6-7 EYLÜL OLAYLARI, 1955 BÖLÜM 1
Bir Trajediye İktidar ve Muhalefet Cephesinden Bakışlar:
Ayşe Elif
Emre Kaya
Özet
Londra Konferansı sırasında, 6 Eylül günü Selanik’teki Atatürk’ün doğduğu eve Yunanlılar tarafından bomba atıldığı yönünde gelen bir haber üzerine İstanbul, İzmir ve Ankara’da olayı protesto için toplanan gruplar, başta Rumlar olmak üzere diğer azınlıklara ve Türklere ait ev ve iş yerlerine 7 Eylül gününün erken saatlerine kadar, her türlü şiddet, tedhiş ve yağma hareketlerini uygulamışlardır. Çalışmada olayların ortaya çıkış süreci, sonrasında yaşanan gelişmeler ve olaya ilişkin gerçekliğin Ulus ve Zafer gazetelerinde nasıl sunulduğu konu edilmiştir. Çalışmanın amacı ise, siyasal iktidarla farklı ilişkiler içinde olan iki yayın organın yaşanan şiddet olayını, nasıl sunduklarını incelemektir.
Bu amaç doğrultusunda, gazetelerde konuyla ilgili yer alan haber ve köşe yazıları nitel analiz ile irdelenmiştir.
Burada araştırmaya yön veren görüş ise, DP’nin yayın organı Zafer’in olayın sunumunda hükümetin tanımlama/izah/açıklama veya çerçeveleme biçimlerinden yararlandığı, ana muhalefet partisi CHP’nin yayın organı Ulus ise
hükümetin ortaya koyduğu tanımlama ve çerçeveleme biçimlerini sorgulayıp, farklı yönleriyle tartıştığıdır.
Bir Trajediye İktidar ve Muhalefet Cephesinden Bakışlar:6-7 Eylül Olaylarının
Ulus ve Zafer Gazetelerinde Temsili,
1955 yılının Eylül ayında Kıbrıs konusunu görüşmek üzere toplanmış
olan Londra Konferansı sırasında, 6 Eylül günü Selanik’teki Atatürk’ün doğduğu eve Yunanlılar tarafından bomba atıldığı yönünde gelen haber üzerine İstanbul, İzmir ve Ankara’da olayı protesto için toplanan gruplar, başta Rumlar olmak üzere diğer azınlıklara ve Türklere ait ev ve iş yerlerine yönelik olarak, 7 Eylül gününün erken saatlerine kadar, büyük bir kontrolsüzlük içinde, her türlü şiddet, tedhiş ve yağma hareketlerini uygulamışlardır.
Çalışmada öncelikle 6-7 Eylül olaylarının çıkışına zemin hazırlayan süreç ele alınmış ardından da, 6-7 Eylül olaylarına ve yaşanan gelişmelere ilişkin bilgiler karşılaştırmalı olarak verilerek genel bir çerçeve çizilmiştir. Çalışmanın bu kısmında, yaşananların bir şiddet olayı olarak çerçevelendirilmesi nin sınırlı bir yaklaşım olduğu, “sınıfsal bir tepki”yi içinde barındırdığı görüşünün de görünür kılınması gerekliliği vurgulanmıştır. Çalışmanın analiz kısmında ise, olayın oluş
tarihinden, ay sonuna kadar geçen süre zarfında, Ulus ve Zafer gazetelerinde
yer alan haber ve köşe yazıları nitel analiz yöntemi ile incelenmiştir.
Medya-gerçeklik ilişkisi, kuramsal yaklaşımlarda farklı şekillerde
karşımıza çıkmaktadır. Liberal yaklaşım açısından medya gerçekliğin
kavranmasında ve aktarılmasında bilimsel metotları kendine kılavuz
edinmiştir. Nasıl ki pozitivist bilim anlayışının araştırmacıdan beklentisi
değer yargılarından arınarak, bilim anlayışının araştırmacıdan, değer yargılarından arınarak gözlenebilen gerçekliğin bilgisine ulaşmak
idiyse, gazeteciden de beklenen siyasal yanlılığından arınıp olayları habere
dönüştürmesidir (İnal, 1996: 16).
