin de aynı şekilde olduğu söylenebilir. İran halkı da keza aynı şekilde olup, nüfusunun yarıya yakın bir kısmının Azeri Türkü olması da bunu güçlendirici bir etkendir. Yaşanan sorunlar devlet politikalarından kaynaklanmıştır. Halen gelinen durumda devlet politikaları da olumlu yönde geliştiğine göre, ilişkileri sürekli olumlu kılacak tedbirlerin alınmasında yarar görülmektedir. Bunun sağlanması da ilişkilerin, ekonomi, ticaret, eğitim, sosyal kurumlar ve üniversiteler arasındaki temasların arttırılmasından, halklar arasında iletişim kurarak devam ettirilmesinden, geliştirilmesinden, süreklileştirilmesinden ve kalıcı bir platforma 
oturtulmasından geçmektedir. 

Türkiye’nin tek yönlü politika uygulamalarını çok yönlüye kaydırması ve Türkiye’nin merkeze alınarak yeni bir görüşle hareket edilmesi, Türkiye’nin mevcut jeopolitik gücünün çıkarları yönünde kullanılmasına imkân yaratacaktır. 


BMGK’nin nükleer teknoloji geliştirmesinden dolayı İran için önümüzdeki dönemde uygulanmasını planladığı yaptırımların karar aşaması ve uygulamasın da Türkiye’nin, BM, Batı ve İran arasında ikilemde kalacağı, bu nedenle oluşturması ve takip etmesi gereken politika ve stratejilerden dolayı zorluklarla karşılaşacağı değerlendirilmektedir. 


Türkiye’nin bu şekildeki hareketi bir eksen değişikliği olarak algılanmamalıdır. Bu yeni anlayış, Türkiye’nin mevcut gücünü ve kabiliyetini çıkarları yönünde kullanmaya başlamasının bir sonucudur. Hatta Suriye, Irak ve İran ile ilişkilerini geliştirirken, bu ülkelerin ve bölgenin sempatisini kazanmak için İsrail ile gerginlik yaratmasının da kontrollü bir yaklaşım olduğu düşünülmektedir. Konunun içinde iç politikanın bir yansıması olan İslam ve Arap âlemine olan sempatinin olduğu ve yeni politikada bu durumun da rol oynadığı inkâr edilemez. Ancak bu ideolojik yaklaşıma rağmen, Doğu ile geliştirilen ilişki, Batı’yı terk ettiği anlamında anlaşılmamalıdır. Ancak sempati kazanma çabası sırasında 
İsrail, Hamas ve El Beşir ile olan ilişkilerin dozunun da iyi ayarlanmasına ihtiyaç bulunmaktadır. 

ABD de Türkiye’nin yaklaşımlarını, bir eksen değişikliği olup olmadığı konusunda şüpheyle karşılamaktadır. Ancak kendi menfaatleri ile uyuşan, Kıbrıs açılımı, Ermenistan açılımı, Irak’ın kuzeyine olan açılım ve demokratik açılımdan dolayı fazla bir tepki göstermemekte, hatta desteklemektedir. 
Türkiye’nin Suriye, Irak ve İran ile olan iyi ilişkilerden de fayda sağlayacağını düşünmektedir. Bu açılımlar konusunda ABD’nin ve Batı’nın Türkiye’ye yapmış olduğu baskı niteliğindeki telkinler, özellikle doğudan batıya giden enerji yollarının güvenliği düşüncesinden kaynaklandığı da bir gerçektir. Irak’taki seçimlerin ertelenebileceği ihtimaline karşılık askeri gücünü Irak’tan planladığı şekilde çekemeyeceğini, dolayısı ile Afganistan üzerindeki etkisinde gecikmeler olabileceğini hesaplamaktadır. 

Türkiye’nin Afganistan’a Doğrudan veya dolaylı desteğini arttıracağını beklemektedir. 

Açılımlar konusu gittikçe genişletilmeye çalışılmaktadır. Açılım konularının ve açılımların fazla genişletilmesi, kontrolün elden çıkması tehlikesini de beraberinde getirebilir. Bu konuda dikkatli olunması, kontrolün elde tutulması, çeşitli nedenlerle atılacak adımlarda Türkiye’nin, ulus-devlet, üniter yapı, bölünmez bütünlük, güvenlik, laik devlet anlayışından ve kuruluş felsefesindeki esaslardan taviz vermemesi son derece önemlidir. 

Türkiye’nin arabuluculuk rolü konusunda bölgede soru işaretleri bulunmaktadır. Bu nedenle temasların daha çok kolaylaştırıcı rolde yürütülmesi gerekmektedir. Batı’nın Türkiye’ye, menfaatleri olduğu için bu ilişkilere destek verdiği veya ses çıkarmadığı dikkate alınmalıdır. Bu nedenle Türkiye, Doğu ile olan ilişkilerini, Batı’nın nispeten sınırladığı ölçülerde gerçekleştirebileceğini de hesaba katmalıdır. Bütün ülkeler, dış politikanın değişmez bir usulü olan menfaat faktörü yönünde hareket eder. Bu nedenle Batının talepleri ile Türkiye’nin çıkarlarının örtüştüğü zamanlarda müşterek hareket etmekte bir sakınca yoktur. Diğer taraftan Doğu ile olan ilişkilerde de aynı kaide geçerlidir. Ancak bütün temas ve uygulamalarda, Türkiye’nin çıkarlarının her türlü düşüncenin üstünde tutulması hususu tartışılamaz. 


****


26 Kasım 2016 Cumartesi

ASİ NEHRİ’NİN TÜRKİYE-SURİYE İLİŞKİLERİ ÜZERİNDEKİ ETKİSİ VE GELECEĞİ





ASİ NEHRİ’NİN TÜRKİYE-SURİYE İLİŞKİLERİ ÜZERİNDEKİ ETKİSİ VE GELECEĞİ 



Beşar Esad’ın ılımlı politikalar izlemesi, iki devlet arasındaki sorunların giderilmesinde önemli aşama olarak değerlendirilmiştir. 
Yrd. Doç. Dr. Mehmet DALAR 
Abant İzzet Baysal Üniversitesi 
Uluslararası İlişkiler Bölümü 





Ortadoğu Analiz Mart’10 Cilt 2 -Sayı 15 
İnceleme 


Fırat ve Dicle Nehirlerinin aksine Asi Nehrinde aşağı kıyı devleti konumunda olan Türkiye’ye karşı bu nehir konusunda Suriye’nin politikası 
ise, sözde, nehrin aktığı Hatay ilinin kendisine ait olması nedeniyle bu nehrin uluslararası nehir değil, ulusal nehir olduğu yönündedir. 

Giriş., 

Lübnan’dan kaynaklanıp, Suriye’ye geçtikten sonra Türkiye topraklarında Akdeniz’e dökülen Asi Nehri, Türkiye ile Suriye’nin sınırları aşan sular konusundaki ilişkilerinde önemli bir yere sahiptir. Devletlerin sahip oldukları su kaynaklarını bütünleşme ve işbirliği aracı olarak kullanmaları noktasından hareket eden bu çalışmamızda, Asi nehrinin hidrolik niteliklerine ve nehir üzerinde yapılan çalışmalara değinildikten sonra, nehrin kullanımı ve hukuksal 
statüsüyle ilgili ortaya çıkan sorunların Türkiye ve Suriye arasındaki ilişkileri etkileme ve yönlendirme özelliği üzerinde durulmuştur. Nehrin kullanımıyla ilgili taraf devletlerin farklı görüşleri, nehirle ilgili yapılan hukuksal düzenlemeler ile Türkiye ve Suriye’nin nehrin kullanımıyla ilgili anlaşmazlıklarının nedenleri ve bunları etkileyen faktörlerin neler olduğuna değinen bu çalışma, Türkiye ve Suriye arasında son yıllarda görülen yakınlaşma ve sıcak ilişkilerin kalıcı hale getirilmesi için, bu nehrin kullanımından kaynaklanan sorunların işbirliği temelinde bir an önce çözüme kavuşturulmasının gerekliliğine işaret etmektedir. 

Nehrin Hidrolik Özellikleri 

Asi Nehri Lübnan sınırları içinde Lübnan dağları ve Cebelüşşarki (Anti Lübnan dağları) arasındaki Beka Vadisinde Baalbek kentinin yakınlarında Rasul-Ayn ve Al-Labwah adlı akarsuların birleşmesinden oluşur. Kuzeye doğru yaklaşık 35 km aktıktan sonra Suriye topraklarına geçer ve buradaki Hama Gölünü besler. Humus kentinin sulama ihtiyacını da karşılayan nehir, Hama yakınlarında kendisini besleyen diğer ırmaklarla Ghab ovasının sulanmasında kullanılmakta dır. Bölgede genellikle güneye doğru akan nehirlerin aksine kuzeye doğru aktığı için “ Asi ” olarak adlandırılan ve ulaşıma elverişli olmayan bu nehir, yatağı boyunca ova ve tekne şekilli geniş vadiler ile dar ve derin boğazlar içinde akar. Asi Nehri, Türkiye ve Suriye arasında 22 km.’lik sınır oluşturduktan sonra Türkiye’ye geçmektedir. Amik Gölünün kurumasıyla Karasu, Balıklı gölü kanalı ve Afrin Çayının birleşmesiyle oluşan bir akarsuya dönüşen Küçük Asi kolunu alır. Toplam uzunluğu 386 km olup, bunun 88 kilometresi Türkiye’de akmaktadır. Toplam yıllık kapasitesi 2,5 milyar m3 olan nehrin sularının tamamına yakın bölümü yapılan projelerle tüketilmektedir. 

Suriye’nin kullanımı nedeniyle yaz aylarında debisi 3 m3/sn.’ye düşmesinin yanında aşırı kullanımdan dolayı nehir suları kirlenmektedir.1 
Nehrin yıllık ortalama su kapasitesiyle ilgili farklı raklamlar bulunmaktadır: Lübnan’daki kaynaklara göre, Suriye sınırını geçmeden önce nehrin ülkedeki su hacmi 512 milyon m3, Suriye topraklarında ise 414 milyon m3 tür. Suriye ise nehrin kendi ülkelerindeki hacminin 2 milyar 715 milyon m3 olduğunu belirtmektedir.2 Başka bir kaynağa göre bu nehrin yıllık kapasitesi 1.2 milyar m3 olup bunun % 6’sı Lübnan, % 92’si Suriye ve % 2’si Türkiye topraklarından geçmektedir.3 Gerçeğe en yakın ölçüm 2 milyar 470 milyon m3 olarak değerlendirilmiştir.4 Aslında ülkeler arasında su kaynaklarının miktarıyla ilgili verilerin farklı ifade edilmesi su kullanımı konusunda anlaşmazlığa yol açan etkenlerin başında gelmektedir.5 Bu nedenle su miktarı üzerinde devletlerin ortak bir anlayışa sahip olmaları Asi gibi sınır aşan suların kullanımı için hayati önem arz etmektedir. 

Suriye’nin Nehir Üzerindeki Projeleri ve Türkiye’nin İtirazı

Suriye’nin Fransız mandası altında olduğu 1930’lu yıllarda ilk kez bu nehrin potansiyelinin değerlendirilmesiyle ilgili çalışmalar yapılma Suriye’nin Asi nehrinin kaynaklarını aşırı kullanımından dolayı debisi düşmekte ve suları kirlenmektedir. ya başlanmıştır. Asi nehri boyunca Hama’dan Humus’a kadarki alan, Ghab bölgesi ve Amuk Ovası olmak üzere üç bölgedeki tarımsal arazinin sulamasını kapsayan kalkınma planıyla ilgili çalışmalar başlatılmıştır. 30-32 bin hektar (ha) bataklık alanından drenaj sularını çekerek Asi nehri sularıyla desteklenecek Ghab Projesini gerçekleştirmek için Suriye 1950 yılında dünya bankasından kredi talep etmiştir. Banka projeyi kredilendirilebilir bulmakla birlikte projenin Lübnan’dan daha fazla suyu çekmemesi ve Türkiye’yle antlaşma yapılması gerektiğini ön görmüştür.6 Diğer taraftan Afrin suyunun da saptırılması planlanan projeye Türkiye’nin itirazları olmuştur. Türkiye’nin itirazı, projeyle ilgili inşaat çalışmaları sırasında Türk toprakları taşkınlıklara uğrayacağı ve projenin tamamlanmasıyla sulama döneminde Türkiye’ye fazla su bırakmayacağı yönündeydi. Şam’da iki ülke heyeti arasında yapılan görüşmeler başarısızlıkla sonuçlanmıştır.7 Bazı kaynaklara göre görüşmelerin başarısız olmasının nedeni Suriye’nin Türk toprağı olarak kabul etmediği nehrin denize döküldüğü Hatay iliyle ilgili iddialarından kaynaklanmıştır. 

Suriye ve Lübnan’ın sınır aşan sular konusunda Türkiye kadar hassas olmadıklarını ve çifte standartlı davrandıklarını ileri süren Türkiye, Fırat ve Dicle sularının kullanımıyla ilgili görüşmelere Asi nehrinin de dahil edilmesi durumunda bu sorunların çözülebileceğini vurgulamaktadır. 

Suriye bu yöndeki anlaşmazlık giderilemediği için, Dünya Bankasından kredi alamamıştır.8 
O dönemdeki siyasal konjonktürün de etkisiyle Türkiye, Asi nehri üzerinde yapılacak projelere karşı etkin bir şekilde tavrını sürdürmemesi, Suriye’yi bu projeler üzerinde çalışmalarını sürdürmesini beraberinde getirmiştir.9 Bu nedenle projeyle ilgili çalışmalar 1951 yılında yeniden değerlendirmeye alınmıştır. Hollanda firması Nedeco’nun oluşturduğu proje planı doğrultusunda Bulgaristan, Yugoslavya ve İtalya’dan şirketler ile Sovyetler Birliği’nin malzeme desteğiyle 1955’ten 1967 yılına kadar iki baraj, iki büyük drenaj kanalı ve diğer tarımsal kanalları içeren proje tamamlanmıştır.10 Bu nehir üzerinde Rustan, Hifaya-Mehadeh, Ziezoun ve Kastoun olmak üzere dört önemli baraj kurulmuş tur.11 Suriye tarafından nehrin geniş ölçekte kullanılması beraberinde 
önemli bir kirlilik sorunu getirmekte içme suyu niteliğini kaybettiğinden ülkede nehir sularını içen halkta tifo, kolera gibi çeşitli salgın hastalıklar baş göstermiş tir. Ghab projesi azami kapasitesine ulaşmış bulunmakta ve Suriye halkının % 12,5 oranındaki 1,5 milyonluk nüfus Ghab Vadisinde yaşamaktadır.12 
Bu nedenle Suriye, Ghab Vadisi boyunca yaptığı tarımsal sulama ile Asi sularının çok azının Türkiye’ye geçmesine izin verdiğinden Hatay’daki Amik Ovası susuz kalmakta ve kurak mevsimlerde, nehir suları denize bile ulaşamamaktadır.13 

Asi Nehri’yle İlgili Suriye-Lübnan Antlaşması

Asi nehri konusunda Lübnan ve Suriye arasında yapılan görüşmeler, 1962 yılına kadar dayanmaktadır. Bu görüşmeler, ancak 1994 yılında bir antlaşmayla sonuçlanmıştır. Suriye, Lübnan’la kendisine bu nehirden daha fazla kendisine hak tanıyan antlaşmayı 20 Eylül 1994 tarihinde imzalamıştır. 
Aşağı çığır ülkesi olan Türkiye’yle ilgili herhangi bir düzenleme getirmeyen “Asi 

Sularının Paylaşılması Antlaşması” adını taşıyan bu antlaşma, 9 maddeden oluşmaktadır. Bu antlaşmayla nehir suları müşterek sular olarak adlandırılmış, nehrin yıllık ortalama hacminin 403-420 milyon m3 olduğu kabul edilerek bu miktar üzerinde paylaşıma gidilmiştir. Buna göre Lübnan’a ayrılan pay 80 milyon m3 olarak belirlenmiş, geri kalan önemli kısım Suriye’ye tahsis edilmiştir. Suyun yıllık akımının 400 milyon m3’ün altına düşmesi durumunda Lübnan’ın kullanacağı miktarın suyun düşüşüyle orantılı olarak azalacağı hükmü benimsenmiştir.14 Buna karşı su miktarının yıllık akımın üzerinde olması durumunda Lübnan’ın kullanacağı su miktarıyla ilgili bir hükme antlaşmada rastlanmamaktadır. Bundan da anlaşılmaktadır ki su miktarı ne kadar artsa bile Lübnan’ın alacağı pay 80 milyon m3’ü geçemeyecektir. Lübnan aleyhinde 
antlaşmanın getirdiği önemli bir düzenleme de 8. maddeyle hükme bağlanmıştır: Antlaşmanın yapıldığı 20 Eylül 1994 tarihinden sonra Lübnan tarafına nehirle ilgili herhangi bir tesis yapılmasına gerek duyulması halinde bu durumun Suriye tarafına bildirileceği ve bu tesislerde kullanılacak suyun veya yeni bir kullanımın Lübnan’ın 80 milyon m3 lük payından düşürüleceği esası benimsenmiştir. Bu antlaşmayla Suriye nehri denetleme yetkisine sahip olurken Lübnan, Asi 
nehri üzerinde herhangi bir tesis kurma ve bunları işletme konusunda istediği gibi davranamayacaktır.15 Lübnan’ın Suriye’nin avantajına olarak bu antlaşmayı imzalamasının nedeni, Lübnan’ın su ihtiyacının Suriye’den az olmasının yanında, Suriye yönetiminin Lübnan hükümeti üzerinde etkin role sahip olmasına bağlanmıştır.16 Türkiye ve Suriye’nin Asi Nehri’yle İlgili Anlaşmazlıkları 

Asi nehriyle ilgili önemli uluslararası düzenleme, Suriye’yi bağımsız yapmak isteyen o dönemin mandater ülkesi Fransa ile Türkiye arasında 19 Mayıs 1939 tarihinde imzalanan protokolün 3. Maddesidir. 

Buna göre Karasu Çayı, Asi ve Afrin Nehirlerinin sınır teşkil eden kısımlarında bu çay ve nehirlerin en derin noktası olan Thalweg hattı sınır olarak kabul edilecek ve sınır boyunca bu sulardan her iki taraf halkı eşit biçimde faydalanacaktır.17 Bununla birlikte söz konusu protokol, Suriye tarafından akan suların ne kadarının Türkiye’ye tahsis edileceğiyle ilgili bir düzenleme getirmemiştir. Bu sınırlar temelinde Hatay’ın Türkiye’ye katılmasına tepki göstermekle beraber Suriye, bağımsızlığını kazandıktan sonra 1944 yılında Şam’daki yabancı misyona gönderdiği bir notada Suriye hükümetinin Fransa’nın Suriye adına yaptığı uluslararası ve ikili antlaşmalara saygılı olduğunu bildirmiştir. Buna göre 
1939 antlaşması da Suriye tarafından tanındığı kabul edilmektedir.18 Bununla birlikte 1950 yılından sonra Suriye, Hatay’ın Türkiye’ye katılmasına karşı çıkmış ve bu bölgenin ülkesinin bir parçası olduğunu iddia etmiştir.19 Suriye’nin bu tutumu iki yönden uluslararası hukuka aykırılık teşkil etmektedir: 

a) 1978 tarihli devletlerin antlaşmalara ardıl olmalarıyla ilgili Viyana Sözleşmesinin 15. Maddesi, el değiştiren ülke parçaları için sonraki 
devletin antlaşmaları geçerli olacağı şeklindeki teamül kuralını hüküm selleştirerek önceki devletin bu topraklarla ilgili antlaşmalarının bağlayıcı 
olmayacağını belirtmektedir.20 Sömürge iken bağımsızlığına yeni kavuşan devletlerin ardıllığıyla ilgili aynı sözleşmenin 16. Maddesi bu devletlerin 
önceki sömürgeci devletin yaptığı bu tür antlaşmalarına bağlı olup olmayacağı rızalarına bağlı olacağını öngörürken, 11. Maddesine göre sınır antlaşmalarının kural dışı olarak her zaman bağlayıcı olacağını hükme bağlamaktadır.21 Bu madde hükmüne göre Suriye, Hatay konusunda Fransa’nın Türkiye ile yaptığı 1939 antlaşması ve protokolü tanımak zorundadır. 

b) Yukarıda da değinildiği gibi, Suriye bağımsızlığına kavuştuktan sonra 1944 yılında Fransa’nın yapmış olduğu antlaşmaları tanıdığını bildirmiştir. 

Dolayısıyla Hatay ile ilgili Türkiye’nin imzaladığı 1939 tarihli protokol esas alınması gerektiğinden, uluslararası topluluğa yansıtılmış olan Suriye’nin iradesiyle oluşturduğu bu iç hukuk işlemi, Suriye’nin Hatay ile ilgili iddialarını hukuksal dayanaktan yoksun kılmaktadır. 

Suriye’nin Asi Nehriyle ilgili Yaklaşımı

Suriye’nin Fırat ve Asi’ye yönelik su politikası birbiriyle çelişmektedir. Ayrıca Hatay üzerindeki Türk egemenliğini tanımadığı için, Asi Nehri’ni Türkiye ile görüşmekten kaçınmaktadır.22 Fırat ve Dicle Nehirlerinin aksine Asi Nehrinde aşağı kıyı devleti konumunda olan Türkiye’ye karşı Suriye’nin politikası ise, sözde, nehrin aktığı Hatay ilinin kendisine ait olması nedeniyle nehrin uluslararası değil, ulusal nehir olduğu yönündedir.

23 Bu nehirle ilgili anlaşmazlığın temel nedenlerinden biri Suriye’nin Hatay’la ilgili bu tür iddialarından kaynaklanmaktadır.24 Suriye, aşağı çığır ülkesi konumunda olduğu Fırat ve Dicle bakımından sulardan faydalanma hakkıyla ilgili “doğal durumun bütünlüğü”, “öncelikli kullanım” ve “ Adil kullanım ” doktrinlerine dayanırken, Türkiye’ye göre yukarı çığır ülkesi olduğu Asi nehri konusunda Türkiye’yi dışlayarak “mutlak egemenlik” doktrinine yakın bir eğilim göstermektedir. Türkiye’nin Hatay üzerindeki egemenliğinin tanınmamasından da kaynaklanan Suriye’nin bu yaklaşımı, sular konusunda sürekli ve istikrarlı bir politika izlememesine yol açmaktadır.25 1993 yılında Türkiye ile Suriye arasındaki su sorunlarının çözülmesiyle ilgili yapılan görüşmelerde Türkiye tarafından Fırat-Dicle nehriyle birlikte Asi nehrinin de görüşmelere dahil edilmek 
istenmesinden dolayı Suriye görüşmelerden ayrılmış ve Asi nehriyle ilgili sorunların tartışılmasını reddetmiştir.26 Suriye’nin Dicle ve Fırat nehirlerinde aşağı kıyı ülkesi olmasından dolayı ileri sürdüğü tezler ve dayandığı doktrinler, Türkiye tarafından Asi Nehri için kendisine karşı ileri sürülmektedir. Bundan dolayı, Suriye’nin Asi nehri konusunda görüşmelere karşı çıkması, bu ülkenin kendisi için hayati önem arz eden Fırat Nehri konusunda ödün vermemek istemediğinden kaynaklandığı vurgulanmaktadır.27 Asi sularından yararlanmanın en doğal hakkı olduğunu ve nehir üzerindeki her türlü tasarrufu Lübnan ile birlikte kullanabileceğini ileri süren Suriye, 2. Dünya Savaşı başlangıcında Fransa ile anlaşarak İskenderun (Hatay) sancağını “zorla gasp ettiğini” iddia ettiği Türkiye ile Asi nehrinin görüşülmesi, Türkiye’nin Hatay üzerindeki egemenliğinin 
tanınması anlamına geleceğini belirtmekte ve bu sancağın Suriye’ye iade edilmesi gerektiğini vurgulamaktadır.28 



< İki ülke vatandaşlarına vize uygulamasının kaldırılmasıyla doruk noktasına kavuşan yakınlaşma ve birçok alanda işbirliği yapılması kararı alınması iki ülkenin bütünleşmesini beraberinde getirmiştir. 
Bu gelişmeler aynı zamanda su konusunda da daha rahat anlaşma sağlanabileceği nin işareti olarak değerlendirilebilir. >

2002 yılının haziran ayı başlarında Asi nehri üzerinde Suriye’nin yaptığı barajın yıkılması ile oluşan sel, Suriye’deki birçok yerleşim birimlerini etkilerken Hatay bölgesini de olumsuz etkilemiştir. Suriye yetkililerinin bu durumla ilgili Türkiye’ye bilgi vermemesi ve işbirliğinden kaçınmaları, konunun Suriye’nin iç sorunu olarak görmelerinden ve dolayısıyla Hatay’ı kendi toprakları olarak saymalarından kaynaklanmaktadır.29 
Hatay bölgesiyle ilgili Suriye’nin iddiaları, Asi nehri konusunda Türkiye ile herhangi bir antlaşma yapılması olanağını önlemektedir. 20 Eylül 1994 tarihinde Lübnan ile yaptığı “Asi sularının paylaşılması” antlaşmasında Türkiye ile ilgili bir düzenleme yapılmamasının ve bu antlaşmadan Türkiye’nin haberdar edilmemesinin nedeni budur.30 

Türkiye’nin Yaklaşımı ve Suriye’nin Sorumluluğu 

Esasen Türkiye 1950 yılında Suriye’nin Ghab projesine itiraz etmesinden sonra itirazını 1995 yılına kadar Suriye’nin Asi nehri kullanımına ilişkin olarak etkin bir şekilde sürdürmemiştir. 1995 yılından itibaren Türk Dışişleri Bakanlığı yetkilileri, Hatay bölgesinin daha önceki nehir akımının ancak onda birini aldığını bildirerek, nehir akımın yıllık olarak 1,55 milyar m3’ten 0,14 milyar m3’e düştüğüne işaret etmiştir. Suriye, ise nehir akımındaki su azalmasının kendi kullanımından değil kuraklıktan kaynaklandığını savunarak Türkiye’nin suçlamalarına cevap 
vermiştir.31 Türkiye, Suriye’nin sular konusunda çelişkili davrandığını, aşağı kıyı devleti olduğu Fırat sularından daha fazla hak isterken, Asi nehrinin aşağı kıyı devleti olan Türkiye’nin sulardan faydalanma hakkını engellediğini belirtmekte dir. 

Suriye’nin nehri aşırı kullanımı zaman zaman Türkiye tarafına gelen suyun tamamen kurumasına yol açmaktadır. Türkiye’ye ulaşan sularda ise yoğun olarak zehirli atık bulunmakta ve Hatay bölgesini olumsuz etkilemektedir.32 Bu durum zamanımıza kadar devam etmektedir. 

Son yıllarda Suriye’nin barajlarında su tutması ve aşırı sıcaklar, Türkiye’nin en verimli topraklarına sahip Hatay’daki Amik ovasını sulayan Asi nehrinin tamamen kurumasına yol açmıştır. Türkiye’nin Fırat ve Dicle üzerindeki barajlarla su hakimiyetini sağlamasının ardından iki ülke arasında yaşanan su gerginliği, Suriye’nin Asi nehrinin üzerine Katina, Moharda, Mostar, Direslin ve Elzeyzun barajlarını yapmasıyla doruk noktasına ulaşmıştır. Kışın, zaman zaman doluluk nedeniyle 5 barajın kapağını birden açan Suriye, aynı barajları yazın kapatmakta dır.33 

Suriye’nin bu kullanımı, kendisinin taraf olduğu 1997 tarihli suyollarının ulaşım dışı amaçlarla kullanılmasına dair BM sözleşmesinde geçen “önemli zarar vermeme” ve suların “ Adil ve Makul ” kullanımını öngören hükümlerine aykırıdır. Bu sözleşmede öngörülen zararın somut ve ölçülebilir olmasının unsurları yukarıda da işaret edildiği gibi oluşmuştur. Bölgenin kurak olmasının da etkisiyle tarımsal kullanımdan dolayı su miktarında azalma olması mümkün olmakla birlikte, akan sularda zehirli atıkların bulunması Suriye’yi sorumlu kılmaktadır. Sularda zehirli atıkların bulunması açık ve somut zarardır. Ayrıca yukarıda da değinildiği gibi Suriye’nin yıkılan barajlarıyla ilgili Türkiye’ye bilgi vermemesi veya Türkiye’ye haber vermeden baraj kapaklarını açması sonucunda Hatay bölgesinde nehirden kaynaklanan taşkınlıkların yol açtığı zararlar da bu türden somut zararlardandır. Yukarı devletler suları kullanırken, aşağı devletlere zarar vermeme yükümlülüğü altındadır.34 Türkiye’nin üzerinde durduğu diğer konu ise, Suriye’nin Asi nehriyle ilgili yaptığı projeler ve imzaladığı antlaşmalar konusunda kendisine bilgi verilmemesi, Türkiye’ye karşı iyi niyetli yaklaşım sergilenmemesi ve bu tür işlemlerde kendisinin göz ardı edilmesidir.35 Açıktır ki Suriye’nin bu tutumu, taraf olduğu söz konusu BM sözleşmesinin suyollarının kullanımında devletlerin katılım ve işbirliğinde bulunmaları gerektiğiyle ilgili 5. 
Madde hükmüyle çelişmektedir.36 

Türkiye, Asi ve Fırat nehirleriyle ilgili bir kıyaslamada bulunarak, Fırat’ın debisinin saniyede 100 m3e indiği zaman bile 500 m3/sn tutarındaki 
suyu Suriye’ye bıraktığına dikkat çekerek, Asi sularının Suriye ve Lübnan tarafından tamamen tüketilerek Türkiye’nin göz ardı edildiğini belirtmektedir. 
Bu devletlerin sınır aşan sular konusunda Türkiye kadar hasssas olmadığı ve çifte standartlı davrandığını ileri süren Türkiye, Fırat ve Dicle sularının kullanımıyla ilgili görüşmelere Asi nehrinin de dahil edilmesi durumunda sorunların çözülebileceğini vurgulamaktadır.37 

Son yıllarda Suriye’den kaynaklanan kirliliğin giderilmesi için Türkiye tarafından yürütülen çalışmalar kapsamında planlanan Antakya Belediyesi’nin başlattığı Asi Nehri Islah Projesinin önemli bir parçası olan Lastik Set Barajın temel atma töreninde konuşan Hatay Valisi, kirliliğe büyük ölçüde Suriye’nin neden olduğunu, konunun son yıllarda Türkiye’nin iyi ilişkilerinin bulunduğu Suriye makamlarına iletildiğinde onların da kirliliğe sebep olduklarını doğruladıklarını ve Asi Nehri’nin ekolojik dengesinin korunması için çalışma yapacaklarını belirttiklerini bildirmiştir.38 

Değişik amaçlarla Suriye tarafında kurulan sanayi tesislerinin nehre karıştırdıkları zehirli atıklarının Hatay bölgesinde neden olduğu önemli 
çevresel zararların giderilebilmesi için Suriye’nin Türkiye ile işbirliği yapması gerekir. Türkiye’nin aşağı kıyı devlet, Suriye’nin ise ara havza devleti 
durumunda olduğu Asi Nehriyle ilgili politikaya Türkiye şu nedenlerden dolayı önem vermektedir:39 

a. Türkiye, Fırat ve Dicle Nehirleriyle ilgili yapılacak herhangi bir antlaşmaya Asi Nehri’ni de dahil etmek istemektedir. 

b. Türkiye, Fırat sularının paylaşılmasını isterken Asi Nehri’nin kullanımı ve paylaşımı konusunda aynı politikayı izlemek istemeyen Suriye’yi, uluslararası 
alanda sorunun kaynağı olarak göstermektedir. 

c. Suriye, nehrin sularını Türkiye’ye yetmeyecek kadar aşırı kullanması nedeniyle Hatay bölgesinin tarımsal arazilerinin zarar görmesine ve bölgede önemli kuraklığa yol açmaktadır. 

Sonuç 

Su potansiyeli Fırat’tan çok küçük olmakla birlikte, Türkiye’nin aşağı-kıyıdaş konumda olduğu Asi Havzasının durumu yukarıdaki hususlar açısından özel önem taşımakta ve Suriye ile su görüşmelerinde tartışılacak birçok yönü bulunmaktadır. Kaldı ki Türkiye, Asi Havzasında 165,000 hektar arazinin sulanmasını öngörmekte [Devlet Su İşleri (DSİ)-1995] olduğundan, bunun tamamının Türkiye’den kaynaklanan sularla sulanması pek mümkün değildir. Türkiye’den Ortadoğu’ya hangi kaynaktan ne kadar suyun aktarılacağı konusunda yapılacak antlaşmalarda, Türkiye’ye ek yük getirilmeden, Asi Havzasının durumunun da kesinliğe kavuşturulması gerekmektedir.40 Ne var ki şimdiye kadar bu konuda henüz bir antlaşma yapılmış değildir. 

Suriye’nin Asi Nehri konusunda Fırat ve Dicle Nehirleriyle ilgili izlediği politikadan ayrılması, sular konusunda Türkiye ile antlaşma zemininin oluşmasını zorlayan önemli nedenlerden biridir. Bununla beraber son yıllarda Türkiye ile Suriye ilişkilerinde bir yakınlaşma gözlemlenmiş, Devlet Başkanı Hafız Esad’ın ölümü sonrasında yerine geçen oğlu Beşar Esad’ın babasından farklı olarak ılımlı politikalar izlemesi ve 6 Ocak 2004 tarihinde Türkiye’yi ziyareti, iki devlet arasındaki sorunların giderilmesinde önemli aşama olarak değerlendirilmiştir. Ayrıca uluslararası hukuk doğrultusunda ülke tanımlarının yer aldığı çifte vergilendirmenin önlenmesi ve yatırımların karşılıklı teşviki ve korunması anlaşmalarının imzalanması, Suriye’nin Hatay konusundaki iddiasından geri adım atacağı41 sonucunu doğurabilir. İki ülke vatandaşlarına vize uygulamasının 
kaldırılmasıyla doruk noktasına kavuşan yakınlaşma ve birçok alanda işbirliği yapılması kararı alınması42 iki ülkenin bütünleşmesini beraberinde 
getirmiştir. Bu gelişmeler aynı zamanda su konusunda da daha rahat anlaşma sağlanabileceğinin işareti olarak değerlendirilebilir. Asi nehrini da içerecek Dicle ve Fırat nehirleriyle ilgili yapılacak kapsamlı ve kalıcı antlaşmanın yapılması, her iki ülkenin ekonomik ve sosyal entegrasyonunu güçlendireceği gibi bölgede sürekli ve istikrarlı bir barışın kurulmasını mümkün kılacaktır. Türkiye ve Suriye’nin sular konusunda yapacağı işbirliği, Ortadoğu’nun hem su kaynaklı hem de diğer sorunlarının çözümüne önemli ölçüde katkı sağlayacaktır. 


DİPNOTLAR; 

1 Salha, Samir , Türkiye, Suriye ve Lübnan İlişkilerinde Asi Nehri Sorunu, Dış Politika Enstitüsü y. , Ankara 1995, s.13.; AnaBrtitannica, Hürriyet Gazetesi Yayınları, 1993, İstanbul, C. 3, s. 153.; Bilen, Özden, Ortadoğu Su Sorunu ve Türkiye, TESAV y. , Ankara 1996, s. 103.; Ezeli Azarkan, “Asi Nehri Sorunu”, Dicle Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi, s.7, 2003, s. 5. 

2 Salha, a. g. e. , s. 15. 

3 Azarkan, a. g. e. , s. 5.; Salha, a. g. e. , s. 15. ; Akmandor, Neşet, “Su Sorununun Fiziksel Boyutları”, Ortadoğu Devletlerinde Su Sorunu, TESAV y., No.4, Ankara, 1994, s. 27. 

4 Salha, a. g. e. , s. 15. 

5 İbrahim Mazlum, “Türkiye’nin Güvenlik Algılamaları Açısında Sınıraşan Sular Sorunu”, En Uzun On Yıl, der: Gencer Özcan-Şule Kut, Büke yayınları, İstanbul, 2000, s. 378. 

6 İbrahim Mazlum, Water in the Middle East: The Scarce Resource of Region, Marmara University, unpublished Master Thesis, 1996, s. 88 

7 Ibid., s. 88. 

8 Greg Shapland, Rivers of Discord International Water Disputes in the Middle East, published by C.Hurst&Co., London, 1997, s. 146; 
http://suriye.ihh.org.tr/turkiye/sondonem/su/su.html. 

9 Shapland, a. g. e. , s. 147. 

10 Mazlum, age, s. 89. 

11 Salha, a. g. e. , s. 11. 

12 Arnon Soffer, Rivers of Fire, pub. by Rowman and Littlefield, 1999, Maryland, s. 208. 

13 Özkan, Naki, “Türkiye su zengini değil” , 24 Mart 2000, www.milliyet.com.tr . 

14 Salha, a. g. e. , s. 26. 

15 Salha, a. g. e. , s. 27. 

16 Münevver Aktaş Acabey, Sınıraşan Sular, Beta yayınları, İstanbul, 2006, s. 272. 

17 Orhan Tiryaki, Sınır Aşan Sular ve Ortadoğu’da Su Sorunu, TSK yayınları, Cem ofset matbaacılık, İstanbul, tarihsiz, s.59. 

18 Ömer Osman Umar, Türkiye-Suriye İlişkileri (1918-1940), Fırat Üniversitesi Orta-Doğu Araştırmaları Merkezi yayınları, Elazığ, 2003, s.250.; Azarkan, a. g. e. , s. 12. 

19 Umar, a. g. e. , s. 250. 

20 Hüseyin Pazarcı, Uluslararası Hukuk Dersleri, III. Kitap, 3.baskı, Turhan Kitabevi, Ankara, 1999, s. 36.; Salha, a. g. e. , s. 42. 

21 Pazarcı, a. g. e. , s. 32 ve s. 34. 

22 Özkan, Naki, “Türkiye su zengini değil”, Milliyet Gazetesi , 24 Mart 2000, www.milliyet.com.tr 

23 Salha, age, s. 22.ve 23. 

24 İbrahim Kaya, “Türkiye’nin Sınıraşan ve Bölgesel Sular Politikası: Hidropolitik ve Hukuksal Bir Yaklaşım”, 19802003 Türkiye’nin Dış, Ekonomik, Sosyal ve İdari Politikaları, Siyasal Kitabevi, Ankara, 2003, s. 107. 

25 Azarkan, a. g. e. , s. 9-10.; Konuralp Pamukçu, “Su Sorunu Çerçevesinde Türkiye, Suriye ve Irak İlişkileri”, Türk Dış Politikasının Analizi, Der: Faruk Sönmezoğlu, Der yayınları, no. 137, İstanbul, 2004, s. 265. 

26 Ali Çarkoğlu ve Mine Eder, “Domestic Concerns and the Water Conflict over the Euphrates-Tigris River Basin”, Middle Eastern Studies, Vol. 37, No. 1, 
(Jan., 2001), s. 68. 

27 Azarkan, a. g. e. , s. 12. 

28 Salha, a. g. e. , s. 38.Tiryaki, a. g. e. , s. 218.; Azarkan, a. g. e. , s. 12; Shapland, a. g. e. , s. 146. 

29 Kaya, a. g. e. , s. 107. 

30 Salha a. g. e. , s. 21. 

31 Shapland, a. g. e. , s. 147. 

32 Salha a. g. e. , s. 40. 

33 Asi nehri çöle döndü, 2007-08-09, 
http://www.yenibursa.com/Asi-nehri-cole-dondu-7855.html 

34 Mehmet Dalar, Su Sorununda Ulusal ve Uluslararası Legal Perspektifler: Fırat ve Dicle, Alfa Aktüel Yayınları, Bursa, 2007, s. 69, s. 78, s. 250. 

35 Salha a. g. e. , s. 37. 

36 Dalar, a. g. e. , s. 69. 

37 John Bulloch and Adel Darwish, Su Savaşları, çev: Mehmet Harmancı, Altın kitaplar y., 1994, İstanbul, s. 64.; Tiryaki, a. g. e. , s. 218. 

38 Mehmet Hüseyin Zorkun, 17.07.2007, http://www.flasgazetesi.com.tr/haberDetayMiddle.asp?ID=399 

39 Salha, s. 23-24. 

40 Öziş, Ünal ; Baran, Türkay ; Özdemir, Yalçın ; Fıstıkoğlu , Okan ; Türkman, Ferhat ve Dalkılıç, Yıldırım, “Türkiye’nin Sınır - Aşan Sularının Su Hukuku ve Su Siyaseti Açısından Durumu”, s. 6, 
www.suvakfi.org.tr/sinira-san.DOC, 03.Aralık 2002. 

41 NTV, “Ankara-Şam ilişkilerinde yeni dönem”, 31 Ocak 2004, http://www.ntvmsnbc.com/news/251405.asp.; Kaya, a. g. e. , s. 107.; Veysel Ayhan,“Türkiye-Suriye İlişkilerinde Yeni Bir Dönem:Yüksek Düzeyli Stratejik İşbirliği Konseyi”, Ortadoğu Analiz, Orsam y., (Kasım 2009), sayı 11, s. 27. 

42 Ayhan, a. g. e. , s. 27. 


Ortadoğu - Analiz 
Mart’10 Cilt 2 -Sayı 15 

DERGİMİZ YAYINLARINDAN YARARLANMAK İÇİN ARŞİVİMİZ;

http://www.orsam.org.tr/index.php/Content/publish/12?s=orsam|turkish

..