Marmara Üniversitesi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Marmara Üniversitesi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

6 Kasım 2019 Çarşamba

ATATÜRK’ÜN BAKIŞ AÇISIYLA AZINLIKLAR BÖLÜM 7


ATATÜRK’ÜN BAKIŞ AÇISIYLA AZINLIKLAR BÖLÜM 7



Madde 40: Müslüman-olmayan azınlıklara mensup Türk uyrukları hem hukuk bakımından hem de uygulamada Türk uyruklarıyla aynı işlemlerden ve aynı güvencelerden (garantilerden) yararlanacaklardır. Özellikle giderlerini kendileri ödemek üzere, her türlü hayır kurumlarıyla dinsel ve sosyal kurumlar her türlü okullar ve buna benzer öğretim ve eğitim kurumlan kurmak, yönetmek ve denetlemek ve buralarda kendi dillerini serbestçe kullanmak ve dinsel ayinlerini serbestçe yapmak konularında eşit hakka sahip olacaklardır. 

Madde 41: Genel (kamusal) eğitim konusunda Türk hükûmeti, Müslüman olmayan uyrukların önemli bir oranda oturmakta oldukları il ve ilçelerde bu Türk uyruklarının çocuklarına ilkokullarda ana dilleriyle öğretimde bulunulmasını sağlamak bakımından uygun düşen kolaylıkları gösterecektir. Bu hüküm, Türk hükûmetinin söz konusu okullarda Türk dilinin öğrenimini zorunlu kılmasına engel olmayacaktır. 

Müslüman-olmayan azınlıklara mensup Türk uyruklarının önemli bir oranda bulundukları il ve ilçelerde, söz konusu azınlıklar, devletler bütçesi, belediye bütçesi ya da öteki bütçelerce, eğitim, din ya da hayır işlerine genel gelirlerden sağlanabilecek paralardan yararlanmaya ve pay ayrılmasına hak gözetirliğe uygun ölçülerde katılacaklardır. Bu paralar, ilgili kurumların (etablissements et institutions) yetkili temsilcilerine teslim edilecektir. 

Madde 42: Türk Hükûmeti, Müslüman olmayan azınlıkların aile durumlarıyla (statüleriyle, aile hukukuyla) kişisel durumları (statüleri, kişi halleri) konusunda, bu sorunları, söz konusu azınlıkların gelenek ve görenekleri uyarınca çözümlen mesine elverecek bütün tedbirleri almayı kabul eder. 
Bu tedbirler, Türk hükûmetiyle ilgili azınlıkların her birinin eşit sayıda temsilcilerinden kurulu özel komisyonlarca düzenlenecektir. Anlaşmazlık çıkarsa Türk Hükûmeti’yle Milletler Cemiyeti Meclisi, Avrupalı hukukçular arasından  birlikte seçecekleri bir üst-hakem atayacaklardır. 

Türk Hükûmeti, söz konusu azınlıklara ait kiliselere, havralara, mezarlıklara ve öteki din kurumlarına tam bir koruma sağlamayı yükümlenir. Bu azınlıkların Türkiye’deki vakıflarına din ve hayır işleri kurumlarına her türlü kolaylıklar ve izinler sağlanacak ve Türk Hükûmeti, yeniden din ve hayır kurumlan kurulması için bu nitelikteki öteki özel kurumlara sağlanmış gerekli kolaylıklardan hiçbirini 
esirgemeyecektir. 

Madde 43: Müslüman-olmayan azınlıklara mensup Türk uyrukları, inançlarına ya da dinsel ayinlerine aykırı herhangi bir davranışta bulunmaya zorlana mayacakları gibi, hafta tatili günlerinde mahkemelerde hazır bulunmaları ya da kanunun öngördüğü herhangi bir işlemi yerine getirmemeleri yüzünden haklarını yitirmeyeceklerdir. 

Bununla birlikte bu hüküm, söz konusu Türk uyruklarını, kamu düzeninin korunması için, öteki uyruklarına yükletilen yükümler dışında tutar anlamına gelmeyecektir. 

Madde 44: Türkiye, bu kesimin bundan önceki maddelerindeki hükümlerin, Türkiye’nin Müslüman olmayan azınlıklarıyla ilgili olduğu ölçüde, uluslararası nitelikte yükümler meydana getirmelerini ve Milletler Cemiyeti’nin güvencesi (garantisi) altına konulmalarını kabul eder. Bu hükümler, Milletler Cemiyeti Meclisi’nin çoğunluğunca uygun bulunmadıkça, değiştirilemeyecektir. İngiliz imparatorluğu, Fransa, İtalya ve Japon hükûmetleri, Milletler Cemiyeti Meclisi’nin çoğunluğunca razı olunacak, herhangi bir değişikliği reddetmemeyi, işbu Antlaşma uyarınca kabul ederler. 

Türkiye, Milletler Cemiyeti Meclisi üyelerinden her birinin bu yükümlerden herhangi birine aykırı herhangi bir davranışı ya da böyle bir davranışta bulunmama tehlikesini meclise sunmaya yetkili olacağını ve meclisin duruma göre, uygun ve etkili sayacağı yolda davranabileceğini ve gerekli göreceği yönergeleri (talimatı) verebileceğini kabul eder. 

Türkiye, bundan başka bu maddelere ilişkin olarak, hukuk bakımından ya da uygulamada, Türk Hükûmeti’yle imzacı öteki devletlerden herhangi biri ya da Milletler Cemiyeti Meclisi’ne üye herhangi bir başka devlet arasında görüş ayrılığı çıkarsa, bu anlaşmazlığın, Milletler Cemiyeti Misakı’nın 14. maddesi uyarınca uluslararası nitelikte sayılmasını kabul eder. Türk Hükûmeti, böyle bir anlaşmazlığın, öteki taraf isterse, Milletlerarası Daimi Adalet Divanı’na götürülmesini kabul eder. Divanın karan kesin ve Milletler Cemiyeti Misakı’nın 13. maddesi uyarınca verilmiş bir karar gücünde ve değerinde olacaktır. 

Madde 45: Bu kesimdeki hükümlerle, Türkiye’nin Müslümanolmayan azınlıklarına tanınmış olan haklar, Yunanistan’ca da, kendi ülkesinde bulunan Müslüman azınlığa tanınmıştır. 


DİPNOTLAR;

1 Azınlık kavramının ortaya çıkışı ve bu konudaki tartışmalar hakkında bkz. Levent Ürer, Azınlıklar ve Lozan Tartışmaları, İstanbul 2003, s. 1-112. 
2 Azmi Özcan, “Azınlıklar”, Günümüz Dünyasında Müslüman Azınlıklar, İstanbul 1998. s.9-11. 
3 Osmanlı azınlıkları konusunda geniş bilgi için bkz. Justin Mcarthy, Müslümanlar ve Azınlıklar, İstanbul 1998; Yavuz Ercan. Osmanlı Yönetiminde Gayrimüslimler: Kuruluştan Tanzimat ‘a Kadar Sosyal, Ekonomik ve Hukuki Durumları, Ankara 2001; Bilal Eryılmaz, Osmanlı Devleti ‘nde  Gayrimüslim Teb ‘anın Yönetimi, İstanbul 1990; Gülnihal Bozkurt, Gayrimüslim Osmanlı vatandaşlarının Hukuki Durumu, Ankara 1989; Ali Güler, XX’: Yüzyıl Başlarının Askeri ve Stratejik Dengeleri içinde  Türkiye’de Gayrimüslimler, Ankara 1986; Ufuk Gülsoy, Osmanlı Gayrimüslimlerinin  Askerlik Serüveni, İstanbul 2000. 
4 Ali Fuat Cebesoy, Sınıf Arkadaşım Atatürk, İstanbul 2000, s. 138-139, Bu ifadelerin benzeri bir anlatım için bkz. Falih Rıfkı Atay, Çankaya-Atatürk’ün 
Doğumundan Ölümüne Kadar, İstanbul 1984. s.48. 
5 Arif Necip Kaskatı, Atatürk’ ün Selanik’teki Hülyaları- Atatürk’ün Nükteleri-Fıkraları Hatıraları, Haz. Hilmi Yücebaş, İstanbul 1983, s. 62-63; Mustafa Kemal’in büyük devletlerin Osmanlı Devleti’nde yapacağı bir tasfiye yerine kendi başına bir Türk çoğunluğunun yaşadığı bölgede bir Türk devleti 
kurma konusundaki başka bir anekdot için bkz. Kani Sarıgöllü, Atatürk ve İlkeleri, İstanbul (b.y), s.7; F. R. Alay, Aynı eser, s.47; Yusuf Hazma, “Atatürk 
ve Makedonya’da Yaşayan Türkler ve Azınlıklar”, Uluslararası İkinci Atatürk Sempozyumu (9-11 Eylül 1991), II, Ankara 1996, s. 1328-1344. 
6 Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, II, s.9. 
7 Mim Kemâl Öke, Yüzyılın Kan Davası Ermeni Sorunu, İstanbul, İstanbul 2003, s.300. 
8 Mustafa Kemal Atatürk, Nutuk, II, İstanbul 2001, s.702. 
9 M.K. Öke, Aynı eser, s.300-301. 
10 Milli Mücadele yıllarında Amerika Birleşik Devletleri’nin bu konudaki faaliyetleri bkz. Hasan Köni, “Kurtuluş Savaşı Öncesi Azınlık Sorununa Bir Bakış”,  Uluslararası İkinci Atatürk Sempozyumu(9-11 Eylül 1996), I, Ankara 1996, s.287-298. 
11 Nutuk. I, s.2. 
12 Başbakanlık Osmanlı Arşivi, Dahiliye Kalem-i Mahsus, Nr:49-2/25. Dahiliye Nezareti’nden 4 Haziran 1919 tarihinde Sadaret’e gönderilen gizli yazı. 
13 Nutuk, I, s.26-28; Havza’da bulunan Mustafa Kemal’in 3 Haziran 1919 tarihinde Harbiye Nezareti ile kolordu ve vilayetlere çektiği şifre telgraflar. 
14 Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, I, Ankara 1997, s.2. 
15 Atatürk Özel Arşivinden Seçmeler, Ankara 1981, s. 29-32; Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, I, Ankara 1997, s.30. Mustafa Kemal’in, Doğu Anadolu’da bir Ermeni Devleti oluşturmanın mümkün olmadığı hakkındaki 21 Ağustos 1919 tarihli şifresi içinbkz. Nutuk, I, s. 100. 
16 Atatürk Özel Arşivinden Seçmeler, s.48-50. 
17 Atatürk’ün Tamim, Telgraf ve Beyannameleri, IV, Ankara 1991, s.93-94. Benzeri bir beyanat için bkz. Aynı eser, s. 388. 
18 Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, III, s.4;ll Ekim 1919 tarihinde Yediğim Gazetesi muhabiri ile yapılan mülakat. 
19 Atatürk’le İlgili Arşiv Belgeleri (1911-1921 Tarihleri Arasına Ait 106 Belge), Ankara 1982, s. 67-69; Belgelerle Mustafa Kemal Atatürk (19161922), 
Ankara 2003, s.99-102; Hikmet Özdemir, Amasya Belgelerini Yeniden Okumak, Amasya 2004, s. 250-251. 
20 Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, II, s. 5, 28 Aralık 1919 tarihinde Ankara ileri gelenleriyle yaptığı bir konuşma. 
21 Nutuk, I, s.281; Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, I, s.47; “Anasır-ı gayri müslimeye gelince bunlar daha Tevfik Paşa kabinesi zamanında intihabata 
 iştirak etmeyeceklerini ilan etmişlerdir. Bunların iştirak etmemeleri kendi zararlarından başka bir netice vermez. İnşallah vatan ve millet nail-i istiklal 
olunca ister istemez aynı hukuk dahilinde Osmanlı vatandaşı olarak oturmaya mecburdur.” 
22 Suat Akgül, “ Nutuk’ta Azınlıklar Meselesi ve Atatürk’ün Azınlıklar Hakkındaki Görüşleri “, Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, sayı 29 (Temmuz 1994). s. 453. 
23 Mustafa Budak, İdealden Gerçeğe -Misâk-ı Milli’den Lozan ‘a Dış Politika, İstanbul 2002, s.156-158. 
24 Erik Jan Zürcher, Savaş, Devrim ve Uluslaşma Türkiye Tarihinde Geçiş Dönemi (1908- 1928), Çev. Ergun Aydmoğlu, İstanbul 2004, s.239-240. 
25 Misak-ı Milli’nin hazırlanış süreci hakkında geniş bilgi için bkz. M.Budak, aynı eser, s. 135-159. 
26 Mustafa Kemal Atatürk’ün Ermeniler Hakkındaki sözleri ile ilgili bkz. İsmet Görgülü, Atatürk ‘ten Ermeni Sorunu- Belgelerle, İstanbul 2002; Bu konuda 
aynca bkz Cafer Ulu, Cumhuriyet Döneminde Sosyo-Kültürel Açıdan Türk-Ermeni İlişkileri, (İ.Ü.Sosyal Bilimler Enstitüsü Basılmamış Doktora Tezi), İstanbul 2005, s. 103-114. 
27 S.Akgül, aynı makale, s. 456. 
28 Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, I, s. 30-31; 24 Nisan 1920 tarihinde Mustafa Kemal’in mecliste Yaptığı konuşma 
29 Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, I, s.74-75;l Mayıs 1920 Tarihinde Türk Milletini Teşkil Eden Müslüman Öğeler hakkında konuşması. Benzeri bir konuşması için bkz. Aynı eser, I, s.30; Mustafa Kemal’in Türkiye’nin sınırları ve vatandaşları hakkında yaptığı diğer bir konuşma da; “Mütareke akdolunduğu 
gün ordularımız fiilen bu hatta hâkim bulunuyordu. Bu hudut İskenderun körfezi cenubundan Antakya’dan, Halep ile Katma istasyonu arasında Carablus 
köprüsü cenubunda Fırat nehrine mülâki olur. Oradan Deyrizor’a iner; badehu şarka temdit edilerek Musul, Kerkük, Süleymaniye’yi ihtiva eder. Bu hudut 
ordumuz tarafından silâhla müdafaa olunduğu gibi aynı zamanda Türk ve Kürt anasıriyle meskûn aksamı vatanımızı tahdit eder. Bunun cenup aksamında 
Arapça mütekellim dindaşlarımız vardır. Bu hudut dahilinde kalan aksamı memalikimiz camia-i Osmaniyeden lâfenyek bir kül olarak kabul edilmiştir. 
Beyannamenin dördüncü maddesine bakalım! Bu madde ile biz, bizimle beraber yaşayan anasır-ı gayrimüslimeyi aynı hukuk ve aynı salâhiyette kabul ediyoruz. Hepimiz bu devletin Müslüman ve anasırı gayrimüslime dahil olarak aynı suretle tebaasıyız. Ve bu itibarla cümlemizin hukuku birdir. İçimizde yaşayan gayrimüslim vatandaşlarımıza bizim hâkimiyeti siyasiye ve muvazene-i içümaiyemizi ihlâl edecek fazla birtakım imtiyazat veremeyiz.” Bkz. II, s.l2; 
Atatürk, Ağustos 1921’de Associated Press’in Ankara’da bulunan muhabirine verdiği demeçte; “ Türkiye Türklerindir, işte milliyet perverlerin umdesi 
budur. Biz hukukumuzun müdafaası için mücadeleye karar verdik” demiştir. (Aynı eser, III, s. 38). 
30 Nutuk, I, s.307. 
31 Nutuk II, s. 715-716. 
32 Atatürk’ün Milli Dış Politikası, I, Ankara 1981, s.272. 
33 Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, I, s. 198-199; 19 Eylül 1921 tarihinde Sakarya Meydan Muharebesi hakkındaki konuşması. 
34 a.g.e., I, s. 236-237. 
35 a.g.e., II. s. 130. 
36 Utkan Kocatürk, Atatürk’ ün Fikir ve Düşünceleri, Ankara 1983, s. 174. 
37 Atatürk’ün Milli Dış Politikası (Milli Mücadele Dönemine Ait l00 Belge, 1919-1923), I, Ankaral981, s.497. 
38 Gülnihal Bozkurt, Azınlık İmtiyazları Kapitülasyonlardan Tek Hukuk Sistemine Geçiş, Ankara l998, s. 45. 
39 Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, III, s.79. 
40 Lozan Barış Konferansı Tutanaklar- Belgeler, VIII, Çev. Seha L. Meray, İstanbul 2001, s. 10-13. 
41 M. K. Öke, a.g.e., s.324-332. 
42 Dr. Rıza Nur, Lozan Hatıraları, İstanbul 1999, s. 83; Baskın Oran’da Lozan’da azınlıkları tanımlamada dil, soy ve din ölçütünün değil gayrimüslim ölçütünün kabul edildiğini söylemektedir. Türkiye’de Azınlıklar: Kavramlar, Teori, Lozan, İç Mevzuat, İçtihat, Uygulama, İstanbul 2004, s.62. 
43 Lozan Barış Tutanakları, VIII, s. 11. 
44 Rıfat N. Bali, “Azınlıklar Açısından Türk ve Türkiyelilik Tartışmaları”. türk Yurdu Dergisi, sayı 208 (Aralık 2004), s.38-39; kendiside gayrimüslim Türk 
yurttaşı olan yazar Türkiyeli/Türkiyelilik tartışmalarının hiç kimseye bir yararı olmayacağı kanaatindedir. 
45 Bu konuda geniş bilgi için bkz. Bülent Atalay, Fener Rum Ortodoks Patrikhanesi’nin Siyasi Faaliyetleri (1908-1923), İstanbul 2001, s.197-231. 
46 Azmi Süslü, “Atatürk ve Azınlıklar”, Uluslararası İkinci Atatürk Sempozyumu (9 -11 Eylül 1991), II, Ankara 1996, s. 1021. 
47 Çetin Yetkin, Türkiye’nin Devlet Yaşamında Yahudiler, İstanbul 1992, s.56-57. 
48 Fatih Akın, Türkiye’ de Azınlık Politikaları (6-7 Eylül Olayları), İstanbul 2006, s.96. 
49 Cafer Ulu, aynı tez, s.340-342. 
50 Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, III, s.90; 29 Ekim 1923 tarihinde Fransız muharriri Maurice Pernot’ya verdiği demeç. 
51 a.g.e., III, s. 102-104. 
52 Suna Kili-A. Şeref Gözübüyük, Türk Anayasa Metinleri (Sened-i İttifaktan Günümüze). İstanbul 2000. s. 138 Bu kitap, Osmanlıcadan okunmuş metinlerde bir çok yanlışı olduğundan ihtiyatlı kullanılmalıdır. 
53 Ayşe Afetinan, Medeni Bilgiler ve Mustafa Kemal Atatürk’ ün El Yazıları, Ankara 2000. s. 455-465. 
54 Avner Levi, “ 1934 Trakya Yahudileri Olayı: Alınamayan Ders”, Tarih ve Toplum Dergisi, Savı 151(Temmuz 1996), s. 11-14. 
55 G. Bozkurt, Azınlık İmtiyazları, s. 50. 
56 Bu konu hakkında bkz. Baskın Oran, Türkiye’ de Azınlıklar: Kavramlar, Teori, Lozan, İç Mevzuat, İçtihat, Uygulama, İstanbul 2004; Ayrıca araştırmacı kitabın 43. sayfasında, 20. yüzyılın sonunda azınlıkları, genellikle millet adına konuşan belli bir etnik/ dinsel çoğunluğun yönetiminde asimile etmeye çalışan ulus-devletin demokratik olmadığını, alt kimlikleri reddettiğim ifade etmektedir. 
57 Mustafa Kemal Paşa, 1926 yılında tuttuğu notlarında milleti şöyle tanımlamak tadır: “ Millet, aynı toprak parçası üzerinde oturan, aynı kanunlara tabi, ahlak ve dil birliği halinde yaşayan insan topluluğuna denir. Fransız Milleti, Alman Milleti, İspanyol Milleti denir. Kullanırken çoğunlukla millet kelimesiyle kavim kelimesi karışır. Fakat şu farkla ki millet kelimesiyle siyasi kuruluş anlaşılır. Kavim peuple kelimesi ise her şeyden önce kök bağını ve ırkı hatırlatır.” (Sadi Borak, Atatürk’ün Resmi Yayınlara Girmemiş Söylev Demeç Yazışma ve Söyleşileri, İstanbul 1997, s.377.) 
58 Orhan Türkdoğan, “ Son Azınlıklar Raporu Üzerine”, Türk Yurdu Dergisi, sayı 208(Aralık 2004), s.26-29. 
59 Arı İnan, Düşünceleriyle Atatürk, Ankara 1999, s.58. 

***

ATATÜRK’ÜN BAKIŞ AÇISIYLA AZINLIKLAR BÖLÜM 6

ATATÜRK’ÜN BAKIŞ AÇISIYLA AZINLIKLAR BÖLÜM 6


..Bugün Türk Cumhuriyetini kurmuş olan Türk milletini mütalaa ederken bulduğumuz şartları tekrar gözden geçirelim: 

A) Siyasi varlığımızın haricinde başka ellerde başka siyasi zümrelerle isteyerek yada istemeyerek teşrik-i mukadderat etmiş bizimle dil, ırk, menşe birliğine malik ve hatta yakın uzak tarih ve ahlak yakınlığı görülen Türk cemaatleri vardır. Tarihin bin bir hadisesinin neticesi olan bu hal Türk milleti için elim bir hatıradır, fakat Türk milletinin tarihen ve ilmen teşekkülündeki asaleti, tesanüdü asla haleldar edemez. 

B) Bugünkü Türk milleti siyasi ve içtimaî camiası içinde kendilerine Kürtlük fikri, Çerkeslik fikri ve hatta Lazlık fikri veya Boşnaklık fikri propaganda edilmek istenmiş vatandaş ve milletdaşlanmız vardır. Fakat mazinin istibdat devirleri mahsulü olan bu yanlış tevsimler- birkaç düşman aleti mürteci beyinsizden maada-hiçbir millet ferdi üzerinde teellümden başka bir tesir hâsıl etmemiştir. Çünkü bu millet efradı da umum Türk camiası gibi aynı müşterek maziye, tarihe, ahlaka, hukuka sahip bulunuyorlar. Ayrı ve kesretli cemiyetlere mâlik olduklarını iddia etmiş ve bu yüzden Türklerle birleşip bir millet teşkil etmemiş olan Araplar- hem de dinlerini kabul ettiğimiz halde- acaba bugünkü esaretlerinden memnun mudurlar? 

C) Bugün içimizde bulunan Hıristiyan, Musevi vatandaşlar mukadderat ve talilerini Türk millîyetine vicdani arzularıyla rabt ettikten sonra kendilerine yan gözle yabancı nazarıyla bakılmak Türk milletinin asil, medenî ahlakından beklenebilir mi? Bundan sonra müşterek millî fikrin ahlâkın hissin heyecanın hatıra ve ananelerin efradında meydan gelmesini ve kökleşmesini temin eden müşterek mazinin birlikte yapılmış tarihin, vicdanları ve zihinleri doğrudan doğruya birleştiren müşterek dilin milletlerin teşekkülünde en mühim âmiller olduğunu bir defa daha kaybettikten sonra millet hakkında ikinci derece unsurları kale almayarak mümkün olduğu kadar her millete uyabilecek bir tarifi bizde alalım: 

A) Zengin bir hatırat mirasına sahip bulunan; 
B) Beraber yaşamak hususunda müşterek arzu ve muvafakatte samimi olan; 
C) Ve sahip olunan mirasın muhafazasının beraber devamı hususunda iradeleri müşterek olan insanların birleşmesinden vücuda gelen cemiyete millet namı verilir... 

Tespit ettiğimiz tariften mülhem olarak diyebiliriz ki millîyet meselesi ferdî ve müşterek hürriyet meselesidir.”.53 

21 Haziran 1934 Tarihinde Çanakkale’de bazı Yahudilerin dövülmesi ve evlerinin yağmalanması ile başlayan olaylar 1500 kadar Yahudi’nin İstanbul’a sığınmasına yol açtı. 25-26 Haziran’da bölgeye İran şahı Pehlevi ile gelen Atatürk, Deli Salamon adlı bir Yahudi’nin kendilerine halkın kendileri istemedikleri şikayeti üzerine kim istemiyor? Polisler mi memurlar mı ? diye sormuştu. Yahudi’nin buna verdiği cevap halk istemiyor olunca, Atatürk halk istemezse beni de kovar şeklinde cevap vermiştir. Bundan sonra Atatürk olayı inceleyerek ve yetkililere Yahudilerin korunması emrini vermiştir.54 

Mustafa Kemal Paşa, Lazları, Kürtleri ve Çerkezleri Türk camiası gibi aynı ortak geçmişe, ahlâka, hukuka sahip bulunmaları ve Hıristiyan ve Musevileri’de mukadderat ve talihlerini Türk Milletine bağlamaları ile Türk Milleti kavramı içine yerleştirerek oldukça pragmatik, ırkçı olmayan, gayrimüslimleri dışlamayan, birleştirici bir millet tanımı yapmaktadır. Mustafa Kemal Paşa’ya göre azınlık 
kavramı içine yalnızca Müslüman olmayanlar yani gayrimüslimler girmektedir. O’nun bu konudaki görüşleri yeni Türk devletinin azınlık, vatandaşlık ve millet siyasetinin esaslarını belirlemiştir. Yani Mustafa Kemal Paşa’nın millet anlayışı aynı coğrafyada yaşayan, ortak tarih ve menfaat birliğine sahip, dil ve kültür bütünlüğü içinde beraber yaşama arzusu taşıyan bireylerin, kanun önünde eşitliği esasına dayanmaktadır. Mustafa Kemal Paşa’nın bu millet ve vatandaşlık anlayışı hem tarihî süreç, hem de Osmanlı Devlet tecrübesi ve herhalde en çokta reel-politiğin meydana getirdiği gerçekçi, çağdaş ve insanî bir yaklaşımdır. Mustafa Kemal Paşa Türkiye Cumhuriyeti Devleti kurulduktan sonra birleştirici unsur olarak din eksenli bir kimlik yerine yavaş yavaş millet eksenli bir kimlik ortaya koyacak ve bunu kitlelere mal edecektir. Mustafa Kemal Atatürk’ün vatandaş ve millet anlayışında önemli gördüğü diğer bir unsurda din devletlerin de görülen çok hukuklu sistemin ortadan kaldırılmasıdır. Çünkü çok hukuklu devletlerde azınlıklar için ayrıcalıklar bulunduğu gibi, aynı zamanda sosyal, siyasi ve hukukî kısıtlamalar bulunmaktadır. 

Yani çok hukuklu sistemde kanun önünde eşitlik ilkesi yoktur. 

Halbuki demokrasin birinci şartı kanun önünde eşitliktir. Yapılan hukuk inkılapları sayesinde ülkede cins, ırk, inanç, sınıf ayrımı yapılmaksızın kanun önünde herkes eşitlenmiştir.55 Bu da Türkiye Cumhuriyeti’nde ayırımsız, eşit, saygın ve çağdaş bir vatandaşlık anlayışının inşa edilmeye çalışıldığını göstermektedir. Mustafa Kemal, Türk Milleti’ne mensup olmak için yalnız Türk soyundan gelmiş 
olmayı yeterli bulmamaktadır. Bu nedenle millet ve vatandaşlık anlayışını Ne Mutlu Türküm Diyene sözüyle çok güzel formüle etmiştir. 

Sonuç 

Millî Mücadele sonunda Cumhuriyet idaresini kuran Türkiye’nin bugün Birleşmiş Milletlerin öngördüğü hükümlerinin ruhuna bağlı düzenlemeleri daha 1920’lerden itibaren azınlıklara uygulanmaya başladığı unutulmamalıdır. Türkiye’de laik ve demokratik bir idarenin kurulması ile azınlıklar kanun önünde hiçbir ayrıma tabi tutulmadan, Türk vatandaşlarının sahip oldukları tüm hak ve özgürlüklerden 
eşit şekilde yararlanarak huzur ve refah içinde yaşamaktadırlar. Azınlıklar, kiliselerinde ve sinagoglarında özgürce ibadet etmekte, okullarında kendi dillerinde eğitim görmekte, yayın yapmakta, derneklerinde sosyal ve kültürel faaliyetlerini sürdürmektedirler. Günümüzde Atatürk’ün hayranı olduğu Türk kimliği bazı çevreler tarafından yeniden tanımlanmaya çalışılmaktadır. Bu bağlamda Türk kimliği yerine hiçbir alt kimliği dışlamadığı iddia edilen Türkiye Halkları kavramının bir diğer ifade şekli Türkiyeli! Türkiyelilik üst kimliği teklif edilmektedir. Alt kimlik, bireyin içinde doğduğu objektif olmayan bir kimlik olarak tanımlanmakta, üst kimlik ise devletin vatandaşına empoze ettiği bir anlamda, vatandaşlığı ifade eden bir kimlik olarak tanımlanmaya çalışılmakta dır.56  Türkiyeli veya Türkiyelilik yaklaşımı Osmanlı Devletini kurtarmaya yönelik kullanılan başarısız olmuş din, dil, ırk ve mezhep farkı gözetmeyen Osmanlıcılık 
anlayışına benzemektedir. Bu şekilde gönüllü vatandaşlık olgusunun yerleşeceği ni düşünenler Türkiyeli yaklaşımıyla aslında Neo-Osmanlıcılığı önermektedir ler. Millî devletlerin oluştuğu bir çağda Osmanlı Devleti’ne gönüllü vatandaşlar kazandırmayı hedefleyen bütünleştirici Osmanlıcılık yaklaşımının başarılı olamadığı bir tarihî deneyimden sonra, bu gün küreselleşme karşısında erozyona uğradığı düşünülen millîyetçilik düşüncesinin yerine daha az dışlayıcı neo-Osmanlıcılığın/ Türkiyeliliğin önerilmesinin ne kadar başarılı olacağı tartışılabilir. Belki de Avrupa Birliği bağlamında benzeri tarihi deneyimlerin tartışılması öğretici de olabilir. 

Bazı araştırmacılar ise, alt ve üst kimlik kavramına farklı yaklaşmaktadır. 
Bu yaklaşıma göre; bir devleti kuran, dili, kültürü ve düşünce sistemiyle onu temsil eden topluma standart toplum ve egemen toplum denilmektedir. Bu açıdan bakıldığında Türklük bir üst kimlik değil standart kültürdür. Çünkü devleti kuran ve nüfusun yüzde sekseninden fazlasını temsil etmektedir. Standart toplumdan farklı ve sayıca az olan unsurlarsa yan kültür alanını oluşturur. Ancak Türkiye’de egemen veya standart toplum olan Türklerin tarihi tecrübesi yan kültür unsurlarını öteki olarak değil, kuşatan, anlayan ve bütüncül bir özelliğe sahiptir. Bu görüş Avrupa ülkeleri ve ABD içinde geçerlidir. Hiç kimse bir Almanı Ben Almanım, bir Fransızı Ben Fransızım, bir İngilizi ben İngilizim demekten uzaklaştırmaz.57 

ABD toplumu iki yüz elli etnik guruptan oluşmaktadır. Fakat bu devleti kuranlar beyaz Anglosakson-Protestan kökenli unsurlardır. 
Ötekiler bu standart toplum veya kültürde yaşamak durumundadır. Azınlık hakları içinde her etnik gurubun ayrı bir federe devlet dahi kurma hakkı yoktur. Böyle bir hakkın varlığını iddia etmek, demokrasi fikriyle de bağdaşmaz. Bir ülkede özel haklara sahip bazı bölgeler kurulacaksa, bunun gerekçesi o bölgede yaşayan etnik veya dini azınlığın bulunması değildir. Çünkü millî bir uzlaşma ile kurulmuş bir devletin yapısı, yine millî bir uzlaşma ile bozulabilir. Nitekim Dünya İnsan Hakları Konferansı, 1993 yılında yayınladığı Viyana bildirgesinde kendi kaderini tayin hakkının, eşit haklar ilkesine uygun olarak ırk, din ve renk ayırımı gözetmeksizin ülkesine ait bütün insanları temsil eden bir hükûmete sahip egemen ve bağımsız bir devletin, ülke bütünlüğünü ve siyasi birliğini kısmen veya tamamen parçalayacak herhangi bir eylemin desteklenmesi veya bu eyleme yetki verilmesi anlamında yorumlanmayacağını açıklamıştır. 
Burada dünya üzerindeki altı binden fazla farklı dil konuşan toplulukların hepsinin kendi kaderini tayin hakkı kullanmalarının dünyayı yaşanılır bir yer yapıp yapmayacağını takdirlerinize bırakıyorum. 

Ne yazık ki Türk toplumu dilde, duyguda, kültür ve inanç sistemlerinde ortak bir paydada birleşerek ulus-devlet olgusunu tamamlayamadan bütün ulus devletler gibi küreselleşme olgusuyla karşı karşıya kalmıştır. Aslında Kemalist sistem kendini bulmayı veya kendine dönmeyi hedefleyen bir Türkleşme serüveni değil, aksine yitirilen Türk kimliğini yeniden inşa sürecidir.58 Hiç şüphesiz uluslaşma 
sürecindeki gecikmede varisi olduğu Osmanlı Devleti’nde uygulanan çok kültürlü yapının da önemli bir payı vardır. Ancak bir süre için dezavantaj gibi görünen bu durum farklılıkları yüzyıllarca bir arada yaşatmayı başarmış Türk topluluğu için, küreselleşme karşısında tarihi tecrübesine dayanarak yeni avantajlara dönüştürülebilir. 

Gelinen bu süreçte Türk aydınları farklılıkları zenginlik sayan bir anlayış içinde yeni azınlıklar veya ötekiler yaratarak çatışma alanları oluşturma yerine devlet ve toplumun hafızasında yer etmiş birbirine güvensizlik ve şüpheciliğin ortadan kaldırılmasına çalışmalıdır. 
Ayrıca toplumdaki farklılıklar, renklilik ve kültürel zenginlik sayılarak Türk kimliği ile ahenkli bir denge ve işbirliği kurarak varlığını barışçı, modern ve demokratik bir şekilde devam ettirebilir. Bu konuda Atatürk, 24 Mart 1933 tarihinde verdiği demeçte; gelecekte sömürgecilik ve emperyalizmin yeryüzünde bir gün yok olacağını ve yerine milletler arasında hiçbir renk, din ve ırk farkı gözetmeyen 
yeni bir ahenk ve işbirliği çağının hâkim olacağını söyleyerek dünya üzerindeki farklılık oluşturan unsurların ve görüşlerin öneminin kalmayacağına işaret etmektedir.59 

Umarız, aydınlarımız için Türkiye ve Türklere saldırının çok yaygın olduğu bir dönemde Atatürk’ün azınlıklar konusuna nasıl baktığının yeniden hatırlatılması faydalı olacaktır. 

EK-I 

Lozan Antlaşması’nda azınlıkların durumunun ele alındığı maddeler şöyledir: 

Madde 37: Türkiye, 38.maddeden 44.maddeye kadar olan maddelerin kapsadığı hükümlerin temel yasalar olarak tanınmasını ve hiç bir kanunun, hiç bir yönetmeliğin (tüzüğün) ve hiç bir resmî işlemin bu hükümlere aykırı ya da bunlarla çelişir olmamasını ve hiç bir kanun, hiç bir yönetmelik (tüzük) ve hiç bir resmî işlemin söz konusu hükümlerden üstün sayılmamasını yükümlenir. 

Madde 38: Türk Hükûmeti, Türkiye’de oturan herkesin, doğum, bir ulusal topluluktan olma (millîyet, nationalite), dil soy ya da din ayrımı yapmaksızın, hayatlarını ve özgürlüklerini korumayı tam ve eksiksiz olarak sağlamayı yükümlenir. 

Türkiye’de oturan herkes, her inancın dinin ya da mezhebin kamu düzeni ve ahlâk kurallarıyla çatışmayan gereklerini ister açıkta isterse özel olarak serbestçe yerine getirme hakkına sahip olacaktır. 

Müslüman olmayan azınlıklar bütün Türk uyruklarına uygulanan ve Türk hükûmetince ulusal savunma amacıyla ya da kamu düzeninin korunması için ülkenin tümü ya da bir parçası üzerinde alınabilecek tedbirler saklı kalmak şartıyla dolaşım ve göç etme özgürlüklerinden tam olarak yararlanacaklardır. 

Madde 39: Müslüman-olmayan azınlıklara mensup Türk uyrukları Müslümanların yararlandıkları aynı yurttaşlık (medeni) haklarıyla siyasal haklardan yararlanacaklardır. 

Türkiye’de oturan herkes din ayrımı gözetilmeksizin kanun önünde eşit olacaktır. Din, inanç ya da mezhep ayrılığı hiç bir Türk uyruğunun yurttaşlık haklarıyla (medeni haklarla) siyasal haklarından yararlanmasına, özellikle kamu hizmet ve görevlerine kabul edilme, yükseltilme, onurlanma ya da çeşitli mesleklerde ve iş kollarında çalışma bakımından, bir engel sayılmayacaktır. 

Herhangi bir Türk uyruğunun gerek özel gerekse ticaret ilişkilerinde, din, basın ya da her çeşit yayın konularıyla açık toplantılarında dilediği bir dili kullanmasına karşı hiçbir kısıtlama konulmayacaktır. 

Devletin resmî dili bulunmasına rağmen Türkçe’den başka bir dil konuşan Türk uyruklarına mahkemelerde kendi dillerini sözlü olarak kullanabilmeleri bakımın dan uygun düşen kolaylıklar sağlanacaktır. 


7. Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,

***

ATATÜRK’ÜN BAKIŞ AÇISIYLA AZINLIKLAR BÖLÜM 5

ATATÜRK’ÜN BAKIŞ AÇISIYLA AZINLIKLAR BÖLÜM 5



Yine Resmi istatistiklere göre İstanbul’da 1924 yılında 280.000 Rum var iken, 1927’de Türkiye Cumhuriyeti uyruklu 90.000 Rum ve Yunan uyruklu 26.000 Rum, 1934’de ise 73.000 Türkiye Cumhuriyeti uyruklu Rum 30.000’de Yunan uyruklu Rum bulunmaktaydı.48 Bütün bu azalmaların sebebi olarak Türk Rum nüfus mübadelesi ve azınlıklara karşı yürütülen politikaları sayabiliriz. Türkiye’de Ermenice konuşan nüfus ise 1927 sayımında 67.745, 1935 sayımında 67.381 olarak tespit edilmiştir. Bir Ermeni kaynağı ise 1927 yılı için 52.576’sı 
İstanbul’da olmak üzere bütün Türkiye’de 80.286 Ermeni’nin yaşadığını kaydetmektedir.49 

Azınlıklardan TBMM’ye giren ilk kişi 1923’te II. Dönem Van milletvekili Münip Boya (Ermeni asıllı)dır. Yine bu dönemde Ermeniler’den 5-6-7. Dönem Afyonkarahisar milletvekili Berç Keresteciyan Türker (1934-1942 Bağımsız milletvekili Afyonkarahisar)olmuştur. İlk Rum milletvekili ise, 1930’da V. Dönem Ankara milletvekili Nikolas Taspas olmuştur. Daha sonra Mihail Kayaoğlu 
(Ankara Vll.dönem), İstamat Zihni Özdamar (Eskişehir 1935-1946), Vasil Konos (İstanbul VIII. Dönem), Nikola Fakacelli (İstanbul VIII. dönem ara seçim) TBMM’ye girmişlerdir. 1935’de ilk kez TBMM seçimlerinde Yahudi adaylar da katıldı. CHP listesinden ilk Yahudi milletvekili Abravaya Marmaralı (Niğde 1935-1943)dır. Azınlık milletvekilleri yaptıkları propaganda ve meclis çalışmalarında hiçbir zaman etnik kimliklerini öne çıkarmadan sadece Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı kimliği ile hareket etmişlerdir. 

Mustafa Kemal Paşa bu konudaki düşüncelerini Lozan Barış Antlaşmasından sonra da sürdürmüştür. Hatta bu zorakî kabullenişi, Cumhuriyet’in ilan edildiği gün, Fransız muharriri Maurice Pernot’a verdiği demeçte Fransız mekteplerini örnek göstererek şöyle beyan ettirmiştir. Yabancı okulların Türk milletinin gelişiminde büyük katkıda bulunduklarını, ancak bazen vazife hudutlarını aştıklarını, gayri fenni propaganda gayeleri takip ettiklerini ve bunun için halkımızın Türk olmayan unsurlarını hedeflediklerini ifade ederek; “Fransız 
mekteplerinin çoğu rahipler ve hemşireler tarafından idare edilmektedir. 
Şu halde, mesleki bir niteliği vardır. Binaenaleyh, dini bir propagandada bulunduklarından endişe edebiliriz Mamafih, istiyoruz ki mektepleriniz kalsın. Fakat, Türkiye’de bizim mekteplerimizin bile sahip olamadıkları ayrıcalığa ecnebi mekteplerinin sahip olmasının kabulü mümkün değildir. Kurumlarınız, aynı sınıfta Türk kurumları için konulan kanun ve nizamlara uydukları sürece kalabilir. Zaten bu konu Ankara temsilcileri ile Fransız temsilcileri arasında görüşülmüş ve esaslı prensipler üzerinde uzlaşma olmuştur” demiştir.50 

Bu sözlerinden Mustafa Kemal Paşa’nın yabancı okullara tamamen karşı olduğu fikri çıkarılmamalıdır. O, ülkenin tam bağımsızlığını zedeleyecek, siyasi emeller peşinde koşarak Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni yıkmaya yönelik faaliyetler içinde bulunacak kurumlara karşıdır. Yoksa Türk milletine ilim ve irfan yuvası olarak faydası olacak, ülkenin ileri gitmesini sağlayacak dost kurum ve kuruluşlara 
ne ticari ne de eğitim alanında karşıdır. Nitekim Fransız gazetecinin Fransız okullarına bu yönde bir suçlamanın olmadığını hatırlatması üzerine; yabancı okulların Türk kanun ve nizamlarına aykırı olmamak şartıyla ülkemizde kalabileceklerini açıkça ortaya koymuştur. 
Mustafa Kemal Paşa’nın azınlıklara karşı diğer siyasal olaylarda ortaya koyduğu gibi son derece gerçekçi bir şekilde yaklaştığı, tam bağımsızlık ilkelerinden taviz vermeden davrandığı, ortaya çıkan durumlarda mütekabiliyet esasını ve medeni ülkelerde tatbik edilen hukuku esas aldığı söylenmelidir. 

Yine Hilafetin kaldırılmasından sonra Atatürk, azınlıklar ve yabancı kuruluşlar hakkında 4 Mayıs 1924 tarihinde şu demeci vermiştir.51: 

“Hilafetle beraber Türkiye’de jis 4 mevcut olan Ortodoks ve Ermeni kiliseleri patrikhaneleri ile Musevi hahamhanelerinin ortadan kalkması lazımdır. Hilafet ve bu muhtelif patriklikler asırlardan beri ruhani daire-i salâhiyetleri haricinde muazzam imtiyazat topladılar. Halkın mütalâasına müsteniden bahşedilen hukuk haricinde imtiyâzât ile Cumhuriyet idaresinin tatbiki kabil değildir. Mazide 
bilhassa Abdülhamit’in hal’inden sonra Kanun-i Esasimizi ve Meşrutiyet kavanînimizi Garbın medeniyet makinesine imtisalen tadil etmeye çok çalıştık. Fakat bu teşebbüsümüz akim kaldı. Zira her hatvede patrikhaneler ve hilâfet gibi siyasi, dini müessesatın hukuku ile karşı karşıya geldik. 

Asırlarca evvel Türk-Müslüman ecdadımız bu memlekette hükümran olduğu zamanlarda siyasi, dini salahiyeti haiz rüesa tarafından idare edilmekte olan cemaatler buldular. O devirde itikadat-ı diniyelerî fatihlerin itikadatından farklı olan anasır-ı mahkûme ile telif-i beyn lüzumu hissedilmişti. Bu sebeple bu ilk fatihler, zir-î hâkimiyetine aldıkları muhtelif millîyetleri kendi mutat reis-i dinileri 
vasıtasıyle idare etmeyi münasip buldular ve bu reislere -dini reislere- büyük bir salâhiyet verdiler. 

Halifenin ve patriklerin bu imtiyazatı kavaninimizin. esasını teşkil etmişti. Bu nizamat vaktinde müdebbirane bile olsaydı yine bir tehdit teşkil eylerdi. Zira terakkiyatımızı tehir ve işkâl eyledi ve bu sebeple yalnız Türkiye, Avrupa’da komşusu olan bütün milletler arasında geride kaldı. Hükûmeti işlemiyordu. Patrikhanelerin veya hilâfetin itirazatına maruz olmaksızın hiç bir ıslâhat veya terakkiperver fıkr-i usul idaremize ithal edilemiyordu. Mamafih usullerimizden bazılarının tebdili zamanı geldi ve o vakit hilâfette bütün tebeddülata karşı şedit bir husumet keşfettik. Patriklerin hiddetini tahrik etmeden usul-i tedrisimiz tebdil edilemezdi. Bunlar muavenet maksadıyla daima ecnebi hükûmetlere müracaat ediyorlardı. 

Asırlardan beri Rusya, İstanbul Rum Patrikliği üzerindeki hegemonyası sayesinde İşlerimiz üzerinde muzır bir nüfuz sahibi oldu. Rum, Ortodoks ve Ermeni patrikhaneleri vasıtasıyla idare usulümüz, diğer kilise idareleri ihdasını elzem kıldı. O vakit Rum-Katolik patriğini ve Yahudilerin hahambaşlarmm tasdike mecbur olduk. 

Protestanlık zuhur ettiği zaman, İstanbul’da bir Protestan kilisesi mümessilinin bulunması kabul zarureti karşısında kaldık ve Rum Patrikhanesinin imtiyazatına müşabih imtiyazlar verdik. 

Son zamana kadar vergiler kiliseler vasıtasıyla tahsil edilirdi. Yani hükûmet, servetleri üzerine vergi vazetmekle beraber, vergilerin tahsilini her mıntıkada hususî reis-i ruhanîlere terk ederdi. 

Tabir-i diğerle meselâ beş yüz Protestandan mürekkep bir cemaatten bir kütle halinde vergi alınır ve bu vergilerin tevzi ve tahsili hakkında bir söz söylenemezdi. Sermaye vergileri de aynı suretle toplanmak lazım gelirdi. 

Patrikhanelerin ve hilâfetin imtiyazatına tevfikan, hükûmet tedrisat usulünü ıslah edemezdi. Türkiye’de yerleşmiş olan her cemaat, ister resmen salâhiyet almış bulunsun, ister bulunmasın, kendi dini mekteplerine ve liselerine mâlikti, imparatorluk hududu dahilinde de her millet kendi lisanını ve dinini talim ederdi. Fakat bu mektepler ihanet projelerine hizmet ettiler. Ermeniler Türk hâkimiyeti altında, açıkça müstakil bir kraliyet lehinde çalışıyor, ecnebi anasırın fiili muavenetiyle hayallerini hiz-i fiile îsal için mütemadiyen entrikalarda  
bulunuyorlardı. 

Bizimle dört yüz sene yaşamış olan yerli kavimler, günün birinde kendilerini gayr-i müstahlâs addederek Türklerin boyunduruğundan kurtulacakları günü düşünmeye başladılar. Mekteplerinde kendi lisanlarını ve dinlerini talim ettiler ve taht-ı hâkimiyetinde yaşadıktan hükûmeti yabancı saydılar. 

Diğer milletlerle aynı hal vaki oldu. Türkiye’de mektepler ve kiliseler tahrikatın ocağı idi. Gayrimüslim anasır, hatta imparatorluk hududu dahilindeki Müslüman Araplar, aynı maksatla mekteplerinde Türk lisanının talimini ihmal ettiler. Böyle bir vaziyete İngiltere, Fransa, Amerika veya her hangi bir milletin ne kadar zaman tahammül edebileceklerini sorarız.” 

20 Nisan 1924 kabul edilip Türkiye Cumhuriyeti’nin en uzun uygulanan anayasası olan Teşkilat-ı Esasiye Kanunun 88. Maddesi 

“Türkiye ahalisi din ve ırk farkı olmaksızın vatandaşlık itibariyle Türk ıtlak olunur. Türkiye’de mütemekkin bir ecnebi babanın sulbünden Türkiye’de doğup da memleket dâhilinde ikamet ve sinni rüşte vusulünde resmen Türklüğü ihtiyar eden veyahut vatandaşlık kanunu mucibince Türklüğe kabul olunan herkes Türktür”.52 
Bu anayasada herhangi bir ırk, din ve kültüre bakılarak Türk vatandaşlığı belirlenmemiştir. 
Buradaki Türk kavramı yalnızca Türk soyluları tanımlamak için de kullanılma mıştır. 
Çünkü anayasanın bu maddesi Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olan herkesi kucaklayan bir yaklaşımdır. 

Nitekim 1931 yılında Atatürk, Türk Milleti ve millîyet anlayışını şöyle ifade etmektedir: “Türk Milletinin teessüsünde müessir olduğu görülen tabii 
ve tarihi vakalar şunlardır: 

A) Siyasi varlıkta birlik 
B) Dil birliği 
C)Yurt birliği 
D) Irk ve Menşe birliği 
E) Tarihî karabet (Yakınlık) 
F) Ahlakî karabet. 

Türk milletinin teşekkülünde mevcut olan bu şartlar diğer milletlerde kamilen yok gibidir. Daha umumi bir tarif yapabilmek için diyelim ki bir cemiyete millet diyebilmek için bu şartlar kamilen veya kısmen bir arada bulunmak lazımdır. Bütün milletler tamamen aynı şartlar altında teşekkül etmemiş olduklarına göre Türk milletinde yaptığımız gibi diğer her millet ayrı olarak mütalaa edilmedikçe 
millîyet fikrini umumi ve fenni olarak tarif etmek güçtür. Çünkü tespit ettiğimiz şartlar insanları millet halinde teşekkülüne umumiyetle yardım etmişlerdir. Fakat bu tarz teşekkülden başka, adeta bu şartların tesirini kale aldırmayan millet teşekkülü de vardır. Mesela, İngilizler ile Amerikalılar aynı lisanı konuştukları halde ayrı ayrı milletlerdir, sonra İsviçre de lisanları menşeleri başka başka üç unsur vardır. Alman, Fransız, İtalyan bunlar İsviçreli namı altında bir millet itibar edilmektedir. Cemahir-i müttehide de beyaz ırkla kırmızı derili insanlar dirsek dirseğe yaşayan Amerikalıdırlar. Bugün asri milletler olan Fransızların,İngilizlerin muhtelif ırkların tesalübü neticesi olduğu malumdur.

6. CI BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,

***

ATATÜRK’ÜN BAKIŞ AÇISIYLA AZINLIKLAR BÖLÜM 4

ATATÜRK’ÜN BAKIŞ AÇISIYLA AZINLIKLAR BÖLÜM 4



Mustafa Kemal Paşa, Sakarya savaşında sonra Müslüman olmayanlar hakkında şunları söylemiştir: 

“Hükûmetimizin ve milletimizin Hıristiyan unsurlara karşı adaletli bir şekilde davranışı geleneklerimiz ve dinimizin gereğidir. Ve gerçekten Hıristiyanlara adil davranıldığma en büyük delil memleketimizin her noktasında, en ufak köyünde bile Hıristiyan unsurların Müslümanlardan ziyade huzur ve refaha ve servete sahip olmalarıdır. Eğer bunlar hakkında zulüm ile gasp ile adaletsizce muamele edilmiş bulunsaydı, doğal olarak bugünkü hal ve vaziyette bulunmamaları lazımdı. Bundan dolayı, bunun için başka bir delil ve sebep göstermeye 
gerek görmüyorum Fakat bu Hıristiyan unsurlar dışarının teşvikleriyle veyahut ekmek yediği toprağa nankörlük ederek millî varlığımıza zarar vermek, bozmak girişimlerinde bulunacakların fenalıklarına set çekmek pek tabii gereklidir. 

Bundan dolayı Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükûmetini hatalı bulmak hiç kimsenin hakkı değildir. Bugün en büyük, en sağlam ve medeni milletlerin bu gibi konularda bize göre pek şiddetli ve zorlayıcı işlemlere girişmekte olduğu herkesçe bilinir. Fakat bütün dünya bilmelidir ki: sakin ve sadık tebaa daima himaye edilmiştir. Ve daima himaye edilecektir. Hıristiyan unsurların İslam vatandaşlarından bir farkı yoktur. Aynı hukuka sahiptir. Ve sahip kalacaktır, düşmanlarımızın diğer iddiaları da bu arz ettiklerim gibi asılsız ve esassızdır. Yunanlılar, gasp etmek suretiyle işgal ettikleri yerler de çoğunluğun Rumlarda olduğu iddia ederler. Halbuki; hakikat tamamen aksidir. Bütün tarafsız 
istatistikler bunu böyle göstermektedir ve milletlerarası komisyon raporlarının neticesi bunu doğrulamaktadır”33. Burada Mustafa Kemal Paşa, Müslüman olamayanların her yerde huzur ve refah içinde yaşadıklarına işaret ederek, bunlara karşı hiçbir düşmanlık olmadığına en büyük delilin bu olduğunu söylemektedir. Millî varlığa zarar verecek olanların bu girişimlerini önlemenin de doğal olduğunu bundan dolayı TBMM’yi suçlamaya kimsenin hakkı olamayacağı nı, bu gün en uygar milletlerin bile bu zararlı faaliyetler karşısında Türklerden daha şiddetli ve zorlayıcı önlemler aldıklarını hatırlatır. Zararlı faaliyetleri görülmeyen azınlıkların ise geçmişte olduğu gibi korunmaya devam edileceğini, Hıristiyan vatandaşların Müslüman vatandaşlardan bir farkının olmadığını dillendirerek, onlarında aynı hukuka sahip olacaklarını tekrar vurgular. 

1 Mart 1922 Tarihinde Mustafa Kemal Paşa, Türkiye halkı ve azınlıkların durumu konusunda şunları söyleyecektir34: “Türkiye halkı irken veya dinen ve kültürel olarak bir ve birbirlerine karşı saygılı ve fedakârlık hisleriyle dolu ve mukadderat ve menfaatleri ortak olan bir sosyal heyettir. Bu toplulukta hukuk-ı ırkıyeye, hukuk-ı ictimaiyeye ve şerait-i muhitiyeye riayet, siyaset-i dahilimizin esas 
noktalarındandır. Dahili teşkilat-ı idaremizde bu esas noktanın, halk idaresinin bütün mana-yı şâmiliyle layık olduğu derece-i inkişafa îsal edilmesi siyasetimiz icabatındandır. Ancak harici düşmanlara karşı daima ve daima müttehit ve mütesanit bulunmak mecburiyeti de muhakkaktır. Türkiye halkına dahil olup ekalliyet halinde bulunan anasır-ı Hıristiyaniyenin hukuku dahi dünyanın en medeni milletleri meyanında yaşayan ekalliyetlere verilmesi Düvel-i İtilafıye ile muhasımları ve bazı müşarikleri arasında takarrür eden esasat-ı ahdiye dairesinde memaliki mütecaviredeki Müslüman ahalinin de aynı hukuktan istifade eylemesi ümniyesiyle müeyyet ve müemmendir. 

Ekalliyetlerle beraber, bil umum halkın refah ve saadetinin ve kavanînin bahşettiği her türlü hakların masuniyetinin temini ve memlekette hâkimiyet-i kanuniyenin teyidi dahili idare ve siyasette değişmez bir düsturumuzdur.” 

Mustafa Kemal Paşa, Osmanlı İmparatorluğunda yalnızca gayrimüslim azınlıkların ellerine terk edilmiş olan ancak ülkenin kalkınması için en temel unsurlardan biri olan üretim meselesine de değinmiştir. O bu konuda ulus olarak sanatta gelişmemiz gerektiği, yalnızca askerî tedbirlerle bir ulusun kalkına mayacağını, asıl üretim yapmak suretiyle müreffeh ve kalkınmış bir ülke olunabileceğini 16 Mart 1923 tarihinde Adana esnaflarına yaptığı konuşmada ifade etmiştir.35: 

“Bir millet sanata ehemmiyet vermedikçe büyük bir felakete mahkumdur. Birçok unsurlar o felaketin derecesini fark etmez. Fark ettiği gün de ne kadar müthiş bir faaliyetle çalışmak lazım geldiğini tahmin eyleyemez. Artık tarihe karışan Osmanlı hükûmeti, maatteessüf asırlarca yanlış bir zihniyet sahibi oldu. Çünkü onlar sanatı ve sanatkarları kendi milletlerinden yetişmiş görmekten zevk almazlardı. 
Hatta en şevketli Osmanlı padişahlarından biri, zannedersem Kanuni Sultan Süleyman, askerlerinden bir Türk Müslüman’ın saraçlık sanatına sahip olduğunu görünce, fevkalâde meyus müteessir olmuştur. Onların nazarında sanatkarların gayrimüslimden olması tercih edilirdi. Onlar sanattaki hayat membalarını başka milletlerin ellerinde bulundurmanın zararlarını göremiyorlardı. Asil milletimiz 
sanattan mahrumdu. Sanatkarlar azdı. Mevcut olanlar da icap eden derecede sanatta mahir değildi. Arkadaşımız beyanatında demişlerdir ki, Adana’mızı istila eden diğer unsurlar, şunlar, bunlar, Ermeniler sanat ocaklarımızı işgal etmişler ve bu memleketin sahibi gibi bir vaziyet almışlardır. Şüphesiz haksızlık ve küstahlığın bundan fazlası olamaz. Ermenilerin bu feyizli ülkede hiçbir hakkı yoktur. 

Memleketiniz sizindir, Türklerindir. Bu memleket tarihte Türktü, o halde Türk’tür ve ebediyen Türk olarak yaşayacaktır. Gerçi bu güzel memleket kadim asırlardan beri çok kere ecnebi istilâlarına maruz kalmıştı. An asıl Türk ve Turanî olan bu ülkeleri İranîler zapt etmişlerdi. 
Sonra bu İranîleri mağlûp eden İskender’in eline düşmüştü. Onun ölümüyle ülke taksim edildiği vakit Adana kıtası da Silifkelilerde kalmıştı. Bir aralık buraya Mısırlılar yerleşmiş, sonra Romalılar istilâ etmiş, sonra Şarkî Roma yani Bizanslılar eline geçmiş, daha sonra Araplar gelip Bizanslıları koğmuşlar; en nihayet Asya’nın göbeğinden tamamen kaynayan Türkler soyundan ırkdaşlar buraya gelerek memleketi, hayatı sabıka ve asliyesine iade ettiler. Memleket en nihayet yine sahibi aslilerinin elinde takarrür etti. Ermeniler vesairenin burada hiçbir hakkı yoktur. Bu bereketli yerler koyu ve öz Türk memleketidir. 

Cumhuriyet ilan edildikten ve laiklik esası devletin prensipleri olarak kabul edildikten sonra Müslüman olmayanların Türk sosyal yaşamıyla tamamıyla bütünleştirilmesini isteyen Mustafa Kemal “Bugün içimizde bulunan Hıristiyan, Musevi vatandaşlar mukadderat ve talihlerini Türk milletine vicdani arzularıyla bağladıktan sonra kendilerine yan gözle, yabancı nazarıyla bakılmak, medeni 
Türk milletinin asil ahlâkından beklenebilir mi?” diyecektir.36 Bütün söylev ve demeçlerinde Mustafa Kemal’in azınlıklar hakkındaki görüşleri gerçekçi, tutarlı, Türk Tarihi tecrübesine uygun, dengeli, imtiyazlara mesafeli, ötekini yani farklılıkları reddetmeyen, özellikle azınlıkların içinde bulunduğu devlet ve milletle kucaklaşmasını ve birleşmesini arzulayan insancıl bir anlayışa sahiptir. 

Bu anlayış evrensel olduğu kadar dışarıda kalan soydaşlarını, dindaşlarını unutmayan bunlar için karşılılık esasına uygun olarak diğer devletlerden 
aynı özveriyi bekleyen ve sonuç olarak dünyadaki bütün azınlıkların İnsan haklarından yararlanmasını arzu eden bir yaklaşımdır. 

Lozan Anlaşması’nda Azınlıklar 

TBMM hükûmeti Lozan’a giden heyete verdiği on dört maddelik talimatta; 1., 8., 9., 12. maddelerde dolaylı veya dolaysız olarak azınlık politikasını dile getirmektedir. Bunlar şöyle sıralanabilir: Ermeni yurdu ve kapitülasyonlar söz konusu edilemez. Edilirse görüşmeler kesilir. Ekalliyetler/azınlıklar için esas mübadeledir. Yabancı kuruluşlar Türk kanunlarına tabidir.37 Bu talimatlar uygun olarak Lozan görüşmelerinde azınlıklar için TBMM’nin siyaseti iki noktada toplanabilir.38 

1-Azınlık haklarının karşılıklılığı, 
2-Azınlıkların himayesinin Türkiye’nin varlık ve bütünlüğüne müdahale için bir bahane olarak kullanılmaması. 

Mustafa Kemal Paşa, Lozan görüşmeleri devam ederken 25 Aralık 1922 tarihinde Le Journal Muhabiri Paul Herriot’ya verdiği demeçte Türkiye’nin azınlık ve Patrikhane politikası konusunda şunları söylemiştir: “Ekalliyetlere gelince, bu bapta mübadele meselesini derpiş etmiştik. Diğer devletlerin murahhasları da bu zeminde bizim fikrimizi takip ve tasvip eylemiştiler. Lâkin bir fesat ve hıyanet 
ocağı bulunan, memlekette tohum-ı nifak ve şikak saçan, Hıristiyan hemşerilerimizin huzur ve refahı için de mucib-i şeamet ve felaket olan Rum Patrikhanesini artık topraklarımız üzerinde bırakamayız. 
Bu tehlikeli teşkilatı memleketimizde muhafazaya bir mecbur etmek için ne gibi vesile ve sebepler irae olabilir?” Türkiye’nin Rum Patrikhanesi için arazisi üzerinde bir melce göstermeye ne mecburiyeti var? Bu fesat ocağının hakiki yeri Yunanistan’da değil midir?39 

İngiliz Dışişleri Bakanı Curzon, Lozan’da 12 Aralık 1922 tarihinde ülke ve askerî sorunlar komisyonunda azınlık sorununu gündeme getirdi. Curzon, müttefiklerin savaşa Ortadoğu’daki azınlıkları korunmak ve kurtarmak için girdiklerini iddia ederek, bu konudaki taahhütlerini yerine getireceklerini söyledi. Curzon’a karşılık İsmet Paşa, Osmanlı İmparatorluğu’nun hiç bir ülkede olmadığı kadar azınlık haklarına saygı gösterdiğini ancak XIX. Yüzyıldan itibaren Müslüman olmayanların dışardan imparatorluğu yıkmak için kullanıldığını anlatmıştır. 

Ayrıca İsmet Paşa, yeni devlette Osmanlıdan farklı olarak, bağımsız bir devlet kurabilecek herhangi bir azınlığın bulunmadığını kaydetmiştir. Türk-Rum mübadelesi ile bu durum daha da belirginleşecekti. Yeni Türk Devleti, Müslüman olsun olmasın yurttaşların üzerinde ulusal veya uluslararası herhangi bir gücün müdahalesine yol açacak hiçbir düzenlemeyi kabul etmeyecekti. Azınlık haklarında ise, son zamanlarda Avrupa’da yapılmış olan antlaşmalarla belirlenen esaslar üzerinde ve ancak komşu ülkelerdeki Müslümanların da aynı haklardan yararlanmaları koşuluyla kabul edileceğini vurguladı. 

Bu ön görüşmelerden sonra azınlıklar konusu İtalyan Başdelegesi Montagna’nın başkanlığındaki alt komisyona havale edildi. 
Türk temsilcilerinin de katıldığı bu komisyon iki-üç hafta içinde on altı oturum yaparak on maddeden oluşan “Azınlıkların Korunmasına İlişkin Tasarı’yı Curzon’a sundu. Lozan Konferansı’nda azınlıklar sorunu, birinci komisyonun beş ve azınlıklar alt komisyonunun on altı toplantısında yoğun ve sert tartışmalara sebep olmuştur. Lozan Antlaşması’nın 37-45. maddeleri arasında Türkiye’nin yeni azınlıklar rejimi düzenlenmiştir.40 Bu azınlıklar rejiminin büyük güçlerin varmak istedikleri hedefler ile Osmanlı millet sistemi karşılaştırıldığında 
getirmiş olduğu yeni esaslar çerçevesinde aşağıdaki noktalar üzerinde durulmalıdır.41 

Lozan’ da tartışılan en önemli konulardan biri de; Himayeleri teklif edilen azınlıkların kimler olacağı idi. Bu konuda azınlıklar alt komisyonunda Türk delegesi Rıza Nur Bey, büyük güçlerin din, dil ve ırk bağlamında yeni azınlık önerisini kabul etmeyecektir. Türk tarafı yalnızca gayrimüslimleri azınlık olarak kabul etmiştir.42 Bunun üzerine komisyon Türk tarafının görüşünü kabul ederek koruma tedbirlerini Müslüman olmayan azınlıklarla sınırlamak zorunda kalmıştır. Yine de antlaşmaya Türk Hükûmeti, Türkiye ‘de oturan herkesin, doğum, bir ulusal topluluktan olma, dil, soy ya da din ayrımı yapmaksızın, hayatlarım ve özgürlüklerini korumayı tam ve eksiksiz olarak sağlamayı yükümlenir, şeklinde bir hüküm konulmuştur.43 
Burada Türk tarafı Müslüman unsurlar arasında yeni azınlıklar oluşturulmasına engel olarak, Müslüman unsurlar arasında Misak-ı Millî sınırları çerçevesinde oluşturulmaya çalışılan milletin etnik bir temele dayandırılmayacağım da ifade etmiş oluyorlardı. Bu din ve kültür ortak paydalı anlayış millet ve ülkenin üniter yapısını/ bölünmez bütünlüğünü sağlamaya yönelikti. 

Lozan’da Azınlıklar için kazanılan statü, himayeleri kararlaştırılan azınlıkların Osmanlı dönemindekinin aksine, münferit fertler olmadığıdır. Böylece Müslüman olmayan Türk vatandaşları millî cemaatler olarak sayılmış ve bütün halinde telakki edilmişlerdir. Buna göre Türkiye’deki yaşamları uluslararası bir anlaşmayla garanti altına alınmıştı. Bu aslında millet özelliğini kazanmamış cemaatlerin uluslaşma sürecine bir katkı yapabilirdi. Büyük güçler böylece yeni bir himaye sistemi oluştururken, kendilerine gelecekte müdahale imkanı 
verecek bir açık kapı bırakmayı da unutmamışlardır. Türk delegelerinin bu konu üzerinde fazla durmaması, herhalde Türkiye’de millî bir azınlığın kalmadığına inanıyor olmalarıdır. Burada azınlıkların ayrıcalıklarının da tamamen kaldırılmamış olduğunu belirtmek yerinde olacaktır. Ayrıca Osmanlı Devleti’nin anayasa ve kanun nazarında eşit olarak kabul ettiği gayrimüslimler, azınlık hukuku içine alınarak bir anlamda ayrıcalıklı bir statü kazanıyorlardı. 

Lozan’da kabul edilen azınlıklar rejimi Müslümanlarla, Müslüman olmayanlara eşit haklar veriyor, azınlığın statüsünü çoğunluktan ayırt etmiyordu. Büyük Güçler ise azınlıklara hem eşitlik tanınmasını, hem de onlar için özel düzenlemeler adı altında ayrıcalıklar verilmesini istiyorlardı. Çok uluslu Osmanlı İmparaluğu’nda azınlıklar için özel bir düzenleme yapılması devletin dünya görüşünün gereğiydi. Halbuki millî ve laik bir devletten aynı farklılaşmayı beklemek Türk tarafına pek doğru gelmiyordu. Lozan rejimi, Müslüman 
olmayan azınlıklara (Rum, Ermeni, Yahudi) hem eşitlik ve ulus devletin inşasına bir Türk yurttaşı olarak katılma, hem de kendi kültürel kimliklerini koruma imkânı vermiştir.44 Türkiye Cumhuriyeti’nde Müslüman olmayanlar, eğitim, ibadet, sosyal ve kültürel faaliyetlerini kendi dillerinde yapabilmekte, gelenek ve göreneklerini yaşama konusunda bazı kolaylıklar elde etmişlerdir. 

Lozan, azınlık hakların korunma ve gözetilmesini uluslararası sisteme yani Milletler Cemiyeti’ne bağlamaktadır. Osmanlı Devleti’nde azınlıkların himayesi kaynağını kapitülasyonlar ve ikili antlaşmalardan alıyordu. Lozan’da, 1878 Berlin Antlaşması’nda olduğu gibi Türkiye’deki azınlıkların koruyuculukları dünya siyasetine hâkim güçlerin garantörlüğüne bırakmaktadır. Mesela 1878 
Berlin Antlaşması’nın azınlık haklarına ilişkin uygulamaları, büyük güçlerin uyum içinde olmalarına bağlı olduğu için pratikte sıkıntılara yol açmış ve garantörlerin hep birlikte Osmanlı Devleti’ne yaptırım uygulamaları mümkün olmamıştır. 

Oysa Lozan Antlaşmasının 44. Maddesi, azınlıkların korunmasına ilişkin hükümlerin uluslararası yükümlülük olduğu esasını getiriyordu. 
Bu hükümler Milletler Cemiyetinin güvencesi altında olacaktı. Bu da Milletler Cemiyeti’ne Türkiye’ye azınlıklar konusunda müdahale imkânı verebilirdi. 
Milletler Cemiyeti’nin bu konuda her hangi bir organı olmadığı için bunu üye herhangi bir büyük güç yapabilecekti. 
Türk tarafı çok istediği halde Lozanda müzakereler devam ederken, başta Mustafa Kemal Paşa olmak üzere Türk idarecilerinin kesin kararı, hem azınlık konusunu yurt içinde ve yurt dışında uluslararası bir statüye kavuşturmak, hem de azınlıklara ait patrikhaneler, hahamhane, kilise, havra ve yabancı okulları, hilafet kurumunda yapıldığı gibi kapatmaktı. Fakat bunların yalnız ayrıcalıkları sınırlana bildi, kapatılmaları gerçekleştirilemedi. Özellikle zararlı faaliyetleri belgelenen Fener Rum Ortodoks Patrikhanesinin Türkiye dışına çıkarılmasını sağlanamamıştır. Yunanistan, İngiltere ve ABD temsilci heyetlerinin ısrarlı talepleri üzerine sadece dini yetkilerini kullanmak kaydıyla İstanbul’da kalmasına izin verilmiştir. Lozan Antlaşmasında Patrikhane açık bir şekilde belirtilmediği gibi, kendisini doğrudan doğruya ilgilendiren bir maddede mevcut değildir. 

Müzakereler sırasında Patrikhane adı, eski ayrıcalıklarının son bulduğu ve tamamen yeni Türk Devletine bağlı, dini bir kurum olduğu konusunda doğrudan ve antlaşma metninin I. Kısmının, 3.Bölümünde Ekalliyetlerin Himayesi başlığı altında yer alan maddelerde ise dolaylı olarak geçmiştir. Türk Devleti’nin bir kurumu statüsündeki Patrikhanenin, Türkiye’de bulunan diğer Müslüman olmayanlara ait hahamhane, Patrikhaneler, kilise veya sinagoglardan bir farkı yoktur. Patrikler veya diğer din adamları Türk kanunlarına bağlı olup, bütün 
Türk vatandaşları ile aynı hak ve sorumluluğa sahiptir.45 Lozan’da Hahamhane ve Patrikhanelerin faaliyetleri din işleriyle sınırlı tutulmuş, dünyevî işlerle, siyasetle uğraşmaları, ideolojik çalışmalarda bulunmaları yasaklanmıştır.Yine yapılan inkılaplarla, azınlıkların aile hukukunu kendi geleneklerine göre düzenlemeleri konusunda farklılar ortaya çıkınca 15 Eylül 1925’te Yahudiler, 17 Ekim 1925’te Ermeniler ve 27 Kasım 1925’te de Rumlar bu farklılığın kaldırılması için başvurmuşlar ve ülkede ayrı muameleye tabi olmak istemediklerini 
beyan etmişlerdir.46 

Lozan’la birlikte yeni bir statüye sahip olan azınlıkların Atatürk dönemindeki demografik yapıları hakkında bilgi vermek yerinde olacaktır. Yahudiler nüfusu 1927’de Türkiye genelinde 81.872 (İstanbul’da 46.781) iken 1935’de 78.730’a kadar düşmüştür.47  

5. Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,

***