Daha açık bir deyişle, liberal yaklaşım içinde medyanın gerçeği bozmadan, değiştirmeden, çarpıtmadan verebileceğine dair bir anlayış ortaya konulmakta dır.
Buna karşılık Marksist yaklaşım içinde haberin sağladığı imajların ve tanımların siyasal ve ekonomik yönetici gruplarca biçimlendirilmesi nedeniyle ön yargı taşıdığını bu nedenle de nesnel bir gerçekliğin bozulmuş ve yanlış yorumlarının görüldüğü belirtilmektedir (akt. Curran vd. 1991: 243). Bu görüşe göre ise haber metinlerinde gerçek, kapitalist sınıf çıkarına uygun biçimde çarpıtılmakta dır. Eleştirel yaklaşıma göre ise, medya toplumsal bilgiyi inşa ederken, belirli anlam ve yorumları tercih etmekte, bunlara dayalı sınıflandırmalar ve düzenlemeler ile belirli gerçekleri içerirken, diğerlerini dışarıda bırakmakta,
böylelikle medyanın paylaşılan bir toplumsal fenomeni tanımlamasıyla
birlikte, aynı zamanda onun oluşturulmasına da yol açmaktadır (Dursun, 2013: 40).
Bir başka deyişle, haber gerçeği temsil eden bir metindir. Bir gazetecinin haber üretim sürecini kimliği yani kendi değer yargıları, çalıştığı medya organının yayın politikası ile sahiplik ilişkisi belirler. Bu belirlenimler çerçevesinde gazeteci gerçeğe ilişkin bazı parçaları seçer, haber metnine dâhil eder ve bazı parçaları dışarıda bırakır ( Binark ve Bek, 2010: 173).
Bu çalışmada, haber ve gazetecilik pratikleri eleştirel yaklaşım görüşünden hareketle ele alınmaktadır. Bu görüş doğrultusunda çalışmada, siyasal iktidar ile farklı ilişkiler içinde olan dönemin iki yayın organının, haber yazı ve yorumların nasıl bir çerçeve içinden sundukları, olaya ilişkin “gerçeği” nasıl inşa ettikleri, gerçekliği tanımlarken hangi anlam ve yorumları seçtikleri, neyi ön plana çıkarıp, neyi görünmez kıldıklarını ve iktidar ile olan mesafelerinin bu gerçekliği inşa
etmede nasıl bir etki ettiği incelenmiştir. Bu incelemeyi yaparken yazınsal açıdan farklı biçimde oluşturulan metinler olmalarına karşın, değer yargılarını içinde barındırma konusunda birbirlerinden çok da farklı metinler olmadıkları düşüncesinden hareketle, haber ve köşe yazıları bir arada incelenmiş, böylelikle haberlerle hâkim kılınmaya çalışılan anlamların /anlamlandırmaların, köşe yazıları ile nasıl desteklediği ortaya konulmaya çalışılmıştır. Araştırmaya yön veren görüş ise, DP’nin yayın organı olan Zafer’in olayın sunumunda hükümetin
tanımlama/izah/açıklama veya çerçeveleme biçimlerinden yararlandığı,
olayı siyasal iktidarın gerçeklik tanımları ile yorumladığı, tartışmaları da bu sınırlar içinde tutmaya çalıştığıdır. Benzer biçimde, ana muhalefet partisi CHP’nin yayın organı olan Ulus’un ise olaya ilişkin farklı tanımlama biçimlerini tercih ettiği ve siyasal iktidarın ortaya koyduğu tanımlama ve çerçeveleme biçimlerini sorgulayıp, gerçekliği farklı yönleriyle sunduğudur.
Kıbrıs Sorununun Ortaya Çıkışı ve Gelişimi
Kıbrıs’ın ülkeler arasında bir soruna dönüşme nedenini anlayabilmek
için adanın geçirdiği tarihsel sürece bakmakta fayda vardır.
Kıbrıs’a ilişkin ilk bilgiler adanın; Roma İmparatorluğu, Roma ve
Bizans halinde ikiye ayrıldığı zaman, Bizans İmparatorluğu’nun içinde
Yunanistan ülkesinden ayrı bir birim olarak örgütlendiğine ilişkindir
(akt. Gevgilili, 1987: 126)1. Kıbrıs, 1571 yılında Osmanlı İmparatorluğu
tarafından fethedilmesine kadar geçen sürede, farklı egemenliklerin
etkisinde kalmış, fetih sonrasında ise, dinsel açıdan Ortodoks2 ve
İslam, etnik bakımdan da Rum ve Türk kesimlerine 3 ayrılmıştır.
Osmanlı’nın çöküşüne doğru, İngiltere vekâleten ve geçici olarak
adaya girmiş, daha sonra da Lozan Antlaşması’nda Kıbrıs’ın kendilerine
katıldığını Türkiye Büyük Millet Meclisi (TBMM) Hükümeti’ne onaylattırmıştır 4 (Gevgilili, 1987: 127-131). Bir müddet sonra ise, İngiltere’nin 1925 yılında sömürge ilan ettiği Kıbrıs’ta yaşayan Rumlar, adanın Yunanistan’a katılmasını savunmaya başlamışlar ve bu amaçlarına ulaşabilmek için de örgütlenmişlerdir.
Bu durum, Kıbrıs Türk toplumu tarafından tepkiyle karşılanmıştır.
İki ülkenin üniversite öğrencileri çeşitli mitinglerle karşılıklı protestolarda
bulunsalar da, Kıbrıs konusu, gerek Türkiye ve gerekse Yunanistan tarafından
resmi bir sorun olarak siyasal platforma taşınmamıştır (Albayrak, 2000)5.
Hem 1950 yılında iktidara gelen Demokrat Parti’nin (DP) hükümeti, hem de selefi olan Cumhuriyet Halk Partisi’nin (CHP) hükümetleri, adadaki statükonun devamından yana oldukları için Kıbrıs’ı bir sorun olarak görme eğilimi içinde olmamışlardır. Fakat şu nokta gözden kaçırılmamalıdır ki, DP’nin muhalefet yıllarında konuya yaklaşımı farklıdır. DP sözcüleri, CHP’yi Kıbrıs konusuyla yeterince ilgilenememekle ve önlemlerin yetersizliği nedeniyle ırktaşlarını güvenden yoksun bırakmakla suçlamalarına karşın, 1950’de iktidara geldikten
sonra, “Kıbrıs meselesinde tutumlarının ne olacağı” yönündeki bir soruya, Kıbrıs diye bir problem olmadığını söyleyerek, Kıbrıs konusundaki görüşlerinden vazgeçmişlerdir (Bağlum, 1991: 61). DP’nin tutum değişikliğinin gerekçesi olarak Sovyet tehlikesine karşı işbirliği için Yunanistan’la iyi ilişkilere devam edilmesi gerektiği düşüncesi gösterilmiştir (Bağcı, 1990: 101). Adnan Menderes’in Londra Konferansı öncesi yaptığı konuşmada, “hür milletler birliği”nin Yunanistan tarafından zayıflatıldığına işaret eden konuşması, bu düşüncede haklılık payı olduğunu gösterir niteliktedir.
Yunan hükümetinin Kıbrıs’ın Yunanistan’a ilhak davasını, Birleşmiş Milletlere (BM) taşıması sonucunda ise, Türkiye’nin Kıbrıs politikasını değiştirdiği söylenmiştir6 (6-7 Eylül Olayları, Fotoğraflar-Belgeler Arşivi, 2005: 289). Yunanistan başvurusunda, BM Beyannamesi’ndeki halkların eşitliği ve kendi kaderlerini kendileri tayin etme prensibinin uygulanması ve 1950 yılında Kıbrıs’ta resmi olmayarak yapılan referandum sonuçları, Kıbrıs’ın eski Yunanlıların yerleşim alanı olduğu ve Yunanistan’ın kültürel etki alanı içerisinde kalmasını,
gerekçe olarak göstermiştir. Yunanistan ayrıca, Güney Akdeniz Bölgesi’ndeki
siyasi istikrarın İngiltere’nin gösterdiği yumuşamazlıktan dolayı da tehlikede olduğu vurgusunda bulunmuştur. Yunanistan’ın bu tezine İngiliz, Türk ve BM delegelerinin sert muhalefetlerine rağmen, konu BM’de tartışılmıştır. Bu görüşmeler sırasında Türk delegesi
Selim Sarper bir konuşma yaparak, Yunan görüşüne karşı çıkmış ve
adanın Yunanistan’a verilemeyeceğini savunmuştur (Ceylan, 1996: 21;
Eroğul, 1998: 172). Bunun sonucunda, BM konunun görüşülmesini
geriye bırakmış, bu durum ise iki hükümet arasında gerginliği artırmıştır
(6-7 Eylül Olayları. Fotoğraflar-Belgeler Arşivi, 2005: 289).
Yunanistan’dan gelen haberlerin artması ile birlikte de, Türk kamuoyunun
da bölgeye dikkati yoğunlaşmış, Rum ve Yunanlılara yönelik olarak bir hassasiyet oluşmaya başlamıştır (Ayın Tarihi, 1-17 Temmuz 1955)7.
1955 yılının Temmuz ayına gelindiğinde ise, Başbakan Adnan Menderes, kabinesi içinde bir değişiklik yaparak, Fuat Köprülü’yü Dışişleri Bakanlığı görevinden almış ve yerine Fatin Rüştü Zorlu’yu getirmiştir. Selefinin, Yunanistan’ın ve Kıbrıslı Rumların yönelttiği tehditler, baskılar ve yer yer başlayan saldırılar karşısındaki klasik hariciyeci yaklaşımı ve sözlü uyarılarla karmaşık demeçlerle karşılayan bir stratejinin devamından yana olan temkinli tavrına karşın, Zorlu Londra ve Zürih Antlaşmaları’nın temel taşlarının döşenmesi için çalışmalar başlatıp, adada bir Türk Mukavemet Teşkilatı’nın kurulması için adımlar atarak adaya ilişkin aktif bir politika belirlemiştir (Birgit, 2012: 192, 193)8.
Kıbrıs konusuna DP iktidarının başlangıçtaki temkinli yaklaşımı, Türk basını tarafından da benimsenmiş, uzunca bir süre - Hürriyet hariç - gazeteler konuya ilgi göstermemiştir9. Hürriyet ise Çavdar’ın deyişiyle, her gün Kıbrıs’ta EOKA’ya bağlı militanların yaptıklarına ve Türklerin nasıl kötü muamele gördüklerine ilişkin haberleri vermiş ve böylelikle Türkiye Makarios, Grivas isimleri ve Enosis sözcükleri gündeme yerleştirmiştir (53). Hürriyet’in süreçteki tutumu, 6/7 Eylül olayları sonrası yürütülen soruşturmada tutanaklara ise şu şekilde yansıtılmıştır:
Hürriyet sahibi ve baş yazarı ölü Sedat Simavi’nin 12 ada Garbi Trakya
hakkında açtığı malum kampanya vardır. Bu kampanya, Türk-Yunan
dostluğu aleyhine yönetildiği gibi ayrıca Rum vatandaşlar hakkında da
Türk efkarına nahoş tesirler yaratıyordu. Kampanya nihayet. Hariciye
teşkilatımız ve Hariciye Vekili sayın Fuat Köprülü aleyhine kadar dayanmış
ve Sedat Simavi aleyhine dava bile açılmıştır. Hürriyet’in açtığı bu
kampanya devam ederken ortada henüz bir Kıbrıs meselesi yoktu (6-7
Eylül Olayları, Fotoğraflar-Belgeler Arşivi, 2005: 289)10.
Kıbrıs konusu siyasi gündemde önemli bir noktaya taşınınca, Hürriyet’in peşi sıra diğer basın organları da konuyu ele almaya başlamışlar ve hatta konuyu gündeme taşımanın ötesine geçip, yönlendirici bir yayın politikası izlemeye başlamışlar, hükümetin de aktif bir siyaset gütmesi gerektiği fikrini sürekli canlı tutmuşlardır (Cumhuriyet, “Kıbrıs Meselesi”, Ayın Tarihi, 1 Temmuz 1955: 105; Ulus, “Kıbrıs işi doğru yolda”, Ayın Tarihi, 7 Temmuz 1955 : 106; Tercüman “Yılan Hikayesi”, Ayın Tarihi, 19 Temmuz 1955: 109).
Kıbrıs konusu İngiliz basınında da yer almıştır. İngiliz basının Türk tezini destekleyici bir yayın oluşturmasının dışında daha dikkat çekici olan nokta, Kıbrıslı Rumların “komünistler” tarafından yönlendirildiği vurgusudur (Ayın Tarihi, 3 Temmuz 1955:100; 9 Temmuz 1955: 100; 12 Temmuz 1955: 101; 21 Temmuz 1955: 102; 22 Temmuz 1955:102). Bu durum, kapitalist Batı toplumlarının mevcut “komünist” algısını ortaya sermesi nedeniyle önemlidir. Dönemin yaygın politik unsurlarından biri olarak tanımlanan “anti komünizm” şu şekilde açıklanmaktadır:
Bu dönemde anti komünizm artık bir devlet politikası olarak uygulanmaya
ve uygulamaya ilişkin araçlar geliştirilmeye başlanmıştır. Bu dönemde, herhangi bir biçimde komünizme yol açabileceği düşünülen eylem ve düşüncelerin hepsi sistemli bir biçimde kontrol edilmiş, yasaklanmış ve yalnızca devletin değil, bütün bireylerin de bu yönde davranmasını sağlamak üzere bir baskı ortamı oluşturulmuştur (Yıldırmaz, 2012: 48).
Bu noktada anti komünist politikaların oluştuğu merkez olarak tanımlanan ABD’yi ve özellikle de senatör McCarthy dönemini hatırlamakta da yarar vardır. Etkileri ABD ile sınırlı kalmayan bu anlayış şu sözlerle tanımlanmıştır:
1940’lı yılların ortalarından 1950’lerin sonuna kadar süren “cadı avı” ile
hem devletin kurumlarının aktif bir biçimde örgütlenmesi sağlanmış,
hem de bizatihi toplum komünizme karşı uyanık olması gerektiği yönün
de çeşitli araçlar yoluyla mobilize edilmiştir. ABD’deki adı Mc Carthysizm
olarak adlandırılan bu yöntem benzer şekillerde diğer ülkelerde de
işlemiş ve hem söylemsel, hem de politik olarak aynı dili kullanmıştır
(Yıldırmaz, 2012: 48- 49).
İngiliz basınının olayların “komünist” yönlendirmesi ile ortaya çıktığı yönündeki yayını, antikomünist yaklaşımla bağdaştırılarak değerlendirilmelidir.
Gösteri ve kanlı olayların hızlanması üzerine, adadaki Yunan halkını ezen sömürgeci devlet konumunda rahatsız olan İngiltere, bu durumundan kurtulmak için Türkiye ve Yunanistan’ı bir konferansa çağırmıştır. Türk hükümeti bu daveti hemen kabul etmiş ve davada kararlığını göstermek için kısa süre sonra da Yunanistan’a sert bir nota vererek, Kıbrıs konusundaki kışkırtmalara son vermesini ihtar etmiştir (Eroğul, 1998: 173). Böylelikle, 1955 yazında Türkiye siyasetinin gündemine, Londra Konferansı’na davet edilmiş olmanın sevinci hakim olmuştur. Kıbrıs konusunun bu kadar yoğun ele alınmasını, DP’nin iç
politikadaki yetersizliklerini örtme isteğine bağlayan Ahmad, bu taktiğin
işe de yaradığını, çünkü CHP’nin dahi bu dönem içinde muhalefet görevini yürütmediğini, hatta Londra Konferansı’ndan üç gün önce hükümetle dayanışmanın bir işareti olarak iç politika tartışmalarını tek yanlı olarak bir tarafa bıraktıklarını ilan ettiklerini belirtmiştir (66)11.
2 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,
***
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder