6 Kasım 2019 Çarşamba

ATATÜRK’ÜN BAKIŞ AÇISIYLA AZINLIKLAR BÖLÜM 4

ATATÜRK’ÜN BAKIŞ AÇISIYLA AZINLIKLAR BÖLÜM 4



Mustafa Kemal Paşa, Sakarya savaşında sonra Müslüman olmayanlar hakkında şunları söylemiştir: 

“Hükûmetimizin ve milletimizin Hıristiyan unsurlara karşı adaletli bir şekilde davranışı geleneklerimiz ve dinimizin gereğidir. Ve gerçekten Hıristiyanlara adil davranıldığma en büyük delil memleketimizin her noktasında, en ufak köyünde bile Hıristiyan unsurların Müslümanlardan ziyade huzur ve refaha ve servete sahip olmalarıdır. Eğer bunlar hakkında zulüm ile gasp ile adaletsizce muamele edilmiş bulunsaydı, doğal olarak bugünkü hal ve vaziyette bulunmamaları lazımdı. Bundan dolayı, bunun için başka bir delil ve sebep göstermeye 
gerek görmüyorum Fakat bu Hıristiyan unsurlar dışarının teşvikleriyle veyahut ekmek yediği toprağa nankörlük ederek millî varlığımıza zarar vermek, bozmak girişimlerinde bulunacakların fenalıklarına set çekmek pek tabii gereklidir. 

Bundan dolayı Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükûmetini hatalı bulmak hiç kimsenin hakkı değildir. Bugün en büyük, en sağlam ve medeni milletlerin bu gibi konularda bize göre pek şiddetli ve zorlayıcı işlemlere girişmekte olduğu herkesçe bilinir. Fakat bütün dünya bilmelidir ki: sakin ve sadık tebaa daima himaye edilmiştir. Ve daima himaye edilecektir. Hıristiyan unsurların İslam vatandaşlarından bir farkı yoktur. Aynı hukuka sahiptir. Ve sahip kalacaktır, düşmanlarımızın diğer iddiaları da bu arz ettiklerim gibi asılsız ve esassızdır. Yunanlılar, gasp etmek suretiyle işgal ettikleri yerler de çoğunluğun Rumlarda olduğu iddia ederler. Halbuki; hakikat tamamen aksidir. Bütün tarafsız 
istatistikler bunu böyle göstermektedir ve milletlerarası komisyon raporlarının neticesi bunu doğrulamaktadır”33. Burada Mustafa Kemal Paşa, Müslüman olamayanların her yerde huzur ve refah içinde yaşadıklarına işaret ederek, bunlara karşı hiçbir düşmanlık olmadığına en büyük delilin bu olduğunu söylemektedir. Millî varlığa zarar verecek olanların bu girişimlerini önlemenin de doğal olduğunu bundan dolayı TBMM’yi suçlamaya kimsenin hakkı olamayacağı nı, bu gün en uygar milletlerin bile bu zararlı faaliyetler karşısında Türklerden daha şiddetli ve zorlayıcı önlemler aldıklarını hatırlatır. Zararlı faaliyetleri görülmeyen azınlıkların ise geçmişte olduğu gibi korunmaya devam edileceğini, Hıristiyan vatandaşların Müslüman vatandaşlardan bir farkının olmadığını dillendirerek, onlarında aynı hukuka sahip olacaklarını tekrar vurgular. 

1 Mart 1922 Tarihinde Mustafa Kemal Paşa, Türkiye halkı ve azınlıkların durumu konusunda şunları söyleyecektir34: “Türkiye halkı irken veya dinen ve kültürel olarak bir ve birbirlerine karşı saygılı ve fedakârlık hisleriyle dolu ve mukadderat ve menfaatleri ortak olan bir sosyal heyettir. Bu toplulukta hukuk-ı ırkıyeye, hukuk-ı ictimaiyeye ve şerait-i muhitiyeye riayet, siyaset-i dahilimizin esas 
noktalarındandır. Dahili teşkilat-ı idaremizde bu esas noktanın, halk idaresinin bütün mana-yı şâmiliyle layık olduğu derece-i inkişafa îsal edilmesi siyasetimiz icabatındandır. Ancak harici düşmanlara karşı daima ve daima müttehit ve mütesanit bulunmak mecburiyeti de muhakkaktır. Türkiye halkına dahil olup ekalliyet halinde bulunan anasır-ı Hıristiyaniyenin hukuku dahi dünyanın en medeni milletleri meyanında yaşayan ekalliyetlere verilmesi Düvel-i İtilafıye ile muhasımları ve bazı müşarikleri arasında takarrür eden esasat-ı ahdiye dairesinde memaliki mütecaviredeki Müslüman ahalinin de aynı hukuktan istifade eylemesi ümniyesiyle müeyyet ve müemmendir. 

Ekalliyetlerle beraber, bil umum halkın refah ve saadetinin ve kavanînin bahşettiği her türlü hakların masuniyetinin temini ve memlekette hâkimiyet-i kanuniyenin teyidi dahili idare ve siyasette değişmez bir düsturumuzdur.” 

Mustafa Kemal Paşa, Osmanlı İmparatorluğunda yalnızca gayrimüslim azınlıkların ellerine terk edilmiş olan ancak ülkenin kalkınması için en temel unsurlardan biri olan üretim meselesine de değinmiştir. O bu konuda ulus olarak sanatta gelişmemiz gerektiği, yalnızca askerî tedbirlerle bir ulusun kalkına mayacağını, asıl üretim yapmak suretiyle müreffeh ve kalkınmış bir ülke olunabileceğini 16 Mart 1923 tarihinde Adana esnaflarına yaptığı konuşmada ifade etmiştir.35: 

“Bir millet sanata ehemmiyet vermedikçe büyük bir felakete mahkumdur. Birçok unsurlar o felaketin derecesini fark etmez. Fark ettiği gün de ne kadar müthiş bir faaliyetle çalışmak lazım geldiğini tahmin eyleyemez. Artık tarihe karışan Osmanlı hükûmeti, maatteessüf asırlarca yanlış bir zihniyet sahibi oldu. Çünkü onlar sanatı ve sanatkarları kendi milletlerinden yetişmiş görmekten zevk almazlardı. 
Hatta en şevketli Osmanlı padişahlarından biri, zannedersem Kanuni Sultan Süleyman, askerlerinden bir Türk Müslüman’ın saraçlık sanatına sahip olduğunu görünce, fevkalâde meyus müteessir olmuştur. Onların nazarında sanatkarların gayrimüslimden olması tercih edilirdi. Onlar sanattaki hayat membalarını başka milletlerin ellerinde bulundurmanın zararlarını göremiyorlardı. Asil milletimiz 
sanattan mahrumdu. Sanatkarlar azdı. Mevcut olanlar da icap eden derecede sanatta mahir değildi. Arkadaşımız beyanatında demişlerdir ki, Adana’mızı istila eden diğer unsurlar, şunlar, bunlar, Ermeniler sanat ocaklarımızı işgal etmişler ve bu memleketin sahibi gibi bir vaziyet almışlardır. Şüphesiz haksızlık ve küstahlığın bundan fazlası olamaz. Ermenilerin bu feyizli ülkede hiçbir hakkı yoktur. 

Memleketiniz sizindir, Türklerindir. Bu memleket tarihte Türktü, o halde Türk’tür ve ebediyen Türk olarak yaşayacaktır. Gerçi bu güzel memleket kadim asırlardan beri çok kere ecnebi istilâlarına maruz kalmıştı. An asıl Türk ve Turanî olan bu ülkeleri İranîler zapt etmişlerdi. 
Sonra bu İranîleri mağlûp eden İskender’in eline düşmüştü. Onun ölümüyle ülke taksim edildiği vakit Adana kıtası da Silifkelilerde kalmıştı. Bir aralık buraya Mısırlılar yerleşmiş, sonra Romalılar istilâ etmiş, sonra Şarkî Roma yani Bizanslılar eline geçmiş, daha sonra Araplar gelip Bizanslıları koğmuşlar; en nihayet Asya’nın göbeğinden tamamen kaynayan Türkler soyundan ırkdaşlar buraya gelerek memleketi, hayatı sabıka ve asliyesine iade ettiler. Memleket en nihayet yine sahibi aslilerinin elinde takarrür etti. Ermeniler vesairenin burada hiçbir hakkı yoktur. Bu bereketli yerler koyu ve öz Türk memleketidir. 

Cumhuriyet ilan edildikten ve laiklik esası devletin prensipleri olarak kabul edildikten sonra Müslüman olmayanların Türk sosyal yaşamıyla tamamıyla bütünleştirilmesini isteyen Mustafa Kemal “Bugün içimizde bulunan Hıristiyan, Musevi vatandaşlar mukadderat ve talihlerini Türk milletine vicdani arzularıyla bağladıktan sonra kendilerine yan gözle, yabancı nazarıyla bakılmak, medeni 
Türk milletinin asil ahlâkından beklenebilir mi?” diyecektir.36 Bütün söylev ve demeçlerinde Mustafa Kemal’in azınlıklar hakkındaki görüşleri gerçekçi, tutarlı, Türk Tarihi tecrübesine uygun, dengeli, imtiyazlara mesafeli, ötekini yani farklılıkları reddetmeyen, özellikle azınlıkların içinde bulunduğu devlet ve milletle kucaklaşmasını ve birleşmesini arzulayan insancıl bir anlayışa sahiptir. 

Bu anlayış evrensel olduğu kadar dışarıda kalan soydaşlarını, dindaşlarını unutmayan bunlar için karşılılık esasına uygun olarak diğer devletlerden 
aynı özveriyi bekleyen ve sonuç olarak dünyadaki bütün azınlıkların İnsan haklarından yararlanmasını arzu eden bir yaklaşımdır. 

Lozan Anlaşması’nda Azınlıklar 

TBMM hükûmeti Lozan’a giden heyete verdiği on dört maddelik talimatta; 1., 8., 9., 12. maddelerde dolaylı veya dolaysız olarak azınlık politikasını dile getirmektedir. Bunlar şöyle sıralanabilir: Ermeni yurdu ve kapitülasyonlar söz konusu edilemez. Edilirse görüşmeler kesilir. Ekalliyetler/azınlıklar için esas mübadeledir. Yabancı kuruluşlar Türk kanunlarına tabidir.37 Bu talimatlar uygun olarak Lozan görüşmelerinde azınlıklar için TBMM’nin siyaseti iki noktada toplanabilir.38 

1-Azınlık haklarının karşılıklılığı, 
2-Azınlıkların himayesinin Türkiye’nin varlık ve bütünlüğüne müdahale için bir bahane olarak kullanılmaması. 

Mustafa Kemal Paşa, Lozan görüşmeleri devam ederken 25 Aralık 1922 tarihinde Le Journal Muhabiri Paul Herriot’ya verdiği demeçte Türkiye’nin azınlık ve Patrikhane politikası konusunda şunları söylemiştir: “Ekalliyetlere gelince, bu bapta mübadele meselesini derpiş etmiştik. Diğer devletlerin murahhasları da bu zeminde bizim fikrimizi takip ve tasvip eylemiştiler. Lâkin bir fesat ve hıyanet 
ocağı bulunan, memlekette tohum-ı nifak ve şikak saçan, Hıristiyan hemşerilerimizin huzur ve refahı için de mucib-i şeamet ve felaket olan Rum Patrikhanesini artık topraklarımız üzerinde bırakamayız. 
Bu tehlikeli teşkilatı memleketimizde muhafazaya bir mecbur etmek için ne gibi vesile ve sebepler irae olabilir?” Türkiye’nin Rum Patrikhanesi için arazisi üzerinde bir melce göstermeye ne mecburiyeti var? Bu fesat ocağının hakiki yeri Yunanistan’da değil midir?39 

İngiliz Dışişleri Bakanı Curzon, Lozan’da 12 Aralık 1922 tarihinde ülke ve askerî sorunlar komisyonunda azınlık sorununu gündeme getirdi. Curzon, müttefiklerin savaşa Ortadoğu’daki azınlıkları korunmak ve kurtarmak için girdiklerini iddia ederek, bu konudaki taahhütlerini yerine getireceklerini söyledi. Curzon’a karşılık İsmet Paşa, Osmanlı İmparatorluğu’nun hiç bir ülkede olmadığı kadar azınlık haklarına saygı gösterdiğini ancak XIX. Yüzyıldan itibaren Müslüman olmayanların dışardan imparatorluğu yıkmak için kullanıldığını anlatmıştır. 

Ayrıca İsmet Paşa, yeni devlette Osmanlıdan farklı olarak, bağımsız bir devlet kurabilecek herhangi bir azınlığın bulunmadığını kaydetmiştir. Türk-Rum mübadelesi ile bu durum daha da belirginleşecekti. Yeni Türk Devleti, Müslüman olsun olmasın yurttaşların üzerinde ulusal veya uluslararası herhangi bir gücün müdahalesine yol açacak hiçbir düzenlemeyi kabul etmeyecekti. Azınlık haklarında ise, son zamanlarda Avrupa’da yapılmış olan antlaşmalarla belirlenen esaslar üzerinde ve ancak komşu ülkelerdeki Müslümanların da aynı haklardan yararlanmaları koşuluyla kabul edileceğini vurguladı. 

Bu ön görüşmelerden sonra azınlıklar konusu İtalyan Başdelegesi Montagna’nın başkanlığındaki alt komisyona havale edildi. 
Türk temsilcilerinin de katıldığı bu komisyon iki-üç hafta içinde on altı oturum yaparak on maddeden oluşan “Azınlıkların Korunmasına İlişkin Tasarı’yı Curzon’a sundu. Lozan Konferansı’nda azınlıklar sorunu, birinci komisyonun beş ve azınlıklar alt komisyonunun on altı toplantısında yoğun ve sert tartışmalara sebep olmuştur. Lozan Antlaşması’nın 37-45. maddeleri arasında Türkiye’nin yeni azınlıklar rejimi düzenlenmiştir.40 Bu azınlıklar rejiminin büyük güçlerin varmak istedikleri hedefler ile Osmanlı millet sistemi karşılaştırıldığında 
getirmiş olduğu yeni esaslar çerçevesinde aşağıdaki noktalar üzerinde durulmalıdır.41 

Lozan’ da tartışılan en önemli konulardan biri de; Himayeleri teklif edilen azınlıkların kimler olacağı idi. Bu konuda azınlıklar alt komisyonunda Türk delegesi Rıza Nur Bey, büyük güçlerin din, dil ve ırk bağlamında yeni azınlık önerisini kabul etmeyecektir. Türk tarafı yalnızca gayrimüslimleri azınlık olarak kabul etmiştir.42 Bunun üzerine komisyon Türk tarafının görüşünü kabul ederek koruma tedbirlerini Müslüman olmayan azınlıklarla sınırlamak zorunda kalmıştır. Yine de antlaşmaya Türk Hükûmeti, Türkiye ‘de oturan herkesin, doğum, bir ulusal topluluktan olma, dil, soy ya da din ayrımı yapmaksızın, hayatlarım ve özgürlüklerini korumayı tam ve eksiksiz olarak sağlamayı yükümlenir, şeklinde bir hüküm konulmuştur.43 
Burada Türk tarafı Müslüman unsurlar arasında yeni azınlıklar oluşturulmasına engel olarak, Müslüman unsurlar arasında Misak-ı Millî sınırları çerçevesinde oluşturulmaya çalışılan milletin etnik bir temele dayandırılmayacağım da ifade etmiş oluyorlardı. Bu din ve kültür ortak paydalı anlayış millet ve ülkenin üniter yapısını/ bölünmez bütünlüğünü sağlamaya yönelikti. 

Lozan’da Azınlıklar için kazanılan statü, himayeleri kararlaştırılan azınlıkların Osmanlı dönemindekinin aksine, münferit fertler olmadığıdır. Böylece Müslüman olmayan Türk vatandaşları millî cemaatler olarak sayılmış ve bütün halinde telakki edilmişlerdir. Buna göre Türkiye’deki yaşamları uluslararası bir anlaşmayla garanti altına alınmıştı. Bu aslında millet özelliğini kazanmamış cemaatlerin uluslaşma sürecine bir katkı yapabilirdi. Büyük güçler böylece yeni bir himaye sistemi oluştururken, kendilerine gelecekte müdahale imkanı 
verecek bir açık kapı bırakmayı da unutmamışlardır. Türk delegelerinin bu konu üzerinde fazla durmaması, herhalde Türkiye’de millî bir azınlığın kalmadığına inanıyor olmalarıdır. Burada azınlıkların ayrıcalıklarının da tamamen kaldırılmamış olduğunu belirtmek yerinde olacaktır. Ayrıca Osmanlı Devleti’nin anayasa ve kanun nazarında eşit olarak kabul ettiği gayrimüslimler, azınlık hukuku içine alınarak bir anlamda ayrıcalıklı bir statü kazanıyorlardı. 

Lozan’da kabul edilen azınlıklar rejimi Müslümanlarla, Müslüman olmayanlara eşit haklar veriyor, azınlığın statüsünü çoğunluktan ayırt etmiyordu. Büyük Güçler ise azınlıklara hem eşitlik tanınmasını, hem de onlar için özel düzenlemeler adı altında ayrıcalıklar verilmesini istiyorlardı. Çok uluslu Osmanlı İmparaluğu’nda azınlıklar için özel bir düzenleme yapılması devletin dünya görüşünün gereğiydi. Halbuki millî ve laik bir devletten aynı farklılaşmayı beklemek Türk tarafına pek doğru gelmiyordu. Lozan rejimi, Müslüman 
olmayan azınlıklara (Rum, Ermeni, Yahudi) hem eşitlik ve ulus devletin inşasına bir Türk yurttaşı olarak katılma, hem de kendi kültürel kimliklerini koruma imkânı vermiştir.44 Türkiye Cumhuriyeti’nde Müslüman olmayanlar, eğitim, ibadet, sosyal ve kültürel faaliyetlerini kendi dillerinde yapabilmekte, gelenek ve göreneklerini yaşama konusunda bazı kolaylıklar elde etmişlerdir. 

Lozan, azınlık hakların korunma ve gözetilmesini uluslararası sisteme yani Milletler Cemiyeti’ne bağlamaktadır. Osmanlı Devleti’nde azınlıkların himayesi kaynağını kapitülasyonlar ve ikili antlaşmalardan alıyordu. Lozan’da, 1878 Berlin Antlaşması’nda olduğu gibi Türkiye’deki azınlıkların koruyuculukları dünya siyasetine hâkim güçlerin garantörlüğüne bırakmaktadır. Mesela 1878 
Berlin Antlaşması’nın azınlık haklarına ilişkin uygulamaları, büyük güçlerin uyum içinde olmalarına bağlı olduğu için pratikte sıkıntılara yol açmış ve garantörlerin hep birlikte Osmanlı Devleti’ne yaptırım uygulamaları mümkün olmamıştır. 

Oysa Lozan Antlaşmasının 44. Maddesi, azınlıkların korunmasına ilişkin hükümlerin uluslararası yükümlülük olduğu esasını getiriyordu. 
Bu hükümler Milletler Cemiyetinin güvencesi altında olacaktı. Bu da Milletler Cemiyeti’ne Türkiye’ye azınlıklar konusunda müdahale imkânı verebilirdi. 
Milletler Cemiyeti’nin bu konuda her hangi bir organı olmadığı için bunu üye herhangi bir büyük güç yapabilecekti. 
Türk tarafı çok istediği halde Lozanda müzakereler devam ederken, başta Mustafa Kemal Paşa olmak üzere Türk idarecilerinin kesin kararı, hem azınlık konusunu yurt içinde ve yurt dışında uluslararası bir statüye kavuşturmak, hem de azınlıklara ait patrikhaneler, hahamhane, kilise, havra ve yabancı okulları, hilafet kurumunda yapıldığı gibi kapatmaktı. Fakat bunların yalnız ayrıcalıkları sınırlana bildi, kapatılmaları gerçekleştirilemedi. Özellikle zararlı faaliyetleri belgelenen Fener Rum Ortodoks Patrikhanesinin Türkiye dışına çıkarılmasını sağlanamamıştır. Yunanistan, İngiltere ve ABD temsilci heyetlerinin ısrarlı talepleri üzerine sadece dini yetkilerini kullanmak kaydıyla İstanbul’da kalmasına izin verilmiştir. Lozan Antlaşmasında Patrikhane açık bir şekilde belirtilmediği gibi, kendisini doğrudan doğruya ilgilendiren bir maddede mevcut değildir. 

Müzakereler sırasında Patrikhane adı, eski ayrıcalıklarının son bulduğu ve tamamen yeni Türk Devletine bağlı, dini bir kurum olduğu konusunda doğrudan ve antlaşma metninin I. Kısmının, 3.Bölümünde Ekalliyetlerin Himayesi başlığı altında yer alan maddelerde ise dolaylı olarak geçmiştir. Türk Devleti’nin bir kurumu statüsündeki Patrikhanenin, Türkiye’de bulunan diğer Müslüman olmayanlara ait hahamhane, Patrikhaneler, kilise veya sinagoglardan bir farkı yoktur. Patrikler veya diğer din adamları Türk kanunlarına bağlı olup, bütün 
Türk vatandaşları ile aynı hak ve sorumluluğa sahiptir.45 Lozan’da Hahamhane ve Patrikhanelerin faaliyetleri din işleriyle sınırlı tutulmuş, dünyevî işlerle, siyasetle uğraşmaları, ideolojik çalışmalarda bulunmaları yasaklanmıştır.Yine yapılan inkılaplarla, azınlıkların aile hukukunu kendi geleneklerine göre düzenlemeleri konusunda farklılar ortaya çıkınca 15 Eylül 1925’te Yahudiler, 17 Ekim 1925’te Ermeniler ve 27 Kasım 1925’te de Rumlar bu farklılığın kaldırılması için başvurmuşlar ve ülkede ayrı muameleye tabi olmak istemediklerini 
beyan etmişlerdir.46 

Lozan’la birlikte yeni bir statüye sahip olan azınlıkların Atatürk dönemindeki demografik yapıları hakkında bilgi vermek yerinde olacaktır. Yahudiler nüfusu 1927’de Türkiye genelinde 81.872 (İstanbul’da 46.781) iken 1935’de 78.730’a kadar düşmüştür.47  

5. Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,

***

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder